“Evet,” dedi genç Bay Evans. Wendell kadar umursamıyordu -Wendell’ın içinde yanan bağlılık onda yoktu- ama bunları anlatacağı biri vardı. Yalnız, keder yüklü günlerinde biraz olsun rahatlatılmayı, bunları öğrenmeyi hak eden bir kadın. Jack Sawyer’ın kötülüklerinin haberiyle hayat bulacak, umutsuz biri
“Bu tür bir davranışın öylece hasır altı edilmesine göz yumamayız,” dedi Wendell.
“Kesinlikle,” dedi genç Bay Evans. “Kesinlikle, dostum.”
Cep telefonu çaldığında Jack, Lutheran Hastanesi’nin bahçesinden henüz çıkmıştı. Kamyoneti yol kenarına çekmeyi düşündü, ama yaklaşan itfaiye araçlarının sesini duyunca vazgeçti ve araba kullanırken konuşma riskini göze alarak yoluna devam etti. Tüm itfaiye teşkilatı oraya gelip onu yavaşlatmadan önce oradan uzaklaşmak istiyordu.
Küçük Nokia’sını açtı. “Sawyer.”
“Hangi cehennemdesin?” diye bağırdı Beezer St. Pierre. “Lanet olsun, tekrar çevir düğmesine öyle çok bastım ki, kahrolası düğmeyi az daha kırıyordum!”
“Ben...” Ama nerede olduğunu gerçeği söylemeden nasıl açıklayacağını bilemiyordu. Belki de bir yolu vardı. “Sanırım cep telefonlarının sinyal alamadığı şu ölü bölgelerden birine girmişim...”
“Fen dersini boş ver şimdi, ahbap. Kıçını kaldırıp hemen buraya gel. Adres, Nailhouse Row. 1 numara, Chase Caddesi’nin hemen güneyinde. Köşedeki bebek boku renkli iki katlı ev.”
“Tamam, bulurum,” dedi Jack ve hızını biraz daha arttırdı. “Şu an yoldayım.”
“Mevkiin nedir?”
“Hâlâ Arden’dayım ama hızla ilerliyorum. Yarım saat içinde orada olabilirim.”
“Kahretsin!” Beezer, Nailhouse Row’da bir yerde bir şeye yumruk atmış gibi bir ses duyuldu. Muhtemelen en yakın duvara yumruğunu geçirmişti. “Lanet olsun senin neyin var, ahbap? Mouse’u kaybetmek üzereyiz. Sonu çok yakın -Elimizden geleni yapıyoruz -geri kalanımız- ama işe yaramıyor, Mouse ölüyor.” Beezer hızla nefes alıp veriyordu. Jack, adamın ağlamamak için kendini tutmaya çalıştığını düşündü. Armand St. Pierre’in yıkılma noktasına gelmesi endişe vericiydi. Jack gözucuyla kamyonetin hız göstergesine baktı, saatte yüz on beş kilometreye dayandığını görünce ayağını gazdan biraz çekti, Ardlen ve Centralia arasında bir kaza yapmakla hiç kimseye yardım edemezdi. “Geri kalanımız derken neyi kastettin?”
“Boş ver, Mouse ile konuşmak istiyorsan bir an önce burada olmaya hak. Onun seninle konuşmak istediği kesin, ismini sayıklayıp duruyor.” Beezer sesini alçaltarak devam etti. “Yani kendinden geçmediği zamanlarda ve bu zamanlar giderek azalıyor. Doc elinden geleni yapıyor -Ayı Kız ve ben de öyle-ama bu bir otobüsü tek elle durdurmaya çalışmak gibi bir şey.”
“Ona söyle, dayansın,” dedi Jack. “Lanet olsun, dostum kendin söyle.”
Hattın diğer ucundan hafif tıkırtılar ve mırıltılar duyuldu. Sonra insan sesine pek benzemeyen bir ses konuştu. “Acele et... buraya gelmen gerek, ahbap. O şey... beni ısırdı. Orayı hissedebiliyorum. Asit gibi.”
