Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə34/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   58

“Kara,” diye tekrarladı Potter sabırsızca. “Çünkü gerçekten öyleydi. Ev...”

“Ah, ulu Tanrım,” dedi eyalet polislerinden biri kedisi çöpten bir şey çıkarıp oturma odasındaki koltuğun üzerine bırakmış gibi bir ses tonuyla. Onu duyan Jack’in içini bir anda suratını dağıtma isteği sarmıştı. Brown’un sesiydi, ama Jack başını kaldırıp baktığında, karşısında onun ortağı, Black’i gördü, isimlerdeki tesadüf, gülümsemesine neden oldu. “Selam, çocuklar,” dedi ayağa kalkarak. “Burada ne arıyorsun, Hollywood?” diye sordu Black. “Sadece biraz çene çalıp gelişinizi bekliyordum,” dedi Jack ve ardından yüzünde parlak bir gülümseme belirdi. “Sanırım bu adamı istiyorsunuz.”

“Üstüne bastın,” diye hırladı Brown. “Ve eğer soruşturmayı mahvettiysen...”

“Ah, hiç sanmıyorum,” dedi Jack. Çok çabalaması gerekmişti, ama sesinin arkadaşça bir tonda çıkmasını sağlamıştı. Sonra Potsie’ye döndü. “Bu adamlarla, French Landing’de olduğunuzdan daha güvende olursunuz, efendim.”

George Potter sakin görünüyordu. Başına her ne gelecekse şimdiden kabullenmiş gibiydi. “Pek fark etmiyor,” dedi ve aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi. “Yaşlı Sevimli hâlâ hayattaysa ve karşına çıkarsa ona 69’da vurduğum tekmenin acısını hâlâ hissedip hissetmediğini sor. Chicago Potsie’den de selam söyle.”

“Siz neden söz ediyorsunuz?” diye sordu Brown ters ters bakarak çelerini eline almıştı ve onları George Potter’ın bileklerine geçirmek için sızlandığı açıkça görülüyordu.

“Eski günlerden,” dedi Jack. Kokulu ellerini ceplerine soktu ve hücreden ayrıldı. Brown ve Black’e gülümsedi. “Sizi ilgilendiren bir konu değildi baylar.”

Memur Black, Dale’a döndü. “Siz bu davadan alındınız,” dedi. “Açık net bir cümle bu. Daha basit bir söylenişi yok. Şimdi söyleyin bana, şef anlıyor musunuz?”

“Elbette anlıyorum,” dedi Dale. “Dava tamamen sizindir. Ama mantıklı olalım. Ne yani, Sand Bar’dan bir sarhoş sürüsünün adamı Lucky’nin yerinden alıp linç etmesine seyirci mi kalsay...”

“Kendinizi olduğunuzdan daha aptal göstermeye çalışmayın, şef,” diye tersledi Brown. “Adamın ismini polis telefonlarından öğrenmişler.”

“Bundan şüpheliyim,” dedi Dale usulca, kanıt deposundan kısa bir süre için alınan mavi cep telefonunu düşünerek.

Black, Potter’ın dar omzunu kavradı, adamı sertçe döndürdü ve koridorun sonundaki kapıya doğru öyle sert itti ki adam neredeyse yere kapaklanıyordu. Potter derin çizgilerle kaplı yüzünde mağrur bir ifade ve acıyla dikleşti.

“Beyler,” dedi Jack.

Yüksek sesle ve öfkeyle konuşmamıştı ama iki adam da dönüp ona baktı.

“Bu tutukluyu görüş alanım içinde bir kez daha taciz ederseniz, buradan ayrıldığınız dakika Madison’la bir telefon görüşmesi yaparım ve hiç şüpheniz olmasın, beni dinlerler. Davranışınız küstah, zorlayıcı ve davanın çözülmesi yolunda verimsiz. Bölümler arası işbirliği yeteneğiniz yok. Tutumunuz hiç profesyonelce değil ve Wisconsin Eyaleti’nin üzerinde çok kötü bir intiba bırakıyor. Ya adam gibi davranırsınız ya da önümüzdeki cuma kendinize güvenlik görevlisi olarak iş aramaya başlarsınız. Bunu size garanti edebilirim.”

Sesi baştan sona aynı tonda olmasına rağmen Brown ve Black, her kelimesiyle yerlerinde ufalıyor gibiydiler. Konuşması bittiğinde, akılları başlarına gelmiş bir çift çocuk gibi görünüyorlardı. Dale hayranlık ve hayretle Jack’e bakıyordu. Sadece Potter etkilenmemiş görünüyordu; binlerce kilometre öteye dalmış gibi görünen gözlerle kelepçeli bileklerine bakıyordu.

“Haydi gidin şimdi,” dedi Jack. “Tutuklunuzu ve dava kayıtlarını alıp toz olun.”

Black konuşmak için ağzını açtı, sonra tekrar kapadı. Tek söz etmeden çıktılar. Kapı arkalarından kapandığında Dale, Jack’e baktı ve yavaşça, “Vay canına “dedi.

“Ne?


“Bilmiyorsan,” dedi Dale. “Ben söyleyecek değilim.”

Jack omuz silkti. “Potter onları meşgul edecektir, bu arada biz de işe koyulmak için bir süreliğine özgürüz. Bu gecenin iyi bir tarafı varsa o da bu.”

“Adamdan bir şey öğrenebildin mi?”

“Bir isim. Hiçbir anlama gelmiyor da olabilir. Charles Burnside. Lakabı, Sevimli. Hiç duymuş muydun?”

Dale alt dudağını öne doğru uzattı ve düşünceli bir ifadeyle geri çekti. Sonra başını iki yana salladı, “isim tanıdık gibi geliyor ama belki bunun sebebi çok yaygın bir isim olmasıdır. Lakap da öyle.”

“Otuz yıldan fazla bir zaman önce Chicago’da iş yapmış bir müteahhitmiş. En azından Potsie’nin söyledikleri bu.”

“Potsie,” dedi Dale. BİR GÖRÜŞME, BİR GÖRÜŞME DEMEKTİR levhasının köşesi kırılmıştı. Dale ne yaptığının farkında değilmiş gibi uzanıp o köşeye dokundu. “Adamla bayağı samimi olmuşsunuz anlaşılan.”

“Hayır,” dedi Jack. “Burnside’ın dostu. Memur Black de Kara Ev’in sahibi değil.”

“Ne kara evi? Nereden çıktı o?”

“Öncelikle bu özel bir isim. Karanın K’si, evin de E’si büyük. Kara Ev. Bu civarda o isimde bir evden bahsedildiğini duydun mu?”

Dale güldü. “Tanrım, hayır.”

Jack gülümsedi. Ama bu, sorgulamada kullandığı gülümsemeydi, arkadaşımla-bir-şeyi-tartışıyorum gülümsemesi değildi. Çünkü artık o bir polisti. Ve Dale Gilbertson’un gözlerinde minik, tuhaf bir pırıltı görmüştü.

“Emin misin? Bir dakika durup düşün.”

“Söyledim ya, bilmiyorum. Bu civarda insanlar evlerine isim takmazlar. Ah, ama sanırım Bayan Graham ve Bayan Pentle kasaba kütüphanesinin arkasındaki evlerine Hanımeli diyorlar. Ön taraftaki çitin yanındaki hanımeli öbekleri yüzünden sanırım. Bu taraflarda bir isme sahip bildiğim tek ev o.”

Jack o tuhaf pırıltıyı tekrar gördü. Wisconsin Eyalet Polisi tarafından cinayet suçuyla tutuklanacak olan George Potter’dı ama Jack, görüşmeleri sırasında onun gözlerinde böyle bir pırıltıyı bir kez bile görmemişti. Çünkü Potter ona dürüst davranmıştı.

Dale dürüst davranmıyordu.

Ama ona çok nazikçe yaklaşmalıyım, dedi Jack kendi kendine. Çünkü dürüst davranmadığının farkında değil. Bu nasıl mümkün olabilir?

Sorusuna cevap alırmış gibi Chicago Potsie’nin sesi beyninde yankılandı: Bir adam bana, gökyüzünde olduğu halde güneşin orada asla parlamadığını söylemişti... gölgelerini tıpkı bir masaldaki gibi kaybediyorlarmış.

Hafıza bir-gölgeydi; bir suçu ya da kazayı şahitlerin çelişkili ifadelerin göre inşa etmeye çalışmış olan her polis, bunu bilirdi. Potsie’nin Kara Ev’i DE öyle miydi acaba? Gölgesi olmayan bir şey? Dale’in tepkisi (şimdi duvardan levhayı, ambulans gelene dek sokakta yatan kalp krizi geçirmiş birine kain masajı uyguluyormuşçasına tüm dikkatini vererek ciddiyetle inceliyordu) Jack’e bunun öyle bir şey olabileceğini düşündürüyordu. Üç gün öncesi olsaydı böyle bir fikre kapılmak için kendine kesinlikle izin vermezdi ama üç gün önce Ötedünya’ya dönmemişti.

“Potsie’nin söylediğine göre bu ev daha inşaatı tamamlanmadan lanetli sıfatını almış,” dedi Jack biraz bastırarak.

“Hayır,” dedi Dale, ama Jack’in yüzüne bakmadı. Hâlâ önündeki levhayı inceliyordu. “Hiçbir şey çağrıştırmıyor.”

“Emin misin? Bir adam neredeyse kan kaybından ölecekmiş. Bir başkası iskeleden düşüp felç olmuş. Potsie’nin dediğine göre insanlar -buna kulak ver, Dale, çok ilginç- gölgelerini kaybettiklerinden şikâyet ediyorlarmış. Gün ortasında, güneş tüm kuvvetiyle parlarken bile gölgelerini göremiyorlarmış. Çok acayip, değil mi?”

“Evet, öyle ama ben bu tür hikâyelerin anlatıldığını hiç duymadım.” Jack, ona doğru yürürken Dale geriledi. Neredeyse telaşla kaçıyordu. Aslında genel olarak Şef Gilbertson kesinlikle böyle davranmazdı. Bu durum biraz komik, biraz üzücü, biraz da korkutucuydu. Yaptığının farkında değildi, Jack bundan emindi. Bir gölge vardı. Jack onu görebiliyordu ve Dale da derinde bir yerde bunu biliyordu. Jack onu fazla zorlayacak olursa Dale da görmek zorunda kalacaktı... ve Dale bunu görmek istemiyordu. Çünkü bu kötü bir gölgeydi. Peki küçük çocukları öldürüp vücutlarının belirli kesimlerini yiyen bir canavardan daha mı kötüydü? Dale’in içinde bir kesimin öyle düşündüğü açıktı.

O gölgeyi görmesini sağlayabilirim, diye düşündü Jack soğukça. Ellerimi -zambak kokulu ellerimi- burnuna yaklaştırır ve görmesini sağlarım. Bir yanı zaten görmek istiyor. Polis yanı.

Jack sonra beyninde Speedy Parker’ın çocukluğundan hatırladığı, sakin sesini duydu. Bu şekilde onu bir sinir krizinin eşiğine sürükleyebilirsin, Jack. Marshall’ların çocuğu kaçırıldığından beri tüm olanlar, Tanrı biliyor ya, onu gitgide bu sinir krizinin eşiğine yaklaştırdı. Bu tehlikeyi göze almak istiyor muydu? Ne işe yarayacak? İsmi bilmiyordu ve o konuda dürüst davrandı.

“Dale?”


Dale ona kısa bir bakış fırlattıktan sonra tekrar duvara döndü. Kaçamak kışta gördüğü suçluluk izleri, bir anlamda Jack’in kalbini kırmıştı. “Ne var?”

“Haydi gidip bir fincan kahve içelim.” . Konunun değişmesi üzerine Dale’in suratında mutluluk dolu bir rahatlama ifadesi belirdi. Jack’in omzuna hafifçe vurarak, “iyi fikir!” dedi.

Senin için çok iyi bir fikir olduğundan eminim, diye düşündü Jack. Sonra gülümsedi. Kara Ev’i bulmanın birden fazla yolu olmalıydı. Uzun bir gün olmuştu. Belki en iyisi şimdilik bu konuyu bir kenara bırakmaktı. Hiç olmazsa o akşam için.

“Ya Railsback?” diye sordu Dale merdivenlerden inerlerken. “Hâlâ onunla konuşmak istiyor musun?”

“Kesinlikle,” diye karşılık verdi hevesli görünmeye çalışarak. Ama Balıkçı’nın istediklerini görmesi için özel olarak seçilmiş bir görgü tanığı olan Andy Railsback’ten işe yarar bir bilgi alabileceğini pek sanmıyordu. Belki küçük bir istisna... belki. Tek terlik. Jack, bundan herhangi bir yere ulaşıp ulaşamayacaklarını bilmiyordu ama küçük bir ihtimal vardı. Örneğin mahkemede... tanımlayıcı bir bağlantı olabilirdi...

Bu olay asla mahkeme boyutuna varmayacak ve sen de bunun farkındasın. Bu dünyada bile bitmeyebi...

Alt kata indiklerinde yükselen neşeli tezahürat, düşüncelerini böldü. French Landing Polis Teşkilatı’nın tüm üyeleri ayakta alkışlıyorlardı. Henry Leyden da ayakta alkışlıyordu. Dale de onlara katıldı.

“Tanrım, çocuklar, kesin şunu,” dedi Jack. Yüzü kızarmış, gülüyordu. Ama bu alkışın hoşuna gitmediğini söyleyerek kendi kendini kandırmaya çalışmayacaktı. Üzerinde odaklanmış bakışlardaki ışığı görebiliyor, kalabalıktan yükselen sıcaklığı hissedebiliyordu. Bunlar önemli değildi. Ama kendini yuvaya dönmüş gibi hissediyordu. Asıl önemli olan buydu.

Jack ve Henry, yaklaşık bir saat sonra merkezden çıktıklarında Beezer, Mouse ve Kaiser Bill de hâlâ oradaydılar. Geri kalan ikisi, akşamın olaylarını bayanlara haber vermek üzere Nailhouse Row’a geri dönmüşlerdi.

“Sawyer,” dedi Beezer.

“Evet,” dedi Jack.

“Yapabileceğimiz herhangi bir şey var mı, dostum? Yardımcı olabilir miyiz? Herhangi bir konuda?”

Jack hikâyesini merak ederek, düşünceli bir ifadeyle motosikletli «H süzdü... yani kederi dışındaki hikâyesini. Bir babanın kederi. Beezer gözlerini kaçırmadan ona bakıyordu. Henry Leyden hafifçe geride durmuş, başını kaldırarak boğazının derinliklerinde uğuldayan nehir sisini kokluyordu.

“Yarın saat on bir gibi Irma’nın annesiyle görüşeceğim,” dedi Jack. “öğlen vakti arkadaşlarınla birlikte benimle Sand Bar’da buluşabilir misin? Anladığın kadarıyla kadın, oraya yakın bir yerde yaşıyor. Size limonata ısmarlarım.”

Beezer gülümsemedi ama bakışlarında bir sıcaklık belirdi. “Orada olacağız.”

“Güzel,” dedi Jack.

“Neden buluşacağımızı öğrenmemde bir sakınca var mı?”

“Bulunması gereken bir yer var.”

“Bu yerin Amy ve ölen diğer çocuklarla bir ilgisi var mı?”

“Olabilir.”

Beezer başını salladı. “Bu, yeterli bir cevap.”

Jack direksiyon başında, düşük bir hızla Norway Vadisi’ne doğru ilerliyordu ve ağır gitmesinin tek sebebi sis değildi. Akşamın henüz erken saatlerinde olmalarına rağmen kendisini çok bitkin hissediyordu ve içinde, Henry’nin de aynı durumda olduğuna dair bir his vardı. Sebebi, onun sessiz oturması değildi; Jack, Henry’nin ara sıra olan uzun suskunluklarına alışıktı. Hayır, sebep kamyonetin içindeki sessizlikti. Normal şartlarda Henry, iflah olmaz bir radyo dinleyicisi olarak sürekli La Riviere kanallarını gezer, kasabadan KDCU’yu kontrol eder, sonra açılıp Milwaukee ve Chicago, hatta hava koşulları uygunsa Omaha, Denver ve St. Louis kanallarını yakalamaya çalışırdı. Şuradan bir porsiyon klasik müzik, oradan biraz folk müziği ya da belki bir Perry Como. Ama bu akşam bunlar söz konusu değildi. Henry, ellerini kucağında kavuşturmuş, yolcu koltuğunda sessizce oturuyordu. Sonunda, evine dönen yola iki kilometre kala konuştu. “Bugünlük Dickens yok, Jack. Doğruca yatağa gideceğim.”

Henry’nin sesindeki bezginlik Jack’i şaşırttı ve içinde bir huzursuzluğun filizlenmesine yol açtı. Henry’nin sesi ne kendininkine ne de radyo karakterlerinden birine benziyordu.

“Yıldırım Beşli hakkında aklından neler geçirdiğini sorabilir miyim?”

“Tam emin değilim,” dedi Jack. Henry’nin yorgunluğu, bu cümlenin gerçeği barındırmadığını kaçırmasına sebep olmuştu. Beezer ve dostlarından,

Tansy’nin bahsettiği, gölgelerin bir şekilde kaybolduğu yeri bulmak için yardım isteyecekti. Geçmişte, yetmişli yıllarda kayboldukları biliniyordu en azının French Landing’de Kara Ev adında bir yerden bahsedildiğini duyup duymadığını Henry’ye de sormayı düşünmüştü aslında. Ama şimdi sormayacaktı. Henry’nin sesinin ne denli bitkin çıktığını duyduktan sonra vazgeçmişti. Belki yarın. Hatta yarın mutlaka soracaktı çünkü Henry, kullanılmamak için fazlasıyla iyi bir kaynaktı. Ama en iyisi önce biraz enerji depolamasını beklemekti.

“Kaset sende, değil mi?”

Henry, Balıkçı 911’i aradığı zaman kaydedilen konuşmanın olduğu kaseti gömlek cebinden hafifçe çıkarıp geri bıraktı. “Evet, anneciğim. Ama bu gece küçük çocukları öldürüp yiyen bir psikopatın sesini dinleyebileceğimi sanmıyorum, Jack. Sen de gelip benimle dinlesen bile.”

“Yarın dinlersin,” dedi Jack, bunu söylerken French Landing’de bir başka çocuğu daha ölüme mahkûm etmemiş olduğunu umarak.

“Bu konuda pek emin değil gibisin.”

“Haklısın,” diye onayladı Jack. “Ama o kaseti yorgun, paslı kulaklarla dinlemenin yararından çok zararı olabilir. Bu konuda hiçbir şüphem yok.”

“Sabah ilk iş dinleyeceğim. Söz.”

Henry’nin evi şimdi biraz ileride, tam karşılarındaydı. Garajın üzerinde yanan tek ışığıyla çok yalnız görünüyordu ama elbette Henry’nin yolunu bulmak için ışığa ihtiyacı yoktu.

“Henry, iyisin, değil mi?”

“Evet,” dedi Henry. Ama bu kez de Jack onun emin olmadığından kuşkulanmıştı.

“Bu akşam Fare falan yok,” dedi kararlı bir sesle.

“Tamam, yok.”

“Arabistan Şeyhi, Shake de yok.”

Henry hafifçe gülümsedi. “George Rathburn’den, fiyatlarda kral olma krediniz onaylandıktan sonraki ilk altı ayda bir kuruş bile faiz ödemeyeceksiniz. French Landing Chevrolet reklamı bile yok. Doğruca yatağa.”

“Ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedi Jack.

Ama yatağına uzanıp başucundaki lambayı söndürmesinin üzerinden h saat geçmiş olmasına rağmen hâlâ uyuyamamıştı. Yüzler ve sesler, çılgınca dönen saat kolları gibi beyninde dans ediyordu. Ya da terk edilmiş bir yoldaki-atlıkarınca gibi.

Tansy Freneau: Güzel bebeğimi öldüren canavarı dışarı çıkarın.

Beezer St. Pierre: Eh, neler olacağını hep birlikte göreceğiz, değil mi?

George Potter: O kahrolası bela insanın içine girer ve bekler. Benim teorim, ondan hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulmanın mümkün olmadığı, asla.

Onunla ilk tanıştığı dönemde, Jack’e bir bilimkurgu romanının parçasıymış gibi görünecek telefonda duyduğu, çok eski bir geçmişten gelen ses, Speedy Selam, Gezgin Jack... bir polis olarak sana önemli bir haberim var evlat. Bence Şef Gilbertson’un özel banyosunu bir ziyaret etsen iyi olur. Hemen şimdi.

Bir polisten diğerine, evet.

Ve hepsinden çok, sürekli, üst üste, Judy Marshall: Sadece kayboldum ve nasıl geri döneceğimi bilmiyorum demek yerine, aynı yönde hiç durmadan ilerleyerek...

Evet, ilerlemek ama nereye? Nereye?

Sonunda yataktan kalktı ve yastığını kolunun altına alarak verandaya çıktı. Gece ılıktı; Norway Vadisi’nde pek yoğun görülmeyen sisin kalıntıları da yumuşak doğu rüzgârıyla dağılmış, yok olmuştu. Jack, önce kararsızca duraksadı. Sonra üzerinde sadece iç çamaşırı olduğu halde basamakları indi. Veranda onda hoş anılar uyandırmamıştı. Şeker paketi pullarıyla cehennemden çıkmış o lanetli kutuyu orada bulmuştu.

Yürüyerek kamyonetiyle kuş evinin önünden geçti ve kuzey tarlasına girdi. Başının üzerinde milyarlarca yıldız vardı. Çimler üzerindeki çekirgeler alçak sesle ötüyordu. Çılgınca kaçışı sırasında koşarken ardında bıraktığı iz yok olmuştu ya da tarlaya bir başka yerden girmişti.

İçeri doğru biraz ilerledikten sonra sırtüstü uzandı, yastığını başının altına yerleştirdi ve yıldızlara baktı. Sadece bir süreliğine, diye geçirdi içinden. Sadece hayalet sesler kafamdan çıkıp gidene dek. Kısa bir süre için.

Böyle düşünerek, uyumaya başladı.

Böyle düşünerek, diğer tarafa geçti.

Kafasının üzerinde, yıldızların konumları değişti. Yeni takımyıldızların oluştuğunu gördü. Az önce Büyük Ayı’nın olduğu yerdeki neydi? Kutsal Opopap

Takımyıldızı mı? Muhtemelen öyleydi. Alçak sesli, hoş bir gıcırtı duydu

Sesin, bin yıl öncesiymiş gibi görünen, ama daha o sabah geçtiği diğer - yanda gördüğü yel değirmeninden geldiğini anladı. Emin olmak için o tara-. olmasına gerek yoktu. Tıpkı evinin bulunduğu yerde bir ambar olduğunu bildiği gibi, bunu da biliyordu.

Gırç- gırç— gırç... değirmenin geniş, tahta kanatları, doğu rüzgârıyla aynı yönde dönüyordu. Ama şimdi rüzgâr, sonsuz bir tatlılığa, sonsuz bir saflığa sahipti- Jack uzanıp iç çamaşırının lastiğine dokundu ve kaba dokumayı hissetti. Bu dünyada Jockey şortları yoktu. Yastığı da değişmişti. Sünger, kaz tüyüne dönüşmüştü ve hâlâ çok rahattı. Hatta doğruyu söylemek gerekirse bir yastık, hiç bu kadar rahat olmamıştı. Tam başına göreydi.

“Onu yakalayacağım, Speedy,” diye fısıldadı Jack Sawyer, yepyeni yıldızlarla bezenmiş yeni gökyüzüne doğru. “En azından deneyeceğim.”

Uyudu.

Uyandığında, sabahın erken saatleriydi. Esinti durmuştu. Gece estiği yönde, ufukta şimdi parlak turuncu bir çizgi vardı... güneş doğmak üzereydi. Her tarafı tutulmuştu, kıçı acıyordu ve çiy yüzünden ıslanmıştı ama kendini çok dinlenmiş hissediyordu. Düzenli, ritmik gıcırtı yok olmuştu ama bu Jack’i hiç şaşırtmadı. Gözlerini açtığı anda tekrar Wisconsin’de olduğunu anlamıştı. Bir şeyi daha anlamıştı: geri dönebilirdi. İstediği her an. Gerçek Coulee Bölgesi, derinlerdeki Coulee Bölgesi, sadece bir dilek uzaklığındaydı. Bunun bilincine varmak içini hem mutluluk, hem de sıkıntıyla doldurdu.



Jack kalktı ve kolunun altında yastığıyla yalınayak evine doğru yürüdü. Saatin beş civarı olduğunu tahmin ediyordu. Üç saat daha uyursa, her şeye hazırlanmış olacaktı. Verandanın basamaklarını tırmanırken Jockey şortunun pamuklu kumaşına dokundu. Teni nemli olmasına rağmen şortu neredeyse tamamen kuruydu. Elbette öyle olacaklardı. Uyurken geçirdiği zamanın çoğunda (on iki yaşındayken birçok sonbahar gecesinde olduğu gibi) şortu üzerinde değildi. Başka bir yerdeydi.

“Opopanaks Diyarı’nda,” dedi Jack ve içeri girdi. Üç dakika sonra, kendi yatağında, tekrar uykuya daldı. Saat sekizde, pencereden süzülen parlak gün ışığıyla uyandığında, neredeyse son yolculuğunun bir rüya olduğuna inanamayacaktı.

Ama kalbinin derinliklerinde asıl gerçeği biliyordu.

18

POLİS KARAKOLUNUN arkasındaki otoparka giren haber minibüslerini hatırlıyor musunuz? Ve Memur Hrabowski’nin dev el feneriyle kafasına indirdiği darbeyle karanlığa gömülmeye başlamasından önce Wendell Green’in kargaşaya katkısını? Minibüslerin içindeki haber ekipleri, bir ayaklanmanın kaçınılmazlığını anlar anlamaz hemen bu fırsata dört elle sarılıp işe koyulmuşlardı ve bunun sonucu olarak ertesi sabah bu vahşi gece, eyalet çapında yayın yapan tüm kanalların haber saatlerinin büyük bir bölümünü kaplamıştı. Saat dokuz olduğunda Racine ve Milwaukee’deki insanlar, Madison ve Delafield’daki insanlar ve eyaletin en kuzeyinde, herhangi bir kanalın yayınının ancak çanak antenle izlenebileceği bölgelerdeki insanlar, başlarını krep tabaklarından, mısır gevreği kâselerinden, yağda kızarmış yumurtalarından ve tereyağlı İngiliz çöreklerinden kaldırıp, ufak tefek, gergin görünen bir polis memurunun, iriyarı, kırmızı suratlı, kazancını daha çok skandal haberleriyle sağlayan gazeteciyi bir el feneriyle yere yıkmasına tanık olmuştu. Ve bir başka konudan daha emin olabilirdik: bu görüntüler, başka hiçbir yerde French Landing ve komşu kasabalar Centralia ile Arden’daki kadar dikkatle izlenmemişti.



Aynı anda birçok konuyu birden düşünmekte olan Jack, haberleri mutfak tezgâhının üzerine koyduğu portatif televizyondan izliyordu. Bu olay üzerine Dale Gilbertson’un Arnold Hrabowski’yi tekrar aktif göreve almamış olduğunu umuyordu ama içinden bir ses, bunun çok yakında gerçekleşeceğini ve Çılgın Macar’ın üniformasına tekrar kavuşacağını söylüyordu. Dale, Hrabowski’yi Polis kuvvetlerinden atmak istediğini sanıyordu: aslında Arnie’nin yakarışlarına karşı koyamayacak kadar yufka yürekliydi -ve önceki geceden sonra Arnie’nin yakarışlarının ısrarla artacağını kör bir adam bile görebilirdi. Jack, baş belası Hell Green’in de kovulacağını ya da utanç içinde uzaklaşacağını umuyordu. Muhabirlerin kendilerini hikâyelerinin merkezine atmamaları gerekirdi ama gür sesli Wendell, kana susamış bir kurt adam gibi olaya heves ve açgözlülükle dahil olmuştu. Bununla birlikte Jack’in içinde Wendell Green’in, bulunduğu zor durumdan kurtulacağına (yalan söylemekten çekinmeyeceğini biliyordu) ve şiddetli bir baş ağrısı olmaya devam edeceğine dair moral bozucu bir hali vardı. Jack, aynı zamanda Andy Railsback’in tarif ettiği, Nelson Oteli’nin üçüncü katındaki odaların kapılarını yoklayan, ürkütücü yaşlı adamı düşünüyordu.

Sonunda Balıkçı’ya ait bir tarife sahip olmuşlardı en azından. Mavi bornoz ve bir balarısına benzeyen sarı-siyah tek bir terlik giymiş yaşlı bir adam. Andy Railsback, bu itici görünüşlü yaşlı adamın Maxton Bakım Merkezi’nden kaçıp kaybolmuş olabileceğini düşünmüştü. Jack, bunun ilginç bir görüş olduğunu düşünmüştü. Eğer George Potter’ın odasına fotoğrafları bırakan adam “Sevimli” Burnside idiyse, Maxton Bakım Merkezi, saklanması için mükemmel bir delikti.

Wendell Green, kaldığı otel odasındaki Sony televizyonda haberleri izliyordu. Gördükleri midesinin kaynamasına yol açacak bir duygular karışımı -öfke, utanç, küçük düşme- yaratıyor olmasına rağmen gözlerini ekrandan alamıyordu. Başındaki şişlik zonkluyordu ve o polis müsvettesinin el fenerini kaldırarak arkasında belirdiği sahneyi her gördüğünde Wendell parmaklarını kalın, kıvırcık saçları arasına sokarak arka taraftaki şişliği hafifçe yokluyordu. Lanet olası şey ham bir domates büyüklüğündeydi ve patlamaya hazırmış gibiydi. Beyin sarsıntısı geçirmediği için çok şanslıydı. O kılkuyruk yüzünden ölmüş bile olabilirdi!

Pekâlâ, belki biraz ileri gitmişti, belki profesyonelliğin sınırlarını bir adım aşmıştı; mükemmel olduğunu hiçbir zaman iddia etmemişti. Yerel basın muhabirleri, Jack Sawyer saçmalığı yüzünden tepesini attırıyorlardı. Balıkçı hikâyesini en başından beri kim yazıyordu? Vatandaşlara ilk günden beri ihtiyaç duydukları haberleri ulaştıran kimdi? Her lanet olası gün haber uğruna kıçını tehlikeye atan kimdi? Kafe ismini kim vermişti? O iş bilmez haber muhabirleri, kaplama dişlerini göstermek için kameraya sırıtan, fönlü saçlı Bucky ve Stacey değildi elbette. Wendell Green bu civarda bir efsane, bir yıldız, batı Wisconsin’den çıkmış bir gazeteci devi tanımına uyacak en yakın adaydı. Madison’da bile Wendell Green ismi... sorgulanamaz bir muhteşemlik anlamım taşırdı. Ve Wendell Green ismi şimdiden bu kadar önemliyse, Balıkçı’nın elleri sayesinde kazanacağı Pulitzer Ödülü’nden sonra kim bilir nasıl bir yere yükselecekti?

Pazartesi günü ofise gidip genel yayın yönetmenini sakinleştirmişti. Sorun olacağını sanmıyordu. Bu ne ilk olacaktı, ne de son. iyi gazeteciler zor durumdan paçayı sıyırmayı bilirlerdi. Genel yayın yönetmeninin ofisine geldiğinde ne söyleyeceği belliydi: Günün en büyük haberiydi, orada benden başka gazeteci gördün mü peki? Genel yayın yönetmenini sakinleştirdikten sonra -ki bu en fazla on dakikasını alırdı- Fred Marshall adında bir satış elemanıyla görüşmek için Goltz’s’e uğramayı planlıyordu. Wendell’ın en değerli kaynaklarından biri, Bay Marshall’ın, Wendell’ın gözbebeği Balıkçı davası hakkında bazı ilginç bilgilere sahip olduğunu bildirmişti.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin