Wendell bir an için huzursuzluk hissederek kendinden şüphe etti ama Beezer ve çetesi birdenbire traktörlere ve çim biçme makinelerine ilgi duymaya başlamış olamazlardı ya. Peşlerinde olduğunu fark etmişler, izlerini kaybettirmeye mi çalışıyorlardı? Merakla hızını artırdı. Bildiği kadarıyla o yönde satış bölümü, bakım garajı ve otoparktan başka bir şey yoktu. Lanet olası yer bomboş görünüyordu. Otoparkın ötesinde... ne vardı? Bir tarafta ufka doğru uzanan çorak bir tarla olduğunu hatırlıyordu, diğer tarafta ise bir grup ağaç vardı ama bir orman kadar sık değildi. Bulunduğu yerden ağaçlan görebiliyordu.
Sinyal vermeye gerek görmeden hızla karşı şeridi geçerek Goltz’s’e doğru giden yola döndü. Motosikletlerin gürültüsü hâlâ duyulabiliyordu ama biraz hafiflemişti. Wendell, serserilerin onu bir şekilde kandırdıklarını ya da alay ederek ona güldüklerini düşünerek bir an için dehşete kapıldı. Goltz’s’e vardığında satış bölümüne şöyle bir göz attıktan sonra otoparka doğru ilerledi, iki büyük, sarı traktör, malzeme garajının önünde duruyordu. Görünürdeki tek araba, kendi çirkin Toyota’sıydı. Otoparkın sonunda, tampon yüksekliğinde beton bir duvar, asfalt ve ağaçlarla sınırlanmış çimenlik arasında uzanıyordu. Duvar, ağaç sırasının öte yanında, satış bölümünün arka tarafından gelen asfalt yolun kenarında son buluyordu.
Wendell, direksiyonu kırdı ve duvarın bittiği yere doğru ilerledi. Motosiklet seslerini hâlâ duyabiliyordu ama artık bir arı kovanından gelen vızıltılar gibi hafiflemişlerdi. Wendell serserilerin sekiz yüz metre kadar ileride olduklarını düşünerek eski arabasından dışarı çıktı. Küçük teybi cebine koydu, fotoğraf makinesini boynuna astı ve duvarın üzerinden atlayarak otlarla kaplı çayıra geçti. Daha ağaçlara varmadan eski, şose bir yolun uzamış otlar altında, ağaçların arasında tepeden aşağı doğru ilerlediğini gördü.
Wendell biraz abartarak Ed’in yerinin yaklaşık bir buçuk kilometre uzaklıkta olduğunu düşündü ve hurda arabasının bu engebeli, zorlu yolda o mesafeyi alıp alamayacağını merak etti. Bazı yerlerde toprak yol, tektonik plakalar halindeydi, bazı yerlerdeyse ufalanıp siyah çakıllara dönüşmüştü. Ağaçların yılan gibi kıvrılan kökleri arasında derin çukurlar, etrafında yabani otlarla çevrili derecikler vardı. Bir motosikletli bu yolda nispeten rahat ilerleyebilirdi ama bu konuda Toyota’sına hiç güvenmeyen Wendell, tabana kuvvet ağaçlar arasına dalmayı tercih etti ve hızlı adımlarla ilerledi. Anayolda gördüklerini hesaba katarak düşündüğünde, adli tabip ve kanıt arabasının gelmesine kadar hatırı sayılır miktarda zamanı olduğu ortadaydı. Meşhur Hollywood Jack Sawyer’ın yardımlarına rağmen polisler hâlâ şaşkınca ortalıkta dolanıyorlardı.
