“Bu olanlara inanamıyorum,” dedi Pam. “Hangi salak koca ağzını açıp haberi sızdırdı?”
Danny gibi o da Beezer ve çetesinin sıra sıra dizilmiş araçların yanından bara doğru ilerlemesini izliyordu.
“Bilmiyorum ama her kimse onu iyi bir benzetmek isterdim. Ondan sonra sırada Wendell Green var.”
“Wendell için fazla beklemen gerekmeyecek. Yaklaşık altı araba kadar de pusuya yatmış vaziyette.” Pam, Wendell’ın dört tekerlekli çirkinlik abidesini işaret etti.
“Ulu Tanrım,” dedi Danny. “Aslında o aşağılık herifi gördüğüme bir yandan seviniyorum. Hakkındaki fikirlerimi yüzüne karşı söyleyebileceğim.” Gülümseyerek Miata’nın direksiyonu başındaki gence döndü. Genç uzaklaşırken Danny, gözleri yaklaşan motosikletlilerin üzerinde, bir sonraki arabaya geri dönmesini işaret etti. Sonra Pam’e, “Beezer benimle tartışacak olur da şiddete başvurmayı aklından bile geçirse tabancamı çekeceğim, Tanrı şahidimdir,” dedi.
“Bürokratik işlemler,” dedi Pam.
“Umurumda değil.”
“İşte geliyorlar,” dedi Pam, silahını çekecek olursa arkasında olacağını ima ederek.
Olay yerine ulaşmaya çalışan sürücüler bile durmuşlar, Beezer ve çetesini izliyorlardı. Uçuşan saçları, sakalları ve yüzlerindeki kararlı ifadeyle motosikletliler, mümkün olabilecek en yoğun kargaşayı yaratacaklarmış gibi görünüyorlardı. Danny Tcheda’nın kalp atışları hızlandı ve midesinde sinsi bir ağrı belirdi.
Ama Yıldırım Beşli’nin üyeleri, başlarını bile çevirmeden hızla geçip gittiler. Beezer, Mouse, Doc, Sonny ve Kaiser Bill, arka arkaya ilerliyorlardı. Olay yeriyle ilgilenmemişlerdi bile.
“Eh, kahretsin,” dedi Danny rahatlamakla hayal kırıklığı arasında kararsızca gidip gelerek. Beşinin birden toprakları savurarak U dönüşü yapıp tekrar kendilerine doğru gelmeye başladıklarında aniden sıkışan kalbi, az önce hissettiğinin kesinlikle rahatlama olduğunu gösterir gibiydi.
“Oh, lütfen, hayır,” dedi Pam,
Dizilmiş arabaların içindeki tüm başlar tekrar yanlarından geçen Yıldırım Beşli’nin motosikletler üzerindeki iri bedenlerine çevrilmişti. Birkaç saniye için duyulan tek ses, Harley’lerin giderek azalan homurtusu oldu. Danny Tcheda şapkasını çıkardı ve terden sırılsıklam olan alnını sildi. Pam Stevens sırtını dikleştirdi ve tuttuğu nefesini bıraktı. Sonra biri kornaya bastı ve hemen ardından iki kişi daha rüyadan uyanmışçasına kornalarına abandılar. Kot kumaşından gömlek giymiş, kırlaşmış mors bıyıklı bir adam, deri kabı içinde bir rozeti burunlarına doğru uzatmış, kasaba yargıcının kuzeni ve La Riviere polis kuvvetlerinin onursal üyesi -bu da hiçbir zaman park ya da hız cezası almadığı ve istediği her yere gidebileceği anlamına geliyordu- olduğunu söylüyordu. Bıyıkları, suratında beliren sırıtışın etkisiyle iki yana doğru genişler gibi oldu, “Bırakın geçeyim, sonra işinizin başına dönebilirsiniz, Memur Bey.”
Danny bir sonraki arabaya geçmeden önce adama işinin, geçmesine izin vermemek olduğunu birkaç kez arka arkaya söylemek zorunda kaldı. Hayal kırıklığına uğramış birkaç vatandaşı daha uzaklaştırdıktan sonra Wendell Green ile uğraşmasına daha ne kadar kaldığını görmek için sıranın gerisine doğru baktı. En fazla iki ya da üç araba arkada olmalıydı. Danny başını kaldırır kaldırmaz kornalar çalmaya, insanlar ona bağırmaya başladı. Bırak geçelim! Hey, dostum, maaşını ben ödüyorum, unuttun mu? Dale ile konuşmak istiyorum, Dale ile konuşmak istiyorum!
