Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə58/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

“Fazla ayrıntılı sorular sorarlarsa...” dedi Jack.

“Hatırlayamıyoruz,” dedi Beezer.

“Çünkü evin havasında garip bir şey vardı,” dedi Doc. “Eter ya da klor veya ona benzer bir şey gibi kokuyordu.”

Jack onları şöyle bir süzdükten sonra başını sallayarak gülümsedi. Bu toplantı güzel olacak, diye düşündü. Bir festival gibi. Birkaç dakika sonra öleceği elbette aklının köşesinden bile geçmiyordu.

“Pekâlâ,” dedi. “Haydi çıkıp şu işi bitirelim. Bugün hepimiz birer politikacı olacağız, basın toplantısı yapan politikacılar ve seçimi kazanacağız.”

Kapıyı açtı ve dışarıdaki uğultu, beklentiyle yoğunlaştı.

Podyuma doğru tek sıra halinde ilerlediler. En önde Beezer vardı, onu Dale, Jack ve sevgili Doktor takip ediyordu. Fotoğraf makinelerinin flaşları ve kameraların kuvvetli ışıkları onları takip ediyordu. Jack, flaşlara ve ışıklara neden ihtiyaç duyduklarını anlamıyordu -hava, Coulee Bölgesi’nde her zaman olduğu gibi açık, güneş parlaktı- ama anlaşılan, muhabirlere gerekliydi. Daima gerekiyordu. “Buraya bakın! Bu tarafa!” sesleri hiç kesilmiyordu. Ayrıca sorular da soruyorlardı, ama dört adam onlara kulak asmadan ilerlemeye devam etti. Vakti geldiğinde sorulara -ellerinden geldiğince- cevap vereceklerdi ama şu an, kalabalık onları afallatmıştı.

Gürültü, podyumun tam önünde, iple çevrili bir alanda, katlanabilir sandalyeler üzerinde oturan iki yüz kadar French Landing sakiniyle başlıyordu. Hepsi ayağa kalkmıştı. Kimi alkışlıyor, kimi galip boksörler gibi havaya yumruklar savuruyordu. Basın mensuplarının uğultusu da onlara eklenmişti ve dört adam podyuma çıktığında sesler, gökgürültüsü halini almıştı. Biz de onlarla birlikte podyumdaydık ve Tanrım, üzerimize çevrilmiş ne kadar çok yüz vardı! İşte, kasabadaki ilk günümüzde Henry’ye Dirtysperm CD’sini veren Morris Rosen. Arkasında, artık faaliyette olmayan Maxton Bakım Merkezi’nden bir grup sıralanmıştı: tatlı Alice Weathers, Elmer Jesperson, Ada Meyerhoff (tekerlekli sandalyedeydi), Flora Flostad ve Boettcher kardeşler, Hermie ile Tom Tom. Hâlâ biraz sarsılmış görünen ama o çılgına dönmüş halini ardında bırakmış olan Tansy Freneau, kolunu omzuna dolamış olan Lester Moon’un yanında duruyordu. Arnold “El Feneri” Hrabowski, Tom Lund, Bobby Dulac ve Dale’in ekibinin diğer üyeleri ayakta, dans ediyor ve çılgınca tezahürat yapıyorlardı. Judy’nin sonunda kendini kaybettiği gün endişesini belirtmek için Fred’i işyerinden arayan komşusu Enid Purvis de oradaydı. Yüksek yakalı elbisesi içinde neredeyse bir rahibe gibi görünen Rebecca Vilas da kalabalığın içindeydi (ama onun için ağlama, Arjantin; Becky oldukça yüklü bir miktarı kendi hesabına geçirmişti). Butch Yerxa da onunla birlikteydi. Kalabalığın gerisinde biraz mahcup görünen ama arkadaşlarının zaferinden uzak kalamayan William Strassner ve Hubert Cantinaro, yani Kaiser Bill ve Sonny duruyordu Şuraya bakın! Jack’in saç tıraşını yapan Herb Roeper, mektuplarını dağıtan Buck Evitz’in yanında ayakta duruyordu. Tanıdığımız ve pek mutluluk içermeyen şartlarda veda etmek zorunda kalacağımız pek çok insan karşımızdaydı En ön sırada Wendell Green, kızgın demir üzerindeki horoz gibi sürekli zıplayarak fotoğraf çekiyordu (French Landing’den değil La Riviere’den olduğu için girmesinin yasak olduğu iple çevrilmiş bölgede nasıl bulunduğunu Tanrı bilirdi), iki kez Henry’nin kâhyası Elvena Morton’a çarpmıştı. Üçüncü çarpışında kadın, Wendell’ın başına çantasını indiriverdi, ama acar muhabir, farkında değilmiş gibi davrandı. Balıkçı soruşturması sürerken başına çok daha kötü darbeler almıştı. Kenarda bir yerde, tanıdık gelen bir adam duruyordu. Koyu derili, yaşlıca, güneş gözlüklü bir adamdı. Eski bir blues şarkıcısını andırıyordu. Biraz da Woody Strode adındaki aktöre benziyordu.

