Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə54/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

“Henry hiç vazgeçmiyorsun, değil mi?” diye mırıldandı Jack. Gözyaşları gözlerini yakıyordu. Dostunun olmadığı bir hayat düşüncesi yüzüne bir kırbaç gibi çarptı ve içini derin bir çaresizlik kapladı. Kendini kaybolmuş, yaralı ve aptal gibi hissediyordu.

“Henry Enişte’yle ne ilgisi var?” diye sordu Dale. “Jack, Henry Enişte öldü.”

Her nasılsa Jack, bundan artık o kadar emin olamıyordu.

“Haydi gidelim,” dedi Beezer. “Çocuğu bulmalıyız. Hâlâ yaşıyor ama güvende değil. Hepimiz bunun farkındayız. Bir an önce yola koyulalım. Gerisine daha sonra bakarız.”

Jack -Tyler’ın haykırışını duymamış.ama bir an için çevresini çocuğun gözleriyle görmüştü- için çözümlenmesi gereken bir şey kalmamıştı. Aslında şimdi çözümlenmesi gereken tek bir şeye bağlıydı. Dale ve Beezer’a aldırmayarak Ty’ın gözyaşları içindeki babasına yaklaştı.

“Fred.”


Fred hıçkırmaya devam ediyordu.

“Fred, oğlunu tekrar görebilmek istiyorsan hemen kendini toparla ve beni dinle.”

Ty’ın babası, kızarmış, yaşlı gözlerle Jack’e baktı. Komik denecek kadar küçük şapka, hâlâ karaşındaydı.

“Bunun içinde ne var, Fred?

“George Rathbun’un her yaz yaptığı çekilişi kazananın ödülü olmalı. Ama Ty’ın nasıl olup da kazandığını anlayamıyorum. Birkaç hafta önce katılmayı unuttuğu için kendi kendine kızıyordu. Onun adına katılıp katılamayacağımı sorunca... onu biraz terslemiştim.” Bunu hatırlayan Fred’in kızarmış yanaklarından tekrar yaşlar süzülmeye başladı. “O sıralarda... Judy... garip davranmaya başlamıştı ve... onun için endişeleniyordum... Ty’a biraz sert davrandım. Anlarsınız ya?” Derin bir nefes aldı. Yutkunduğunda boğazındaki Adem elması yukarı aşağı hareket etti. Koluyla gözyaşlarını sildi. “Ve Ty... ‘Önemli değil, babacığım,’ diye cevap vermişti. Ne bana kızdı ne de surat astı. Çünkü o böyle bir çocuktu. Hâlâ öyle.”

“Bunu bana getirmen gerektiğini nereden bildin?”

“Arkadaşın aradı,” dedi Fred. “Bana postacının hemen sana getirmem gereken bir paket bıraktığını söyledi. Siz ayrılmadan yetişmem gerekiyordu. Sana...”

“Bana Gezgin Jack diyordu.”

Fred Marshall ona şaşkınca baktı. “Evet.”

“Pekâlâ.” Jack nazik fakat ilgisizce konuşuyordu. “Şimdi gidip oğlunu getireceğiz.”

“Ben de geleyim. Kamyonetin arkasında tüfeğim...”

“Tüfeğin olduğu yerde kalacak. Evine git. Oğlun için bir yer hazırla. Karın için de. Ve bırak da yapmamız gerekeni yapalım.” Jack, Dale’e, ardından Beezer’a baktı. “Haydi,” dedi. “Yola çıkalım.”

Beş dakika sonra French Landing Polis Teşkilatı şefinin arabası, 35. karayolu üzerinde hızla batıya doğru ilerliyordu. Tam önlerinde Beezer ve Doc, birer koruma gibi yan yana, motosikletlerinin üzerinde yol alıyordu. Yolun her iki yanındaki ağaçların gür yaprakları, yaz güneşinin yakıcı ışınlarını kesiyordu.