Wendell eski yolda ilerledikçe motosikletlerin sesi, Beezer ve adamları yolun sonuna yaklaştıklarında durumu gözden geçirip ne yapacaklarına karar verip konuşmak için durmuşlar gibi azalıyordu. Mükemmel. Wendell onlara yetişene dek çene çalmaya devam etmelerini umdu. Aslında gönlünden geçen sahnede, serseriler birbirlerine bağırıyorlar, yumruklar havada uçuşuyordu. Onları boğazlarına dek öfke ve adrenalinle dolmuş halde görmek istiyordu; ayrıca o haydutların motosiklet selelerinin altında neler sakladıklarını Tanrı bilirdi. Wendell, Beezer St. Pierre’in sıkı bir yumrukla Dale Gilbertson’un ön dişlerini döküşünün ya da şefin el üstünde tuttuğu dostu Jack Sawyer’ın boğazına sarılışının fotoğrafını çekmeyi nasıl da isterdi! Ama Wendell’ın en çok istediği, çekebilmek için her polise, kasaba görevlisine, eyalet memuruna ya da yardımcı olabilecek herhangi masum birine rüşvet vermeye dünden hazır olduğu fotoğraf, Irma Freneau’nun çıplak cesedinin fotoğrafıydı. Tercihen Balıkçı’nın tüm iğrenç marifetlerini açıkça gözler önüne serebilecek pozlar. İki tane ideal olurdu -biri, insanların yüreklerindeki zayıf noktaya hitap etmek için yüzünün, diğeriyse sapıklar için vücudunun fotoğrafı- ama zorunlu kalırsa sadece vücut resmiyle yetinebilirdi. Öyle bir poz büyük bir hızla tüm dünyayı dolaşır ve ona milyarlar kazandırırdı. Sadece National Enquirer bile zavallı küçük Irma’nın parçalanmış bedeninin ayrıntılı bir görüntüsü için çuvalla para -iki üç yüz bin- verebilirdi. Bundan daha iyi altın madeni olur muydu?!
Wendell yabani otlarla kaplı eski, engebeli yolda, aklı Irma’nın cesedinin ceplerine akıtacağı dolarlara dair şeytani düşünceler ve düşüp bileğini burkma korkusu arasında gidip gelirken iki yüz metre kadar ilerlemişti ki, motosiklet sesleri aniden kesildi. Sonuçta ortaya çıkan ezici sessizliğin hemen akabinde daha alçak, başka sesler havayı sardı. Wendell kendi hırıltılı nefesini duyuyordu. Ama bir de arkasından yaklaşan mekanik ve tok gürültü vardı. Olduğu yerde yüz seksen derece dönerek arkasına baktı. Antika sayılabilecek kamyonet, engebeli yolda hoplaya zıplaya ona doğru geliyordu.
Ortaya neredeyse komik denebilecek bir görüntü çıkmıştı: kamyonet beşik gibi iki yana sallanıyor, ara sıra görünmez bir çukura girerek alçalıyor ya da ani bir sıçrayışla yükseliyordu. Irma Freneau’nun cesedini görmeye gitselerdi bu durum komik olabilirdi! Kamyonet irice bir ağaç kökünün üzerinden geçtiğinde, içindeki dört koyu renkli baş, kuklalar gibi yükselip alçaldı. Wendell, yaklaşan bu hödükleri geri göndermek için o tarafa doğru bir adım attı. Kamyonetin altı, yüksekçe, düz bir kayaya sürttü ve etrafa kıvılcımlar saçıldı. Bu hurda en azından otuz yıllık olmalı, diye düşündü Wendell. Kuşkusuz hâla trafiğe çıkıp onun arabasından da berbat görünen nadir araçlardan biriydi, iyice yakınlaştığında bunun bir International Harvester olduğunu gördü. Paslı tamponun üzerini yabani otlar ve ağaçlardan kopan ince dallar süslüyordu. International Harvester hâlâ kamyonet üretiyor muydu? Wendell yemin.etmekte olan bir jüri üyesi gibi tek elini kaldırdı ve her an dağılacakmış gibi görünen eski kamyonet sarsılarak biraz daha ilerledikten sonra birkaç metre önünde durdu. Sol tarafı sağına göre belirgin bir şekilde yüksekti. Wendell ağaçların gölgesinin oluşturduğu loşluk yüzünden içinde oturanların simalarını tam seçemiyordu ama içinden bir his, en azından ikisini tanıdığını fısıldıyordu.