“Dayan, Mouse,” dedi Jack. Telefonu tutan parmakları bembeyaz kesilmişti. Cihazın kırılmamasına şaşıyordu. “Elimden geldiğince çabuk orada olacağım.”
“Olsan iyi olur. Diğerleri... unuttu bile. Ama ben unutmadım.” Mouse gevrek gevrek güldü. Sesi, dosdoğru mezardan çıkıyormuş gibiydi. “Bende hatırlamamı sağlayan bir serum var, dostum. Beni diri diri yiyor... bitiriyor... ama hepsini hatırlıyorum.”
Karşı tarafta telefon tekrar el değiştirdi ve yeni bir ses duyuldu. Bir kadın sesi. Jack, onun Ayı Kız olduğunu düşündü.
“Onları bu işin içine sen soktun,” dedi kadın. “Oraya gitmelerinin sebebi sensin. Bir hiç için gitmiş olmalarına izin verme.”
Sonra telefon kapandı. Jack, telefonu yan koltuğa attı ve saatte yüz on beş kilometrenin o kadar da fazla olmadığına karar verdi.
Birkaç dakika sonra (bu dakikalar Jack’e çok uzun gelmişti) gözleri yaşararak güneşin Tamarack Deresi üzerindeki yansımasına bakıyordu. Bulduğu yerden neredeyse kendi evini ve Henry’ninkini görebilecekti.
Henry.
Jack başparmağıyla hafifçe gömlek cebine vurdu ve Spiegleman’ın ofisindeki masanın çekmecesinden aldığı kasetin hafif tıkırtısını duydu. Kaseti Henry’ye şimdi vermesinin bir anlamı yoktu; Potter’ın önceki gece söyledikleri ve Mouse’un anlatmak için dayanmaya çalıştıkları, 911 kasetine ve buna duydukları ihtiyacı ortadan kaldırıyordu. Ayrıca, bir an önce Nailhouse Row’a gitmesi gerekiyordu, istasyondan ayrılmak üzere olan bir tren vardı ve Mouse Baumann büyük olasılıkla o trenin içinde olacaktı.
Ama yine de...
“Onun için endişeleniyorum,” dedi Jack yumuşak bir sesle. “Henry için ne kadar endişelendiğimi kör bir adam bile görebilir.”
Gökyüzünün diğer yarısına geçmiş olan parlak yaz güneşinin ışıkları derenin üzerinden yansıyor, Jack’in yüzünde dans eden pırıltılar yaratıyordu. Bu pırıltılar gözleri üzerinden geçtikleri sırada alevlere dönüşüyordu.
Henry, Jack’in endişe duyduğu tek insan değildi. Dale Gilbertson’dan Fred Marshall’a, hayatını halk kütüphanesinin önünde ayakkabı boyayarak kazanan yaşlı Steamy McKay’den nehir kenarındaki köhne dükkânında balıkçılık malzemeleri satan Ardis Walker’a kadar French Landing’deki tüm arkadaşları ve tanıdıkları için endişeleniyordu. Hayalinde, tüm bu insanlar şimdi camdan yapılmış gibi görünüyordu. Balıkçı çok yüksek bir perdeden şarkı söyleyecek olsa, sesinin şiddetiyle hepsi tuzla buz olacaktı. Ama ne var ki artık tek endişesi Balıkçı değildi.
Bu bir dava, diye hatırlattı kendine. İçine Ötedünya gibi tuhaflıklar girmiş olabilir, ama sonuçta bu da bir dava ve karşılaştığın, her şeyin bir anda gelişip ciddi boyutlara vardığı ilk dava değil. Tüm gölgelerin fazlasıyla uzun olduğu bir dava.
Evet, bunlar doğruydu ama genellikle o davalarda kısa bir süre sonra kontrolü eline alır, her şey mantık çerçevesine otururdu. Bu kez şartlar daha kötüydü, hem de çok daha kötü. Sebebini de biliyordu. Balıkçı’nın uzun gölgesi, Bay Munshun adında bir yaratık, başka bir varlık boyutundan gelen ölümsüz bir yetenek avcısıydı. Her şey bununla da kalmıyordu, çünkü Bay Munshun’un da bir gölgesi vardı. Kızıl bir gölge.