Birkaç adam arabasından çıkmıştı, işaret parmaklarını ona doğru sallıyorlar, ağızlan öfkeyle oynuyordu ama Danny ne söylediklerini anlamıyordu. Keskin bir ağrı, kor halinde demir çubuk gibi sol gözünün arkasından beyninin ortasına doğru uzandı. Bir terslik vardı, Green’in çirkin, kırmızı arabası ortalıkta görünmüyordu. Hangi cehennemdeydi bu herif? Lanet olsun, bin kere lanet olsun, Green bir yolunu bulup aradan sızarak Ed’in yerine ulaşmış olmalıydı. Hemen dönüp olay yerine baktı. Arkasından kızgın sesler ve korna gürültüleri yükseliyordu. Ne hurda Toyota’dan, ne de Wendell Green’den eser yoktu. Baş belası gazeteci vazgeçip gitmiş miydi yoksa?
Birkaç dakika sonra trafik azaldı ve Danny ile Pam, işlerinin neredeyse sona erdiğini düşündüler. 35. karayolunun dört şeridi de normal bir cumartesi sabahında olması gerektiği gibi boştu. Hareket halindeki tek araç, Centralia’ya doğru ilerleyen bir kamyondu.
“Sence oraya gitmemiz gerekiyor mu?” diye sordu Pam başıyla Ed’in yerini işaret ederek.
“Belki birkaç dakika sonra.” Danny o berbat kokuya yaklaşmaya pek can atmıyordu. Adli tıp görevlileri ve kanıt arabası gelene kadar orada beklemekten şikâyetçi değildi. Irma Freneau’nun zavallı cesedini görmemek için iki günlük yevmiyesinden vazgeçmeye dünden razıydı. Tam o sırada Pam'le insanı huzursuz eden iki farklı ses duydular. Birincisi, anayoldan onlara yaklaşmakta olan yeni bir araç dalgasının gürültüsü, ikincisiyse olay yerine eski binanın arkasından bir yerlerden gelen motosikletlerin homurtusuydu.
“Buraya bir arka geçit mi var?” diye şaşkınlıkla sordu Danny.
Pam omuzlarını silkti. “Öyle gibi. Ama Beezer’ın haydutlarıyla Dale uğraşız zorunda çünkü biz burada bir hayli meşgul olacağız.”
“Ah, kahretsin,” dedi Danny. Yaklaşık otuz araba ve kamyonet dar şeridin geçişinde belirmişti ve ikisi de bu grubun öncekinden çok daha öfkeli ve karar-olduğunu görebiliyordu. Kalabalığın en sonundaki bazı adamlar ve kadınlar ağaçlı yol kenarındaki boşluğa park etmişler, iki memura doğru yürüyorlardı Ön sıradaki arabaların içindekilerse daha olay yerine dönmeye çalışmadan yumruklarını sallayıp bağırmaya başlamışlardı. İnanılmazdı ama, bir kadın ve ergenlik çağlarında iki çocuk, ellerinde üzerinde BALIKCIYI İSTİYORUZ! yazan bir pankart tutuyorlardı. Tozlu, eski bir Caddy’nin içindeki adam, kolunu pencereden çıkarmış, üzerinde GİLBERTSON GİTME! yazan bir kartonu sallıyordu.
Omzu üzerinden geriye bakan Danny, Yıldırım Beşli’nin bir arka yol bulduklarını anladı. Garip bir şekilde Gizli Servis ajanlarına benzeyen dördü, Ed’in yerinin önünde ayakta duruyorlardı. Liderleri Beezer St. Pierre, Şef Gilbertson ile derin bir tartışmaya dalmıştı. Danny onları bir ticaret anlaşmasına varmaya çalışan üst düzey iki eyalet görevlisine benzetti. Buna hiçbir anlam veremeyen Danny tekrar yolda biriken arabalara, pankartlı manyaklara, onlara doğru yürümekte olan kadınlarla adamlara döndü.
Beyaz keçi sakalıyla fıçı göğüslü, yetmiş bir yaşındaki Hoover Dalrymple, Pam’in önünde dikilerek ellerinden alınamaz haklarını talep etmeye başladı. Danny, adamın ismini hatırlıyordu, çünkü Dalrymple altı ay kadar önce Nelson Oteli’nde bir kavgaya karışmıştı. Şimdi de tüm öfkesiyle karşılarına dikilmiş, intikamını almaya çalışıyordu. “Ortağınla konuşmayacağım,” diye avaz avaz bağırıyordu. “Ve onun söylediği hiçbir şeyi dinlemeyeceğim, çünkü ortağın bu toplumu oluşturan bireylerin haklarını umursamıyor.”
Danny, bir Subaru kullanan siyah tişörtlü, asık suratlı genci, La Riviere’den gelen bir Corvette’i ve ağzı son derece bozuk olan çok çarpıcı güzelce bir kadını uzaklaştırdı. Tüm bu insanlar nereden çıkmıştı böyle? Hoover Calrymple dışında hiçbirini tanımıyordu. Önünde yığılan kalabalığın çoğunun kasaba dışından olduklarını düşündü.
Pam’e yardım etme niyetiyle o tarafa yönelmişti ki, omzunda bir el ilişti ve arkasına döndüğünde Dale Gilbertson’un Beezer St. Pierre ile yan yana durduğunu gördü. Diğer dört iriyarı adam, onların bir iki metre gerisinden Mouse, diye çağırdıkları, gövdesi neredeyse bir saman balyası genişliğinde olan adam, Dale ile göz göze geldi ve sırıttı.
“Ne yapıyorsunuz?” diye sordu Danny.
“Sakin ol,” dedi Dale. “Bay St. Pierre’in dostları kalabalığı kontrol altıncı tutma çabalarımıza katkıda bulunmak için gönüllü oldular ve bence yapacakları yardım bizim işimize çok yarayacak.”
Danny, gözucuyla Neary ikizlerinin kalabalıktan sıyrılıp öne çıktığını gördü ve onları durdurmak için bir elini kaldırdı. “Bundan ne kazançları olacak?”
“Bilgi,” dedi şef. “Tamam çocuklar, haydi iş başına.”
Beezer’ın arkadaşları birbirlerinden ayrılarak birikmiş güruha yaklaştılar Şef, ona önce inanmazca bakan, sonra başını sallayan Pam’in arkasına geriledi. Mouse, Hoover Dalrymple’a dönerek, “Bana verilen yetkiye dayanarak buradan def olup gitmeni istiyorum, Hoover,” diye hırladı. Yaşlı adam, büyük bir süratle gözden kayboldu. Daha birkaç saniye önce orada durduğuna inanmak güçtü.
Ekibin diğer üyeleri de öfkeli ve meraklı kalabalık üzerinde benzer etkiler uyandırdılar. Danny, sürekli tacize maruz kaldıklarında soğukkanlılıklarını koruyabileceklerini umut etti. Kendini kontrol altında tutma ve artan öfkesi arasında, bıçak sırtında bir Cehennem Meleği gibi görünen yüz elli kiloluk bir adam, asi kalabalık üzerinde mucizevi etkilere yol açmıştı. Yıldırım Beşli’nin Danny’nin en yakınındaki üyesi, Floyd ve Frank Neary kardeşleri uzaklaştırdı; bunun için yumruğunu havaya kaldırması yeterli olmuştu, ikizler arabalarına doğru yürürken, onları def eden adam Danny’ye bakarak göz kırptı ve kendini Kaiser Bill olarak tanıttı. Beezer’ın dostu, kalabalığı kontrol etme işinden hoşlanmış görünüyordu, asık suratında her an geniş bir gülümseme belirecek gibiydi ama bunun yanında hâlâ çok kızgın olduğu da belli oluyordu.
“Diğerleri kim?” diye sordu Danny.
Kaiser Bill, kalabalığı Danny’nin sağına doğru gerileten Doc ve Sonny’yi tanıttı.
“Bunu neden yapıyorsunuz?”
Kaiser Bill, başını, suratı Danny’ninkinden birkaç santim uzakta kalacak kadar eğdi. Bir boğayla yüzleşmek gibiydi, iri vücudundan ve kıllarla kaplı derisinden sıcaklık ve öfke yayılıyordu. Danny, adamın burun deliklerinden hava çıkardığını görürse hiç şaşırmayacaktı. Bir gözbebeği diğerine oranla küçüktü, gözlerinin aklarını karmaşık, kırmızı, patlayıcı teller sarmıştı. “Neden mi? Ne için mi yapıyoruz. Bu son derece açık değil mi, Memur Tcheda?”
“Affedersin,” diye mırıldandı Danny. Elbette. Dale’in bu canavarları konanında tutabileceğini umdu. Kaiser Bill’in, geri çekilmekte gecikmiş aptal gencin eski Mustang’ini oyuncak bir arabaymış gibi sarsmasını izlerken motosikletlilerin ellerinde kırıcı aletler olmamasına şükretti.
Geri çekilen Mustang’in ardında bıraktığı boşluğa bir polis arabası girdi Kaiser Bili ile Danny’ye doğru ilerledi. Kalabalığın arasından geçerken koluz bir tişört ve Capri pantolon giymiş bir kadın eliyle arabanın camlarına vuruyordu. Danny’nin yanına vardıklarında, yarım gün çalışan iki memur, Bob Holtz ve Paul Nestler dışarı çıktılar, Kaiser’a ağızları açık bir şekilde şaşkınca baktıktan sonra Pam ve ikisine yardıma ihtiyaçları olup olmadığını sordular. “Gidip şefle konuşun,” dedi Danny yapmaması gerektiği halde. Holtz ve Nestler iyi çocuklardı, ama emir komuta zincirini ve daha birçok kuralı öğrenmeleri gerekiyordu.
Yaklaşık bir buçuk dakika sonra Bobby Dulac ve Dit Jesperson göründü. Motosikletliler kalabalığı iki yana doğru püskürtürken Danny ve Pam yeni gelen iki polise geçmelerini işaret ettiler, itişme kakışmalar arasından öfkeli haykırışlar yükseliyordu. Danny’ye saatlerdir oradaymışlar gibi geliyordu. Kollarını geniş yaylar çizecek şekilde havada savuran Sonny, elinden geleni yapmaya çalışan Pam’in yanına vardı. Mouse ve Doc da gelip ön safta yerlerini aldılar. Burnundan kan sızan ve sakalının bir bölümü bunun sonucunda oluşmuş kırmızı lekeyle koyulaşmış olan Kaiser, hızla gelip Danny’nin yanında durdu.
Tam o sırada kalabalık slogan atmaya başladı. “KARARLIYIZ, GİTMİYORUZ! KARARLIYIZ, GİTMİYORUZ!” Holtz ve Nestler destek olmak için geri dönmüşlerdi. Kararlıyız, gitmiyoruz mu? diye düşündü Danny. Bu, Vietnam Savaş’ı için söylenmemiş miydi?
Polis sirenini hayal meyal fark eden Danny, Mouse’un kalabalığa doğru atılıp ilk üç kişiyi devirdiğini gördü. Doc başını çok tanıdık gelen bir Oldsmobile’in açık penceresine doğru uzatmış, direksiyondaki ufak tefek, saçları dökülmüş adama ne halt yemeye çalıştığını soruyordu. “Doc, rahat bırak onu,” dedi Danny ama siren sesi tam o anda yükselip sözlerini boğdu.
Olds’un direksiyonundaki ufak tefek adam, kendi halinde bir matematik öğretmenine ya da alt düzey bir kamu çalışanına benziyordu, ama bir gladyatörün kararlılığına sahipti. Bu adam, Danny’nin eski Pazar okulu öğretmeni Rahip Lance Hovdahl’di.
“Yardımcı olabileceğimi düşündüm,” dedi rahip.
“Ne diyorsun? Bu gürültüde seni duyamıyorum. Biraz daha yana çeksem iyi olacak!” dedi Doc. Koca ellerini arabada oturan adamın yakasına doğru uzattı. Tam o sırada siren sesi tekrar yükseldi ve bir eyalet polisi arabası kalabalığın arasında belirdi.
“Doc, sakin ol, DUR!” diye bağırdı Danny. Eyalet polisi armalı arabanın içindeki Brown ve Black’in, bir rahibi arabasının camından dışarı çekmek üzere olan neredeyse boz ayı iriliğindeki sakallı adamı izleyebilmek için boyunlarını uzattıklarını görmüştü. Arkalarından bir başka sürpriz yaklaşıyordu: Arnold Hrabowski, yani Çılgın Macar, kullandığı Pontiac’ın ön camının gerisinden şaşkınca bakıyordu. Etrafındaki kargaşanın onu dehşete düşürmüş olduğu belliydi.
Şeridin sonu artık savaş alanına dönmüştü. Danny sesi giderek yükselen kalabalığın arasına daldı ve birkaç kişiyi iterek Doc’ın ve sarsılmış ama neyse ki yaralanmamış görünen eski pazar okulu öğretmeninin olduğu yere vardı. “Danny, çok şükür,” dedi rahip. “Seni burada gördüğüme gerçekten çok memnun oldum.”
Doc ters ters ikisine baktı. “Tanışıyor muydunuz?”
“Rahip Hovdahl, bu Doc,” dedi Danny. “Doc, bu Rahip Hovdahl, Mount Hebron Kilisesi’nin papazı.”
“Hay Allah,” diyen Doc ufak tefek adama çeki düzen vermek istercesine buruşmuş giysilerini düzeltmeye çalıştı. “Üzgünüm, rahip. Umarım sizi incitmemişimdir.”
Eyalet polisleri ve Çılgın Macar sonunda kalabalığın arasından sıyrılmayı başarmışlardı. Gürültü seviyesi biraz düşmüştü. Beezer’ın arkadaşları öyle ya da böyle, karşı tarafın en yaygaracı üyelerini susturabilmişlerdi.
“Şansıma, pencere benden geniş,” dedi rahip.
“Belki bir gün sizinle sohbet etmeye gelirim,” dedi Doc. “Son günlerde birinci yüzyılda Hıristiyanlık üzerine çok okudum. Bilirsiniz, Geza Vermes, John Dominic Crossan, Pauia Frederiksen, o tür şeyler. Sizinle birkaç fikir alışverişinde bulunmak isterdim.”
Rahip Hovdahl her ne söyleyecekse, Ed’in Abur Cuburları’nın yıkıntılarının olduğu taraftan kopan gürültü arasında kaybolup gitti. Danny’nin ensesin-deki tüyleri diken diken eden, kulağa bir insana ait değilmiş gibi gelen tiz bir çığlığı yükseldi. Sanki Yıldırım Beşli’den bin kat daha tehlikeli kaçıklar kili altında tutuldukları yerden kaçmışlar, ortalığa dehşet salıyor, terör estiriyorlardı. Hey, millet! Neler oluyordu orada?” diyen Dulac, soğukkanlılığını korumakta güçlük çekerek gözlerini önce Dale’e, sonra Jack’e dikti. Sesi sertleşti. “Bu bok gerçek mi? Hey çocuklar! “
Dale yumruğunu ağzına götürüp hafifçe öksürdü ve omuz silkti. “Onu bulmamızı istemiş.”
“Eh, elbette öyle,” dedi Jack. “Buraya gelmemizi söyledi.”
“Ama bunu neden yapmış olabilir?” diye sordu Bobby.
“Yaptıklarıyla gurur duyuyor.” Jack’in hafızasının derinliklerinden çirkin, kötülük dolu bir ses yükseldi. Bu işe karışma. Benimle uğraşırsan bağırsaklarını Racine’den La Riviere’a kadar uzatırım. Kimin sesiydi bu? Kendi ikna olmuşluğu dışında bunu kanıtlayacak hiçbir delil yoktu ama Jack, bu sesin sahibini bulduğunda Balıkçı’yı da bulacağını biliyordu. Ama sesin kime ait olduğunu çıkaramıyordu; Jack Sawyer’ın o an tek yapabildiği, yıkılmaya yüz tutmuş bu binayı kaplayan leş kokusundan çok daha beterini hatırlamaktı... bir başka dünyanın güneybatısından yayılan iğrenç bir kokuyu. Onun kaynağı da Balıkçı ya da o dünyada her ne ise oydu.
Los Angeles Polis Teşkilatı’nın eski yükselen yıldızına yaraşacak bir fikir kafasında canlandı. “Dale, bence kaydedilen 911 konuşmasını Henry’ye dinletmelisin.”
“Anlamadım. Ne için?”
“Henry’nin kulakları, yarasaların bile duyamadıklarını yakalayabilir. Sesin sahibini tanımasa da adam hakkında şu an bildiklerimizden yüz kat fazla bilgi ortaya çıkarabilir.”
“Eh, Henry Enişte’nin bir kez duyduğu sesi bir daha asla unutmadığı doğru. Tamam, haydi çıkalım buradan. Adli tıp görevlileri ve kanıt arabasının buraya gelmesi an meselesi.”
İki adamı takip eden Jack, Tyler Marshall’ın Brewers şapkasını ve onu bulduğu yeri düşündü- hayatının yarısından fazlasını, varlığını inkâr etmekle geçirdiği ve o sabah geri dönmenin şokunu hâlâ üzerinde hissettiği yeri. Balıkçı, şapkası onun için, sözünü ilk kez altı yaşındayken duyduğu Ötedünya’da bırakmıştı-Jack altı yaşındayken Babacık kornayı çalmıştı. Her şey, yaşadığı o olağanüstü serüvenin anıları, istediği için değil, mecbur olduğu için Jack’in hafızasının derinliklerinden yüzeye çıkıyordu: dışındaki güçler sanki yakasına yapışmış, diledikleri yere doğru sürüklüyorlardı. Kendi geçmişine doğru! Evet, Balıkçı yaptıklarıyla gurur duyuyor, onlarla alay ediyordu -bu gerçek öylesine göz önündeydi ki üç adam da bunu ayrıca dile getirmeye gerek görmemişti- ama aslında Balıkçı, sadece Ötedünya’yı görmüş olan Jack Sawyer’a olta atıyordu. Ve en doğruysa, ki öyle olması gerekiyordu, o halde...
...Ötedünya ve içerdiklerinin bir şekilde bu korkunç cinayetlerle ilgisi olması gerekirdi ve Jack, o an henüz kavrayamadığı inanılmaz boyutta son bulan bir senaryonun içine itilmişti. Kule. Kirişler. Annesinin el yazısıyla yazdığı notta çöken bir Kule ve kırılan Kirişler’den bahsediliyordu; bunlar her ne anlama geliyorlardı bilmiyordu ama, bulmacanın parçalarıydılar, ayrıca Jack Tyler Marshall’ın hâlâ hayatta olduğundan ve diğer dünyada bir deliğe tıktığından emindi. Tüm bunları başkalarıyla, Henry’yle bile paylaşamamak, kendini çok yalnız hissetmesine neden oluyordu.
Jack’in daldığı derin düşünceler, ön tarafta kopan gürültü ve kargaşayla buharlaşıp yok oldu. Ulumalar, bağırış çağırış ve koşan ayak sesleriyle bir kovboy filmindeki kızılderili saldırısı Ed’in yerinin önünde hayata geçmiş gibiydi. Bir kadın, Jack’in birkaç dakika önce duyar gibi olduğu siren sesiyle boy ölçüşebilecek kadar şiddetli çığlıklar atıyordu. Dale, “Tanrım,” diye mırıldandı ve koşmaya başladı. Bobby ve Jack onu takip ettiler.
Dışarıda, keçileri kaçırmış gibi görünen yaklaşık yarım düzine insan, Ed’in yerinin önünden anayola varan yabani otlarla kaplı yol üzerinde koşuşturuyordu. Hâlâ bir tepki gösteremeyecek kadar şok içinde olan Dit Jesperson ve Beezer, kaçıkların ileri geri koşmalarını seyrediyorlardı. Aniden ortaya çıkan bu insanlar, inanılmayacak kadar çok gürültü yapıyorlardı. Bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu, “BALIKÇIYI GEBERTİN! ÖLDÜRÜN O KAHROLASI PİÇİ!” Bir diğeri, “KANUN, DÜZEN VE BEDAVA BİRA İSTİYORUZ!” diye haykırıyordu. Üzerine giydiği kısa bluz ve kot şort için fazla yaşlı olan bir kadın ciğerlerinin tüm kapasitesini kullanarak çığlık atıyor, kollarını havada savurarak bir o tarafa, bir bu tarafa koşuyordu. Hepsinin de arsızca sırıtması, önceden planlanmış aptalca bir oyunun parçası olduklarını işaret ediyordu. Çok eğleniyor gibi görünüyorlardı.
Eyalet polisinin arabası, hemen kuyruğunda Çılgın Macar’ın kullandığı Pontiac olduğu halde anayoldan Ed’in yerine doğru döndü. Kargaşanın ortasında kalan Henry Leyden, kendi kendine başını sallayıp gülümsüyordu.
Dale’in bir adamın peşine düştüğünü gören şişko Dit Jesperson harekete geçti ve Nelson Oteli’nde bir gece geç saatte kendisini reddettiğinden beri gizliden gizliye kin güttüğü Doodles Sanger’ı gördü. Dale’in kovaladığı kırık uzun boylu herifi, Teddy Runkleman’ı da tanımıştı. Freddy Saknes daha iyi biliyordu Freddy’nin ondan daha hızlı ve çevik olduğu gün gibi ortadaydı, ayrıca içinde, ona dokunmaya kalkarsa yaklaşık sekiz saat sonra başına bir şey gelecekmiş gibi bir his vardı. Bobby Dulac, sıska bir sırt çantalının peşine düşmüştü. Bunun üzerine Dit, Doodles’ı gözüne kestirdi. Onu yabani otların arasına yatırıp altı yıl önce Nelson Oteli’nin pis barında söylediklerinin bedelini ödetmek için can atıyordu. (French Landing’in yaklaşık bir düzine hatırı sayılır siması önünde Dit’i, o zamanın şefinin paytak paytak yürüyen kırma köpeği Tubby ile kıyaslamıştı.)
Doodles ile göz göze geldiklerinde, kadın bir anlığına etrafta hoplayıp zıplamayı keserek yerinde durdu ve iki elini ona doğru uzatarak parmaklarıyla gelip yakalaması için cesaretlendiren bir hareket yaptı. Dit ona doğru bir hamle yaptı, ama Doodles’ın az önce durduğu yere vardığında kadın iki metre sağa kaçmış, bir basketbol oyuncusu gibi bacaklarının üzerinde yaylanıyordu. “Tubby-Tubby,” dedi Doodles. “Gel de yakala, Tub-Tub.” Dit gözlerini karartan bir öfke dalgasıyla yine ona doğru bir hamle yaptı, ama ıskaladı ve neredeyse dengesini kaybediyordu. Doodles alaycı bir kahkaha atarak birkaç metre daha uzaklaşmış, eğlenerek onu izliyordu. Dit buna bir anlam verememişti... Doodles neden kaçıp olay yerinden uzaklaşmaya çalışmıyordu? Sanki yakalanmak istiyor ama önce zaman kazanmaya çalışıyordu.
Hedefi sadece birkaç santimetre ile elinden kaçırdığı ciddi bir hamleden sonra Dit Jesperson, yüzünden akan teri sildi ve etrafını kontrol etti. Bobby Dulac sıska adamın bileklerine kelepçeleri takıyordu ama Dale ve Hollywood Sawyer, onun kadar başarılı değillerdi. Teddy Runkleman ve Freddy Saknessum, ahmakça kıkırdayıp yüksek sesle saçma sapan sloganlar atarak zikzaklar çiziyor, takipçilerine yakalanmamaya çalışıyorlardı. Bu gecekondu tiplerinin hepsi nasıl böyle çevik olabiliyordu? Dit, Runkleman ve Saknessum gibi sürüngenlerin çabuk hareket etme konusunda normal vatandaşlardan daha antrenmanlı olduklarını düşündü.
Doodles, kahkahalar atıp hoplayarak hızla yanından geçti. Omzu üzerinden baktığında Hollywood’un sonunda Freddy’yi yakalayıp beline sarılarak yere savurduğunu gördü.
“Hey, kaba kuvvete başvurmak zorunda değildin,” dedi Sakne. Sonra gözlerini ileride bir noktaya çevirdi ve kaşlarını kaldırarak başım salı “Hey, Runks.”
Onu duyan Teddy Runkleman, az önce Freddy’nin baktığı noktaya kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra kaçmayı bırakıp olduğu yerde durdu. “Hayrola, benzinin mi bitti?” diye sordu şef.
“Parti sona erdi,” dedi Runkleman. “Hey, biz sadece biraz eğlenmeye çalışıyorduk, anlarsınız ya?”
“Ama Runksie, ben biraz daha oynamak istiyordum,” dedi Doodles olduğu yerde dans etmeye başlayarak. O anda Beezer St. Pierre, dağ gibi vücuduyla Dit ve kadının arasında bitti. Rampa çıkan bir kamyon gibi gürleyerek bir adım ilerledi. Doodles zıplayarak gerilemeye çalıştı ama Beezer dev gibi kollarıyla onu sararak ayaklarını yerden kesti ve şefe götürdü.
“Beezie, artık beni sevmiyor musun?” diye sordu Doodles.
Beezer tiksinti belirten bir homurtuyla kadını şefin önünde bıraktı. Ondan daha da tiksinmiş görünen iki eyalet polisi, Perry Brown ve Jeff Black, geride duruyor, olan biteni izliyorlardı. Dit’in aklından geçenler kelimelere dökülecek olsaydı ortaya şöyle bir sonuç çıkardı: Kingsland Birası’nı bu adam üretiyorsa hiç boş bir herif olmamalı, çünkü Kingsland gerçekten çok iyi bira. Şefe bakın! Kanı beynine öyle sıçramış ki, davayı elimizden kaybetmek üzere olduğumuzu göremiyor.
“EĞLENİYOR muydunuz?” diye gürledi şef. “NEYİNİZ var sizin, aptallar? İçeride yatan zavallı küçük kıza hiç saygınız yok mu?”
Eyalet polisleri yetkiyi devralmak için öne çıktıklarında Dit, Beezer’ın bir an için şaşkınlıkla kaskatı kesildiğini, sonra elinden geldiğince dikkat çekmemeye çalışarak gruptan yavaşça uzaklaştığını gördü. Dit Jesperson’dan başka hiç kimse ona dikkat etmiyordu. Dev motosikletli üzerine düşeni yapmış, görevi artık sona ermişti. Brown ve Black’in arkasında yarı yarıya gizlenmiş duran Arnold Hrabowski ellerini ceplerine soktu, omuzlarını çökertti ve Dit’e yüzünde utanç dolu bir özür ifadesiyle baktı. Dit anlayamamıştı. Çılgın Macar neden kendini suçlu hissediyor olabilirdi? Olay yerine daha yeni gelmişti. Dit bakışlarını tekrar kararlı bir şekilde harabenin yan tarafına doğru ilerleyen Beezer’a çevirdi ve -sürpriz, sürpriz!- herkesin en iyi dostu ve sevgili gazetecisi Bay Wendell Green paniğe kapılmış görünüyordu. Bilin bakalım az önceki kargaşada kimin parmağı varmış, diye düşündü Dit.
Beezer, Ayı Kız gibi zeki ve ağırbaşlı kadınlardan hoşlanırdı; Doodles gibi beyinlilere hiç katlanamazdı. Uzanıp yumuşak, yapay ipeğe bürünmüş kollarından tuttu ve kıvranan kadını oyuncak bir bebekmişçesine yakaladı. “Beezie, artık beni sevmiyor musun?” diye mızıldandı Doodles.
Geri zekâlı yaratığı Dale Gilbertson’un önünde yere bıraktı. Dale sonunda ortalığı velveleye veren dört yetişkin ahmağa patladığında, Freddy’nin Runksie’yi ve verdiği işareti hatırladı ve şefin omzu üzerinden yıkıntı binanın ön tarafına baktı. - Çürüyen gri girişin solunda duran Wendell Green, fotoğraf makinesini önündeki gruba çevirmiş, eğilip uzanarak, ağırlığını bir ayağından ötekine geçirerek ardı ardına deklanşöre basıyordu. Beezer’ın dosdoğru ona baktığını objektifinden görünce makinesini indirip doğruldu. Yüzünde küçük, yılışık bir gülümseme belirdi.
Dostları ilə paylaş: |