Bayanlar baylar, Charles Burnside, binayı terk etti.
Karga, çalılığın dibine kadar gerilemişti. Hâlâ parlak, ürpertici gözleriyle Tyler’a bakıyordu. Tyler, hipnotize olduğunu hissederek ona doğru bir adım daha attı.
“Adımı tekrar söyle,” diye fısıldadı. “Adımı bir kez daha söyledikten sonra istersen gidebilirsin.”
“Ty!” dedi karga çatlak sesiyle uysalca, sonra kanatlarını usulca çırptı ve çalılığın içinde gözden kayboldu. Tyler bir an için onun yeşillikler içinde parlayan siyah tüylerini gördü ama hemen sonra kaybetti.
“Kutsal karga!” dedi Ty. Sonra ne dediğini fark edince titrekçe güldü. Bu gerçekten olmuş muydu? Olmuştu, değil mi?
Ardında hatıra olarak saklayabileceği bir tüy bırakıp bırakmadığını görmek için çalılığa doğru yaklaşıp karganın gözden kaybolduğu yere doğru eğilmişti ki, çalılıkların arasından aniden beyaz, sıska bir kol uzandı ve ensesini kıskaç gibi eliyle kavradı. Tyler boğuk bir çığlık attı ve çalılıkların karanlık İÇ kısmına doğru sürüklendiğini hissetti. Lastik ayakkabılarının teki, kısa, sert çalılara takılarak ayağından çıkmıştı. Uzaktan hırs yüklü, gırtlaktan yükselen, boğuk bir çığlık duyuldu: “Çocuk!” Hemen ardından tok bir ses geldi. Belki de çocuğun kafasına inen evcil kayanın çıkardığı sesti. Sonra ortalığı derin bir eşsizlik kapladı. Sadece bir çim biçme makinesinin çok uzaktan gelen mırıltısı duyuluyordu.
Bir arı, Maxton ile çalılıklar arasında kalan bölümdeki çiçeklerin üzerinde uçuyordu. Uzamış çimler ve binaya yaklaşıldığında göze çarpan, yaşlıların öğle vaktinde düzenlenecek Çilek Festivali Pikniği’nde oturmaları için yerleştirilen masalardan başka görülecek bir şey yoktu. Tyler Marshall yok olmuştu.
T.J. Renniker, Chase ve Queen’in kesiştiği köşede bisikletini durdurdu. Elindeki meyve suyu bileğine dökülmüş, dirseğine doğru süzülüyordu ama bunun farkında değildi. Queen Caddesi’nin ortalarında bir yerde, Ty’ın, destek ayağına dayanmış duran bisikletini görebiliyordu ama Ty ortalıkta yoktu.
Yavaşça -nedense içinde kötü bir his belirmişti -yolun kenarında duran bisiklete doğru ilerledi. Yaklaşırken şişenin dibinde iyice ısınmış bir parmak meyve suyu kaldığını fark etti ve şişeyi bir kenara fırlattı.
Evet, yanlış görmemişti, bu Ty’ın bisikletiydi. Üzerinde yeşil Milwaukee Bucks çıkartmasıyla kırmızı Schwinn kesinlikle ona aitti. Yaklaşınca bir şey daha gördü.
Yaşlı insanların dünyasıyla normal, gerçek insanların dünyası arasında bir sınır oluşturan çalıların hemen dibinde Reebok marka spor ayakkabının teki duruyordu. Hemen yakınında, etrafa saçılmış birkaç yaprak vardı. Ayakkabının içinde bir tüy olduğunu gördü.
Çocuk, ayakkabıya irileşmiş gözlerle baktı. T.J., Tyler kadar zeki olmayabilirdi ama Ebbie’den birkaç vat daha parlaktı ve Tyler’ın ardında bisikletini... ve ayakkabısının tekini... bir yalnız, ters dönmüş ayakkabıyı bırakarak çalılıkların içine doğru sürüklendiğini hayalinde canlandırması pek güç olmamıştı...
“Ty?” diye seslendi. “Şaka mı bu? Eğer öyleyse hemen ortaya çıksan iyi olur yoksa Ebbie’ye söylerim, o da kolunu büker.”
Cevap yoktu. Ty şaka yapmıyordu. T.J. bunu her nasılsa biliyordu.
Amy St. Pierre ve Johnny Irkeriham’ın isimleri, bir patlamayla aniden T.J.’in beyninde belirdi. Arkasındaki çalılıktan, Balıkçı’nın sinsi adımlarla yakıştığını duydu (ya da hayal etti). Balıkçı akşam yemeğini yemiş ve tatlı için geri dönmüştü!
T.J. çığlık atmaya çalıştı ama başaramadı. Sanki boğazı bir iğne deliği kadar daralmıştı. Çığlık atmak yerine bisikletine atladı ve gidonun üzerine eğilerek deli gibi pedal çevirmeye başladı. Çalılığın iç daraltan karanlığından bir an önce uzaklaşma isteğiyle kaldırımdan inip caddede ilerlemeye başladı Kaldırımdan indikten bir süre sonra, az önce fırlattığı meyve suyu şişesinin üzerinden geçmişti. Bir Grand Prix yarışçısı gibi vücudunu öne eğerek Chase Caddesi’nde hızla ilerlerken peşinde koyu renk, ıslak, parlak bir iz bırakıyordu. İz, kana benziyordu. Yakınlarda bir yerde bir karga gakladı. Sesi kahkahayı andırıyordu.
Robin Hood Sokağı, 16 numara: korodaki kızın başpiskoposa söylediği gibi, daha önce buraya gelmiştik. Mutfak penceresinden içeri baktığımızda, Judy Marshall’ın köşedeki salıncaklı sandalyede uyuduğunu gördük. Daha önce yatağının başucunda gördüğümüz en son John Grisham romanı, kucağında açık duruyordu. Hemen yanında, yerde, artık buz gibi olmuş kahveyle yarısına kadar dolu bir fincan vardı. Judy, içi geçmeden önce on sayfa okuyabilmişti. Bu yüzden Bay Grisham’ın yazarlık yeteneğini sorgulamak ona haksızlık olurdu; Judy zorlu bir gece geçirmişti ve bu ilk değildi, iki aydan fazla bir zamandır ancak iki saat deliksiz uyuyordu. Fred, karısının bir sorunu olduğunu biliyordu, ama ne kadar derinlere uzandığı hakkında hiçbir fikri yoktu. Olsaydı, dehşete düşerdi. Tanrı yardımcısı olsun, yakında karısının ruhsal durumu hakkında daha fazla bilgisi olacaktı.
Judy Marshall hafifçe inleyerek başını sağa sola çevirmeye başladı. Dudaklarından yine o anlamsız sözcükler döküldü. Çoğu uykunun da etkisiyle anlaşılmıyordu ama yine de abbalah ve gorg dediğini duyabilmiştik.
Gözleri birdenbire iri iri açıldı. Mutfağı altın tozu gibi dolduran gün ışığında çarpıcı, gök mavisi gözleri parladı.
“Ty!” diyerek yutkundu. Tamamen uyanmıştı. Ayağa fırladı. Fırının üzerindeki saate baktı. Dokuzu on iki geçiyordu. Her şey, derin ama huzursuz, kısa süreli uykuların ardından olduğu gibi çarpık ve belirsiz görünüyordu. Gördüğü rüyanın (bu kez tam anlamıyla bir karabasan denemezdi) parçacıklarını, doğumdan sonra sarkan sümüksü maddeler gibi uyanırken peşinden sürüklemişti: fötr şapkalarını yüzlerini gölgeleyecek kadar öne eğip uzun sırıklar üzerinde yürüyen adamlar (Milwaukee mi ya da Chicago mu bilinmez) kızıl gökyüzünün altında hızla hareket ediyorlardı. Rüyanın arka planında, babasının bir kadeh içtiğinde dinlediği Benny Goodman orkestrasının çaldığı “King Por Stomp” duyuluyordu. Rüyanın onda bıraktığı his, korku ve kederin korkunç . karışımıydı. Ama en kötüsü hâlâ yoldaydı.
Kötü bir rüyadan uyanmanın ardından hissedilen rahatlamadan eser oktu. Daha gençken hissettiği rahatlık... ve daha...
“Aklım basımdayken,” dedi çatlak, boğuk sesle. “‘King Porter Stomp’. Bunu bir düşün.” Bu müzik-her zaman ona, beyaz eldivenli farelerin fare deliklerinden dışarı baş döndürücü, afallatan bir hızla koşarak çıktıkları eski çizgi filmleri hatırlatırdı. Bir keresinde bu şarkı eşliğinde babasıyla dans ederken, vücuduna sert bir şeyin dayandığını hissetmişti. Babasının pantolonunun önündeki bir şey. O andan sonra da babası ne zaman bu şarkıyı koysa, başka bir yerde olmayı dilemişti.
“Kes şunu,” dedi yine çatlak bir sesle. Karga gibi bir sesti. Rüyasında bir karga gördüğünü hatırladı. Görmüştü, elbette. Karga Gorg.
“Gorg, ölüm demektir,” dedi ve kurumuş üst dudağını dilinin ucuyla farkında olmadan yaladı. Sonra dilinin ucu daha ileri uzandı ve ardında sıcak bir ıslaklık ve rahatlama hissi bırakarak burun delikleri üzerinde dolaştı. “Orada gorg ölüm anlamına geliyor. Orada, öte tarafta...”.
Uzaklar’da diyecekti ki mutfak masasının üzerinde, daha önce orada olmayan bir şey gördü! Sazlardan yapılmış bir kutuydu. İçinden alçak, uykulu bir ses geliyordu.
Duyduğu korkuyla midesi düğümlendi, mesanesi gevşedi. Bunun ne kutusu olduğunu biliyordu: tutulan balıkların konduğu bir kutu. Bir balıkçı kutusu.
French Landing’de bugünlerde bir balıkçı kol geziyordu. Kötü bir balıkçı.
“Ty?” diye seslendi ama elbette cevap gelmedi. Evde ondan başka kimse yoktu. Fred işteydi ve Tyler da dışarıda oynuyordu mutlaka. Temmuzun yarısına gelmişlerdi, yaz tatilinin en sıcak günleriydi ve Ty çocukların tüm yaz önlerinde uzanırken yaptıkları gibi kasabayı bir uçtan diğerine özgürce dolaşıyor olmalıydı. Ama yalnız olmayacaktı; Fred, Judy’nin yaptığı gibi onunla konuşmuş, en azından Balıkçı yakalanana dek arkadaşlarıyla beraber oynamasını, hiçbir zaman tek başına dolaşmamasını söylemişti. Judy, Ebbie Wexler’dan (T.J. ve Ronnie’den de) hiç hoşlanmıyordu ama Tyler’ın güvenliği için onlarla takılmasına ses çıkarmıyordu. Ty belki bu yaz kültürel açıdan pek fazla gelişemeyecekti ama en azından...
“En azından güvende olacak,” dedi çatlak Karga Gorg sesiyle. Ama o uyurken mutfak masasının üzerinde beliren ‘kutu, bu güvenlik hissine büyük bir tehdit oluşturuyordu. Bu kutu nereden gelmişti? Ve üzerindeki beyaz şey neydi?
“Bir not,” dedi ve masaya doğru ilerledi. Hâlâ rüyadaymış gibi kutunun başına vardı. Not, katlanmış, beyaz bir kâğıttı. Üzerinde Mavi Gözlü Tatlı Judy yazıyordu. Üniversitede, Fred’le tanışmasından kısa bir süre önce çıktığı çocuk ona böyle derdi. Judy ona bu şekilde seslenmeyi bırakmasını -çok sinir bozucu ve yılışıkça buluyordu- söylemişti ve erkek arkadaşı, uyarısını unutup devam edince (Judy, bilerek yaptığından şüphelenmişti) anında onu terk etmişti. Aynı aptal söylem, alay edercesine şimdi yine karşısına çıkmıştı.
Judy gözlerini nottan ayırmadan musluğu açtı, avucuna biraz soğuk su doldurdu ve içti. Notun üzerine birkaç su damlası düşünce, Mavi Gözlü Tatlı Judy yazısı hemen dağıldı. Not, dolmakalemle yazılmıştı. Ne eski moda! Bugünlerde dolmakalem kullanan kalmış mıydı?
Nota uzandı, sonra geriledi. Kutunun içinden gelen ses kuvvetlenmişti. Derin bir mırıltıydı.
“Sinekler,” dedi Judy. Soğuk su boğazına iyi gelmişti, sesi az önceki gibi çatlak değildi, ama kendi kulaklarına hâlâ Karga Gorg’un sesiymiş gibi geliyordu. “Sineklerin sesini bilirsin.”
Notu al.
İstemiyorum.
Evet, ama ALMAN gerek! Şimdi al onu! CESARETİNE ne oldu küçük ödlek?
İyi soruydu. Kahretsin, iyi soruydu. Judy’nin dili uzanıp üst dudağını ve burun deliklerinin arasını yaladı. Sonra uzanıp notu aldı.
Üzgünüm, sadece bir böbrek kaldı.
Diğerini kızartıp afiyetle yedim. Çok lezzetliydi...
Balıkçı
Judy Marshall’ın parmaklarındaki, avuç içlerindeki, bileklerindeki ve kollarındaki sinirler aniden dondu. Yüzündeki renk öylesine kaçtı ki, teninin altındaki mavi damarlar görünür oldu. Bayılmaması kesinlikle bir mucizeydi. Not elinden kaydı ve döne döne yere düştü. Oğlunun adını ardı ardına haykırarak balıkçı kutusunun kapağını kaldırdı.
İçinde, üzerlerine sinekler üşüşmüş, parlak, kırmızı bağırsaklar yığını vardı. Büzülmüş, kırışmış akciğerler; bir çocuğun kalbi olduğu anlaşılan küçük bir yumruk büyüklüğündeki et parçası sinek bulutunun altında görülüyordu. bir karaciğere ait, kalın, mor bir et parçası... ve tek bir böbrek. Tüm bu iç organlar, sineklerin istilası altındaydı ve bütün dünya gorg ile sarılmıştı, gorg, gorg.
Judy Marshall, güneşin ısıttığı aydınlık mutfağında ağlamaya başladı. Ve bu, derme çatma kafesinden sonunda kurtulan, dizginlenemeyen deliliğin çığlığıydı.
Butch Yerxa, bir sigara içip geri dönmeye niyetlenmişti, Çilek Festivali! günlerinde yapılacak çok iş olurdu (iyi kalpli Butch, gelenekselleşmiş bu küçük eğlenceden Pete Wexler kadar nefret etmiyordu). Ama Gardenya’da hademelik yapan Petra English çıkagelmiş ve motosikletler üzerine konuşmaya başlamışlardı. Ne olduğunu anlamadan yirmi dakika geçivermişti.
Petra’ya içeri dönmesi gerektiğini söyleyip vedalaştıktan sonra kapıdan içeri girince nahoş bir sürprizle karşılaştı. Charles Burnside, elinde Butch’un kâğıt ağırlığı olarak kullandığı taş olduğu halde, yalınayak, masasının yanında ayakta duruyordu (Taşı oğlu, geçen yaz kamptayken yapmıştı -yani üzerindeki yazıyı yazmıştı- ve Butch’un çok hoşuna gitmişti). Butch Maxton’un sakinlerine karşı olumsuz duygular beslemiyordu -sigaralarla yaptıklarını bilse Pete Wexler’i rapor etmekle kalmaz, mutlaka bir temiz pataklardı- ama eşyalarına dokunmalarından hoşlanmazdı. Özellikle de aklı biraz başındayken çok acımasız ve ahlaksız olan bu adamın. Şu anda da öyleydi. Butch bunu gözlerindeki bakıştan anlayabiliyordu. İçerideki asıl Charles Burnside hava almaya, belki de Çilek Festivali! şerefine dışarı çıkmıştı.
Ve çileklerden bahsetmişken, Burny şimdiden nasibini almış görünüyordu. Dudaklarında ve ağzının kenarlarındaki derin çizgilerin arasında kırmızı izler vardı.
Ama Butch buna pek dikkat etmedi. Burny’nin üzerinde başka izler de vardı. Kahverengi izler.
“Elini ondan çeker misin, Charles?” diye sordu.
“Nerden?” diye sordu Burny. Sonra ekledi. “Kıç silici.”
Butch, evcil kayamdan demek istemedi, kulağa aptalca geliyordu. “Kâğıt ağırlığımdan.”
Burny az önce masanın üzerindeki yerine koyduğu kayaya baktı (tuvalet kabininden çıktığında üzerinde biraz kan ve saç vardı ama lavabolar temizlik için yapılmıştı zaten). Elini üzerinden çekti ve masanın yanında dikilmeye devam etti. “Temizle beni, mankafa. Altıma yaptım.”
“Görebiliyorum. Ama önce söyle bakalım, mutfağa gidip marifetini her yere bulaştırdın mı? Oraya gittiğini biliyorum, sakın yalan söylemeye kalkma.”
“Önce ellerimi yıkadım,” diyerek gösterdi Burny. Parmakları çarpık, damarları fırlamıştı ama pembe ve temiz ellerdi. Tırnakları bile temizdi. Yıkamış olduğu kesindi. Sonra ekledi. “Ahmak.”
“Benimle banyoya gel,” dedi Butch. “Ahmak kıç silici seni temizleyecek.”
Burny burun kıvırdı ama yine de yeterince istekli bir şekilde söyleneni yaptı.
“Öğleden sonraki dans için hazır mısın?” diye sordu Butch sırf bir şeyler söylemiş olmak için. “Dans ayakkabılarını boyayıp cilaladın mı koca adam?”B
Aklı başındayken bazen insanı şaşırtabilen Burny birkaç sarı dişini göstererek gülümsedi. Dudakları gibi, dişlerinde de kırmızı izler vardı. “Evet, kurtlarımı dökmeye hazırım.”
Yüzündeki ifadeden anlaşılmasa da Ebbie, Tyler Marshall’ın terk edilmiş bisikleti ve tek ayakkabısına dair T.J.’in anlattıklarını dinlerken içindeki huzursuzluk giderek artmıştı. Öte yandan Ronnie’nin yüzündeki ifade fazlasıyla endişeli olduğunu gösteriyordu.
“Şimdi ne yapacağız, Ebbie?” diye sordu T.J. anlatacakları bitince. Bisikletiyle yokuş yukarı çılgınlar gibi pedal çevirdikten sonra sıklaşan nefes alış verişleri normal ritmine ancak dönebilmişti.
“Ne mi yapacağız?” diye sordu Ebbie. “Daha önce planımızda ne varsa onu yapacağız. Cadde boyunca aşağı inip geri dönüşümlü şişeler arayacağız. Sonra parka gidip Magic kartlarımızı değiş tokuş edeceğiz.”
“Ama... ama ya?...”
“Kes sesini,” dedi Ebbie. T.J.’in söylemek üzere olduğu şeyi biliyor ve duymak istemiyordu. Babası yatağın üzerine şapka atmanın kötü şans getireceğini söylemişti. Ebbie asla yatağa şapka atmazdı. Eğer bu kötü şans getiriyorsa, psikopat bir katilin ismini söylemenin etkisi çok daha kötü olmalıydı.
Ama Ronnie Metzger salağı çenesini tutmadı ve söyledi... yani söyledi’ sayılır. “Ama Ebbie, ya Babıkçı’ysa? Ya Ty’ı kaçıran...”
“Kapa şu lanet olası çeneni!” dedi Ebbie ve geri zekâlı boşboğaza vura-? çakmış gibi yumruklarını kaldırdı.
Tam o sırada, gerzekkâfa tezgâhtar, kutudan fırlayan palyaço gibi aniden 7-Eleven’ın kapısında belirdi. “Burada bu tür konuşmalar istemiyorum!” diye bağırdı. “Ya pis ağzınızı toplayın ya da başka yere gidin! Devam ederseniz polis çağırırım!”
Ebbie Kenef Caddesi’nin aksi istikametine doğru yavaşça pedal çevirmeye başladı (bir yandan da tezgâhtar için babasından öğrendiği diğer hoş sıfatları sıralıyordu), diğer iki çocuk da onu takip etti. 7-Eleven’dan bir blok uzaklaşmışlardı ki, Ebbie durdu ve çenesini ileri uzatarak diğer ikisine döndü.
“Yarım saat önce bizden ayrılıp tek başına uzaklaştı,” dedi.
“Ha?” dedi T.J.
“Kim, ne yaptı?.” diye sordu Ronnie.
“Ty Marshall. Eğer biri soracak olursa, yarım saat önce yanımızdan ayrıldı. Biz şeydeyken... hmmm...” Ebbie aklını geriye yönelik çalıştırmaya uğraştı, pek alışkanlığı olmadığından zorlanmıştı. Sıradan koşullarda Ebbie Wexler’in tek ihtiyaç duyduğu, şimdiki zamandı.
“Binbir Çeşit’in vitrinine bakarken mi?” diye sordu T.J. çekinerek. Ebbie’yi kızdırmak istemiyordu. Bir keresinde kolunu fena bükmüştü.
Ebbie bir an boş bakışlarla baktı, sonra gülümsedi. T.J. rahatladı. Ronnie Metzger şaşkınca bakmayı sürdürüyordu. Elinde beysbol sopası ya da ayaklarında bir çift hokey pateni olduğunda Ronnie çok yetenekliydi. Ama diğer zamanlarda aklı boş bir konserve kutusundan farksızdı.
“Evet, öyle,” dedi Ebbie. “Schmitt’in dükkânının önünde, vitrine bakıyorduk, sonra o kamyonet geldi, o aptal punk müziğini duyduğumuz kamyonet, sonra da Ty gitmesi gerektiğini söyledi.”
“Nereye gitmesi gerekiyordu?” diye sordu T.J.
Ebbie zeki değildi, ama “adi bir kurnazlığa” sahipti. En iyi hikâyenin kısa hikâye olduğunu içgüdüsel olarak biliyordu; ne kadar az şey anlatılırsa, tutarsızlıklar çıkma ihtimali de o denli azalırdı. “Onu söylemedi. Sadece gitmesi gerektiğini söyledi.”
“Hiçbir yere gitmedi,” dedi Ronnie. “Sadece geride kaldı çünkü o bir...” Kelimeyi kafasında düzelterek bir anlığına duraksadı ve doğru şekilde söyledi. “Tosbağa.”
“Sakın böyle söyleyeyim deme,” dedi Ebbie. Ta... ya o adam Ty’ı kaçırdıysa, sizi salaklar? İnsanların bunun bize yetişemediği için olduğunu söylemelerini mi istiyorsunuz? Onu beklemediğimiz için öldürüldüğünü falan? Bunun bizim suçumuz olduğunu söylemelerini mi istiyorsunuz?”
“Vay canına,” dedi Ronnie. “Ty’ı gerçekten Labıkçı’nın -Balıkçı’nın- kaçırdığını sanmıyorsun, değil mi?” ‘
“Bilmiyorum ve umurumda da değil,” dedi Ebbie. “Ama gitmesine üzüldüğüm söylenemez. Kafamın tasını attırmaya başlamıştı.”
“Ah.” Ronnie aynı anda hem boş, hem tatmin olmuş görünmeyi becermişti. Ne kadar da salak, diye düşündü Ebbie şaşkınlıkla. Su katılmamış bir aptal. Bir at kadar kuvvetli olmasına rağmen Ronnie, ondan daha güçsüz olan Ebbie’nin kolunu defalarca bükmesine gıkını çıkarmazdı. Muhtemelen bir gün gelecek ve Ronnie buna daha fazla katlanması gerekmediğini anlayacaktı, o gün Ebbie’yi bir çadır kazığı gibi toprağa gömmesi şaşırtıcı olmazdı, ama Ebbie bu tür şeyler için endişelenmezdi; aklını ileriye yönelik çalıştırmakta çok daha kötüydü.
“Ronnie,” dedi.
“Ne?”
“Tyler-yanımızdan ayrıldığında neredeydik?”
“Şey... Schmitt’in Binbir Çeşit Mağazası’nda mı?”
“Tamam. Ty nereye gitti peki?”
“Söylemedi.”
Ebbie, Ronnie’nin kendi söylediklerine inanmaya başladığını gördü ve buna memnun oldu. T.J.’e döndü. “Sen de anladın mı?”
“Anladım.”
“Gidelim öyleyse.”
Bisikletlerine binip pedal çevirmeye başladılar. Ebbie, Salaklar Kralı’nın, iki tarafında ağaçların sıralandığı yolda biraz hızlanarak onu ve T.J.’i biraz geride bırakmasına izin vermişti. Ronnie biraz uzaklaşınca bisikletini T.J.’inkine yaklaştırıp, sordu. “Orada başka bir şey gördün mü? Birini? Örneğin bir adam filan?”
T.J. başını iki yana salladı. “Sadece bisikleti ve ayakkabısı vardı.” Hatırlamaya çalışarak duraksadı.’ “Etrafa çalılıktan kopan yapraklar saçılmıştı. Galiba bir de tüy gördüm. Karga tüyüne benziyordu.”
Ebbie bunu önemsemedi. Balıkçı’nın o sabah onlara gerçekten o kadar, bir arkadaşını kaçırabilecek kadar yaklaşıp yaklaşmadığı sorusuyla boğuşuyordu. İçinde kana susamış bir parçası, bu fikirden hoşlanmış, gölgeler içinde, yüzü olmayan bir canavarın gittikçe daha sinir bozucu olan Ty Marshall’ı öğle yemeğinde midesine indirmiş olduğunu düşünmek, ona zevk vermişti. Ama içinde çocuksu bir parçası da bu canavar yamyama yakın olma fikri karşısında dehşete düşmüştü (bu parça, gece odasında uyanık yatar, gölgeler arılanıp yatağına yaklaşırmış gibi görünürken daha baskın çıkacaktı). Bir de ona göre olgun parçası vardı ki,-Tyler’ın kayboluşu Ebbie’nin babasının dediği gibi bir “boklu bela” halini alırsa sorumluluğu ve olası suçlamaları savmak için içgüdüsel, hızlı önlemler almıştı.
Ama Dale Gilbertson’da ve Ty’ın babası Fred Marshall’da olduğu gibi Ebbie’de de, böyle bir şeyin başına gelmeyeceğine dair temelsiz ama güçlü bir inanç hâkimdi. Tyler’a öyle ciddi bir şey olabileceğine inanamıyordu, düşünemiyordu bile. Bedenleri parçalara ayrılan ve eski bir kümese asılan Amy St. Pierre ve Johnny Irkenham’dan sonra bile bu olasılık ona yakın görünmüyordu. Ebbie, bu çocukların başına gelenleri akşam haberlerinden öğrenmişti, TV Dünyası’ndan. Amy’yi de Johnny’yi de tanımıyordu ve ölmelerinin onun için filmlerde ve dizilerde ölen diğerlerinden hiçbir farkı yoktu. Ama Ty farklıydı. Ty yanı başındaydı. Ebbie’yle konuşmuştu, Ebbie onunla konuşmuştu’. Ebbie’nin beyninde bu ölümsüzlükle eş anlamlıydı. Ya da öyle olmalıydı. Eğer Balıkçı Ty’ı kaçırabildiyse, hiçbir çocuğun dokunulmazlığı yok demekti. Kendisi de dahil. Dale ve Fred gibi o da inanamıyordu. İçinde, derinlerde bir yerde, ona her şeyin yolunda olduğunu söyleyen gizli ses, Balıkçı’yı ve işlediği korkunç cinayetleri inkâr ediyordu.
T.J. ona döndü. “Ebbie, sence Ty...”
Tok canım,” dedi Ebbie. “Bir yerden çıkar. Haydi, parka gidelim. Şişe ve teneke kutu aramaya daha sonra çıkarız.”
Fred Marshall spor ceketini ve kravatını ofisinde bırakmış, kollarını sıvamış, Rod Tisbury’nin yeni bir Hiler aracı ambalajından çıkarmasına yardım ediyordu. Son Hiler serisinin ilk modeliydi ve mükemmel bir aletti.
“Yirmi yıldan fazladır böyle bir aleti bekliyordum,” dedi Rod. Elindeki levyenin geniş ucunu büyük kutunun üst kısmındaki aralığa ustaca soktu ve tahta kenarlardan biri, bakım garajının beton zeminine hafif bir gürültü çıkararak devrildi. Rod, Goltz’s’ün başteknisyeniydi ve bakım garajında bir kraldı. “Hem küçük çiftçilere, hem de kasabadaki bahçıvanlara hitap ediyor. Sonbahara kadar bunlardan bir düzine satamazsan işini yapmıyorsun demektir.”
“Ağustos sonuna kadar yirmi tane satarım,” dedi Fred müthiş bir kendine Güvenle. Zahmetsizce takılıp çıkarılan aksesuarlarla çok daha işlevsel olabilen bu şahane küçük yeşil makine, Fred’in tüm endişelerini geçici olarak rafa kaldırmıştı. Motoru çalıştırıp sesini dinlemek için sabırsızlanıyordu. İki silindirli alet göze çok hoş görünüyordu.
“Fred?”
Sabırsızca sesin geldiği tarafa döndü. Seslenen, Ted Goltz’ün sekreteri ve bayilik resepsiyon görevlisi Ina Gaitskill’di. “Ne var?”
“Birinci hattan seni arıyorlar.” Eski bir Case traktörün cıvatalarını gevşeten havalı tornavidanın sesi ve tamir gürültüleri arasında karşı duvara asılı, ışıklan yanıp sönen telefonu işaret etti.
“Arayanın mesajını alamaz mısın, lna? Rod’un bu küçük canavara.bir akü takmasına yardım edecektim, sonra da...”
“Bence konuşsan iyi olur. Enid Purvis adında bir kadın arıyor. Komşularınızdan biriymiş?”
Bu isim, bir an için Fred’e hiçbir şey çağrıştırmadı. Sonra isimleri zorunlu olarak depolayan satıcı zekâsı imdadına yetişti. Enid Purvis. Deke’in karısı. Robin Hood ve Bakire Marian’ın köşesinde, Deke’i daha bu sabah görmüş, birbirlerine el sallamışlardı.
Aynı anda, Ina’nın gözlerinin irileşmiş, dudaklarının kısılmış olduğunu fark etti. Endişeli görünüyordu.
“Ne olmuş?” diye sordu Fred, “lna, sorun neymiş?” ,
“Bilmiyorum.” Sonra isteksizce ekledi. “Karınla ilgili bir şey.”
“Baksan iyi olur, Fred,” dedi Rod ama Fred yağ lekeli zeminde telefona doğru ilerlemeye başlamıştı bile.
Goltz’s’ün çalışanlara tahsis edilmiş park yerinden liseli bir genç gibi lastiklerine çığlıklar attırarak hareket etmesinden on dakika sonra eve vardı. En kötüsü, Enid Purvis’in soğukkanlı, dikkatli konuşması, korktuğunu belli etmemeye çalışmasıydı.
Kadın köpeği Potsie’yi yürüyüşe çıkarmıştı, Marshallların evinin önünden geçerken Judy’nin çığlığını duymuştu. Hem de bir değil, iki kez. Enid, hemen iyi bir komşudan bekleneni yapmış, kapıyı çalmış ve açılmayınca mektup aralığından içeri seslenmişti. Eğer cevap alamasaydım, polisi arayacaktım, demişti Fred’e. Bunun için eve bile dönmeyecek, hemen yolun karşısına geçip Plotskylerin evinden telefon edecekti. Ama Judy, “İyiyim,” diye seslenmiş, ardından gülmüştü. Kahkahası tizdi ve sonlara doğru sesi garip bir şekilde titrek çıkmıştı. Bu kahkahalar nedense Enid’i çığlıklardan daha çok üzmüştü. “Hepsi bir rüyaydı. Ty bile bir rüyaydı.”
“Bir yerini mi incittin, hayatım?” diye sormuştu Enid mektup boşluğundan. “Düştün mü?”
“Kutu falan yoktu,” diye seslenmişti Judy. Botu demiş olabilirdi ama Enid kutu dediğinden emindi. “O da rüyanın bir parçasıydı.” Sonra Enid, Fred’e gönülsüzce Judy’nin ağlamaya başladığını söylemişti. Mektup aralığından duyulan sesi dinlemek çok üzücüydü. Köpeği bile bu ses üzerine huzursuzca ulumaya başlamıştı.
Dostları ilə paylaş: |