Jack, Kara Ev’in işareti olan uğultunun beyninde belirmeye başladığını hissediyordu. Eğer isterse bu uğultuyu beyninde bir duvarın ardına atabileceğini, tüm düşüncelerini sarmasını engelleyebileceğini keşfetmişti ama yine de nahoş bir his kalıyordu. Dale ona polis teşkilatına ait bir Ruger .357 vermişti; silah, şimdi kot pantolonunun beline sıkıştırılmıştı. Elindeki ağırlığının kendisini ne kadar iyi hissettirdiğini fark ettiğinde şaşırmıştı, neredeyse yuvaya dönüş gibiydi. Ateşli silahlar, Kara Ev’in ötesindeki dünyada pek işe yaramayabilirlerdi ama oraya varıncaya dek ihtiyaç duyabilirlerdi. Ve Beez ile Doc’a bakılırsa Kara Ev’in bekçilerini geçmek pek çocuk oyuncağı sayılmazdı.

“Dale, yanında bir çakı var mı?”

“Torpido gözünde olacaktı,” dedi Dale. Jack’in kucağındaki uzun pakete baktı. “Sanırım onu açmak niyetindesin.”

“Doğru.”

“Bu arada bana birkaç şeyi açıklayabilir misin? Örneğin Kara Ev’e girdiğimizde Charles Burnside, elinde bir baltayla gizli bir kapının arkasından fırlayıp...”

“Sevimli Burnside’ın kapı arkasından insanların üzerine saldırdığı günler artık geride kaldı,” dedi Jack. “Burnside öldü. Ty Marshall onu öldürdü. Sand Bar’ın dışındayken bize çarpan da buydu.”

Şefin arabası öyle bir savruldu ki -diğer şeride geçmişti- dikiz aynasında gördüklerine şaşıran Beezer, bir an için dönüp arkasına baktı. Jack ona kısaca el salladı- Devam et, endişelenecek bir durum yok- ve Beezer tekrar önüne dönerek ilerlemeye devam etti.

“Ne?” diyerek şaşkınca yutkundu Dale.

“Yaşlı adam zaten yaralıydı ama yine de içimde, Ty’ın yaptığının son derece cesur bir hareket olduğuna dair bir his var. Cesur ve beceri dolu bir hareket.” Jack, Henry’nin Burnside’ı ciddi bir şekilde yaraladığını, Ty’ın da Henry’nin başladığı işi bitirdiğini sanıyordu. George Rathbun bunu, harika bir takım oyunu olarak tanımlardı.

“Nasıl...”

“Bağırsaklarını çekip çıkardı. Çıplak elleriyle. Eliyle. Diğer elinin yukarda bir yerde zincirlenmiş olduğuna eminim.”

Dale bir süre, önlerindeki virajı dönen, saçları ve sakalları Wisconsin yasalarına uyarak taktıkları kaskın altından uçuşan motosikletlileri izleyerek sessiz kaldı. Bu arada Jack, paketin kâğıdını çıkarmıştı, içinde beyaz bir karton kutu vardı. Kutuda bir şey, ileri geri yuvarlanıyordu.

“On yaşında bir çocuğun, bir seri katili bağırsaklarını dışarı çıkararak öldürdüğünü söylüyorsun. Bir seri yamyamı. Ve bunu bir şekilde biliyorsun.”

“Evet.”

“Ama ben, buna inanmakta zorluk çekiyorum.”



“Babası düşünüldüğünde sanırım seni anlayabiliyorum. Fred bir...” Aklına korkak kelimesi gelmişti ama bu hem haksız, hem yanlış bir tanımdı. “Fred, fazla yufka yürekli,” dedi Jack. “Ama Judy...”

“Çelik gibi bir karakteri var,” dedi Dale. “Öyle olduğunu duymuştum.”

Jack, arkadaşına neşesizce gülümsedi. Uğultuyu, beynindeki küçük bir odaya hapsetmişti ve o uğultu, şimdi yüksek perdeden bir çığlığa dönüşmüştü. Neredeyse gelmişlerdi. “Kesinlikle öyle,” dedi Dale’e. “Tyler annesine çekmiş. Çocuk... çok cesur.” Neredeyse Bir prens, diyecekti.

“Ve hâlâ yaşıyor.”

“Evet.”

“Bir kulübede zincirlenmiş.”



“Doğru.”

“Burnside’ın evinin arkasında bir yerde.”