“Abbalah,” diye mırıldandı Jack. “Abbalah-doon, Bay Munshun ve Karga üç eski dost birlikte Gecenin Ölüm Kıyısı’nda yürüyorlar.” Nedendir bilinmez bu, ona Alice’dekı Mors ve Marangoz’u hatırlattı. Ay ışığında yürüyüşe çıkardıkları neydi? Deniztarakları mı? Midyeler mi? Jack kesinlikle hatırlamıyordu, ama annesinin sesiyle sürekli tekrarlanan bir dize, beyninde dönüp dolaşıyordu. ‘“Birçok şeyi konuşmanın,’ dedi Mors. ‘Zamanı geldi.’“
Abbalah muhtemelen sarayında dolaşıyordu (yani Speedy’nin Kara Kule’sinde hapis olmayan kısmı) ama Balıkçı ve Bay Munshun her yerde olabilirlerdi. Jack Sawyer’ın işlerine burnunu soktuğunu biliyorlar mıydı? Elbette biliyorlardı, bilmiyorlarsa bile bugün öğrenmiş olmalılardı. Dostlarından birine bir kötülük yaparak onu durdurmaya çalışabilirler miydi? Örneğin ismi lazım olmayan bir kör radyo programcısına?
Evet, bu mümkündü. Ve şimdi, belki bu konuda hassaslaştığı için, güneybatıdan yayılan, yetişkin hayatının ilk geçişinde hissettiği o kötü titreşimi tekrar algılıyordu. Yol, güneydoğuya döndüğünde titreşim neredeyse yok olmuştu. Sonra, kamyonetin yönü yine güneybatıya döndüğünde zehirli zonklama tekrar şiddetlendi ve bir migren ağrısı başlangıcı gibi beynine saplandı.
Bu hissettiğin Kara Ev, ama aslında orası bir ev değil. Orası, var oluşun elmasında ateşler diyarına açılan bir kurtçuk deliği. Bir kapı. Belki bugünden önce sadece hafifçe aralık duruyordu, ama Beezer ve dostları çok yakınına dek ilerlediler ve kapının ardına dek açılmasına sebep oldular. Evet, Ty’ın geri getirilmesi gerek... ama o kapı da mutlaka kapanmalı. Ardından kötülükler çıkıp dünyaya saçılmadan kapatılmalı.
Jack aniden direksiyonu kırarak Tamarack Yolu’na girdi. Lastikler, arkalarında izler bırakarak çığlıklar attılar. Emniyet kemeri kilitlendi ve Jack bir an için kamyonetin devrileceğini sandı. Ama dört tekerleği üzerinde kalan kamyonet, uçarcasına Norway Vadisi Yolu’na doğru ilerledi. Mouse kısa bir süre daha dayanmak zorundaydı; Jack, Henry’yi orada tek başına bırakamazdı. Dostu henüz bilmiyordu ama pek yakında Nailhouse Row’a bir ziyaret yapacaktı. Görünüşe bakılırsa durum düzelene kadar grup sistemine bağlı kalmak zorundaydılar.
Ve bu da çok iyi olacaktı ama maalesef dostu Henry evde değildi. Elinde bir toz bezi tutan Elvena Morton, Jack’ın kapıyı ısrarla çalışının sonucu eşikte belirdi.
“Reklam kaydı yapmak için KDCU’ya gitti,” dedi Elvena. “Radyoya bıraktım. Neden burada, kendi stüdyosunda kaydetmediğini bilmiyorum ama ses efektleriyle ilgili bir şey söylemişti. Sana söylememiş olmasına şaşırdım doğrusu.
İşin kötüsü, Henry bunu Jack’e söylemişti. Kuzen Buddy’nin Pirzola kamyoneti. Pranga ve zincirler. Harika La Riviere. Falan filan. Henry, onu eve Morton’un bırakacağını bile söylemişti. O konuşmanın ardından birkaç şey olmuştu -eski çocukluk arkadaşıyla tekrar karşılaşmış, Judy Marshall’ın Öte-ikizine âşık olmuş ve bu arada Tüm Varoluş’un Sırrı’na nail olmuştu- ama tüm bunlar, sol elini yumruk yapıp kapının çerçevesine geçirmesine engel olmadı. Olayların gelişimindeki sürat göz önüne alınırsa yaptığı bu gereksiz dönüş, affedilmez bir hata olabilirdi.
Bayan Morton ona şaşkınlık ve endişeyle baktı.
“Onu almaya da gidecek misiniz, Bayan Morton?”
“Hayır, ESPN’den biriyle bir içki içecekmiş. Henry adamın daha sonra onu eve bırakacağını söyledi.” Sesini, sırların her nasılsa en iyi paylaşıldıkları fısıltıya çevirdi. “Henry açık seçik söylemedi, ama sanırım George Rathburn’un istikbalinde büyük fırsatlar var. Çok büyük fırsatlar.”
Yaylım Ateşi ulusal yayına mı çıkıyordu? Jack buna hiç şaşırmamıştı, ama o an dostu adına sevinecek zamanı yoktu. Gömlek cebinden kaseti çıkararak Bayan Morton’a uzattı. Hiç olmazsa bu şekilde tamamen boşa giden bir yolculuk yapmamış olacaktı. “Bunu onun...”
Durdu. Bayan Morton ona anlayışla bakıyordu. Jack neredeyse, görebileceği bir yere bırakın, diyecekti. Bir başka hata. Bir de iyi bir dedektif olduğunu söylerlerdi.
“Stüdyosuna bırakırım,” dedi Elvena Morton. “Orada mutlaka bulacaktır, bu arada Jack, belki üzerime vazife değil, ama hiç iyi görünmüyorsun. Yüzün çok solgun ve geçen haftadan bu yana beş kilo vermiş olduğuna bahse girerim. Ayrıca...” Biraz utanmış görünüyordu. “Ayakkabılarını ters giymişsin.”
Gerçekten de öyleydi. Jack, öne bir ayağı, sonra diğeri üzerinde durarak gerekli düzeltmeyi yaptı. “Zorlu bir kırk sekiz saat geçirdim ama dayanıyorum, Bayan M.”
“Balıkçı olayıyla ilgili, değil mi?”
Jack başını salladı. “Ve şimdi gitmem gerek. Korkarım fazla bile kaldım.” Döndü, tekrar düşündükten sonra yine kapıya baktı. “Mutfaktaki teybi kullanarak ona benim için bir mesaj bırakabilir misiniz? Beni cep telefonumdan aramasını söyleyin. Eve gelir gelmez arasın.” Sonra aklına bir başka şey geldi ve Morton’un elindeki kaseti işaret ederek ekledi. “Onu dinlemeyin, olur mu?”
Bayan Morton şok olmuş görünüyordu. “Asla öyle bir şey yapmam! Bir başkasına ait mektubu açmak gibi olur!”
Jack gülümseyerek başını salladı. “İyi.”
“Kasetteki... o mu? Balıkçı mı?”
“Evet,” dedi Jack. “Balıkçı.” Ve daha kötüleri bekliyor, diye düşündü ama dile getirmedi. Çok daha kötüleri.
Koşar adım kamyonetine geri döndü.
Jack, yirmi dakika sonra bebek boku rengindeki iki katlı evin, Nailhouse Row 1 numaranın önüne kamyonetini park etti. Sıcak öğle sonrası güneşi altındaki Nailhouse Row ve etrafındaki kirli caddelerin üzerine doğal olmayan bir sessizlik çökmüştü. Bir kırma köpek (daha önceki gece Nelson Oteli’nin önünde gördüğümüz yaşlı köpekti) topallayarak Ames Caddesi’nde karşıdan karşıya geçiyordu ve çevredeki tek hareket oydu. Jack’in gözünün önünde nahoş bir hayal belirdi: Mors ve Marangoz, tıpış tıpış yürüyen hipnotize olmuş Nailhouse Row sakinlerinin önü sıra, Mississippi’nin doğu kıyısı boyunda ilerliyordu. Ateşe doğru yürüyorlardı. Kazana doğru.
Sakinleşip kontrolünü kazanmak için üç dört derin nefes aldı. Kasabadan fazla uzakta olmayan bir yerde -aslında Ed’in Abur Cuburları’na giden yola çok yakın sayılırdı- o korkunç zonklama artmış, beyninin içini karanlık bir çığlık gibi doldurmuştu. Birkaç dakika boyunca öylesine şiddetlenmişti ki, Jack kamyonetin kontrolünü kaybedip yolun dışına çıkmaktan korkarak hızını saatte altmış beş kilometreye düşürmüştü. Sonra zonklama bir mucize gibi başının arkasına doğru ilerlemiş ve kaybolmuştu. Kara Ev’e giden yolun girişindeki GİRİLMEZ levhasını görmemiş, aramamıştı bile ama orada olduğunu biliyordu. Asıl soru, zamanı geldiğinde parçalara ayrılmadan oraya yaklaşmayı başarıp başaramayacağıydı.
“Haydi,” dedi kendi kendine. “Bunları düşünmenin zamanı değil.”
Kamyonetten çıktı ve çatlak, beton yolda eve doğru yürüdü. Yerde seksek oynamak için çizilmiş, artık solgunlaşmış çizgiler vardı ve Jack, Amy St. Pierre adlı küçük bir kızın kısa hayatı sona ermeden önce bir süre orada yaşadığını hatırlatan bu çizgileri görünce hiç düşünmeden başını çevirerek yürümesine devam etti. Verandanın basamakları kuru ve kıymıklıydı. Jack, ölesiye susamıştı. Tanrım, bir bardak su için adam öldürebilirim. Bir bardak su...
Kapı, güneş ışıklarıyla yıkanan sessiz caddede bir silah patlamasın andıran bir gürültüyle açıldı ve Beezer koşarak dışarı fırladı.
“Ulu Tanrım, hiç gelmeyeceğini düşünmeye başlamıştım!”
Beezer’ın acı yüklü, endişe dolu bakışlarını gören Jack, ona Öte-dünya’da geçirdiği zaman sayesinde beyninde bir tür yön bulucu oluştuğunu Kara Ev’i Mouse’un yardımı olmadan da bulabileceğini hiçbir zaman söyleyemeyeceğini anladı. Birbirlerine her şeyi anlatan o sıkı dostlardan olup birlikte yaşlansalar bile ona bunu söylemeyecekti. Beezer fazlasıyla acı çekmişti ve dostunun boş yere öldüğünü bilmesine gerek yoktu.
“Hâlâ yaşıyor mu, Beezer?”
“Her an kaybedebiliriz. Ama dayanmaya çalışıyor. Artık sadece Ayı Kız Doc ve ben kaldık. Sonny ve Kaiser korkup dayak yemiş köpekler gibi kaçtılar. Bu taraftan, dostum.” Beezer, Jack’e pek seçim şansı vermeden iri elleriyle omuzlarını kavradı ve bir bavul gibi Nailhouse Row 1 numaranın içine soktu.
23
“BİR TANE DAHA!” dedi ESPN’den gelen adam.
Ricadan çok emre benziyordu ve Henry adamı görmemesine rağmen hayatında ne amatörce, ne de profesyonelce hiç spor yapmamış olduğunu anlamıştı. Fazla kilolu insanlara has o domuz yağına benzer kokuya sahipti. Sporu muhtemelen, çocukluğunda hep mağazaların büyük beden bölümünde alışveriş etmek zorunda kalışının ve diğer çocukların şişmanlığına dair alaycı takılmalarının acısını çıkarmak için kullanıyordu.
İsmi Penniman’dı. “Tıpkı Küçük Richard gibi!” demişti Henry’ye radyo istasyonunda el sıkıştıkları sırada. “Ellili yılların meşhur rock’n’roll yıldızı. Belki onu hatırlıyorsunuzdur?”
“Şöyle böyle,” demişti Henry, Küçük Richard’ın tüm albümlerine sahip değilmiş gibi. “Sanırım Kurucu Babalar’dan biriydi.” Penniman kükrer gibi gülmüş ve Henry bu kahkahada kendisi için bir gelecek pırıltısı görmüştü. Ama istediği gelecek bu muydu? İnsanlar Howard Stern’e de gülüyorlardı ve Howard Stern bir ahmaktı.
“Bir içki daha!” diye tekrarladı Penniman. Oak Tree Inn’in barındaydılar. Penniman, barmene televizyonun kanalını bowling gösteren ABC’den bu saatlerde golf tavsiyeleri ya da balıkçılıkla ilgili programlar göstermesine rağmen ESPN’e çevirmesi için beş papel vermişti. “Anlaşmayı mühürlemek için bir içki daha!”
Ama ortada bir anlaşma yoktu ve Henry olmasını istediğinden emin değildi. George Rathburn ile ESPN radyosunun bir parçası olarak ulusal yayına çıkmak çekici olmalıydı ve Yaylım Ateş isminin de ESPN Spor Ateşi olarak çevrilmesine bir itirazı yoktu -programda ağırlık hâlâ ülkenin merkez ve kuzey bölgelerinde olacaktı- ama...
Ama ne?
Sorunun cevabını düşünmeye başlamadan yine o koku burnuna karısının belirli gecelerde belirli sinyalleri vermek için sürdüğü Günaha
“İTİ QHI.
parfüm. Karanlık odada birbirlerinin kokularından ve dokunuşlarından başka hiçbir şeyi algılamadıkları o belirli gecelerde Henry ona tarlakuşum derdi
Tarlakuşu.
“Biliyor musunuz, sanırım ben son içkiyi almayacağım,” dedi Henry, “ve de yapılacak işlerim var. Ama teklifinizi düşüneceğim. Ciddi bir şekilde.”
“A-a-a,” dedi Penniman ve Henry havadaki küçük değişimden adamın işaret parmağını burnunun dibinde salladığını anladı. Acaba atılıp parmağını ısırarak ikinci boğumundan koparsa Penniman nasıl bir tepki verirdi? Henry ona Balıkçı tarzı bir Coluee Bölgesi misafirperverliği gösterse ne yapardı? Cinliği ne kadar yüksek çıkardı? Küçük Richard’ın “Tutti Frutti”nin enstrümantal bölümüne geçmeden önce bağırması kadar yüksek olurdu belki. Yoksa olmaz mıydı?
“Ben hazır olmadan gidemezsiniz,” dedi Bay Şişmanım Ama Artık Umurumda Değil. “Şoförünüz benim, unuttunuz mu?” Dördüncü dublesini içiyordu ve artık konuşurken dili dolanıyordu. Dostum, diye düşündü Henry, senin kullandığın arabaya bineceğime kafama bir kurşun sıkarım, nasılsa ikisi aynı hesap.
“Aslında gidebilirim,” dedi Henry nazikçe. Barmen Nick Avery müthiş bir gün geçiriyordu: önce şişman adam kanalı değiştirmesi için beş papel vermişti, şişko yer açmak için tuvalete gittiğindeyse kör adam Skeeter’s Taksi’yi araması için bir beşlik uzatmıştı.
“Ha?”
“Dedim ki, ‘Aslında gidebilirim’. Barmen?”
“Dışarda bekliyor, efendim,” dedi Avery. “İki dakika önce geldi.”
Penniman bar taburesi üzerinde döndüğünde güçlü bir çıtırtı duyuldu. Henry, adamın dışarıda bekleyen taksiyi fark ettiğinde çatılan kaşlarını görmedi ama hissedebiliyordu.
“Dinle, Henry,” dedi Penniman. “Sanırım şu an içinde bulunduğun durumu tam anlamıyla kavramış değilsin. Spor radyoculuğunun gökyüzünde yıldızlar vardır, bunu herkes kabul eder -Ünlü Spor Bebeği ve Tony Kornheiser gibiler bir yılda altı haneli rakamları kolayca kazanıyorlar- ama sen daha orada nasılsın. O kapı şu an için sana kapalı. Ama ben, sevgili dostum, kapıları açmakta çok ustayımdır. Sonuç olarak, ben bir içki daha içelim diyorsam...”
“Barmen,” dedi Henry usulca ve başını iki yana salladı. “Seni sürekli Barmen diye çağırmak istemiyorum; Humphrey Bogart için uygun olabilir ama senin için değil. Adın nedir?”
“Nick Avery, efendim.” Son kelime dudaklarından otomatik olarak dökülüştü. Diğer adamla konuşuyor olsa bu kelimeyi asla kullanmazdı. Her iki adam da ona beş papel bahşiş vermişti, ama koyu renk gözlükleri olan adam, tam bir centilmendi. Kör olmasıyla bir ilgisi yoktu, adamın ne olduğuyla ilgiliydi Etrafına yaydığı o havanın etkisiydi. “Nick, barda başka kim var?”
Avery etrafına bakındı. Arka taraftaki bölmelerden birinde iki adam bira içiyordu. Otelin kapı görevlilerinden biri holdeki telefonla konuşuyordu. Barda ise bu iki adamdan başka kimse yoktu -biri ince, serinkanlı, kör; diğeri şişman, terli ve öfkelenmeye başlamıştı. “Hiç kimse, efendim.”
“Bir... hanım yok mu?” Neredeyse tarlakuşu diyecekti. Bir tarlakuşu yok mu?
“Hayır.”
“Dinle,” dedi Penniman ve Henry, tüm hayatı boyunca Küçük Richard’a bu kadar az benzeyen başka birini duymadığını düşündü. Bu adam Moby Dick’ten daha beyazdı... ve muhtemelen aynı irilikteydi. “Daha konuşacağımız çok şey var.” Dili dolanarak, “Ama bana işle ilgilenmediğini anlatmaya çalışıyorsan başka,” dedi. Hiç yolu yok, diyordu Penniman’ın sesi Henry’nin eğitimli kulaklarına. Oturma odana bir para makinesi koymaktan bahsediyoruz, tatlım, sana özel bir ATM, bu fırsatı kesinlikle geri çeviremezsin.
“Nick, burnuna parfüm kokusu gelmiyor mu? Çok hafif ve eski moda bir ,koku? Mesela, Günahım.”
Henry omzunda gevşek bir elin sıcak su şişesine benzeyen ağırlığını hissetti. “Yaşlı dostum, asıl günah, benimle bir içki daha içmeyi reddetmen olacaktır. Kör bir adam bile...”
“Elini o adamın üzerinden çekmeni öneririm,” dedi Avery ve sesindeki ciddiyeti kavramış olacaktı ki, Penniman, Henry’nin omzunda duran elini hemen çekti.
Sonra yerini bir başka el aldı, bu sefer daha yukarıdaydı. Çok kısa bir an için Henry’nin ensesine dokundu, soğuk bir okşamaydı ve hemen ardından yok oldu. Henry derin bir nefes aldı. Burnuna havayla beraber parfüm kokusu da geldi. Genellikle kokular, ortaya çıktıktan bir süre sonra yok olur, geçici olarak işlevlerini yitirirlerdi. Ama bu kez öyle olmamıştı. Bu koku gitmiyordu.
“Parfüm kokusu almıyor musun?” diye sordu Henry neredeyse yalvarırcasına. Ensesinde hissettiği dokunuşu halisünasyon olarak kabul edebilirdi. Ama burnu ona asla ihanet etmezdi.
En azından şimdiye dek etmemişti.
“Üzgünüm,” dedi Avery. “Bira... fıstık... bu adamın cini ve tıraş losyonunun kokularını alabiliyorum...”
Henry başını salladı. Taburesinden zarifçe aşağı kayarken barın arka tarafındaki renkli ışıklar gözlüklerinin koyu renk camlarından yansıdı.
“Bence bir içki daha içmek istersin, dostum,” dedi Penniman şüphesiz kibar olduğuna inandığı bir ses tonuyla. “Kutlamak için birer içki daha, ardından seni Lexus’umla evine bırakacağım.”
Henry, karısının parfümünün kokusunu alabiliyordu. Bundan kesinlikle emindi. Ve ensesinde hissettiği de karısının eliydi. Ama her nedense kendini sıska Morris Rosen’ı düşünür buldu. Dirtysperm’den “Where Did Our Love Go”• adlı şarkısını dinlemesini isteyen Morris. Wisconsin Faresi’nin programında bu şarkıyı çalmasını söylemişti. Tırnağı yenmiş küçük parmaklarından birinde bu şişkonun bütün vücudunda olandan fazla dürüstlük bulunan Morris Rosen.
Elini Penniman’ın kolunun üzerine koydu. Penniman’ın görmediği suratına gülümsedi ve avucunun altındaki kasların gevşediğini hissetti. Penniman işlerin istediği gibi geliştiğini sanıyordu. Yine.
“Benim içkimi sen al,” dedi Henry nazikçe. “Kendi içkinin üzerine ekle ve ikisini de sivilceli şişko kıçına sok. Eğer orada kalmalarına yardımcı olacak bir şey ararsan işini de hemen arkalarından gönderebilirsin.”
Henry döndü ve bir elini güvenlik politikası gereği ileride tutarak yön bulmada her zamanki becerikliliğiyle kapıya doğru yürüdü. Nick Avery son hamlesi üzerine alkışlamaya başlamıştı, ama Henry’nin aklı, alkışları neredeyse duymayacak kadar meşguldü, Penniman ise çoktan aklından uzaklaşmıştı. Tüm dikkati, Günahım parfümünün kokusu üzerinde toplanmıştı. Öğle sonrasının yakıcı sıcağına çıktığında biraz hafiflemişti... ama sol kulağının hemen ardından duyduğu bir sevgilinin iç çekişi değil miydi? Tıpkı karısının sevişmeden sonra, uykuya dalmadan hemen önce yaptığı gibi? Rhoda’sının? Tarlakuşunun?
“Hey, taksi!” dedi kaldırımın üzerinden.
“Buradayım, dostum, kör müsün?”
“Hem de bir yarasa kadar,” dedi Henry ve taksi şoförünün sesine doğru yürüdü. Evine gidecek, ayaklarını uzatacak, bir fincan çay içecek ve sonra da lanet olası 911 kasetini dinleyecekti. Karanlıkta oturup çocuk katili yamyamın sesini dinlemek zorunda oluşuydu belki bu halüsinasyonların ve garipliklerin sebebi. Elbette, onu huzursuz eden bu henüz tamamlanmamış görev olmalıydı Tarlakuşundan korkması için hiçbir sebep yoktu, değil mi? Karısının ruhu dönecek olsaydı mutlaka bunu sevgiyle yapardı.
Değil mi?
Evet, diye geçirdi aklından ve taksinin arka koltuğuna oturdu.
“Nereye, ahbap?”
“Norway Vadisi Yolu,” dedi Henry. “Yoldan biraz geride, beyaz bir ev. Dereyi geçtikten kısa bir süre sonra görünüyor.”
Henry arkasına yaslandı ve endişeli yüzünü açık cama doğru çevirdi. French Landing’de o gün bir gariplik var gibiydi... sınırdaymış gibi. Sanki bir şey masanın kenarına doğru kaymış, kaymıştı ve düşüp tuzla buz olmak üzereydi.
Diyelim ki Rhoda geri geldi. Diyelim ki öyle. Aşkla geldiyse parfümünün kokusu beni neden huzursuz ediyor? Niçin neredeyse iğrendiriyor? Ve dokunuşu (hayali dokunuşu, dedi kendi kendine) neden o kadar nahoştu? Dokunuşu neden buz gibiydi?
Güneşin göz kamaştırıcı aydınlığından sonra Beezer’ın evinin oturma odası öyle karanlık gelmişti ki, Jack bir süre hiçbir şey göremedi. Sonra gözleri loşluğa biraz alıştı ve sebebini anladı: oturma odasının her iki penceresine de battaniyeler asılmıştı- çift kat gibi görünüyorlardı- ve alt kattaki diğer odaya, büyük ihtimalle mutfağa açılan kapı da kapatılmıştı.
“Işığa katlanamıyor,” dedi Beezer. Sesini, odanın diğer ucundaki kanepede yatan adamın duymaması için alçaltmıştı. Kanepenin yanında diz çökmüş bir başka adam daha vardı.
Dostları ilə paylaş: |