Gökgürültüsünü andıran alkışlar susmamacasına devam ediyordu. Herkes neşeyle bağırıyor, şapkalar masmavi gökyüzüne doğru fırlatılıyordu. Yüzlerinde rahatlama ve mutluluk ifadeleri vardı. Avuçları acıyana dek alkışlıyorlardı, çünkü yaşadıkları kâbus artık sona ermişti. Korkunç canavar kendi evinin bahçesinde, çamaşır ipinin şimdi buharlaşmış direğinin dibinde can vermişti. Kendilerini tekrar güvende hissediyorlardı. Felaket bulutları, French Landing’in üzerinden kalkmıştı.

Jack Sawyer’ın dünya gezegenindeki son birkaç dakikasında tezahüratlar kulaklarda nasıl da neşeyle yankılanıyordu! Nehir yatağındaki kuşlar bu gürültüyle şaşırıp havalanmışlar, kendilerine daha sessiz yerler aramaya koyulmuşlardı. Nehirde ilerleyen bir yük teknesi, kalabalığın gürültüsüne, kendi düdüğünü defalarca çalarak karşılık verdi ya da belki o da kalabalığa katıldı. Diğer tekneler de ona uyarak gürültü kirliliğini arttırdılar.

Jack ne yaptığını pek düşünmeden Doc’ın sağ elini sol eliyle, Dale’in sol elini de sağ eliyle kavradı. Dale da Beezer’ın elini tuttu ve Sawyer Çetesi, kollarını kaldırarak kalabalığın karşısında durdu.

Elbette bu hareket üzerine insanlar iyice çılgına döndü. Az sonra olacaklar gerçekleşmeseydi bu, on yılın hatta tüm yüzyılın resmi olabilirdi. Dört adam, birleşmiş elleri gökyüzüne çevrilmiş halde, zafer edasıyla duruyor, kalabalık çılgınca bağırıyor, kameralar tüm bunları kaydediyor, flaşlar patlıyordu ve tam bu sırada, üçüncü sırada oturmakta olan kadın harekete geçti. Tanıdığımız biriydi ama bunu anlamamız birkaç saniyemizi aldı, çünkü takip ettiğimiz manzarayla hiçbir ilgisi yoktu. Sadece... etrafa bakınıp duruyordu. Podyumun hemen önündeki iki yüz sandalyenin sahibi yapılan çekilişle belirlenmişti ve talihlilere haberi Debbi Anderson, Pam Stevens ve Dit Jesperson iletmişti. Bu kadın, 199. talihliydi. Yanlarından geçtiği çoğu insan, içinde bulundukları mutluluk sarhoşluğunda farkında olmadan geriledi; yağlı, sarı saçları tutam tutam olup yanaklarına yapışmış bu kadın uykusuzluk, ter ve votka kokuyordu. Elinde küçük bir çanta vardı. Çantanın ağzı açıktı. Kadın elini çantaya soktu. Ve yirminci yüzyılın ikinci yarısını yaşamış ve televizyon denen mucize sayesinde bir düzine suikast ve bir o kadar da suikast girişimini görmüş olduğumuz için çantadan ne çıkarmak üzere olduğunu hemen anladık. Birleşmiş ellerini havaya kaldırarak podyumda duran dört adama bağırıp onları uyarmak istedik, ama tek yapabildiğimiz, izlemekti.