“Hi... hi.”

“Hesaplarım doğruysa şu kulübe Schubert ve Gale’ın yakınındaki ormanlık bölgede olmalı.”

Jack gülümsedi ve hiçbir şey söylemedi.

“Pekâlâ,” dedi Dale içini çekerek. “Nerede hata yaptım?”

“Önemi yok. Ve önemsiz olması çok iyi, çünkü açıklanması imkânsız.” Jack, Dale’in yeterince dayanıklı olduğunu umdu, çünkü önlerindeki bir saat, fazlasıyla zorlu geçecekti.

Tırnağıyla kutunun kapağını yerinde tutan bandı çıkardı. Kapağı açtı. Koruyucu kâğıtları çekip çıkardı ve Ty Marshall’ın çekilişte kazandığı ödüle baktı... katılmadığı halde kazandığı ödüle.

Jack hayretle büyülenmişçesine kutunun içindekine bakıyordu. Yaş haddinden Küçükler Lig’inde hiç oynamamıştı, ama içindeki çocuk gördüklerine tepki gösterebiliyordu. Çünkü beysbol sopalarının insanın yaşamında ayrı bir yeri olurdu, değil mi? İlkel inançlarımıza mücadelenin saflığını ve takımımızın gücünü gösterirdi. Ev sahibi takımın. Sağda ve beyaz. Bernard Malamud bunu biliyor olmalıydı: Jack, Harika Çocuk’u, sonunun farklı olmasını dileyerek defalarca okumuş (sonunun farklı olduğunu gördüğündeyse filmden nefret etmişti) ve Roy Hobbs’ın sopasına Harika Çocuk ismini vermesini çok sevmişti. Gerçekte, tüm eleştirilere, tüm söylenenlere rağmen bir sopa, bazen sadece basit bir sopaydı. Uzun bir tahta parçası. Sayı yapmaya yarayan bir araç.

“Vay canına,” dedi gözucuyla bakan Dale. O da aniden daha genç görünmeye başlamıştı. Çocuksu. Gözleri irileşmiş. Görünüşe bakılırsa Jack yalnız değildi. “Kimin sopası?”

Jack sopayı dikkatle kutusundan çıkardı. Üzerinde siyah harflerle şu mesaj yazılıydı:

Tyler Marshall’a sıkı vuruşlara devam! Dostun, Richie Sexson

“Richie Sexson,” dedi Jack. “Richie Sexson kim?”

“Brewers’in en iyi vurucusu,” dedi Dale.

“Roy Hobbs kadar iyi mi?”

“Roy...” Dale sırıttı. “Ah, şu filmdeki! Robert Redford oynuyordu, değil mi? Hayır sanmıyorum... hey, ne yapıyorsun?”

Sopayı hâlâ elinde tutmakta olan Jack (hatta neredeyse ucuyla Dale’nin sağ elmacık kemiğine vuracaktı) uzanıp arabanın kornasına bastı. “Sağa çek” dedi. “Burası. Bu herifler daha dün buradaydılar ama önünden geçip gittiler” ‘

Dale, omzu üzerinden arkasına bakarak biraz geri gitti ve arabayı kenara park ederek kontağı kapattı. Jack’e döndüğünde, yüzü kireç gibi olmuştu “Tanrım, Jack... kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Belki kahvaltıda yediklerimdendir. Lanet olsun, umarım çıkarmaya başlamam.”

“Peki kulaklarındaki uğultu da kahvaltıda yediklerin yüzünden mi?” diye sordu Jack.

Dale’in gözleri irileşti. “Nereden bil...”

“Çünkü bende de aynısı var. Ve midem de kötü. Sebebi kahvaltıda yediklerin değil. Kara Ev.” Jack, plastik bal şişesini ona uzattı. “Haydi. Burun deliklerinin altına biraz daha sür. Birazını da içlerine boşalt. Kendini daha iyi hissedeceksin.” Kendinden çok emin konuşuyordu. Çünkü bunun gizli silahlar veya sihirli formüllerle ilgisi yoktu; balla da ilgisinin olmadığı açıktı. Önemli olan inanmaktı. Akıl mantık dünyasından çıkmış, uğursuzluğun hâkim olduğu bölgeye girmişlerdi. Jack, arabanın kapısını açtığı an bundan emin olmuştu.