Direksiyonun başındaki adam açık camdan başını uzattı. “Hey, selam, Bay Acar Muhabir. Kapıyı senin yüzüne de mi çarptılar?” Konuşan, günlük polis raporlarını incelerken Wendell’ın ismine sık sık rastladığı, Teddy Runkleman’dı. Kamyonetteki diğer üçü, Teddy’nin bu esprisine katırlar gibi anırarak güldüler. Wendell ikisini tanıyordu... nehir kenarındaki yıkık dökük kulübelerde yaşayan düşük gelirli cahiller sınıfından Freddy Saknessum ve hayatını her nasılsa La Riviere ile French Landing’de karıştırdığı çöplerden bulduğu metal parçalarını satarak sürdüren sıska genç, Toots Billinger. Runkleman gibi Toots da birçok kez üçüncü derece suçlar yüzünden tutuklanmış ama hiç mahkûm olmamıştı. Freddy ve Toots’un arasında oturan pasaklı kadın da tanıdık gibiydi ama çıkaramamıştı.
“Selam, Teddy,” dedi Wendell. “Size de selam Freddy ve Toots. Hayır, ön taraftaki kargaşayı görünce orayı denemekten vazgeçip arka kapıdan girmeye karar verdim.”
“Hey, Wendell, beni hatırlamadın mı?” diye sordu kadın biraz zavallıca bir edayla. “Doodles Sanger, hafızan çöplüğü boylamışsa hatırlatayım. Bel Air’de Teddy’nin bir grup adamıyla birlikteydim, Teddy’nin yanında da başkaları vardı. Kaltak tarafından tekmeyi yiyince diğerleri taburelerine dönmek istedi.”
Simdi onu hatırlıyordu elbette ama hatları derinleşmiş yüzü, on yıl kadar önce Melson Oteli’nde içki servisi yapan hoppa parti kızı Doodles Sanger’a pek az benziyordu. Wendell onun içki çalmaktan ziyade işbaşında çok içtiği için kovulduğunu düşünüyordu ama Tanrı biliyor ya, Doodles her istediğini de yapıyordu. O dönemlerde Wendell, Nelson Oteli’nin barında bolca para harcamıştı. Doodles ile yatağa girip girmediklerini hatırlamaya çalıştı. Sonunda temkinli gitmeye karar vererek, “Tanrım, Doodles,” dedi. “Senin gibi tatlı bir şeyi nasıl unutabilirim?”
Adamlar bu laf üzerine öğürür gibi alaycı sesler çıkardılar. Doodles, dirseğini Toots’un zayıf kaburgalarına geçirerek Wendell’a hafif bir gülümsemeyle baktı ve, “Şey, teşekkürler,” dedi. Evet, pohpohlama girişimi hedefi vurmuştu.
Bu, geri zekâlılara çıktıkları fare deliklerine dönmelerini emretmek için çok uygun bir zamandı ama birden, Wendell’ın aklında muhteşem bir fikir belirdi. “Sizin gibi hoş insanlar acaba basın mensubu bir centilmene yardım edip karşılığında elli papel kazanmak isterler mi?”
“Adam başı elli mi yoksa hepimize birden mi?” diye sordu Teddy.
“Haydi yahu, hepinize birden,” dedi Wendell.
Doodles öne eğilerek, “İstediğini yapmaya razı olursak adam başı yirmi papele ne dersin, bayım?” diye sordu.
“Kalbimi kırıyorsunuz,” diyen Wendell arka cebinden cüzdanını çekti ve içinden dört yirmilik banknot çıkardı. Günü idare etmek için kendisine bir onluk, üç de teklik kalmıştı. Hödükler ödemeyi aldılar ve hemen anında ceplerine sokuşturdular. Wendell, pencereye abanarak lamba gibi aydınlanmış dört sırıtan yüze baktı. “Şimdi, gelelim yapmanızı istediğim şeye...”
12
BİRKAÇ DAKİKA SONRA kamyonet, en uçtaki ağaçların arasında, yabani otlar ve uzun çimlerle kaplı şosenin son bulduğu noktada durdu. Yıldırım Beşli’nin motosikletleri düzenli bir şekilde birkaç metre ötede, sol tarafta sıralanmıştı. Kamyonette Freddy Saknessum’ın yerine oturmuş olan Wendell, aşağı indi ve yol arkadaşlarından yayılan ekşi, kurumuş ter, yıkanmamış vücut ve ucuz bira kokularının üzerindeki giysilere sinmemiş olduğunu umarak birkaç adım ilerledi. Arkasında, Freddy’nin kamyonetin kasasından yere atladığını, diğerlerininse gereğinden fazla gürültü çıkarmayı ihmal etmeyerek dışarı çıkıp kapılarını çarptıklarını duydu. Wendell’ın bulunduğu yerden tek görebildiği, birbirine karışmış yabani zambaklar ve ısırgan otlarının ardında yükselen Ed’in Abur Cuburları’nın çürüyen, renksiz arka duvarıydı. Kulağına, birinin Beezer St. Pierre’e ait olduğu anlaşılan alçak sesler geldi. Wendell, Nikon fotoğraf makinesini aceleyle eline alıp kapağını açarak içine yeni bir makara film yerleştirdi ve sessiz adımlarla motosikletleri geçerek harap binanın yan tarafına doğru yürüdü.
Kısa bir süre sonra, anayoldan ayrılan otlarla kaplı şosenin başına park edilmiş devriye arabası görüş alanına girdi. Danny Tcheda ve Pam Stevens, ışıkları yanıp sönen aracın önünde arabalarını caddede bırakan yaklaşık bir düzine kadar kadın ve adamı geri dönmeleri için ikna etmeye çalışıyordu. Uğraşları pek sonuç verecek gibi görünmüyordu: Tcheda ve Pam’in bir baraj oldukları düşünülürse, bu barajın fena halde sızıntıları olduğu açıktı. Wendell için iyi haber: yüksek düzeyde bir karmaşa, ona bol bol hareket olanağı sağlayacak, aynı zamanda hikâyesine ayrı bir renk katacaktı. Keşke şimdi küçük kayıt cihazına aklında oluşan cümleleri dökebilseydi.
Şef Gilbertson’un emrindeki kuvvetlerin tecrübesizliği, Memur Tcheda ve Stevens’ın Balıkçı’nın çılgınlığının en son ortaya çıkan kanıtına kendi gözüyle tanık olmaya hevesli çok sayıdaki vatandaşı yollarından geri çevirmekteki yetersiz çabalarından açıkça anlaşılıyordu... ama okuyucularının gözleri ve kulakları olma görevini büyük bir gurur ve alçakgönüllülükle üstlenmiş bu gazeteci, olayların tam kalbine ulaşmayı başardı.
Wendell, bu olağanüstü cümleleri aklına geldikleri an kaydedememekten endişeleniyordu, tekrar hatırlayabileceğinden emin değildi ama duyulma tehlikesini göze alamıyordu. Ed’in Abur Cuburları’nın ön tarafına biraz daha yaklaştı.
Halkın alçakgönüllü kulakları, Dale Gilbertson ve Beezer St. Pierre’in yıkılmaya yüz tutmuş binanın tam önünde yaptıkları şaşırtıcı derecede samimi konuşmaya misafir oldu; okuyucuların alçakgönüllü gözleri, Jack Sawyer’ın sağ elinden sallanan bir beysbol şapkası ve boş bir plastik torbayla sahnede belirmesine tanık oldu. Halkın gururlu burnu, eski, küçük binanın içinde çürümekte olan bir cesedin varlığını kanıtlayan iğrenç kokuyu aldı. Sawyer, normalden biraz daha hızlı hareket ediyor ve sadece kamyonetine doğru gittiği belli olduğu halde sağa sola kaçamak bakışlar fırlatıyordu.
Burada neler dönüyordu? Altın Çocuk, gizli bir iş karıştırıyormuş izlenimi veriyordu. Az önce bir mağazadan aşırdığı şeyi ceketinin içine sokuşturmuş bir hırsız gibi davranıyordu. Altın çocukların bu şekilde hareket etmemeleri gerekirdi. Wendell fotoğraf makinesini kaldırdı ve hedefi üzerinde kilitlendi. Tamam Jack, eski dost, yepyeni bir banknot gibi gıcır gıcır ve acem kılıcı gibi iki yanı keskin ukala piç. Kameraya güzel bir poz ver bakalım. Elindekinin ne olduğunu da iyice görelim, tamam mı? Wendell bir poz çekti ve fotoğraf makinesinin objektifinden, Jack’in kamyonetine yaklaşmasını izledi. Altın çocuğun elindekileri torpido gözüne tıkıştırma niyetinde olduğunu ve bunu kimsenin görmesini istemediğini düşünüyordu. Çok yazık evlat, gizli kameradasın. Coulee Bölgesi’ndeki okuyucuların gururlu gözleri ve kulakları için de çok yazıktı, Çünkü Jack Sawyer işini, kamyonete binmek yerine camdan içeri uzanarak 9örmüştü ve Wendell’a sadece sıkıntıyla sırtını izlemek düşmüştü. Asil muhabir yine de Jack Sawyer’ın boş ellerle ve şüpheli görünümünden kurtularak kamyonetinden uzaklaştığı bir sonraki sahneyle arada bağlantı olması açısının arkadan bir fotoğrafını çekti. Altın çocuk, hazinesini güvenli bir yere sakladıktan sonra rahatlamıştı. Peki ama sakladığı hazine neydi?
Sonra Wendell Green’in beyninde bir şimşek çaktı. Kafa derisi titrerken kıvırcık saçları diken diken oldu. Muhteşem bir hikâye, bir anda inanılmayacak kadar muhteşem hale bürünmüştü. Şeytani Katil, Parçalanmış Ölü Çocuk! Bir Kahramanın Çöküşü! Jack Sawyer, suç mahallinden elinde plastik bir araba ve bir Brewers şapkasıyla çıkıyor, görülmemek için özen gösteriyor ve elindekileri kamyonetine saklıyordu. Onları, Ed’in Abur Cuburları’nda bulmuş ve arkadaşı ve en büyük hayranlarından biri olan Dale Gilbertson’un burnunun dibinden kaçırmıştı. Altın Çocuk, suç mahallinden delil çalmıştı! Ve Wendell’ın elinde bunu kanıtlayabilecek, o ukala piçi mahvedecek, tüm iyi ününü yerle bir edecek fotoğraflar vardı. Ona altından kalkamayacağı kadar ağır bir darbe indirebilirdi. Ah bu, Wendell’ın hayatındaki en mutlu gündü, kesinlikle öyleydi. İçinden yükselen dans etme isteğini bastırmakta güçlük çekiyordu. Sonunda kendini tutamayarak, yüzünde yılışık bir gülümseme, elinde fotoğraf makinesiyle zıplayarak olduğu yerde bir tur döndü.
Kendini o kadar iyi hissediyordu ki zafer sarhoşluğuyla neredeyse sahneye dalmak için arkasında işaretini bekleyen dört salağı unutacaktı. Hey, hemen rahatlayıp dizginleri gevşetmeyelim, diye uyardı kendini. Supermarkets de satılan, içerikten çok resim satan ucuz gazeteler, Irma Freneau’nun cesedinin mide bulandıracak bir fotoğrafını dört gözle bekliyordu ve Wendell Green, onlara istediklerini verecekti.
Wendell eski binaya doğru temkinli bir adım daha attı ve gördükleri, olduğu yerde mıhlanmasına sebep oldu. Yıldırım Beşli’nin diğer dört üyesi, anayoldan Ed’in yerine dönen yol ayrımına gitmişler, cesetleri görmeye çalışan meraklı vatandaşları geri çevirmeleri için Danny Tcheda ve Pam Stevens’a yardım ediyorlardı. Teddy Runkleman, Balıkçı’nın en az altı, belki sekiz yarı yenmiş çocuğun cesedini harabede sakladığını duymuştu: haberler, kulaktan kulağa yayıldıkça dallanıp budaklanıyor, iyice abartılıyordu. Demek Beezer ve adamları polise yardım etmeye karar vermişlerdi. Oysa Wendell, hikâyesine renk katmak adına onların öfkeyle ortalığı altüst edip polislerle dalaşmalarını tercih ederdi. Binanın yan tarafına kadar ilerlemişti. Neler olup bittiğini görebilmek için köşeden başını uzattı. İstediğini almak istiyorsa, en uygun anı beklemek zorundaydı.
French Landing Polis Teşkilatı’na ait ikinci bir araba, 35. karayolunda birikmiş araçların arasından çıkarak Danny Tcheda’nın önünden geçti ve harap binaya varan eski, taşlık yola girdi. İçinden, genç sayılabilecek, yarım gün görev yapan, Holtz ve Nestler adında iki aynasız indi ve attıkları her adımda dayanılmaz hale gelen leş kokusuna tepki göstermemeye çalışarak Dale Bertson’a doğru ilerledi. Wendell, iki polisin, şeflerinin sayısız suç işlemiş olduğundan şüphe duymadıkları Beezer St. Pierre ile neredeyse sıcak sayılabilecek bir sohbete daldığını gördüklerinde yüzlerinde beliren onaylamayan şaşkınlığı saklamakta daha da zorlandıklarını fark etmişti. Bunlar, Wisconsin üniversitesinin River Falls kolundan terk, tek maaşı paylaşan, kadrolulu memur olmak için ellerinden gelen çabayı gösteren ve her şeyi ya siyah ya da beyaz olarak görmeye meyilli köylü çocuklarıydı. Dale onları sakinleştirir ve her birini tek eliyle ensesinden tutup kafalarını birer rafadan yumurta gibi tokuşturabilecek olan Beezer’ın yüzünde iyi huylu bir gülümseme belirdi. Dale’in emirleri doğrultusunda hareket ettikleri anlaşılan iki memur, Jack Sawyer’a taparcasına, kaçamak bakışlar fırlatarak -zavallı aptallar- anayola doğru hızla yürümeye başladılar.
Jack konuşmak için Dale’in yanına yaklaştı. Dale’in arkadaşının delil çaldığını bilmemesi ne kötüydü, hah! Yoksa, diye düşündü Wendell, biliyor muydu? O da bu işin içinde olabilir miydi? Kesin olan bir gerçek vardı: hikâye, fotoğraflar eşliğinde Herald’da basıldığında, bunların hepsi gün yüzüne çıkacaktı.
Bu arada, hasır şapkalı, güneş gözlüklü herif, kollarını göğsünde kavuşturmuş, her şeyi, iğrenç kokunun burun deliklerini doldurmasına bile karşı koyacak denli kontrolü altına almış gibi serinkanlılıkla kamyonetin yanında ayakta duruyordu. Bu adamın önemli bir rolü olduğu belli, diye düşündü Wendell. Emirleri o veriyordu. Altın Çocuk ve Dale, onu mutlu etmeye çalışıyorlardı; bunu hareketlerinden okumak mümkündü. Saygılı, boyun eğen bir tavırları vardı. Bir şey saklıyorlarsa, bunu kesinlikle o adam için yapıyorlardı. Ama neden? Ve bu adam kimin nesiydi? Orta yaşlıydı, ellilerinde olmalıydı, Jack ve Dale’den bir nesil yaşlıydı. Kasaba yaşamı için fazla şıktı, Wendell onun Madison’dan ya da belki Milwaukee’den olabileceğini düşündü. Polis olmadığı muhakkaktı ama bir işadamı gibi de görünmüyordu. Ama bu adam, kendi işinin patronuydu, bu açık seçik ortadaydı.
35. karayolunda, teşkilattan üçüncü bir araba daha belirerek Tcheda, Stevens ve Yıldırım Beşli’nin dört üyesinin önünden geçti ve az önce gelen Memurların aracının arkasında durdu. Dale ve Altın Çocuk o tarafa yönelip yeni gelen memurları, Bobby Dulac ve şişman Dit Jesperson’ı selamladılar ama şapkalı herif o tarafa bakmamıştı bile. Vay, işte bu etkileyiciydi. Emri altındaki taburları izleyen bir general edasıyla olduğu yerde hiç kıpırdamadan dikiliyordu. Wendell, gizemli adamın cebindeki paketten bir sigara çıkararak yak ne çektiği dumanı havaya savuruşunu izledi. Jack ve Dale, yeni gelenlerle birlikte eski binaya girerken adam hâlâ çevresindeki hiçbir şeyle bağlantısı yokmuş gibi soğukkanlılıkla sigarasını içmeye devam ediyordu. Wendell, diğer duvarın ardından Dulac ve Jesperson’ın kokudan şikâyet ettiklerini duyabiliyordu; sonra cesedi görmüş olacaklar ki, içlerinden biri, boğazına dek yükselen safrayı bastırmak ister gibi inledi. “Hey, millet?” dedi Dulac. “Bu bok gerçek mi? Hey çocuklar?” Diğer duvarın dibindenmiş gibi gelen sesler, Wendell’a cesedin yeri hakkında oldukça iyi bir fikir vermişti.
Wendell, üç polis ve Jack harap binanın ön kısmına doğru yönelmeden vücudunu ileri uzatıp makinesini odaklayarak gizemli adamın bir fotoğrafın çekti. Şapkalı adam onu dehşete düşürerek aniden o tarafa döndü ve sordu “Resmimi kim çekti?” Wendell, geriye doğru sıçrayarak sırtını çürümüş duvara dayadı ama adamın onu çoktan görmüş olduğuna emindi. Güneş gözlükleri dosdoğru üzerine çevrilmişti! Adamın yarasa gibi kulakları vardı... deklanşörün çıkardığı sesi duymuştu. “Ortaya çık,” diye seslendi şapkalı adam. “Saklanmanın bir faydası yok, orada olduğunu biliyorum.”
Wendell, bulunduğu yerden karayolundan Ed’in yerine doğru dönen eyalet polisi armalı arabayı ve hemen ardından gelen French Landing Polisi’ne ait Pontiac’ı gördü. İşler kaynama noktasına ulaşmış gibiydi. Gözleri onu yanıltmıyorsa az önce, Yıldırım Beşli’nin bir üyesi, bir adamı yakasından tutup iyi görünümlü yeşil bir Olds’un açık penceresinden dışarı çekmişti.
Destek kuvvetlerini çağırmanın tam zamanıydı. Wendell binadan bir adım uzaklaştı ve arkada işaretini bekleyen aptallara el salladı. Bir an sonra Teddy Runkleman’ın haykırışı duyuldu. “Hoooop millet!” Doodles ateşe atılmış bir kedi gibi çığlığı basmıştı ve Wendell’ın dört yardımcısı, ellerinden gelen gürültüyü çıkararak yanından hızla geçip olay yerine daldı.
13
YAKLAŞAN MOTOSİKLETLERİN seslerini duyduklarında Danny Tcheda ve Pam Stevens caddeyi dolduran kalabalığı geri döndürebilmek için ellerinden gelen tüm gayreti gösteriyorlardı, sinirleri burunlarındaydı ve doğrusu tek eksikleri, Yıldırım Beşli’nin olay yerine gelmesiydi. Teddy Runkleman ve Freddy Saknessum’dan kurtulmak kolay olmuştu ama onları başlarından savmalarının üzerinden daha beş dakika bile geçmeden 35. karayolu, Ed’in Abur Cuburları’nda sıra sıra dizilmiş küçük cesetlere bakmaya hakları olduğunu düşünen meraklı ve öfkeli vatandaşların kullandıkları araçlarla dolmuştu. Zar zor gön-derebildikleri her arabanın yerine çok geçmeden iki yenisi geliyordu. Herkes, vergi ödeyen duyarlı bir vatandaş oldukları halde bir suç mahalline, özellikle de bu kadar trajik, bu kadar dokunaklı, bu kadar... şey heyecan verici bir suç mahalline girmelerine neden izin verilmediğine dair uzun, tatmin edici açıklamalar talep ediyordu. Çoğu, harap binanın içinde sadece Irma Freneau’nun cesedinin olduğuna inanmayı reddediyordu; arka arkaya üç kişi Danny’yi suç ortaklığı yapmakla suçlamış, hatta içlerinden biri “Balıkçıgate” lafını etmişti. Ne hayal gücü ama! Garipti ama, bu ceset avcılarının çoğu polisi neredeyse Balıkçı’yı korumakla itham ediyordu.
Bazıları geri çevrildiklerinde hakaret içeren el kol hareketleri yapıyordu. Yaşlı bir kadın suratına doğru bir haç sallayarak Danny’ye kirli bir ruha sahip olduğunu ve cehennemi boylayacağını haykırmıştı. Geri döndürdüğü insanların en azından yarısının yanında fotoğraf makinesi vardı. Ne tür bir insan bir cumartesi sabahı kalkıp zavallı bir çocuğun cesedinin resimlerini çekmek için yollara düşerdi? Danny’yi asıl şaşırtan, hepsinin de bunun son derece normal bir davranış olduğunu düşünmesiydi. Burada garip olan kimdi? O.
Bakire Marian Yolu’nda oturan yaşlı bir çiftin geçişini engellenil adam ona, “Genç adam,” demişti. “Galiba bir tarihin oluşumuna tanık olduğu muzu bu kasabada tek bilmeyen sensin. Madge ve ben, bir hatıra almaya hakkımız olduğunu düşünüyoruz.”
Bir hatıra mı?
Ter içinde, tahammülünün sınırına gelmiş olan Danny kontrolünü kaybetmişti. “Dostum, sana sonuna kadar katılıyorum. Bana kalsa, dönüşte harika karınla beraber yanında kan lekeleriyle kaplı bir tişört ya da birkaç kopuk parmak götürmende hiç sakınca yok. Ama ne diyebilirim? Şef, çok mantıksız biri.”
Yaşlı çift konuşamayacak kadar şaşkın bir halde uzaklaşmıştı. Bir sonraki arabanın direksiyonunda oturan adam, Danny penceresine doğru eğildiği an bağırmaya başlamıştı. Tipi tıpkı Danny’nin hayalindeki George Rathbun’a benziyordu ama sesi ondan daha gıcırtılı ve biraz daha yüksekti. “Ne yaptığını görmüyorum sanma, bayım!” Danny ona bunun çok iyi olduğunu, çünkü yapmaya çalıştığının suç mahallini korumaya çalışmak olduğunu söyledi. Bunun üzerine ön tamponu ve sağ dikiz aynası eksik, eski bir mavi Dodge Caravan kullanmakta olan, George Rathbun’a benzeyen adam sesini iyice yükseltti. “Yirmi dakikadır burada oturmuş, o kadınla polisçilik oynamanızı izliyorum! Birazdan BAŞINA BUYRUK hareketlere rastlarsanız şaşırmayın bence!”
Tam bu hassas dakikada Danny, Yıldırım Beşli’nin anayoldan yaklaşan motosikletlerinin gürültüsünü duydu. Yaşlıların kaldığı yerin önünde Tyler Marshall’ın bisikletini bulduğundan beri tatsız bir ruh hali içindeydi ve Beezer St. Pierre ile uğraşma fikri beynini bir anda koyu, yağlı duman ve uçuşan kızıl kıvılcımlarla doldurmuştu. Başını eğerek dosdoğru kırmızı suratlı George Rathbun’un gözlerinin içine baktı. Sesinde buz gibi bir sükûnet vardı. “Bayım, eğer bu tutumunuzda ısrar edecek olursanız ellerinizi kelepçeleyip işim bitene dek sizi arabamın arka koltuğunda oturtacağım ve sonra sizi karakola götürüp aklıma gelen bütün suçlarla itham edeceğim. Bunu garanti edebilirim. Şimdi, kendinize bir iyilik yapın ve def olup gidin.”
Adamın ağzı bir Japonbalığı gibi sessizce açılıp kapandı. Zaten kırmızı olan şişman suratı neredeyse morardı. Danny, ona ellerini kelepçeleyip arabanın arka koltuğuna tıkması için bir bahane vermesi için neredeyse dua ederek gözlerini hiç kırpmadan adama bakmaya devam ediyordu. Adam, önündeki seçenekleri bir düşündü ve riski göze alamadı. Bakışlarını önüne indirdi, arabayı geri vitese takıp gaza bastı. Neredeyse arkasında duran Miata’ya çarpıyordu.
Dostları ilə paylaş: |