Olan biteni sadece güneş gözlüklü zenci adam görüyordu. Geç kalmış olduğunu, kadının muhtemelen ondan önce davranacağını bilerek yerinden fırladı.

Hayır, diye düşündü Speedy Parker. Bu şekilde bitemez, olmaz.

“Jack! Eğil!” diye bağırdı ama sesi alkışlar, naralar ve tezahüratlar arasında kayboldu gitti. Ne tarafa yönelse önüne insanlar çıkıyordu. Kalabalık onu bilerek engellemeye çalışıyor gibiydi. Hâlâ epilepsi krizinin sancılarını çekiyormuşçasına zıplayarak fotoğraf çekmekte olan Wendell Green, bir an için suikastçının önünü tıkadı. Kadın onu deli kuvvetiyle kenara itti. Buna pek şaşırmadık. Kadın gerçekten delirmişti.

“Arkadaşlar...” Dale’in ağzı, mikrofona yapışıktı. Hâlâ sol eliyle Jack’in, sağ eliyle de Beezer’ın elini tutuyordu. Yüzünde biraz şaşkın, hafif bir gülümseme vardı. “Çok teşekkürler, arkadaşlar, bize verdiğiniz desteğe gerçekten minnettarız, ama biraz sessiz olabilirseniz...”

Jack tam bu sırada kadını gördü.

Aradan uzun zaman geçmişti ama onu hemen tanıdı. Tanıması gerekirdi, Los Angeles mahkeme binasından ayrılırken suratına tüküren kadındı. Suratına tükürmüş ve ona piç kurusu demişti. O zamandan beri yirmi beş kilo vermiş, diye düşündü Jack. Belki daha da fazla. Sonra elini çantasına soktuğunu gördü ve daha çıkarmadan, orada neler döndüğünü anladı.

İşin en kötü tarafı, bu konuda yapabileceği hiçbir şeyin olmamasıydı. Doc ve Dale, ellerini hayatları ona bağlıymışçasına sımsıkı tutuyorlardı. Derin bir nefes aldı ve bu gibi durumlarda yapması öğretildiği gibi, “Tabanca!” diye bağırdı ve Dale Gilbertson, Evet, çok eğlenceli, der gibi kafasını sallayıp ona gülümsedi. Jack, Speedy Parker’ın kadının ardından alkışlayan, neşeyle bağıran kalabalığı yarmaya çalışarak ilerlediğini gördü ama Speedy’nin şapkasının içinde iyi bir numara yoksa...

Yoktu. Kadın podyumun önünde durup tabancasını çantasından çıkardığında, Ötedünya’da Parkus adıyla bilinen Speedy Parker, hâlâ coşkulu kalabalıktan sıyrılamamıştı. Tabanca küçük, çirkin, .32’lik bir buldogdu. Kabzası, siyah mutfak bandıyla sarılıydı ve Jack’in düşünmek için sadece yarım saniyesi vardı.

“Tabanca!” diye bağırdı tekrar ve bu kez Doc Amberson onu duydu. Aynı anda hemen önlerindeki, yüzü çarpılmış kadını gördü.

“Kahretsin,” dedi Doc.

“Wanda, yapma!” diye haykırdı Jack. Doc sol elini bırakmıştı (Dale sağ elini hâlâ sıkıca tutmuş, mavi gökyüzüne doğru kaldırıyordu). Jack sol elini bir trafik polisinin araçları durdurmak için yaptığı gibi havaya kaldırdı. Wanda Waderling’in sıktığı ilk kurşun, avucunun tam ortasından geçti ve Jack’in sol omzundaki boşluğa saplandı.

Wanda ona bir şey söylüyordu. Jack, kalabalığın gürültüsü yüzünden ne dediğini duyamıyordu ama her nasılsa biliyordu: Geber, piç kurusu, Thorny’nin selamı var.

Kalan beş mermiyi Jack Sawyer’ın göğsüne ve boğazına boşalttı.