Motosikletler biraz ileride U dönüşü yaptılar ve arabanın yanına geldiler. Yüzünde sabırsız bir ifade olan Beezer, başını iki yana sallıyordu: Hayır, hayır, burası değil.

Dale da arabadan çıktı ve ön tarafa, Jack’in yanına gitti. Yüzü hâlâ solgundu ve burun deliklerinin balla kaplı çevresi, güneşin ışıkları altında parlıyordu ama yeterince iyi gibi görünüyordu. “Sağ ol, Jack. Şimdi çok daha iyiyim. Burun deliklerine bal doldurmanın kulaklara nasıl etki edebildiğini bilmiyorum ama uğultu da azaldı. Hafif bir vızıltı gibi kaldı.”

“Burası değil!” diye bağırdı Beezer, motosikletini arabanın önünde durdurarak.

“Burası,” dedi Jack kesintisizce içlere doğru ilerleyen ağaçlara bakarak sakin bir sesle. Gölgelerin çılgın zikzakları ile yeşil yapraklar üzerinde dans eden güneş ışığı tam bir tezat yaratıyordu. Her şey, perspektifle alay edercesine titreşip yer değiştiriyordu. “Geldik. Bay Munshun ve Kara Ev Çetesi’nin saklandığı delik burası.”

Doc da gelmiş, motosikletini Beezer’ın yanına çekmişti. “Beez haklı! Daha dün, buradaydık, seni aptal! Bu kadar kısa süre de yanılmamız olanaksız.”

“Her iki tarafta da ağaçlardan başka bir şey yok,” diye araya girdi Dale, bulundukları yerin elli metre kadar güneydoğusunu işaret etti. iki ağaç arasına çekilmiş sarı polis bandı, hafif esintiyle dalgalanıyordu. “Ed’in yerine dönen yol orası. Aradığımız yer muhtemelen onun gerisinde...”

Burada olduğunu sen de biliyorsun, diye düşündü Jack. Bir yandan şaşırmamak elde değildi. Yoksa neden kendini şanslı günündeki bir ayı gibi bala bulayasın?

Bakışlarını hiç iyi görünmeyen Doc ve Beezer’a çevirdi. Jack onlarla konuşmak için ağzını açtı... ve tam o sırada görüş alanının üst kısmından siyah bir şey geçti. Gözlerini bu hareketin kaynağına çevirmek için içinden yükselen dürtüyü bastırdı. Bir şey -muhtemelen içindeki Gezgin Jack- bunun çok kötü bir fikir olduğunu söylüyordu. Onları izleyen bir şey vardı. Fark edildiğini bilmemesi daha iyiydi.

Richie Sexson sopasını duran arabanın yan tarafına, yere indirdi. Bal şişesini Dale’den alıp Beezer’a uzattı. “Al şunu, burnunun altına iyice sür.”

“Buna gerek yok, seni sersem!” diye haykırdı Beezer bıkkınlıkla. “Burası... aradığımız yer... değil!”

“Burnun kanıyor,” dedi Jack sakince. “Sadece biraz. Seninki de, Doc.”

Doc, parmağını burnunun altına sürttü ve üzerine bulaşan kana şaşkınca baktı. “Ama burası olmadığından eminim...”

Jack gözucuyla tekrar aynı şeyin hareket ettiğini gördü. Görmemiş gibi davranarak tam karşıyı işaret etti. Beezer, Doc ve Dale aynı anda gösterdiği yere baktılar ve ilk gören Dale oldu. “Aman Tanrım,” dedi hafif bir sesle. “Bir GİRİLMEZ levhası. Daha önce de orada mıydı?”

“Evet,” dedi Jack. “Sanırım otuz yıldan fazla bir süredir orada.”

“Lanet olsun,” dedi Beez ve burnunun çevresini balla sıvamaya başladı. Burun deliklerine de bol miktarda boşalttı; iri damlalar, kızıl Viking sakalı üzerinden süzülüyordu. “Geçip gidecektik, Doc. Kasabaya kadar gidecektik. Kahretsin, Güney Dakota’ya kadar bile gidebilirdik.” Bal şişesini Doc’a uzattıktan sonra yüzünü buruşturarak Jack’e baktı. “Kusura bakma, dostum. Bilmeliydik. Hiçbir mazeretimiz yok.”

