“Ama...”
“Telefonu kapatın, bayım. Yapılacak çok işim var.” Sarah elini kocasının omzuna koymuştu. Dale serbest elini onunkinin üzerine koydu. Hattan kulağına yüksek bir klik sesi geldi. “Bobby, hatta mısın?”
“Buradayım, şef. Debbi ve Dit de yanımda. Oh, Ernie de şimdi içeri girdi.” Sesini alçalttı. “Yanında motosikletli adamlardan biri var. Doc, diye çağırdıkları.”
Dale öfkeyle düşündü. Ernie, Debbi, Dit ve Bobby: hepsi üniformaları olmalıydı. Bu, aklından geçenler için uygun değildi. Ani bir karara vararak, “Telefonu serseriye ver,” dedi.
“Ne?”
“Dediğimi duydun.”
Az sonra Doc Amberson ile konuşuyordu. “Armand St. Pierre’in küçük kızını öldüren orospu çocuğunu yakalamak için yapılacak baskına yetişmek istiyor musun?”
“Hem de nasıl.” Adamın sesinde kararsızlığın esamesi okunmuyordu
“Pekâlâ: soru sorma ve söylediklerimi tekrarlattırma.”
“Dinliyorum,” dedi Doc sertçe.
“Memur Dulac’a söyle, kanıt deposunda duran, keş uyuşturucu satıcının üzerinde bulduğumuz mavi cep telefonunu sana versin. Hangisinden bahsettiğimi anlayacaktır.” Dale o telefonu kullanan kişinin numarasının görülmeyeceğini ve tespit edilemeyeceğini biliyordu, bu da tam istediğine uyguna Sonuçta, bu davayla herhangi bir ilgisinin olmaması gerekiyordu.
“Mavi cep telefonu.”
“Sonra yürüyerek Nelson Oteli’nin yanındaki Lucky’nin Tavernası’na gidip-”
“Motosikletimle...”
“Hayır. Yürü. İçeri gir. Bir piyango bileti al. Yetmiş yaşlarında, uzun boylu kır saçlı, zayıf, haki pantolonlu ve belki haki gömlekli bir adama bakınacaksın. Büyük ihtimalle yalnız olacak. En sevdiği yer, otomatik pikap ve tuvaletlere giden kısa koridorun arasında duran masa. Eğer oradaysa karakolu ara. 911’i tuşlaman yeter. Hepsini anladın mı?”
“Evet.”
“Şimdi git. Haberini bekliyorum, Doktor.”
Doc veda etmeye bile gerek görmeden telefonu Bobby’ye geri uzatmıştı. “Ne yapacağız, Dale?” diye sordu Bobby.
“Oradaysa, o piç kurusunu yakalayacağız,” dedi Dale. Hâlâ kontrollüydü, ama kalp atışlarının giderek hızlandığını hissedebiliyordu, adrenalin seviyesi artıyordu. Dünya, ilk cinayetten beri hiç olmadığı kadar parlak, önünde duruyordu. Karısının omzundaki elinin her parmağını ayrı ayrı hissedebiliyordu. Makyaj malzemelerinin ve saç spreyinin kokusunu alabiliyordu. “Tom Lund’ı çağır. Ve üç Kevlar yelek çıkar.” Bir süre düşündü. “Dört olsun.”
“Hollywood’u mu arayacaksın?”
“Evet,” dedi Dale. “Ama onu beklemeyeceğiz.” Bunu söyledikten sonra telefonu kapattı. Ok gibi yerinden fırlama isteğini bastırmak için birkaç saniye olduğu yerde kıpırdamadan durdu. Derin bir nefes aldı. Verdi. Tekrar aldı.
Sarah kocasının ellerini tutup sıktı. “Dikkatli ol.”
“Olacağım,” dedi Dale. “Bundan emin olabilirsin.” Kapıya yöneldi.
“Ya Jack?”
“onu arabadan arar,haber veririm,” dedi Dale hiç yavaşlamadan. “Tanrı yanımızda olursa o daha yarı yola varmadan biz adamı yakalayıp içeri tıkmış oluruz.”
Doc beş dakika sonra Lucky’nin barında ayakta duruyor, Trace Adler’ın söylediği “I Left Something Turned On at Home”• adlı şarkıyı dinliyor, bir kazı kazan kartını tırnağıyla kazıyordu. Gerçekten de kazanmıştı –on dolar- ama Doc’ın dikkatinin çoğu, otomatik pikabın yanındaki adama odaklanmıştı. Fark ettirmeden onu izliyordu.
Aradığı adam, köşedeki masada, önünde bir tabak spagetti (sosu, bundan akan kan gibi kıpkırmızıydı) ve elinin altında bir şişe birayla oturuyordu- sandalyedeyken bile uzun boylu olduğu belli oluyordu, zayıftı, av köpeğini andıran suratındaki çizgiler iyice derinleşmişti, kır saçları düzenli bir şekilde □eriye doğru taranmıştı. Doc adamın gömleğini göremiyordu, çünkü yakasına, göbeğine doğru sarkan büyükçe bir peçete tıkıştırmıştı, ama masanın altından uzattığı bacağından, üzerine giydiği haki pantolonunun paçasını görebiliyordu.
Doc, Amy’yi öldüren bebek katili kusmuğun bu adam olduğundan emin olsa, hemen o an bir vatandaşa düşen tutuklamayı -hem de oldukça şiddetli olanını- yapardı. Polisleri ve hakları okuma saçmalığını umursamazdı. Ama belki adam sadece bir şahit, bir suç ortağı ya da başka bir şeydi.
Barmenden on papelini aldı, bira teklifini geri çevirdi ve tekrar dışarı, sisin içine çıktı. Yokuş yukarı on adım yürüdükten sonra cep telefonunu çıkardı ve 911’i tuşladı. Bu kez Debbi cevap verdi.
“Adam orada,” dedi Doc. “Şimdi ne olacak?”
“Telefonu geri getir,” dedikten sonra Debbi hemen telefonu kapattı.
“Eh, sen de sağ ol, kuş beyinli,” dedi Doc sakince. Ama uslu bir çocuk olacak, onların kurallarıyla oynayacaktı. Sadece önce...
Mavi telefonda bir başka numarayı tuşladı (telefon, hikâyemizden sonsuza dek çıkmadan önce bir kez daha kullanılacaktı) bu kez Ayı Kız cevap verdi. ‘Telefona onu çağır, tatlım,” dedi Beezer’ın Sand Bar’a gittiğini söylemeyeceğini umarak. Beez oraya tek başına giderse bu, bir şeyin peşinde olduğu anlamına gelirdi. Kötü bir şeyin.
Ama kısa bir süre sonra Beezer’ın sesi duyuldu, ağlıyormuş gibi boğuktu. “Evet? Ne var?”
“O koca kıçını kaldır, çocukları toparla ve karakolun otoparkına bak” dedi Doc. “Yüzde yüz emin değilim ama orospu çocuğunu enselemeye hazırlanıyor olabilirler. Hatta onu görmüş bile olabi...”
Doc, telefonu kulağından çekip KAPAT düğmesine basmadan gitmişti bile. Sisin içinde durup French Landing Polis Teşkilatı’nın bulanıklarına bakarak Beezer ve diğer çocuklara neden Lucky’nin Tavernasının ne gelmelerini söylemediğini düşündü. Galiba cevabı biliyordu. Beezer o v adama polislerden önce ulaşacak olursa, spagetti, adamın boğazından geçen son yemek olurdu.
Belki beklemek daha iyiydi.
Bekleyip görmek.
Herman Caddesi’nde hafif bir grilikten fazlası yoktu, ama Dale şehir merkezine döner dönmez sis yoğunlaşmıştı. Park lambalarını yaktı ama yeterli gelmemişti. Kısa farlarını yaktı ve ardından Jack’i aradı. Telesekretere kaydedilmiş sesi duydu, hattı kapattı ve Henry Enişte’nin numarasını çevirdi. Henry hemen cevap verdi. Dale, arka planda uluyan tiz sesli gitarı ve birinin ardı ardına, “Köpeğimi geri ver!” diye boğazını yırtarcasına bağırdığını duyabiliyordu.
“Evet, az önce geldi,” dedi Henry sorusuna karşılık olarak. “Şu an akşamımızın müzik ziyafeti aşamasındayız. Daha sonra sırada edebiyat var. Kasvetli Ev’de çok kritik bir noktaya geldik -Chesney Wold, Hayaletin Yürüyüşü, Bayan Rouncewell, tüm onlar- yani arama sebebin çok acil değilse...”
“Acil. Telefonu ona ver, Henry Enişte.”
Henry içini çekti. “Anlaşıldı, mon capitaine.”
Dale, Jack’e kısaca olanları anlattı ve o da hemen geleceğini söyledi. Bu iyiydi ama French Landing’in polis şefi, arkadaşının bazı tepkilerini birazcık kafa karıştırıcı bulmuştu. Hayır, Jack oraya gidene kadar Dale’in tutuklamayı bekletmesini istemiyordu. Sorması ve Jack için bir Kevler çelik yelek (Reagan yıllarında French Landing Polis Teşkilatı ve diğer binlerce küçük polis teşkilatı adeta bu türden malzeme yağmuruna tutulmuşlardı) ayırması çok düşünceli davranışlardı ama Jack, Dale ve adamlarının George Potter’ı tutuklarken pek bir sorunla karşılaşacaklarını sanmıyordu.
İşin aslı, Jack Sawyer, George Potter ile pek az ilgilenmiş görünüyordu. Büyük olasılıkla orijinal olan korkunç fotoğraflar da onu çok heyecanlandırmamıştı; Railsback, Johnny Irkenham’ın sarı Kiwanis Küçükler Ligi tişörtünü tanımıştı halbuki bu ayrıntı daha önce basına bildirilmemişti. Mide bulandırıcı Wendell Green bile bu ayrıntıyı bilmiyordu.
Jack’in sorduğu -bir değil, pek çok kez-, Andy Railsback’in koridorda gördüğü adamdı.
Dona kalmıştı Dale. “Tanrım, Jack, ne önemi var ki? Dinle, artık kapatmam gerek.”
“Mavi bornoz, tek terlik, tüm bildiğim bu!” diye sonunda kabullenmek zorunda.
“Ding-dong,” dedi Jack ve ahizeyi yerine koydu. Da|e sisli otoparka girdi. Ernie Therriault ve Doc denilen motosikletli biracının arka kapının yanında ayakta durmuş, konuştuklarını gördü. Biriken siste birer gölgeden farksızdılar.
Jack ile yaptığı konuşmadan beri kendini çok huzursuz hissediyordu, sanki tamamen gözden kaçırdığı (ve bu da imkânsız değildi) çok büyük ipuçları ve işaretler vardı. Ama hangi ipuçları? Tanrı aşkına, ne işareti? Ve şimdi de hissettiği huzursuzluğa güceniklik eklendi. Belki Jack Sawyer gibi çok güçlü Lucas Davenport tipleri, ayan beyan ortada olana inanmakta güçlük çekiyorlardı, sorun buydu. Belki havlamayan köpek, onun gibi adamların ilgisini daha çok cezbediyordu.
Ses, siste daha iyi ilerliyordu, karakolun arka kapısına varmak üzere olan Dale, nehir kenarında Nailhouse Row’da çalıştırılan motosikletlerin gürültüsünü duydu.
“Dale,” dedi Ernie. Sonra bu, sıradan bir akşammış gibi başıyla selam verdi.
“Hey, şef,” diye araya girdi Doc. Dale’e Pall Mall ya da Chesterfield gibi görünen filtresiz bir sigara içiyordu. Ne doktor ama, diye düşündü. “Fikrimi belirtmeme izin verebilirseniz,” diye devam etti Doc. “Bu yörede çok güzel bir akşam yaşanmakta olduğunu söylemek istiyorum. Sizce de öyle değil mi?”
“Onlara sen haber verdin,” dedi Dale başıyla gürleyen motosikletlerin yaklaştığı yönü işaret ederek, iki çift far, otoparkı aydınlattı. Dale, ilk arabanın direksiyonunda Tom Lund’ın olduğunu gördü. İkincisiyse çok büyük ihtimalle Danny Tcheda’ya aitti. Birlikler bir kez daha toplanıyordu. Bu kez işi ellerine yüzlerine bulaştırıp mahvetmeselerdi bari. Yapmasalar iyi olurdu. Bu kez kaybedecekleri daha çok şey olabilirdi.
“Şey, bu konuda kesin bir yorum yapamayacağım,” dedi Doc. “Ama şunu sorayım, sizin dostlarınız olsalardı, siz ne yapardınız?”
“Aynı lanet şeyi,” diyen Dale içeri girdi.
Henry Leyden bir kez daha kamyonetin yolcu koltuğunda sessizce duruyordu. Bu gece, açık yakalı beyaz bir gömlek ve şık mavi bir pantolon giymişti. Bir erkek manken gibi bakımlı, gümüş rengi saçları geriye doğru düzgünce taranmıştı. Sydney Carton giyotine giderken bu kadar soğukkanlı görünüyor muydu? Charles Dickens’ın hayalinde bile Jack bundan şüpheliydi
“Henry...”
“Biliyorum,” dedi Henry. “Çağrılana dek uslu bir çocuk gibi kamyoneti oturacağım.”
“Kapılar da kilitli olacak. Ve sakın anlaşıldı, mon capitaine, deme. Artık eskidi.”
“Olumlu nasıl?”
“Güzel.”
Sis, kasabaya yaklaştıkça yoğunlaşıyordu. Jack farların kuvvetini azalttı bu siste uzun farlar işe yaramıyordu. Konsoldaki saate baktı. 19:03. işler süratleniyordu. Buna memnundu. Jack Sawyer’ın kolay yoldan akıl sağlığını koruma reçetesinin ana fikri, “Çok çalış, az düşündü.
“Potter’ı hücreye attıklarında seni içeri alırım.”
“Bu konuda bir sorun yaşayacaklarını sanmıyorsun, değil mi?”
“Hayır,” dedi Jack. Sonra konuyu değiştirdi. “Beni o Slobberbone parçasıyla şaşırttın doğrusu.” Dinlediğine şarkı diyemiyordu, çünkü solist, sözlerin neredeyse tamamını avazı çıktığı kadar bağırarak söylüyordu. “Gayet iyiydi.”
“Parçayı güzelleştiren gitar,” dedi Henry, Jack’in kullandığı kelimeyi yakaladığını göstererek. “Şaşırtıcı derecede sofistike. Genelde umabileceğinin en iyisi ezgidedir.” Camı açtı, başını bir köpek gibi dışarı çıkardı, sonra tekrar ilk pozisyonuna döndü. Sesinde aynı sohbet havasıyla, “Bütün kasaba leş gibi kokuyor,” dedi.
“Sis yüzünden. Nehrin en berbat kokularını taşıyor.”
“Hayır,” dedi Henry sıradan bir tonla. “Bu ölüm. Kokusunu alıyorum ve sanırım sen de alıyorsun. Ama belki burnunla değil.”
“Evet, kokuyu alıyorum,” diye kabul etti Jack.
“Potter yanlış hedef.”
“Bence de öyle.”
“Ya Railsback’in gördüğü adam?”
“Railsback’in gördüğü adam çok büyük bir ihtimalle Balıkçı’ydı.”
Bir süre sessizce yollarına devam ettiler.
“Henry?”
“Olumlu.”
“En iyi parça hangisi? En iyi parça ve en iyi şarkı?” Henry biraz düşündü. “Bunun ne kadar kişisel bir soru olduğunun farkında mısın?”
“Evet.” Henry biraz daha düşündü. “Stardust”• belki. Hoagy Carmichael. Ya sence?”
Direksiyondaki adamın düşünceleri geçmişe, altı yaşında olduğu zamana kaydı. Babası ve Morgan Amca caz tutkunlarıydı; annesininse daha basit zevkleri vardı. Onun sonsuz bir Los Angeles yazında bir akşam, oturup pencereden bakıp sigara içerek aynı şarkıyı defalarca üst üste dinlediğini hatırlıyordu. Bu bayan kim, anne? diye sormuştu Jack. Patsy Cline, demişti annesi. Bir uçak kazasında öldü.
“Crazy Arms,”• dedi Jack. “Patsy Cline yorumu. Ralph Mooney ve Chuck Seals tarafından yazılmış. En iyi parça o. En iyi şarkı o.”
Henry yolun geri kalanında hiç konuşmadı. Jack ağlıyordu. Henry gözyaşlarının kokusunu alabiliyordu.
Bir politikacının ya da bir diğerinin söylemiş olduğu gibi, duruma daha geniş bir açıdan bakmaya karar verdik. Bunu yapmaya neredeyse mecbur kalmıştık, çünkü olaylar üst üste binmeye başlamıştı. Beezer ve Yıldırım Beşli’nin diğer üyeleri French Landing Polis Teşkilatı’nın Sumner Caddesi’ndeki otoparkına vardıklarında, Dale, Tom Lund ve Bobby Dulac polis otolarını -çelik yelekleriyle olduklarından daha iri görünüyorlardı- Lucky’nin Tavernası’nın önüne çift sıra park etmişlerdi. Arabaları caddeye bırakmışlardı, çünkü Dale, Potter’ın içeri mümkün olduğunca çabuk sokulabilmesi için arka kapının sonuna kadar rahatça açılabilmesini istiyordu. Dit Jesperson ve Danny Tcheda 314 numaralı odayı sarı POLİS HATTI bantlarıyla çevirmek üzere hemen yan taraftaki, Nelson Oteli’ndeydiler. O iş bittikten sonra görevleri, Andy Railsback ve Morty Fine’ı karakola götürmekti. Karakolda Ernie Therriault, olaya yine sonradan dahil olacak Wisconsin Eyalet Polisi memurları Brown ve Black’i arıyordu... ve bu konuda öfkelenmeleri kimsenin umurunda değildi. Sand Bar’da, cansız, donuk gözleriyle Tansy Freneau, otomatik pikabın fişini çekti ve Wallflowers’in şarkısını yarıda kesti. “Beni dinleyin!” diye kendisininkine benzemeyen bir sesle haykırdı. “Onu yakaladılar! Bebek katili orospu çocuğunu yakaladılar! ismi Potter! Gece yarısına kadar Madison’da olacak ve baskı yapmadığımız takdirde zeki bir avukat piç sayesinde pazartesiye kalmadan sokaklara sokaklara dönecek! KİM BU KONUDA BİR ŞEYLER YAPMAMA YARDIM ETMEK İSTER?” Bir anlık bir sessizlik oldu... ardından kalabalıktan bir kükreme yükseldi. Sand Bar’ın yarı kafayı bulmuş, yarı sarhoş müdavimleri, ne yapmak istediklerini çok iyi biliyorlardı. Bu arada, sis tarafından yavaşlatılmaya ramak kalmadan kasabaya varan Jack ve Henry, Doc’ın Fat Boy’unun arkasına düzgünce sıralanmış motosikletleriyle Yıldırım Beşli’nin hemen ardından karakolun otoparkına girdiler. Alan, hızla, çoğunlukla polislerin şahsi araçlarıyla doluyordu. Tutuklama haberi, kuru otlarda ilerleyen alevler gibi hızla yayılmıştı İçeride, Dale’in ekibinden biri -tam olarak hangisi olduğunu pek umursamadık- Doc’ın Lucky’nin Tavernası’nın hemen dışında kullanmış olduğu mavi cep telefonunu gördü. Telefonu aldı ve üzerinde KANIT DEPOSU yazan kapıdan bir dolaptan biraz büyükçe olan odaya girdi.
Wendell Green, Balıkçı olayı süresince kalmaya karar verdiği Oak Tree Inn’de somurtuyor, sarhoş olma yolunda ilerliyordu. Üç duble viskiye rağmen kamerayı çekip alan motosikletli piç yüzünden boynu ve Hollywood lakaplı piçinin yumruk attığı midesi hâlâ ağrıyordu. Ama en çok incinen yerleri gururu ve cüzdanıydı. Sawyer’ın delil gizlediği, bokun battaniyeye yapışması kadar kesindi. Wendell neredeyse Jack’in Balıkçı olduğuna inanacaktı... ama maki-nesindeki film elinden alınmışken bunları nasıl kanıtlayacaktı? Barmen ona bir telefon olduğunu söylediğinde adama neredeyse ahizeyi kıçına sokmasını söyleyecekti. Ama kahretsin ki o bir profesyoneldi, profesyonel bir haber atmacası, bu yüzden gidip telefona cevap verdi.
“Green,” diye hırladı.
“Merhaba, piç kurusu,” dedi mavi telefonu kullanan polis. Wendell henüz arayanın bir polis olduğunu bilmiyor, değerli içki vaktini çalan boşboğaz bir aptal olduğunu düşünüyordu. “Bir değişiklik yapıp iyi haberler basmak ister misin?”
“İyi haberler tiraj arttırmıyor, dostum.”
“Bu arttıracak. Adamı yakaladık.”
“Ne?” Üç dubleye rağmen Wendell Green, şu an dünyadaki en ayık insandı.
“Kekeledim mi?” Arayan kesinlikle onu iğneliyordu ama Wendell Green bunu umursamıyordu. “Balıkçı’yı yakaladık. Ne eyalet polisi soytarıları ne de FBI, biz yakaladık. İsmi George Potter. Yetmişli yaşlarının başında. Emekli olmuştu.
“Bu üç ölü çocuğun da Polaroid fotoğraflarını çekmiş. Acele edersen
Dale herifi içeri tıkarken birkaç resim çekebilirsin.”
“İYİ fikir -bu muhteşem olasılık-, Wendell Green’in kafasında bir havai fişek patladı. Böyle bir fotoğrafın değeri, küçük Irma’nın cesedinin fotoğrafından beş kat fazla olacaktı, çünkü bütün hatırı sayılır dergiler resmi isteyeceklerdi ve televizyon! Bir de şu vardı: Ya içeri alınırken biri adamı vuracak olursa
- Kasabanın ruh hali düşünüldüğünde bu hiç de küçümsenecek bir olasılık değildi- iki büklüm olmuş, midesini tutuyordu, can çekişirken ağzı sessiz bir çığlıkla açılıyordu.
“Kiminle konuşuyorum?” diye aniden sordu. “Kahrolası Dost, Aynasız,” dedi hattın ucundaki ses ve ardından telefonu kapattı.
Lucky’nin Tavernası’nda Patty Loveless, çevresindeki kalabalığa (Sand Bar’daki insanlardan daha yaşlı ve alkolsüz içeceklerle çok daha az ilgiliydiler) tatmin olamadığını traktörünün çekişinin zayıf olduğunu söylüyordu. George Potter spagettisini bitirmiş, peçetesini düzgünce katlamış (kırmızı sostan sadece bir damla bulaşmıştı) ve ciddi bir tavırla birasını içmeye koyulmuştu. Otomatik pikaba çok yakın oturduğundan, biri üniformalı üç silahlı ve çelik yelekli adamın içeriye girişiyle ortalığı kaplayan sessizliği fark etmemişti.
“George Potter?” dedi biri ve bunun üzerine George başını kaldırıp baktı. Bir elinde bardağı, diğerinde sürahiyle sakince oturuyordu. “Evet, ne var?” diye sormasıyla kolları ve omuzlarından tutulup yerinden çekilip kaldırılması bir oldu. Dizleri masanın altına çarptı ve masa devrildi. Spagetti tabağıyla bira sürahisi yere düştü. Tabak parçalara ayrıldı. Daha dayanıklı malzemeden yapılmış olan sürahi sağlam kaldı. Bir kadın çığlık attı. Bir adam saygı dolu kısık bir sesle, “Vay canına,” dedi.
Potter yarısı dolu bardağı her nasılsa elinden düşürmemişti ama Tom Lund, bu potansiyel silahı hemen çekip aldı. Bir saniye sonra Dale Gilbertson, hayatında duyduğu en tatmin edici ses olduğunu düşünerek Potter’ın bileklerini kelepçeledi. Tanrı’ya şükür, onun traktörünün çekişi iyiydi.
Bu iş, Ed’in yerindeki fiyaskodan bin ışık yılı farklı olmuştu; bu seferki şipşak ve düzenliydi. Dale’in sorduğu tek sorunun -”George Potter?- üzerinden on saniye bile geçmemişti ki şüpheli kelepçelenip dışarı, sisin içine çıkarılmıştı.
Wendell’ın beyninde çok net bir anı belirdi; Lee Harvey Oswald ikilisi. Bir dirseğinden Tom, diğerinden Bobby tutuyordu. Dale, uyarıcı almış açık arttırma görevlisi gibi hızla adama haklarını okuyordu. George’un ayakları kaldırıma değmemişti bile.
Jack Sawyer kendini, on iki yaşındayken bir kurt adamın kullandığı o ac Eldorado içinde Kaliforniya’dan döndüğü zamandan beri hiç bu kadar hayat dolu hissetmemişti. Ama içinde, tekrar yakaladığı bu canlılık için çok yüksek bir bedel ödeyeceğine dair bir his vardı. Yetişkin hayatının geri kalanı şimdi çok donuk görünüyordu.
Kamyonetinin yanında ayakta duruyor, pencereden içeri, Henry’ye bakıyordu. Hava nemli ve şimdiden heyecan yüklüydü. Mavi beyaz otoparkın kızgın yağda pişen bir şey gibi cızırdadığını duyabiliyordu.
“Henry.”
“Olumlu.”
“İnanılmaz Grace’ adındaki ilahiyi bilir misin?”
“Elbette. Herkes bilir.”
“Kördüm ama şimdi görebiliyorum.’ Bu kısmı şimdi çok iyi anlıyorum.”
Henry kör ve korkutucu derecede zeki yüzünü Jack’e çevirdi. Gülümsü-yordu. Jack’in hayatında gördüğü ikinci en tatlı gülümsemeydi bu. Birincilik hâlâ Wolfe, maceralı on ikinci sonbaharındaki en iyi dostuna aitti. Her şeyin burada ve şimdi olmasından hoşlanan sevgili Wolf.
“Geri döndün, değil mi?”
Park alanında ayakta duran eski dostumuz sırıttı. “Olumlu, Jack geri döndü.”
“O halde gidip ne için döndüysen onu yap.”
“Camları kapatmanı istiyorum.”
“Ve olan biteni duyamayayım, öyle mi? Hiç sanmıyorum,” dedi Henry nazikçe.
Karakola yaklaşan polis arabaları vardı ve bu kez en baştaki arabanın mavi beyaz ışıkları yanıp sönüyor, siren sesi duyuluyordu. Jack, sirenlerde bir kutlama havası sezdi ve orada durup Henry ile camları tartışmak için vakti olmadığına karar verdi.
Karakolun arka kapısına doğru yöneldi ve mavi-beyaz ışık, sis üzerine iki gölgesini düşürdü; biri kuzeye, diğeri güneye doğruydu.
Bütün gün çalışan memurlar Holtz ve Nestler arabalarını, içinde Gilbert, Dulac ve Potter’ın olduğu arabanın arkasına çektiler. Holtz ve ek umurumuzda değildi. Onların arkasındaki arabada Jesperson, Tcheda arka koltukta Railsback ile Morty Fine (Morty koltuklar arasındaki aranın çok az olduğundan yakınıyordu) vardı. Railsback umurumuzdaydı, bekleyebilirdi. Park alanına giren bir sonraki araba-ah işte, bu ilginçti. Pek beklenmedik sayılmazdı: Hurda Toyoto’nun direksiyonunda baş begazeteci Wendell Green oturuyordu. O deklanşöre bastıkça fotoğraf çekmekte olan sadık yedek makinesi Minolta, boynunda asılıydı. Henüz Sand kasabasından hiç kimse yoktu ama kalabalıklaşmaya başlayan park alanına girmek üzere bekleyen bir araba daha vardı. Tamponunun sol tarafında, üzerinde POLİS GÜCÜ yazan, sağ tarafında ise UYUŞTURUCUYA HAYIR yazılı iki çıkartma olan yeşil bir Saab ağır ağır ilerliyordu. Saab’ın direksiyonunda, şaşkın ama doğru olanı yapmaya kararlı (doğru olan her ne ise) görünen Arnold “Çılgın Macar” Hrabowski vardı.
Yıldırım Beşli’nin üyeleri, karakolun tuğla duvarı önünde yan yana sıralanmış duruyorlardı. Sol göğüslerinde sarı metal 5 ‘ter olan, kot kumaşından bir örnek yelekler giymişlerdi. Beş çift iri pazılı kol, beş geniş göğüs üzerinde kavuşturulmuştu. Doc, Kaiser Bill ve Sonny’nin saçları atkuyruğu şeklinde bağlıydı. Mouse’un saçları ince örgüler halindeydi. Jack’e, Bob Seger’ın en iyi zamanlarına benziyormuş hissi veren Beezer’ın saçlarıysa serbest halde omuzlarına dökülüyordu. Küpeleri park alanındaki ışıklar altında parlıyordu. İri kollarındaki pazılarının üstünde kocaman döğmeler vardı.
“Armand St. Pierre,” dedi Jack kapıya en yakın duran adama. “Jack Sawyer. Ed’in yerinden?” Elini uzattı ve Beezer’ın uzatılan eli sıkmayıp sadece bakması, onu pek şaşırtmadı. Jack, nazikçe gülümsedi. “Orada çok büyük yardımınız oldu. Teşekkürler.”
Beez tepki vermedi.
“Sizce tutukluyu içeri atmakta bir sorun yaşanacak mı?” diye sordu Jack. Tavrı, Beezer’a gece yarısından sonra yağmur yağıp yağmayacağını sorar gibi sakindi.
Beezer, Jack’in omzu üzerinden Dale, Tom ve Bobby’nin George Potter’ı arabanın arka koltuğundan çıkarmalarını ve birlikte karakolun kapısına doğru yürümelerini izliyordu. Wendell Green, fotoğraf makinesini kaldırdı ve tam o sırada hangi ahmağa çarptığını fark etme zevkine bile erişememiş olan Danny Tcheda yüzünden yere düşme tehlikesi yaşadı. “Önüne baksana, beyinsiz herif diye cıyakladı Wendell.
Bu arada Beezer, Jack’i soğuk bir ifadeyle, kısaca süzdü. “Eh, ne olacağını hep birlikte göreceğiz, değil mi?”
“Evet öyle, göreceğiz,” dedi Jack. Sesi neredeyse mutlu gibi çıkmıştı. Kendine bir yer açarak Mouse ve Kaiser Bill’in arasına sıkıştı: Yıldırım Beyin Bir. Ve iki iriyarı adam, belki de kendilerinden korkmadığını sezdikleri açılıp ona yer verdiler. Jack de kollarını göğsünde kavuşturdu. Eğer bir de küpesi ve dövmesi olsaydı tıpkı onlara benzeyecekti.
Tutuklu ve gözetmenleri arabayla bina arasındaki mesafeyi çabucak katettiler. Tam binaya varmışlardı ki, Yıldırım Beşli’nin ruhani lideri, karaciğeri dili yenmiş olan küçük Amy’nin babası Beezer St. Pierre, yana doğru bir ar atarak kapının önünü tıkadı. Kolları hâlâ göğsü üzerinde birleşikti. Park alanının ruhsuz ışıkları altında kolları mavimsi bir renk almıştı.
Tom ve Bobby’nin yüzleri birden hafifçe soldu. Dale taş gibi kaskatı duruyordu. Ve kolları hâlâ göğsü üzerinde olan Jack, aynı anda hem her yere bakıyor, hem de hiçbir yere bakmıyormuş gibi görünerek nazikçe gülümsü-yordu.
“Yoldan çekil, Beezer,” dedi Dale. “Bu adamı içeri atmak istiyorum.”
Peki ya George Potter? Şaşkın mı? Bezgin mi? Her ikisi de mi? Tam olarak söylemek güçtü. Ama Beezer’ın kanlı, mavi gözleri onunkilere çevrildiğin’ de, Potter gözlerini kaçırmadı. Arkasında, otoparkı dolduran meraklı izleyicilerden çıt çıkmıyordu. Danny Tcheda ve Dit Jesperson’ın arasında ayakta duran Andy Railsback ve Morty Fine, ağızları açık, olanları seyrediyorlardı. Wendell Green, fotoğraf makinesini yüzüne doğru kaldırdı ve komutanının emrini bekleyerek hedefine kilitlenen keskin bir nişancı gibi nefesini tuttu.
Dostları ilə paylaş: |