Alkışlar ve bağırışlar arasında hiç kimse Wanda’nın ufak tabancasının hafif patlamasını duymamıştı ama Wendell Green’in fotoğraf makinesi hazır ve nazır bekliyordu. Jack’in vücudu geriye savrulurken parmağını, Nikon’un deklanşörüne refleks olarak bastı. Sekiz poz çekti. Üçüncüsü, daha sonra denizcilerin lwo Jima’ya bayrağı çektikleri ve Lee Harvey Oswald’ın Dallas polis merkezinin otoparkında karnını tutarak iki büklüm olduğu anda çekilmiş olan fotoğraflar kadar meşhur olacaktı. Wendell’ın fotoğrafında Jack Sawyer, sakin bir ifadeyle ateş eden şahsa (çerçevenin köşesinde belli belirsiz bir şekildi) bakıyordu. Yüzündeki ifade bağışlama olarak tanımlanabilirdi. Uzattığı elindeki delikten gün ışığı açık seçik görülebiliyordu. Yakut kırmızısı kan damlaları, parçalanan boğazından fışkırarak havada donup kalmıştı.

Tezahüratlar ve alkışlar bıçak gibi kesildi. Bir dakika için korkunç, şaşkın bir sessizlik oldu. Akciğerlerine iki, kalbine bir kurşun yemiş, elinden ve boğazından da vurulmuş olan Jack Sawyer olduğu yerde ayakta duruyor, bileğinin ötesinde, açılmış parmaklarının altındaki deliğe bakıyordu. Wanda Kinderling gözlerini kısmış, sarı dişleri ortaya çıkmış bir halde yukarı, ona doğru bakıyordu. Speedy Parker da, yüzünde koyu renk güneş gözlüklerinin gizleyemediği katıksız bir dehşet ifadesiyle Jack’e bakıyordu. Sol tarafında, alanı çevreleyen dört büyük medya kulesinden birinde genç bir kameraman kendinden geçerek yere yığıldı.

Sonra Wendell’ın farkında olmadan bir çerçeve içinde dondurduğu sahne birden canlandı ve her şey hareketlendi.

Wanda Kinderling, “Cehennemde görüşürüz, Hollywood!” diye haykırdı -daha sonra bunu birkaç kişi doğrulayacaktı- ve küçük tabancasının namlusunu şakağına dayadı. Yüzündeki kötülük dolu tatmin ifadesi, tetiği çektiğinde hiçbir şey olmayınca şaşkınlığa dönüştü. Tabanca boştu.

Kısa bir süre sonra, Doc’ın podyumdan üzerine atlayıp yere devirmesiyle etkisiz hale gelmiş, tetiği çekmiş kadar -kırık boyun, kırık sol omuz, dört kırık kaburga- olmuştu. Atlarken Doc’ın sol ayakkabısı Wendell Green’in başına çarpmıştı ama bu kez Wendell’ın aldığı tek zarar, kanayan bir kulak oldu. Görev aşkı yüzünden aldığı darbelere bir yenisi eklenmişti.

Podyumda Jack Sawyer, inanmaz gözlerle Dale’e baktı, konuşmaya çalıştı ama başaramadı. Vücudu yalpaladı, kısa bir süre daha ayakları üzerinde kaldı ve ardından yere yığıldı.

Dale’in yüz ifadesi bir anda neşe ve memnuniyetten şok ve dehşete dönüşmüştü. Mikrofonu yakalayarak haykırdı, “VURULDU! BİR DOKTORA İHTİYACIMIZ VAR!” Kalabalıktan panik çığlıkları yükseliyordu. İnsanlar kaçmaya başlamışlardı. Panik hızla yayılıyordu. Doktor olduğunu söyleyerek öne çıkan olmadı.

Beezer, tek dizi üzerine çöktü ve Jack’i sırtüstü çevirdi. Jack ona baktı. Hâlâ konuşmaya çalışıyordu. Ağzının kenarlarından kanlar süzülüyordu.

“Ah, lanet olsun, çok kötü, Dale, çok kötü,” diye bağırdı Beezer üzüntüyle ve ardından kendini podyumda yatar buldu. Yaşlı, sıska zenci adamın Beezer gibi bir adamı iterek devirmesi, normalde beklenmeyecek bir hareketti, ama çok iyi bildiğimiz gibi, bu yaşlı adam sıradan biri değildi. Etrafını saran ince ama çok belirgin beyaz bir ışık vardı. Beezer bu ışığı gördü. Gözleri irileşti.