“Yol nerede?” diye sordu Dale. Sonra gördü. “Ah, orada işte. Orada olmadığına yemin edebilirdim...”

“Biliyorum,” dedi Jack. Gülümsüyordu. Arkadaşlarına bakıyordu. Sawyer Çetesi’ne. Görüş alanının köşesindeki siyah kıpırtılara ve belindeki Ruger’e yavaşça yaklaştırdığı eline kesinlikle bakmıyordu. Bu işte her zaman en iyi olmuştu. Sabit bir şekilde durup hedefi vurmada da birkaç ödül kazanmıştı ama en iyi olduğu dal, silahını hızla çekip hedefini vurmaktı. Genellikle en iyiler arasında olurdu. Bu yeteneğine hâlâ sahip olup olmadığından emin değildi ama nasılsa şimdi görecekti.

Doc burnuna bal sürerken Jack gülümseyerek arkadaşlarına bakıyordu. Sonra havadan sudan sohbet ediyormuşçasına, “Bir şey bizi izliyor,” dedi “Sakın yukarı bakmayın. Onu vurmayı deneyeceğim.”

“Nedir?” diye sordu Dale. O da gülümsüyordu. Başını kaldırmamış, doğruca karşısına bakıyordu. Şimdi, Burnside’ın evine giden yolu açık seçik görebiliyordu. Daha önce orada yoktu, buna yemin edebilirdi, ama şimdi tam karşısındaydı işte.

“Baş belasının teki,” dedi Jack ve aniden Ruger’ı belinden çekerek kabzasını iki eliyle tuttu. Silahı, bir meşe ağacının yüksek bir dalına tünemiş olan parlak tüylü büyük kargayı görmeden önce ateşledi ve yaratığı gafil avladı. Karga, vurulduğu sırada şaşkın, yüksek bir ses çıkardı -”AAAAĞĞKKK!”- ve göğsü parçalandı. Soluk mavi yaz göğüne kanlar saçıldı. Gece yarısındaki gölgeler kadar siyah tüyler, havada uçuştu. Ve gövdesi, 35. karayolundan ayrılan yolun hemen başında sertçe yere düştü. Koyu renkli, parlak bir göz, şaşkınlıkla Jack Sawyer’a bakıyordu.

“Beş kez mi ateş ettin yoksa altı mı?” diye sordu Beezer hayranlıkla karışık hayretle. “O kadar hızlıydı ki anlayamadım.”

“Hepsini boşalttım,” dedi Jack. Görünüşe bakılırsa yeteneğini hâlâ kaybetmemişti.

“Lanet olası karga çok büyükmüş,” dedi Doc.


“Bu herhangi bir karga değil,” dedi Jack ona. “Bu Gorg.” Toprağın üzerinde yatan parçalanmış kuşa doğru ilerledi. “N’aber, ahbap? Kendini nasıl hissediyorsun?” Karganın üzerine okkalı bir şekilde tükürdü. “Bu, o zavallı çocukları büyülediğin için,” dedi. Sonra ani bir hareketle karganın gövdesine bir tekme savurdu ve çalılıkların ötesine fırlattı. Lanetli kuşun gövdesi, havada alçak bir yay çizdi. “Bu da, Irma’nın annesiyle uğraştığın için.”

Diğer üç adam da Jack’e yüzlerinde benzer ifadelerle bakıyorlardı; büyülenmişçesine şaşkınlık ve neredeyse korku içinde. Kabul etmesi gerektiğini düşünse de bu bakışlar, Jack’in kendisini bitkin hissetmesine sebep oldu. Aynı ifade, “Seabrook Island safsatalarımın gerçek olduğunu anladığında, eski dostu Richard Sloat’un yüzünde de belirmişti.

“Haydi,” dedi Jack. “Herkes arabaya binsin. Artık şu işi halledelim.” Evet acele etmeliydiler, çünkü tek gözlü, malum bir yaratık da çok yakında Ty’ı aramaya başlayacaktı. Bay Munshun. Kralın Gözü, diye düşündü Jack. Abbalahın Gözü- Judy’nin kastettiği buydu. Bay Munshun. Gerçekte her kim veya her neyse.

“Motosikletlerimizi böyle yolun kenarında bırakmak hiç hoşumuza gitmiyor, dostum,” dedi Beezer. “Biri gelip onları...”

“Kimse onları göremez,” dedi Jack. “Burada durduğumuzdan beri üç dört araba geçti ve hiç kimse başını çevirip bu tarafa bakmadı. Sebebini biliyorsunuz.”

“Şimdiden diğer tarafa geçmeye başladık, değil mi?” diye sordu Doc. “Burası kenarı. Sınırı.”

“Opopanaks,” dedi Jack. Sözcük, kendiliğinden ağzından fırlayıvermişti.

“Ne? “


Jack, Ty’ın Richie Sexson sopasını aldı ve arabanın sağ ön tarafına doğru yürüdü. “Haydi gidelim, anlamına geliyor,” dedi. “işimize bakalım.”

Ve böylece Sawyer Çetesi, Kara Ev’e giden zehirli, iki yanı ağaçlarla kaplı yoldaki yolculuğuna başladı. Güçlü öğle güneşi, bir anda kasım akşamının solgun aydınlığına döndü. İki yandaki sık ağaçlar arasında karanlık şekiller dönüyor, sürünüyor ve bazen de uçuşuyordu. Jack, onların pek önemli olmadıklarını tahmin ediyordu; karanlık şekiller sadece birer hayaletti.

“Silahını tekrar dolduracak mısın?” diye sordu Beezer arka koltuktan.

“Hayır,” dedi Jack, Ruger’a ilgisizce bakarak. “Sanırım üzerine düşeni yaptı.”

“Neyi beklemeliyiz?” diye sordu Dale cılız bir sesle.

“Karşımıza her şey çıkabilir,” dedi Jack. Dale Gilbertson’a neşesizce gülümsedi. Karşılarında son derece sinir bozucu bir şekilde biçimi sürekli değişen, titreşip dalgalanan bir ev vardı. Bazen bir kulübe kadar küçük, bir göz kırpışın ardından tüm gökyüzünü kaplayan devasa bir yapı, bir an sonraysa kilometrelerce uzanan ormanın derinliklerine doğru uzanan alçak, uzun bir bina gibi görünüyordu. Evden, insan seslerine benzeyen garip bir uğultu yükseliyordu.

“Her şeye hazırlıklı olun.”

28

AMA ÖNCE HİÇBİR şey olmadı.



Dördü de dışarı çıkıp arabanın önünde durdular. Basılıp, sonunda birinin bodrumunun duvarına asılacak bir poster için poz verirmiş gibi duruyorlardı. Fotoğrafçının Kara Ev’in verandasında olması gerekiyordu -adamların yüzü eve dönüktü- ama veranda boştu. Sadece eski korkuluğa dayanmış bir başka yıpranmış GİRİLMEZ levhası vardı. Biri üzerine siyah, kalın uçlu bir kalemle bir kurukafa çizmişti. Burny miydi? Bir iddia üzerine Kara Ev’in önüne kadar gelmeyi başarmış cesur bir genç miydi? Dale on yedi yaşındayken bazı çılgınlıklar yapmış, hayatını bir sprey boya kutusuyla birden çok riske atmıştı, ama yine de bunun doğru olabileceğine inanmakta güçlük çekiyordu.

Hava, fırtına öncesindeki gibi kasvetli ve sessizdi. Leş gibi de kokuyordu ama burunlarına sürdükleri bal, en kötü kısmını süzüyor gibiydi. Ağaçların arasında bir şey, Dale’in daha önce hiç duymadığı korkunç bir ses çıkarıyordu. Grrrr.

“Bu da ne?” diye sordu Jack’e.

“Bilmiyorum,” dedi Jack.

Doc, “Azdıklarında boğaların buna benzer sesler çıkardıklarını duymuştum,” dedi.

“Burası ispanya değil,” dedi Dale.

Doc ona cılız bir gülümsemeyle baktı. “Burası artık Wisconsin de değil-Belki fark etmemişsindir, dostum.”

Dale birçok şeyi fark etmişti. Öncelikle, ev durmadan şekil ve boyut değiştiriyordu bazen, birçok ev üst üste geçmiş gibi kocaman görünüyordu. Tek bir acayip çatı altında belki Londra kadar büyük bir şehir saklıydı. Ve bir de ağaçlar irdi. Yaşlı meşeler ve çamlar, sıska hayaletlere benzeyen huş ağaçları, akça-ağaçlar -hepsi o yöreye hastı- görüyordu ama daha önce hiç rastlamadığı garip ağaçlar da vardı. Bunlar kıpırdıyor muydu yoksa? Tanrım, umarım yanlış görüyorumdur, diye düşündü Dale. Ama fısıldıyorlardı. Dale bundan neredeyse emindi, beynindeki zonklamanın arasından yılan gibi süzülen fısıltılarını duyabiliyordu ve sözlerinin pek de cesaret verici olduğu söylenemezdi.

Öldüreceğiz... yiyeceğiz... nefret ediyoruz...

“Köpek nerede?” diye sordu Beezer. Bir elinde Colt’unu tutuyordu. “Buraya gel köpekçik! Sana mama vereceğim! Acele et, gel de al!”

Homurtu ağaçların arasından tekrar duyuldu; bu sefer ses çok daha yakından geliyordu: GİRRRRRRİ Ve ağaçlar fısıldadı. Dale eve baktı, bir anda üst üste eklenen katlarla beyazlaşmış ve soğumuş olan gökyüzüne doğru yükseldiğini gördü. Baş dönmesi, ılık yağ gibi kafasını sardı. Jack’in ayakta durmasına yardım etmek için dirseğini kavradığını şöyle böyle fark etti. Bu küçük yardım yeterli olmamıştı; French Landing’in polis şefi, sol tarafına doğru eğildi ve kustu.

“Güzel,” dedi Jack. “Dışarı çıkması daha iyi. Kurtuluyorsun; Sen nasılsın, Doc? Ya sen, Beez?”

Yıldırım ikili, iyi olduklarını söylediler. Şimdilik bu doğruydu ama Beezer, bu dengeyi daha ne kadar süre koruyabileceklerini bilmiyordu. Midesi yavaşça, belli belirsiz çalkalanıyordu. £ee, midemdekileri içeride boşaltırsam ne olur yani? diye düşündü. Jack’in söylediğine göre Burnside ölmüş, buna aldırmayacaktır.

Jack önden ilerleyerek verandanın basamaklarına çıkmadan önce üzerine kurukafa çizilmiş, paslı GİRİLMEZ levhasına bir tekme savurdu ve levha, açgözlü bir el gibi üzerine kapanan yabani otların arasına düştü. Dale, Jack’in karganın parçalanmış gövdesine tükürüşünü hatırlamıştı. Arkadaşı şimdi farklı görünüyordu; daha genç, daha güçlü gibiydi. “Ama biz gireceğiz,” dedi Jack. “Hem de öyle bir gireceğiz ki...”

Ama önce, giremeyeceklermiş gibi göründü. Kara Ev’in ön kapısı sadece kilitli değildi. Kapı ve pervazı arasında boşluk yoktu. Hatta yakından bakılınca kapı, duvarın üzerine boyanmış gibi görünüyordu. Göz aldanması.

Arkalarında, ağaçların arasından bir şeyin çığlığı duyuldu. Dale, olduğu yerde sıçradı. Çığlık, kulaklarını ağrıtacak kadar şiddetlendikten sonra çılgınca bir kahkahaya dönüştü ve bir süre devam ettikten sonra aniden yok oldu.

“Yerliler sabırsızlanıyor,” diye yorum yaptı Doc.

“Pencereleri yoklamayı düşünüyor musun?” diye sordu Beezer Jack’e

“Hayır. Ön kapıdan gireceğiz.”

Jack, konuşurken bir yandan da Richie Sexson sopasını kaldırıyordu Sonra aklı karışmış gibi sopayı yere indirdi. Arkalarından, hızla artan vızıltılı bir ses geliyordu. Ve bu garip ağaçların arasında zaten azalmış olan gün ışını daha da zayıflamış gibiydi.

“Şimdi ne var?” diye sordu Beezer park edilmiş arabaya doğru dönerken Tabancasını kulağının hemen dibinde tutuyordu. “Ne...” Ve birden sustu. Tabancayı tutan eli aşağı sarktı. Ağzı bir karış açıldı.

“Vay canına,” dedi Doc usulca.

Dale’in sesi zorlukla duyulabilecek kadar alçaktı. “Bu senin başının altından mı çıkıyor, Jack? Eğer öyleyse, bizden gizlemiş olabileceğin diğer marifetlerini hayal bile edemiyorum.”

Gün ışığı azalmıştı çünkü Kara Ev’in önündeki açıklık, bir arı sürüsü tarafından istila edilmişti. Daha bir çokları, kahverengimsi-altın rengi bir kuyrukluyıldız gibi yoldan eve doğru yaklaşıyordu. Monoton, yardımsever vızıltıları, evin yaydığı yangın alarmına benzer uğultuyu ve beyinlerindeki zonklamayı bastırıyordu. Ağaçların arasındaki vahşi homurtu kesildi ve ağaçların arasında hareket eden şekiller kayboldu.

Jack’in beyni aniden annesinin sesi ve görüntüleriyle doldu: Lily dans ediyor, önemli bir sahnenin çekiminden önce dişleri arasında bir sigarayla kameraların arkasında volta atıyor ve Patsy Cline’ın söylediği “Crazy Arms”ı dinlerken oturma odasının penceresinin yanında oturmuş, dışarı bakıyordu.

Bir başka dünyada, elbette, başka türden bir kraliçeydi ve sadık bir maiyeti olmayan bir kraliçe olabilir miydi hiç?

Jack Sawyer arılardan oluşmuş dev buluta baktı -milyonlarca, hatta milyarlarca olmalıydılar; muhtemelen Ortabatı’daki tüm kovanlar boşalmıştı- ve gülümsedi. Bu hareketle yüzünün hatları değişti ve gözlerinin kısılmasıyla, biriken yaşlar yanaklarına doğru süzülmeye başladı. Merhaba, diye düşündü. Merhaba, çocuklar.

Arıların alçak, hoş vızıltısının tonu, cevap verircesine hafifçe değişir gibi oldu. Belki bu sadece hayal gücünün bir oyunuydu.

“Niçin buradalar, Jack?” diye sordu Beezer. Sesi büyülenmiş gibiydi.

“Tam olarak bilmiyorum,” dedi Jack. Tekrar kapıya döndü, elindeki sopayı kaldırdı ve ucuyla tahtaya sertçe, bir kez vurdu. “Açıl!” diye haykırdı. “Kraliçe Laura DeLoessian ve annem adına açılmanı emrediyorum.”

Çok şiddetli bir gıcırtı oldu, öyle şiddetli ve ürperticiydi ki hem Dale, hem de Beezer yüzlerini buruşturarak gerilediler. Beezer, elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Kapının tepesinde bir çatlak belirdi ve soldan sağa doğru hızla ilerledi, ipinin üst sağ köşesindeki aralık yön değiştirerek aşağı yöneldi ve büyük bir gürültüyle uzun bir çatlak oluşturdu. Jack hem ekşi, hem tanıdık bir koku aldı: Ed’in Abur Cuburları’nda karşılaştıkları ölüm kokusuydu.

Jack, kapının tokmağına uzanıp çevirmeyi denedi. Tokmak, kolaylıkla döndü. Jack, Kara Ev’in girişini açtı.

Ama daha diğerlerini içeri davet edemeden Doc Amberson çığlık atmaya başladı.

Birisi -belki Ebbie, belki T.J. ya da eksik akıllı Ronnie Metzger- Ty’ın kolunu şiddetle çekiştiriyordu. Kolu çok acıyordu ama en kötüsü bu değildi. Kolunu çeken her kimse, başının içinde titreşen garip bir mırıltı çıkarıyordu. Metal sesleri de vardı...


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin