“Yaşama sevincin ve canlılığın biraz geri gelmiş gibi görünüyor,” dedi Jack. “Burada güvende olur mu?”
“Küçük Kız Kardeşlerin çadırına fazla yaklaşmadığı takdirde evet,” dedi Parkus. “Sanırım başına bir şey gelmez. Ve esintinin taşıdığı leziz kokuları alır da bir göz atmaya gelirse belki onu da besleyebiliriz.” Wendell’a dönüp. “diğer tarafa gidiyoruz. Bizi ziyaret etmek istersen, çekinme. Beni anladın mı Haber Atmacası?”
“Wen. Dell. Green.”
“Wendell Green, tamam efendim.” Parkus diğerlerine baktı “Haydi gidelim.”
“Onu unutmamalıyız,” diye mırıldandı Sophie ardına bakarak. “Birkaç saate kadar hava kararacak.”
“Haklısın,” dedi Parkus en yakındaki tepeye tırmandıklarında. “Karanlık çöktükten sonra çadırın yakınında kalması iyi olmaz. Hiç iyi olmaz.”
Tepenin diğer taraftaki eğiminde daha çok yeşillik göze çarpıyordu -ve hatta, muhtemelen Jack’in yakınlarda olduğunu sandığı nehre dökülen küçük bir dere bile vardı- ama hâlâ Batı Wisconsin’den çok Kuzey Nevada’ya benziyordu. Jack bunun da bir yerde akla uygun olduğunu düşündü. Sonuncusu hiç de sıradan bir geçiş olmamıştı. Kendini gölün üzerinde kaydırılan yassı bir taş gibi hissediyordu. Zavallı Wendell.
Yürüdükleri açıklığın sağ tarafında, uzaktaki bir ağacın gölgesine bağlanmış bir at vardı. Sol tarafta, yirmi metre kadar ötede, aşınmış taşlardan oluşmuş bir daire göze çarpıyordu. Yakılmayı bekleyen çalı çırpılar, daire şeklinde dizilmiş bu taşların ortasına düzgünce yerleştirilmişti. Jack bu görüntüden pek hoşlanmamıştı, taşlar ona eski dişleri hatırlatmıştı. Bu duyguyu hisseden tek kişi o değildi. Sophie de elini sıkarak olduğu yerde durmuştu.
“Parkus, oraya gitmemiz şart mı? Lütfen olmadığını söyle.”
Parkus yüzünde Jack’in çok iyi tanıdığı müşfik bir gülümsemeyle -Speedy gülümsemesiydi- Sophie’ye döndü.
“Konuşan İblis bu daireden uzaklaşalı çok uzun zaman oluyor, hayatım,” dedi. “Ve bilirsin, böyle yerler hikâyeler için idealdir.”
“Ama...”
“Telaşa teslim olmanın zamanı değil,” dedi Parkus. Sesinde sabırsız bir ton vardı ve aslında “telaş”, kullandığı kelime değildi, ama Jack’in aklı ancak bu şekilde çevirebilmişti. “Jack’in gelmesini Küçük Kız Kardeşlerin çadırında beklemiştin...”
“Çünkü Judy diğer taraftaydı...”
“Şimdi de benimle gelmeni istiyorum.” Birdenbire Parkus’un boyu Jack’e daha uzun göründü. Gözleri ışıklar saçıyordu. Bir Silahşor, diye düşündü
“Evet, sanırım bir Silahşor olması mümkün. Annemin eski filmlerinden biri gibi ama bu rol değil, gerçek.
“Pekâlâ,” dedi Sophie alçak sesle. “Buna mecbursak.” Sonra Jack’e döndü, “Acaba kolunu omzuma dolayabilir misin?”
Jack bu isteğe tahmin ettiğimiz gibi seve seve uydu. iki taşın arasına adım attıklarında Jack çirkin seslerin fısıldadığını duyar gibi oldu. Kulağına girmeden önce ardında sümüksü bir iz bırakan aralarından biri çok tanıdıktı: Didiniyorlar, didiniyorlar, çalışıyorlar, oho ayakları kanımıza yakın dostum Munshun yakında gelecek, ona çok güzel bir hediyem var, oho oho... Jack yere çöküp av çantasını açan eski dostu Parkus’a baktı. “Çok yakında, değil mi? Balıkçı. Ve Kara Ev, o da yakın.”
“Evet,” dedi Parkus. Ve vurduğu keklikleri boşalttı.
Keklikleri görünce Jack’in aklına Irma Freneau’nun cansız bedeninin görüntüsü geldi ve bir şey yiyebileceğinden şüphe etti. Parkus ve Sophie’nin keklikleri sopalara geçirişini izlemek, bu fikri kuvvetlendirdi. Ama ateş yakılıp kuşlar kızarmaya başladığında, bu muhteşem kokunun lezzetinin daha iyi olacağında ısrar eden midesinin sesi baskın çıktı. Orada her tadın daha lezzetli olduğunu hatırladı.
“İşte konuşan dairedeyiz,” dedi Parkus. Artık gülümsemiyordu. Hâlâ el ele oturan Jack ve Sophie’ye vakur bir ifadeyle baktı. Gitarını yakında bir kayaya yaslamıştı. Hemen yanında Kutsal ve Saygısız, başlarını tüylerine gömmüş uyuyorlar, şüphesiz taban tabana zıt rüyalar görüyorlardı, “iblis, uzun zaman önce gitmiş olabilir, ama efsanelerde söylendiğine göre bu tür varlıklar, arkalarında dili hafifleten kalıntılar bırakırlar.”
“Dili çözen serumlar gibi,” dedi Jack.
Parkus başını salladı. “Ve konuşacaklarımız hiç hoş değil...”
“Keşke sıradan bir pislikle uğraşıyor olsaydık. Bununla başa çıkabilirdim.”
Sophie aklı karışmışçasına ona baktı.
“Zor bir dava olduğunu söylüyor,” dedi Parkus ona. “Carl Bierstone hiç de sıradan bir canavar değil diyelim. Örnek bir karakteri olduğu söylenemez ama French Landing’de olanları, onu kullanan biri yaptırıyordu. Sizin dünyanızda buna ele geçirilmek deniyor, Jack. Ötedünya’daki ruhlar tarafından tutsak alınmak...”
“Ya da domuzların dizginleri ele geçirmesi,” dedi Sophie.
“Evet.” Parkus başını salladı. “Bu sınır bölgesinin hemen ötesindeki dünyada -Orta-Dünya- kanının bir iblis tarafından zehirlendiğini söylerler. Ama o zamanlar bu taş halkasının içinde yaşayan zavallı iblisten çok daha gücü olan iblis.”
Jack bu söylenenleri zorlukla duyuyordu. Gözleri parlıyordu, öeersr ya da onun gibi bir şey, demişti George Potter bin yıl geride kalmış gibi görünen önceki gece. Bu değil, ama buna yakın.
“Carl Bierstone,” dedi. Yumruğunu sıkarak kaldırdı ve zafer edasıyla havada savurdu. “Chicago’daki ismi buydu. French Landing’de ise Burnside ismini kullanıyor. Dava bitti, konu kapandı, fermuvarını çek. Nerede o, Speedy? Bana biraz zaman ayır...”
“Kes... sesini,” dedi Parkus.
Sesi alçak, neredeyse ölümcüldü. Jack, Sophie’nin büzülerek ona doğru yaslandığını hissetti. Kendisi de biraz sinmişti. Karşısındaki adam eski dostuna benzemiyordu, hem de hiç benzemiyordu. Onu Speedy olarak düşünmeyi kesmen gerek, dedi Jack kendi kendine. Karşındaki adam Speedy değil, asla olmadı. Speedy sadece büründüğü hayali bir karakter, annesiyle birlikte firarda olan, dehşet içindeki çocuğu ve annesini sakinleştirip etkilemek için yaptığı roldü.
Parkus, ateşin üzerinde iyice kızaran ve suları damlayan keklikleri çevirdi.
“Sert konuştuğum için kusura bakma, Jack. Ama şunu anlaman gerek; senin Balıkçı’n, gerçek tehlikenin yanında devede kulak.”
Neden bunu Tansy Freneau’ya da söylemiyorsun? Ya da Beezer St. Pierre’e?
Jack bunları düşündü ama dile getirmedi. Parkus’un gözlerinde beliren ışık onu sindirmişti.
“Bunun Öte-ikizlerle de bir ilgisi yok,” dedi Parkus. “Bu fikri kafandan atman gerek. Bu sadece senin dünyan ve Ötedünya arasında olan bir şey bir bağlantı. Buradan bir canavarı öldürerek senin dünyandaki yamyamdan kurtulamazsın. Ve Wisconsin’deki adamı öldürürsen, içindeki şey bir başka bedeni ele geçirecektir. Hiçbir şey sona ermiş olmaz.”
“İçindeki şey mi?...”
“Albert Fish’in içindeyken, Fish ona Mantar Adam ismini takmıştı. Senin peşinde olduğun adamsa ona Bay Munshun, diyor. Bunlar, sizin dünyanızda ya da sizinkine benzeyen dünyalarda herhangi bir şekilde dile getirilmesi mümkün olmayan bir kelimeye kendilerince yakıştırdıkları isimler.”
“Kaç tane dünya var, Speedy?”
“Çok,” dedi Parkus ateşe bakarak. “Ve bu iş, hepsini birden ilgilendiriyor, neden o şekilde ısrarla peşine düştüm sanıyorsun? Seni uyandırmak için aklıma gelen her lanet olası şeyi yaptım. Sana kırmızı tüyler, kızılgerdan yumurtacı gönderdim.”
Jack duvarları parmak uçları kanayana dek tırmalayan Judy’yi düşündü ve Kendinden utandı. Görünüşe bakılırsa Speedy de aynı şeyi yapıyordu. “Uyan, uyan, seni koca kafa,” dedi.
Parkus ayıplamayla gülümseme arasında kalmış gibiydi. “Seni Los Angeles’tan kaçıran olayda beni görmüş olmalısın.”
“Ah dostum neden ayrıldım sanıyordun?”
“Tanrı’nın Ninova’daki kötülüklere karşı dua etmesini istediği Yunus peygamber gibi kaçtın. Gelip seni yutması için bir balina göndermem gerekeceğini sanmıştım.”
“Kendimi zaten yutulmuş gibi hissediyorum,” dedi Jack. “Ben de öyle,” dedi Sophie hafif bir sesle.
“Hepimiz yutulduk,” dedi belinden tabanca sarkan adam. “Hoşumuza gitsin gitmesin, canavarın midesindeyiz. Bu ka, yani kader ve alınyazısı. Balıkçı’n, şimdi senin ka’n, Jack. Bizim ka’mız. Bu cinayetten çok öte. Çok daha fazlası söz konusu.”
Ve Jack gerçekten ödünü patlatan bir şey gördü. Lester Parker, nam-ı diğer Speedy, nam-ı diğer Parkus da ölesiye korkuyordu. “Bu iş, Kara Kule’yi ilgilendiriyor,” dedi.
Jack’in yanı başındaki Sophie dehşet ve umutsuzluk dolu hafif bir çığlık attı ve başını öne eğdi. Aynı anda bir elini kaldırarak defalarca Parkus’a Kötü Nazar işareti yaptı.
Speedy bundan alınmış ya da hareketi kusurlu bulmuş görünmüyordu. Sopalara geçirilmiş keklikleri ateşin üzerinde çevirmeye devam etti. “Şimdi beni dinleyin,” dedi sonra. “Dinleyin ve mümkün olduğunca az soru sorun. Judy Marshall’ın oğlunu hâlâ geri alabiliriz ama vakit hızla daralıyor.”
“Anlat,” dedi Jack.
Parkus anlatmaya başladı. Hikâyesinin bir yerinde kekliklerin piştiğine karar verdi ve düz taşlar üzerinde ikram etti. Et çok yumuşaktı, neredeyse kemikten ayrılıverecekti. Jack iştahla yemeye başladı, sıra ona geldikçe Parkus’un matarasındaki tatlı sudan içiyordu. Artık keklikleri ölü çocuklarla kıyaslayarak zaman harcamıyordu. Ateşin canlandırılması gerekiyordu, Jack ilk olarak bunu yaptı. Sophie de ellerini kullanarak eti iştahla yiyor, hiçbir belirtisi olmadan ince parmaklarını yalayarak temizliyordu. Taşlardan oluşan çemberin içine girmeyi reddeden Wendell Green de sonunda gelip etten payını aldı. Parkus ona altın gibi kızarmış bir but fırlattığında takdir edilesi bir beceriyle yakalamış ve yüzünü yumuşak ete gömmüştü.
“Kaç dünya olduğunu sormuştun,” diye başladı Parkus. “Yüksek Dil’in bunun cevabı, da fani anlatılmanın ötesinde dünyalar.” Ateşten kararmış sopalardan birinin ucuyla yana yatık bir sekiz çizdi. Jack, bunun sonsuzluğu anlatan Yunan sembolü olduğunu biliyordu.
“Hepsini bir arada tutan bir kule var. istersen bunu üzerinde bir çok tekerleğin döndüğü bir aks olarak kabul edebilirsin. Ve bu kuleyi yerle bir edecek tek ve bağımsız bir güç var. Ram Abbalah.”
Bu iki kelimeyi söylediğinde alevler bir an koyulaşıp kırmızıya döner gibi oldu. Jack bunun aşırı yorgun beyninin bir oyunu olduğuna inanmak istedi ama yapamadı. “Kızıl Kral.”
“Evet. Fiziksel varlığı Kule’nin tepesindeki bir hücrede hapsedilmiş durumda ama tamamen gerçek bir başka göstergesi var ve bu Can-tah Abba-lah’da yaşıyor, Kızıl Kral’ın Sarayı.”
“Aynı anda iki yerde.” Jack, Amerika dünyası ve Ötedünya arasındaki yolculukları sayesinde bu kavramı anlamakta pek zorluk çekmedi.
“Evet.”
“Ama bu adam -ya da şey- Kule’yi yok ederse kendi amacına da ulaşamamış olmayacak mı? Bu esnada kendi fiziksel varlığını ortadan kaldırmış olmayacak mı?”
“Tam tersi: özgür bırakarak kaosa yol açacak... din-tah... ateş. Orta-Dünya’nın bazı bölgeleri o ateşin içine düştüler bile.”
“Bunların ne kadarını bilmem gerekiyor?” diye sordu Jack. Duvarın diğer tarafında zamanın hızla ilerlediğinin farkındaydı.
“Neyi bilmen gerektiğini söylemek güç,” dedi Parkus. “Önemli olabilecek bir bilgiyi aktarmazsam tüm yıldızlar sönebilir. Sadece burada değil, diğer binlerce evrende de. İşin lanet olası önemi de bu. Dinle, Jack-Kızıl Kral, Kule’yi yok edip kendini özgür kılmayı aklın alamayacağı kadar uzun süredir deniyor. Belki sonsuzluk kadar uzun bir zaman. Çok yavaş ilerliyor, çünkü Kule, karşılıklı iç içe geçen güç kirişleriyle destekleniyor. Kirişler binlerce yıldır duruyorlar ve daha binlerce yıl durabilirler ama son iki yüz yılda, bu süre senin dünyanın saatine göre, Jack; senin için bu Tam-Dünya oluyor, Sophie, neredeyse yüz kat fazlası...”
“Ne kadar uzun,” dedi Sophie. Sesi bir iç çekiş gibiydi. “Çok uzun.”
“Karanlığın geniş penceresinde bu karanlıkta yanan bir kibrit kadar kısa. İyi şeylerin oluşması genellikle uzun bir zaman alıyor kötülük, büyük bir şey bile olsa, çok kısa sürede ortaya çıkabiliyor. Ka, iyinin olduğu kadar kötünün de dostudur. Her ikisini de kucaklar. Ve bu arada Jack... “ Parkus ona döndü.
“Demir çağı ve Bronz Çağı’nı duymuş olmalısın elbette, değil mi?”
Jack başını salladı.
“Kule’nin üst katmanlarında, geçen son iki yüz yıl, sizin dünyanızda Zehirli Düşünceler Çağı olarak adlandırılıyor. Bunun anlamı...”
“Açıklamana gerek yok,” dedi Jack. “Morgan Sloat’u tanıyordum, unuttun mu? Sophie’nin dünyası için neler planladığını biliyordum.” Evet, biliyordu gerçekten. Temel plan, evrenin en tatlı bal peteklerinden birini önce zenginler için bir tatil beldesi, sonra ucuz işçilik kaynağı ve en sonunda da muhtemelen radyoaktif bir atık çukuruna çevirmekti. Bu zehirli düşüncelere bir örnek değilse neydi, bilmiyordu.
“Zeki varlıklar arasında daima telepati yeteneğine sahip olanlar çıkagelmiştir,” dedi Parkus. “Bu, bütün dünyalar için geçerlidir. Ama genellikle ender ortaya çıkarlar. Dâhiler diyebilirsiniz. Ama dünyanızda Zehirli Düşünceler Çağı başladığından -bir iblis gibi istila ettiğinden- beri bu tür varlıkların sayısı arttı, Jack. Bombalanmış Bölge’deki yavaş yaratıklar kadar çok değiller, ama gözle ‘ görülür bir artış var.”
“Düşünce okuyanlardan bahsediyorsun,” dedi Sophie emin olmak ister gibi.
“Evet,” diye onayladı Parkus. “Ama sadece düşünce okuyanlardan değil. Kâhinler. Teleportlar -yani dostumuz Gezgin Jack gibi dünyalar arasında geçiş yapabilenler- ve telekinetikler. Düşünce okuyucular en sık rastlananlar, telekinetikler ise en nadir... ve en değerli olanlar.”
‘Yani onun için,” dedi Jack. “Kızıl Kral için.”
“Evet. Son iki yüz yıl içinde abbalah zamanının önemli bir bölümünü telepatik kölelerden oluşan bir ekip kurmak için harcadı. Çoğunu sizin dünyanızdan ve Ötedünya’dan buldu. Telekinetiklerin ise hepsi sizin dünyanızdan. Esirlerden oluşan bu ekip -köle ordusu- onun en büyük başarısı. Onlara Kırıcılar diyoruz. Kırıcılar...” Susarak düşündü. Sonra, “Bir kadırganın nasıl ilerlediğini biliyor musunuz?” dedi.
Sophie başını salladı. Jack’in yorgun beyni bir an için sözcüğü anlamakta zorlanmıştı.
“Bir çok kürekçi,” dedi Sophie. Sonra göğüslerinin hoş bir şekilde hareket etmesini sağlayarak hayali kürekler çekti.
Parkus başını sallıyordu. “Genellikle birbirlerine zincirlenmiş köleler kullanılırdı. Onlar...”
Taş çemberinin dışındaki Wendell birden kendi küreğini içeri soktu. “Spart. Küs.” Alnı kırışarak duraksadı, sonra tekrar denedi. “Spart-a-küs.”
“Neden bahsediyor?” diye sordu Parkus kaşlarını çatarak. “Bir fikrin var mı, Jack?”
“Spartaküs isimli bir filmden,” dedi Jack. “Ve her zamanki gibi yanılıyorsun, Wendell. Sanırım Ben-Hur demek istiyordun.”
Suratını asan Wendell, yağlı ellerini uzattı. “Daha. Et.”
Parkus son pilici şişten çıkardı ve yağlı suratını dizlerinin arasından uzatarak oturan Wendell’ın önündeki iki taşın arasına fırlattı. “Haber atmacası için taze av,” dedi. “Şimdi bize bir iyilik yap ve çeneni kapa.”
“Yoksa. Ne olur.” Wendell’ın gözlerinde o bildik, küstah bakış belirmişti.
Parkus ağır tabancasını hafifçe kılıfından çıkardı. Sandal ağacından yapılmış kabzası yıpranmıştı ama namlusu ölüm ışıltısı saçıyordu. Bir şey söylemesine gerek yoktu; kekliği alan Wendell Green giysisine sarındı ve tepeye doğru seğirtti. Jack, gazetecinin gittiğini görünce çok rahatladı. Spartaküs, diye düşündü dudak bükerek.
“Yani Kızıl Kral, Kirişler’i yok etmek için Kırıcılar’ı kullanmak istiyor,” dedi Jack. “Bu, değil mi? Planı böyle?”
“Gelecekte olacak bir şeymiş gibi konuşuyorsun,” dedi Parkus yumuşak bir sesle. “Bu dediğin şimdi oluyor, Jack. Süregelen parçalanmayı görebilmek için kendi dünyana bir bakman yeterli. Altı Kiriş’ten sadece biri tam anlamıyla sağlam duruyor. İki tanesi hâlâ biraz güç üretebiliyor. Diğer üçüyse tamamen ölü. Bunlardan biri binlerce yıl önce, doğal sebeplerden yok oldu. Diğer ikisini... Kırıcılar öldürdü. Son iki asır içinde.”
“Tanrım,” dedi Jack. Speedy’nin Balıkçı’ya niçin devede kulak dediğini anlamaya başlıyordu.
“Kule’yi ve Kirişler’i koruma görevi daima Gilead’ın eski savaş loncasına, bu dünyada ve diğer pek çoğunda silahşörler, diye adlandırılan kişilere ait oldu. Ayrıca çok güçlü bir psişik güç de yaratıyorlardı, Jack, Kızıl Kral’ın Kırıcılarına karşı koyabilecek kadar güçlüydüler, ama...”
“Biri hariç tüm silahşörler yok oldu,” dedi Sophie, Parkus’un belinden sarkan büyük tabancaya bakarak. Sonra, ürkek bir umutla, “Sen de onlardan değilsen, Parkus.’’
“Değilim, hayatım,” dedi Parkus. “Ama birden fazla silahşor var.”
“Roland’ın silahşorların sonuncusu olduğunu sanıyordum. Hikâyeler böyle diyor-”
“En az üç kişiyi daha silahşor yaptı,” dedi Parkus. “Bunun nasıl mümkün olduğunu bilmiyorum, ama doğru olduğuna inanıyorum. Roland tek başına olsaydı Kırıcılar Kule’yi çok önce yerle bir etmiş olurlardı. Ama bu diğerlerinin gücü onunkiyle birleşince...”
“Neden bahsettiğiniz hakkında en ufak bir fikrim bile yok,” dedi Jack. “Aslında anlıyordum, ama beni yaklaşık iki dönemeç ardınızda bıraktınız.”
“Görevini yapmak için her şeyi anlaman gerekmiyor,” dedi Parkus.
“Tanrı’ya şükür.”
“Anlaman gerekene gelince, kadırgaları ve kürekçileri bir kenara bırak ve annenin bir zamanlar rol aldığı kovboy filmlerine göre düşün. Öncelikle, çölde bir kale hayal et.”
“Bahsedip durduğun Kara Kule. O, kale.”
“Evet. Ve kalenin etrafını kuşatanlar da vahşi kızılderililer değil...”
“Kırıcılar. Başlarında da Büyük Şef Abbalah var.”
Sophie mırıldandı: “Kral, Kule’sinde ekmek ve bal yiyor. Bodrumdaki Kırıcılar çalışıp onu besliyor.”
Jack, sırtında hafif, ama nahoş bir ürperti hissetti: kırık camlar üzerinde dolaşan sıçan pençelerini düşündü. “Ne? Neden öyle dedin?”
Sophie ona baktı, yüzü kızardı, başını iki yana salladı ve gözlerini önüne çevirdi. “O bazen böyle söylüyor. Judy. Bazen böyle dediğini duyuyorum.”
Parkus ucu yanmış sopalardan birini aldı ve kumdaki sonsuzluk işaretinin yanına çizerek anlatmaya başladı. “Kale burada. Zalim, kötü ruhlu -ve muhtemelen deli- şefleri tarafından yönetilen çapulcu kızılderililer burada. Ama şuradan...” Sol tarafa sertçe bir ok çizdi. Kaleyi ve etrafını kuşatan kızılderilileri temsil eden basit çizimleri işaret ediyordu. “En iyi Lily Cavanaugh kovboy filmlerinde son dakikada hep kimler gelir?”
“Süvariler,” dedi Jack. “Sanırım onlar da biz oluyoruz.”
“Hayır,” dedi Parkus. Sesi sabırlıydı, ama Jack, bu tonu korumak için çok büyük bir çaba harcadığını tahmin edebiliyordu. “Süvariler, Gileadlı Roland ve yeni silahşörleri. Ya da Kule’nin ayakta kalmasını -veya zamanı geldiğinde çökmesini- isteyen bizim gibilerin umut etmeye cesaret ettiği bu. Kızı K-Roland’ı engellemek, o ve silahşörleri hâlâ uzaktayken Kule’yi yok etmek bitirmek istiyor. Bunun için de mümkün olduğunca çok Kırıcı topluyor özelllikle de telekinetikleri.”
“Tyler Marshall...”
“Lafımı kesmeyi bırak. Bu durum zaten yeterince zor.”
“Eskiden çok daha neşeliydin, Speedy,” dedi Jack sitem edercesine. Bir an için eski dostunun ona bir fırça daha atacağını -ya da kontrolünü tamamen kaybederek öfkeyle onu bir kurbağaya dönüştüreceğini- sandı ama Parkus biraz rahatlayarak güldü.
Sophie rahatlayarak başını kaldırdı ve Jack’in elini sıktı.
“Eh, şey, sanırım dizginlerimi biraz çekmekte haklısın,” dedi Parkus, “Daha sakin olmalıyız, değil mi?” Kalçasının üzerinde duran ağır tabancaya dokundu. “Bunu üzerimde taşımak biraz büyüklük taslamama yol açıyor olabilir.”
“Eğlence parkı kapıcılığından daha üstün bir konumda olduğun kesin.”
“Hem İncil’de -sizin dünyanızda, Jack- hem de iyi Hasat Kitabı’nda -senin dünyanda Sophie, hayatım- şöyle bir söz vardır; ‘Krallığımda birçok konak var’. Kızıl Kral’ın Sarayı’nda da birçok cana var var.”
Jack ağzından kısa, sert bir kahkahanın çıktığını duydu. Anlaşılan eski dostu, polislere özgü tipik, tatsız bir espri yapmıştı.
“Bunlar, Kral’ın nedimleri... kara şövalyeleri. Sanıyorum pek çok görevleri var, ama son yıllarda, en önemli amaçları, yetenekli Kırıcılar bulmak oldu. Kırıcı ne kadar yetenekliyse, alınan ödül de o kadar büyük oluyordu.”
“Kafatası avcıları,” diye mırıldandı Jack ve kelimeler ağızlarından çıkana dek bu terimin kökenini fark etmedi. Terimi mecaz anlamıyla söylemişti, ama bir de kelimelerin yalın anlamlan vardı. Kafatası avcıları, yamyamdı.
“Evet,” diye onayladı Parkus. “Ve... bunu söylemek pek hoşuma gitmiyor ama başka nasıl açıklanabilir ki? Bu avcılar, zevk için çalışan ölümlülerle anlaşıp onları çalıştırıyorlar.”
Jack’in gözlerinin önünde kâbus gibi bir görüntü belirdi: New York kaldırımlarından birinde, önünde BOĞAZ TOKLUĞUNA ÇALİŞİRİM yazan bir kartonla duran Albert Fish’in bir karikatürü. Sophie’ye daha sıkı sarıldı. Mavi gözleri ona çevrildi ve Jack mutlulukla ona baktı. Bu masmavi gözler onu sakinleştiriyordu.
“Albert Fish, dostu Bay Mantar’a kaç tane Kırıcı bulmuş?” diye sordu Jack, “iki mi? Dört mü? Bir düzine mi? Sonunda hiç olmazsa ölüp kurtuluyorlar ve abbalah yerlerine yenilerini bulmak zorunda mı kalıyor?”
“Ölmüyorlar,” dedi Parkus büyük bir ciddiyetle. “Zamanın olmadığı bir yerde -bir bodrum, evet ya da büyük bir mağara- tutuluyorlar.”
“Yani Araf. Tanrım.”
“Ve sorunun artık bir önemi yok. Albert Fish uzun zaman önce kapanmış bir defter. Bay Mantar, şimdi Bay Munshun. Bay Munshun’un Balıkçı’yla yaptığı anlaşma var. Das’ta yeteneksiz oldukları sürece Burnside istediği çocuğu öldürüp yiyebilir. Yetenekli bir çocuk bulacak olursa -yani Kırıcı- hemen Bay Munshun’a teslim etmek zorunda.”
“Ve o da çocuğu abbalaha götürecek,” diye mırıldandı Sophie.
“Doğru,” dedi Parkus.
Jack şimdi nispeten tanıdığı sularda yüzdüğünü hissediyordu ve bundan fazlasıyla memnundu. “Tyler Marshall öldürülmediğine göre yetenekli olmalı.”
“‘Yetenekli’, durumu anlatmak için pek yeterli bir sözcük değil. Tyler Marshall, tüm dünyalar tarihinde görülen en güçlü iki Kırıcı’dan biri olabilecek potansiyele sahip. Kızılderililer tarafından kuşatılmış kale benzetmesine dönecek olursak, Kırıcılar’ın surların ardına fırlatılan alevli oklar olduklarını söyleyebiliriz. Ama Tyler Marshall basit bir alevli ok değil. O daha çok bir güdümlü füze.”
“Ya da bir nükleer silah.” Sophie, “Onun ne olduğunu bilmiyorum,” dedi. “Bilmek istemezsin,” dedi Jack. “İnan bana.”
Toprağın üzerindeki basit çizimlere baktı. Tyler’ın bu kadar büyük bir güce sahip olması onu şaşırtmış mıydı? Hayır, pek sayılmazdı. Çocuğun annesini saran güç alanına tanık olduktan sonra buna şaşırmamıştı. Judy’nin basit elbisesi ve sade tavrının gizleyemediği asil bir karaktere sahip Öte-ikiziyle karşılaştıktan sonra, hayır. Çok güzeldi ama Jack, güzelliğin ona dair en önemsiz şeylerden biri olduğunu tahmin edebiliyordu.
“Jack?” dedi Parkus. “İyi misin?” Sesinin tonu, başka türlü olman için vakit yok, der gibiydi.
“Bana bir dakika ver,” dedi Jack. “Boşa harcanacak zamanımız...”
“Bunu çok iyi anladım,” dedi Jack sert bir sesle. Sophie’nin ses tonunu duyunca şaşırarak başını kaldırdığını hissetti. “Şimdi bana bir dakika ver. işimi yapayım.”
Papağanın bir başı, yeşil tüylerin arasından mırıldandı. “Tanrı fakir işçileri sever.” Diğeri karşılık verdi. “O yüzden mi lanet olasıcalardan o kadar çok yaratmış?”
“Tamam, Jack,” dedi Parkus ve başını gökyüzüne doğru kaldırdı
Pekâlâ, elimizde ne var? diye düşündü Jack. Ortada çok değerli küçük çocuk var ve Balıkçı onun ne kadar değerli olduğunu biliyor. Ama o henüz Bay Munshun’un eline geçmemiş yoksa Speedy burada olmazdı sonuca varılabilir.
Sophie, endişeyle ona bakıyordu. Parkus hâlâ Ötedünya -Judy Marshall’ın deyimiyle Uzaklar- ve Sonra Gelecek arasında kalan bu sınır bölgesi üzerini kaplayan masmavi gökyüzüne bakıyordu. Jack’in beyni şimdi daha hızlı çalışıyor, hızı, istasyondan ayrılan bir ekspres treninki gibi artıyordu. İri başlı zenci adamın gökyüzüne kötü niyetli, malum bir kargayı gözlemek için baktığının farkındaydı. Yanındaki beyaz tenli kadının ona yeterince dünya ve zaman olduğu takdirde aşka dönüşebilecek bir hayranlıkla baktığının da farkındaydı. Ama daha çok kendi düşüncelerinin içinde kaybolmuştu. Bir aynasıza ait düşüncelerdi bunlar.
Bierstone, şimdi Burnside ve yaşlı. Yaşlı ve, idrak konusunda bugünlerde pek iyi değil. Sanırım yapmak istediğiyle, yani Tyler Marshall’ı kendine saklamak, Munshun denen adama verdiği söz arasında kalmış. Bir yerlerde, karar vermeye çalışan karışık, gıcırdayan, tehlikeli bir beyin var. Eğer Tyler’ı öldürüp “Hansel ve Gretel”deki cadı gibi kazana atmaya karar verirse Fred ve Judy için kötü olacak. Şimdiye dek bir Özel Tim askerini delirtebilecek şeyler görmüş olması muhtemel Tyler da var elbette. Balıkçı, çocuğu Bay Munshun’a vermeye karar verirse yaratılmış herkes ve tüm dünyalar için kötü olacak. Speedy zamanımızın darlığı konusunda çok haklı.
Dostları ilə paylaş: |