Bu arada kalabalık dört bir yana telaşla koşuşturuyordu. Panik, basın mensuplarının bir bölümünü de etkisi altına almıştı. Ama Wendell Green onlardan biri değildi; olduğu yerde bir kahraman gibi kaldı ve Nikon’u Wanda Kinderling’in tabancası gibi boşalana dek fotoğraf çekmeyi sürdürdü. Kucağında Jack Sawyer olduğu halde ayağa kalkan zenci adamı çekti; Dale Gilbertson’un zenci adamın omzuna elini koyusunu çekti; zenci adamı dönüp Dale ile konuşurken çekti. Wendell daha sonra French Landing polis şefine zenci adamın ne dediğini sorduğunda şef, hatırlamadığını, ayrıca tüm o kargaşada zaten onu zar zor duyabildiğini söyleyecekti. Elbette bunların tümü yalandı ve Dale’in bu cevabını duyabilse Jack Sawyer’ın onunla gurur duyacağından emindik. Şüpheniz varsa, hatırlamadığınızı söyleyin.

Wendell’ın çektiği son pozda Dale ve Beezer, yüzlerinde afallamış ifadelerle, kucağında Jack Sawyer olduğu halde basın toplantısından önce hazırlandıkları odanın basamaklarını tırmanan zenci adamı izliyorlardı. Öyle yaşlı bir adamın böyle iri bir adamı nasıl o şekilde rahatça taşıdığına dair Wendell’ın en ufak fikri bile yoktu -Sawyer en az doksan beş kilo olmalıydı- ama bunun, altında sıkışıp kalan evladını kurtarmak için arabayı kaldırabilen çılgına dönmüş bir annenin durumundan farksız olduğunu düşünüyordu. Ve o kadar önemli de değildi. Az sonra olanlar yanında minik bir ayrıntıydı. Başını Dale, Doc ve Beez’in çektiği bir grup adam, zencinin ardından odaya daldığında (Wendell bu grubun en arkasındaydı) ters dönmüş bir sandalye ve Jack Sawyer’ın küçük çetesine son taktikleri verdiği yere saçılmış birkaç damla kanından başka hiçbir şey olmadığını gördüler. Kan izleri, katlanabilir bir yatak ve küçük bir tuvaletin olduğu arka tarafa doğru ilerliyordu. Ve orada damlalar aniden kayboluyordu.

Jack ve onu buraya taşıyan yaşlı adam yok olmuşlardı.

Doc ve Beezer neredeyse histerik bir şekilde aynı anda konuşuyorlardı. Jack’in nereye gitmiş olabileceğini soruyorlar, ateş edilmeden önceki çılgınca dakikalardan bahsediyorlar sonra tekrar Jack’in nerede olduğu sorusuna geliyorlardı. Akıllarını ateş edilmeden önceki dakikalardan alamıyorlar gibiydi ve Dale da uzun süre o konuyu aklından atamayacağını biliyordu. Jack’in kadının gelişini gördüğünü şimdi anlıyordu. Bir şeyler yapabilmek için elini Dale’in elinden kurtarmaya çalışmıştı.

Belki de polisliği bırakmasının ve başka bir iş aramasının vakti gelmişti. Ama hemen değil. Şimdi Doc ve Beez’i Renk Takımı’ndan uzak tutup sakinleştirmesi gerekiyordu. Onlara söyleyeceği bir şey vardı ve bunun onları biraz olsun kendilerine getireceğini umuyordu.

Tom Lund ve Bobby Dulac de ona katıldı ve üç adam, Doc ile Beez’i, Özel Ajan Redding ve Wisconsin Eyalet Polisi Dedektifi Black’in şimdiden SSB (suç soruşturma bölgesi) ilan edip kontrol altına almaya çalıştıkları odadan uzaklaştırdı. Podyumun arkasına geçtiklerinde Dale, iriyarı adamların şaşkın yüzlerine baktı.

“Beni dinleyin,” dedi onlara.

“Önüne geçmeliydim,” dedi Doc. “Kadının geldiğini gördüm, Jack’in önüne geçip siper...”

“Kapa çeneni ve dinle!”

Doc sustu. Tom ve Bobby de gözlerini iri iri açıp kulak kesilmişlerdi.

“Zenci adam bana bir şey söyledi.”

“Ne?” diye sordu Beezer.

“‘Bırakın onu götüreyim, hâlâ şansı olabilir,’ dedi.”

Daha önce pek çok kez kurşun yarası görmüş ve tedavi etmiş olan Doc, hüzünle güldü. “Ve sen de ona inandın mı yani?”

“O zaman pek inanmamıştım,” dedi Dale. “Ama içeri girip odanın bomboş olduğunu görünce...”

“Arka kapısı da yok,” diye ekledi Beezer.

Doc’ın şüpheleri biraz azalmıştı. “Yani sizce?...”

“Evet,” dedi Dale Gilbertson ve gözlerini sildi. “Umut etmem gerek. Ve siz de bana yardım edeceksiniz, çocuklar.”

“Pekâlâ,” dedi Beezer. “Edeceğiz.”

Ve bu noktada, masmavi yaz göğünün altında, Mississippi’nin yakınında, zemininde kanlar olan podyumun arkasında dururlarken onlardan ayrılmamız gerektiğine karar verdik. Yakında hayat onları yine içine çekecek ve acımasız çarklarının arasına katacaktı ama bu birkaç dakika boyunca, ortak dostumuz için tüm kalpleriyle, umut içinde birleştiler.

Artık onlardan ayrılma vakti gelmişti.

Onları umutlarıyla baş başa bıraktık.

Bir Zamanlar

Ötedünya’da...

EVVEL ZAMAN İÇİNDE (herkesin ormanda yaşadığı zamanlarda en güzel eski hikâyeler böyle başlar), Dış Gardiyanlar’ın Farren adındaki, yüzünde yara izi olan komutanı, Jack Sawyer ismindeki korkmuş küçük çocuğa Kraliçe’nin Çadırı’nda yolu göstermişti. Bununla birlikte o küçük çocuk, Kraliçe’nin huzuruna çıkmamıştı, hayır; Farren onu labirenti andıran koridorlardan, örümceklerin yüksek köşelerde ağlarını ördüğü gizli, çok seyrek gidilen, sıcak havanın mutfaktan gelen kokularla ağırlaştığı yerlerden geçirmişti.

Sonunda Farren çocuğu koltukaltlarından tutup havaya kaldırmıştı. Karşında bir tahta kapak var, diye fısıldamıştı... hatırladınız mı? Sanırım siz de oradaydınız. Sanırım birlikteydik, ama o zamanlar daha gençtik, değil mi? Onu sola kaydır.
Jack söyleneni yapmış ve kendini Kraliçe’nin odasına bakarken bulmuştu; neredeyse herkesin içinde ölmesini beklediği oda... tıpkı Jack’in New Hampshire’da Alhambra Inn’deki odada annesinin ölmesini beklediği gibi. Aydınlık, havadar bir odaydı. İçerisi, meşgulmuş gibi görünerek oradan oraya aceleyle seğirten hemşirelerle doluydu. Aslında hastaya nasıl yardım edeceklerine dair en ufak fikirleri bile yoktu. Çocuk, delikten bu odaya, ilk anda o yere sihirli bir yolculukla gelmiş olduğunu düşünerek, annesi sandığı kadına bakıyor, biz de ona bakıyorduk ve hiçbirimiz yıllar sonra Jack Sawyer’ın yetişkin bir erkek olarak annesinin Öte-ikizini ilk kez gördüğü bu yatakta yatacağını tahmin etmiyorduk.

Onu French Landing’den İç Bölge’ye getiren Parkus, şimdi Jack ve Komutan Farren’ın bir zamanlar içinden odaya baktıkları deliğin yanında duruyordu. Hemen arkasında, artık Ötedünya’da Genç Kraliçe ve İyi Sophie olarak tanınan Cannalı Sophie vardı. Bugün uyku odasında hiç hemşire yoktu; Jack, yavaşça dönen bir pervanenin altında sessizce yatıyordu. Sargı bezleriyle sarılı olmayan bölgelerde teninin çok solgun olduğu görülebiliyordu. Kapalı gözkapakları hafif bir morlukla gölgelenmişti. Çenesine kadar çekilmiş, yumuşak çarşafın yükselip alçalması zorlukla seçilebiliyordu... ama görülüyordu. Jack, nefes alıyordu.

En azından şimdilik hayattaydı.

Sophie alçak sesle konuştu. “Tılsım’a dokunmamış olsaydı...”

“Tılsım’a dokunmamış, onu ellerinde tutmamış olsaydı daha ben ona yaklaşamadan o podyumda ölmüş olurdu,” dedi Parkus. “Ama elbette Tılsım’a dokunmuş olmasaydı zaten en başta orada olmayacaktı.”

“Şansı ne kadar?” Mavi gözlerini Parkus’a dikti. Bir başka dünyada bir yerlerde, Judy Marshall normal, günlük hayatına dönmek üzereydi. Ama öte-ikizi için öyle bir hayat söz konusu olamazdı -evrenin bu bölümünde yine zor zamanlar yaşanmaya başlamıştı- ve gözleri asil, otoriter bir ışıltıyla parlıyordu. “Bana doğruyu söyleyin, efendim; bir yalanı kabul edemem.”

“Size yalan söylemem, leydim,” dedi Parkus ona. “Tılsım’ın onda hâlâ biraz kalmış olan gücü sayesinde iyileşeceğine inanıyorum. Bir sabah ya da akşam siz yanı başında otururken gözlerini açacak. Bugün değil, muhtemelen bu hafta da değil, ama yakında.”

“Ya kendi dünyası? Dostlarının dünyasına dönebilecek mi?”

Parkus, kadını buraya getirmişti, çünkü çocuk Jack’in ruhunun tatlı, masum anısı hâlâ oradaydı. Jack, sınav yolları önünde açılmadan ve ruhu bir şekilde sertleşmeden önce o noktada durmuştu. Oradayken hâlâ tüm masumiyetini koruyordu. Jack’i bir yetişkin olarak karşısında gördüğünde Parkus’a en çok dokunan -ve Parkus bir daha bu duyguyu yaşayacağını hiç sanmamıştı- bir zamanlar ki küçük çocuğun masumiyetinin büyük bir bölümünün Jack’in içinde hâlâ var olmasıydı.

Elbette bu da Tılsım’ın etkisiydi.

“Parkus? Düşüncelerin uzaklaştı.”

“Fazla değil, leydim, fazla değil. Üç, hatta belki dört yerinden ölümcül yaralar almışken -aslında kalbi delinmişken- kendi dünyasına dönüp dönemeyeceğini soruyorsunuz. Onu buraya getirdim çünkü bir zamanlar dokunduğu ve hayatını değiştiren sihir burada çok daha güçlü. Ötedünya, Jack Sawyer için çocukluğundan beri güvenli bir sığınak oldu. Ve bu kez de işe yaradı. Hâlâ yaşıyor. Ama kendine geldiğinde farklı olacak. O, sanki...”

Parkus, duraksayarak düşünmeye başladı. Sophie, yanında sessizce bekliyordu. Uzaktan, mutfaktan, aşçının bir yamağı öfkeyle azarlayışı duyuldu.

“Denizde yaşayıp solungaçlarıyla soluyan hayvanlar vardır,” dedi Parkus sonunda. “Ve çok uzun bir zaman sonunda akciğerlere sahip olurlar. Böyle yaratıklar hem karada, hem denizde yaşayabilir. Değil mi?”

“Küçük bir kızken bana öğretilen oydu,” dedi Sophie sabırla.

“Ama bu yaratıklardan bazıları sonradan solungaçlarını kaybeder ve artık sadece karada yaşayabilir. Sanırım Jack Sawyer şimdi öyle bir durumda. Sen ve ben, suyun altında kısa bir süre için yüzebiliriz ve Jack de buna benzer bir şekilde çok kısa süreler için kendi dünyasına gidebilir... zamanla elbette. Ama sen ve ben suyun altında yaşamayı deneseydik...”

“Boğulurduk.”

“Evet, öyle. Jack de tekrar Norway Vadisi’ndeki küçük evine dönerek kendi dünyasında yaşamaya kalkarsa, yaraları günler ya da haftalar sonra tekrar açılacaktır. Belki kendilerini farklı şekillerde göstereceklerdir -örneğin ölüm belgesinde kalp yetmezliği yazabilir- ama ölümüne sebep olan yine de Wanda Kinderling’in, kalbine isabet ettirdiği kurşun olacaktır.” Parkus’un dudakları gerildi. “O kahrolası kadın! Abbalahın da tıpkı benim gibi ondan haberi olmadığından eminim ama verdiği şu zarara bir baki”

Sophie bu sözlere aldırmadı. Diğer odada sessizce uyuyan adama bakıyordu.

“Böylesine hoş bir dünyada yaşamaya mahkûm... “ Parkus’a döndü. “Burası gerçekten de güzel bir dünya, değil mi? Her şeye rağmen öyle, değil mi?”

Parkus gülümsedi ve eğildi. Boynundaki altın zincirin ucunda, bir köpekbalığı dişi sallanıyordu. “Evet, öyle.”

Sophie kısaca başını salladı. “Bu durumda, burada yaşamak o kadar da korkunç olmayabilir.”

Parkus sessiz kaldı. Birkaç dakika sonra Sophie’nin duruşundaki gerginlik kayboldu ve omuzları çöktü.

“Ben nefret ederdim,” dedi cılız bir sesle. “Nadir, kısa ziyaretler harici kendi dünyama gidememek... gidersem göğsümdeki ilk ağrıyla öleceğimi bilmek... bunlara dayanmak çok zor.”

Parkus omuz silkti. “Olanları kabullenmek zorunda. Hoşuna gitsin, gitmesin, artık solungaçları yok. Bundan böyle Ötedünya’da yaşayacak. Ve Marangoz Tanrı burada da onun için yapılacak işler olduğunu biliyor. Kule’yi çevreleyen olaylar zirve noktasına ulaşmak üzere. Emin olmamakla birlikte Jack Sawyer’ın bu olaylarda bir rol alacağına inanıyorum. Her ne olursa olsun, iyileştiğinde kendine iş araması gerekmeyecek. O bir aynasız ve onun gibiler için daima yapılacak iş vardır.”

Sophie endişeli bir yüzle duvardaki delikten içeri baktı.

“Ona yardım etmelisin, hayatım,” dedi Parkus.

“Onu seviyorum.” Sesi çok alçaktı.

“O da seni seviyor. Ama zor günler bizi bekliyor.”

“Neden hep böyle oluyor, Parkus? Neden hayat her zaman çok fazla şey talep edip çok azını veriyor?”

Parkus onu kolları arasına çekti ve Sophie itiraz etmeden ona sokularak yanağını göğsüne dayadı.

Jack Sawyer’ın uyuduğu odanın arkasındaki karanlıkta Parkus bu soruyu tek bir sözcükle yanıtladı:

Ka.

Son Söz
PARKUS İLE Gizli geçitte yaptıkları konuşmadan on gün sonra, Tam-Dünya Ayı’nın ilk gecesinde, Jack’in yatağının baş ucunda oturuyordu. Çadırın dışındaki çocukların “The Green Corn Day”* şarkısını söylediğini duyabiliyordu. Kucağında, üzerine el işi yaptığı kumaş parçası duruyordu. Hâlâ yaz mevsimindeydiler ve havada, yazın gizeminin tatlılığı vardı.

Ve Jack Sawyer, bir zamanlar annesinin Öte-ikizinin yattığı bu dalgalanan odada gözlerini açtı.

Sophie kucağındaki kumaşı bir kenara bıraktı, öne eğildi ve dudaklarını Jack’in kulağına yaklaştırdı.

“Hoş geldin,” dedi. “Kalbim, hayatım, aşkım: hoş geldin.”
Nisan 14, 2001

SON


Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev

Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır.

UYARI:
www.kitapsevenler.com
Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar...

Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki

tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine

istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla

ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran

vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik

karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki

e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük

esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin

istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz.

Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir.

www.kitapsevenler.com

web sitesinin amacıgörme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek

ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir.

Ben de bir görme engelli olarak kitap okumayı seviyorum. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça

pekişeceğine inanıyorum.Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve

yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyorum.

Bilgi paylaşmakla çoğalır.

Yaşar MUTLU
İLGİLİ KANUN:

5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders

kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa

hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak

ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi

kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi

bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir

şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz.

Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin

bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur."


bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir.

Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme

engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek

tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,

kitapsevenler@gmail.com

Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz.

Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.

Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz...

Teşekkürler.

Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara.



Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev
Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin