Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə45/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   ...   58

“Belki ısıran köpek kuduzdu,” dedi Jack. Ama söylediğine kendi de inanmıyordu.

Beezer başını kesin bir ifadeyle iki yana salladı. “Fobi türünde bir şey değil. Doc fizyolojik olduğunu söylüyor. Işığın değdiği yerde derisi erimeye başlıyor. Hiç böyle bir şey duymuş muydun?”

“Hayır.” Ve Jack daha önce bu odadaki kadar berbat bir kokuya rastlamamıştı. Çalışan iki vantilatörün seslerini duyuyordu ve esintiyi hissediyordu, ama koku öylesine yoğundu ki hareket etmekte zorlanıyordu. Cürüme kokusu -parçalanmış etteki kangren- çok şiddetliydi ama Jack bu kokuya daha önce tanık olmuştu. Kendisini kötü hissetmesine sebep olan koku başkaydı; kan, cenaze çiçekleri ve dışkının karışımı. Kendini tutamadı ve öğürdü. Beeezer ona sabırsız bir anlayışla bakıyordu.

“Biliyorum, çok kötü. Ama hayvanat bahçesindeki maymun kafesi gibi dostum, bir süre sonra alışıyorsun.”

Diğer odanın yaylı kapısı açıldı ve içeri omuz hizasında sarı saçları olan temiz görünümlü, ufak tefek bir kadın girdi. Elinde bir kâse vardı. Işık, kanepede yatan adama ulaşınca Mouse bir çığlık attı. Akciğerleri eriyip sıvılaşıyormuşçasına boğuk, korkunç bir sesti. Alnından bir şey -belki duman, belki de buhar-yükselmeye başladı.

“Dayan, Mouse,” dedi kanepenin yanında diz çökmüş adam. Jack, onun Doc olduğunu anladı. Mutfak kapısı tekrar kapanmadan önce yıpranmış, siyah çantasının üzerinde ne yazdığını görebildi. Amerika’da bir yerde, siyah muayene çantasının üzerine EN BÜYÜK STEPPENWOLF yazılı bir çıkartma yapıştırmış bir başka tıp personeli olabilirdi belki, ama Jack, Wisconsin’de bir tane daha olduğunu hiç sanmıyordu.

Kadın, kâsenin içindeki bezi alıp sıktıktan sonra Mouse’un alnına yerleştiren Doc’ın yanına diz çöktü. Mouse sarsılarak inledi ve tüm vücudu titremeye başladı. Su damlacıkları yanaklarından sakalının içine doğru süzülüyordu. Sakalı, uyuz olmuş gibi tutam tutam dökülüyordu.

Jack, kendi kendine bir süre sonra kokuya alışacağını telkin ederek ilerledi. Belki gerçekten alışırdı. Bir yandan da Los Angeles Polis Teşkilatı cinayet masası dedektiflerinin çoğunun yaptığı gibi yanında Vicks VapoRub bulundurmuş olmayı diliyordu. Burun deliklerinin hemen altına bir parça sürebilse çok makbule geçecekti.

Odada bir müzik seti (dağınık) ve köşede bir çift hoparlör (çok büyük) vardı ama televizyon yoktu. Pencere ya da kapı olmayan her duvarı, üzerleri kitaplarla dolu raflar kaplıyor, odanın daha da küçük, neredeyse bir yeraltı mezar odası gibi görünmesine sebep oluyordu. Jack’in ara sıra yüzeye çıkan alan korkusu tekrar kendini gösterdi ve huzursuzluğunu arttırdı. Kitapla-0qu din ve felsefeyle ilgili görünüyordu -Descartes, C. S. Lewis, Bhaga-” H Git3- Steven Avery’nin Varlık Prensipleri- ama onların yanında birçok ede-u ser, bira yapımcılığı üzerine kitaplar ve (büyük hoparlörlerden birinin üzerinde) Albert Goldman’ın Elvis Presley üzerine yazdığı büyük kitap vardı. Di-L hoparlörün üzerinde kızılımsı sarı gür saçları, çilleri ve muhteşem gülüm-sesiyle küçük bir kızın fotoğrafı duruyordu. Seksek oynamak için evin önündeki çizgileri çizen çocuğu görmek, Jack’in içini öfke ve kederle doldurmuştu. Başka dünyalar ve büyük tehlikeler olabilirdi, ama durdurulması gereken hasta ruhlu, yaşlı, aşağılık bir canavar da vardı. Jack, bunu aklından çıkarmayacaktı. Ayı Kız, hâlâ dizleri üzerinde çökmüş elindeki kâseyi tutmasına rağmen büyük bir zarafetle yana kaydı ve Jack’e kanepenin önünde yer açtı. Jack kâsenin içinde buz parçaları ve iki bez daha olduğunu gördü. Bu manzara hissettiği susuzluluğu iyiden iyiye arttırdı. Bir buz parçası alıp ağzına attıktan sonra dikkatini Mouse’a çevirdi.

Ekose bir battaniye tüm vücudunu boynuna kadar örtüyordu. Alnı ve yanaklarının üst kısmı -çürüyen sakalının kaplamadığı yerler- kâğıt gibi solgundu. Gözleri kapalıydı. Dudakları, şaşırtıcı derecede beyaz olan dişlerini gösterecek şekilde gerilmişti.

“O...” diye söze başladı Jack ve o anda Mouse’un gözleri açıldı. Jack her ne soracaksa tamamen aklından uçup gitti. Mouse’un ela gözbebeklerinin etrafı, insanı huzursuz eden, tüyler ürperten kıpkırmızı bir hal almıştı. Adam korkunç bir radyoaktif gün batımına bakıyormuş gibiydi. Gözpınarlarından simsiyah bir madde sızıyordu.

“The Book of Philosophical Transformation" adlı kitapta en yaygın diyalektiklere yer veriliyor,” dedi Mouse anlaşılır.bir dille sakince. “Bu sorularla Machiavelli de ilgilenmişti.” Jack onu.amfide ders anlatırken hayal edebiliyordu. Elbette beynindeki görüntüde Mouse’un dişleri takırdamıyordu.

“Mouse, ben Jack Sawyer.” Acayip, ela-kırmızı gözlerde hiçbir tanıma belirtisi yoktu. Gözpınarlarından sızan madde, söylediklerini algılayabiliyormuş gibi kıvrılıp büküldü. Sanki onu dinliyordu.

“Hollywood geldi,” diye mırıldandı Beezer. “Polis. Hatırladın mı?”

Felsefi Değişimler

Mouse’un bir eli ekose battaniyenin üzerindeydi. Jack uzanıp bu ele dokundu ve Mouse’un eli inanılmaz bir güçle onunkini sıkınca şaşkınlıkla bağırmamak için kendini zor tuttu. Mouse’un eli çok da sıcaktı. Fırından yeni çıkan bir bisküvi gibi. Mouse derin bir iç geçirdi ve havadaki berbat koku yoğundu -bozuk et ve çürüyen çiçek kokusu. Çürüyor, diye düşündü Jack. İçten içe çürüyor. Yüce İsa, yardım et bana.

İsa yardım etmeyebilirdi ama Sophie’nin anısı edebilirdi. Jack onun masmavi, güzel, dürüst bakışlı gözlerini hayalinde canlandırıp bu hayale odaklanmaya çalıştı.

“Dinle,” dedi Mouse.

“Dinliyorum.”

Mouse biraz kendini toparlamış görünüyordu. Battaniyenin altındaki vücudu düzensizce titriyordu. Bir krizin yaklaştığını tahmin etmek zor değildi. Bir yerlerde, bir saat tik tak ediyordu. Bir yerlerde bir köpek havlıyordu. Mississippi üzerinde bir tekne, düdüğünü çaldı. Bunların dışında hiçbir ses duyulmuyordu. Jack tüm dünyanın bir kez daha bu şekilde duraksadığını hatırlıyordu; o da bir Beverly Hills hastanesinde annesinin ölüm döşeği başında, son nefesini beklediği zamandı. Tyler Marshall bir yerlerde kurtarılmayı bekliyordu. En azından kurtarılacağını umuyordu. Bir yerlerde Kırıcılar, tüm varoluşun etrafında döndüğü aksı yok etmek için olanca güçleriyle çalışıyorlardı.

Mouse’un gözleri kapandı, ardından tekrar açıldı. Bakışları yeni gelenin üzerinde odaklandı ve Jack o anda çok büyük bir gerçeğin gün ışığına çıkacağını anladı. Ağzındaki buz parçası yok olmuştu; muhtemelen hiç farkında olmadan parçalayıp yutmuştu ve şimdi de bir başkasını almaya cesaret edemiyordu.

“Haydi, dostum,” dedi Doc. “Anlatacaklarını anlat, sonra sana tekrar ağrı kesici iğne yapacağım. Çok etkili. Belki uyuyabilirsin.”

Mouse bu söylenenlere pek aldırmadı. Tuhaflaşmış gözleri Jack’e döndü. Elinin üzerindeki baskıyı arttırdı. Jack parmak kemiklerinin neredeyse birbirine sürtündüğünü hissedebiliyordu.

“Sakın... gidip en kaliteli malzemelerden alma,” dedi Mouse. Sonra tekrar içini çekti ve çürümüş akciğerlerinden bir başka berbat koku bulutu yayıldı.

“Ne?...”


“Çoğu insan... bir iki yıl sonra bira yapımcılığını bırakıyor. En bağlı... en sadık olanlar bile. Bira yapmak... hanım evlatlarına göre değildir.”

Jack tepkisizce bakan Beezer’a döndü. “Bu şekilde gidip geliyor. Sabırlı ol. Bekle’“

Mouse elini tekrar sıktı ve tam Jack artık dayanamayacağını hissettiği sırada parmaklarının baskısını azalttı.

“Büyük bir kap al,” diye tavsiye etti Mouse. Gözleri yuvalarından fırladı. Kızılımsı gölgeler sürekli gelip gidiyor, korneası üzerinde dans ediyordu. Bu onun gölgesi, diye düşündü Jack. Kızıl Kral’ın gölgesi. Mouse’un bir ayağı ayının kapanına girmiş durumda. “En az... yirmi litrelik olsun. En iyilerini... deniz ürünleri satan yerlerde bulabilirsin. Ve mayalama için... plastik su soğutma sürahileri en iyisi... camdan hafifler ve... yanıyorum. Tanrım, Beez, yanıyorum!”

“Lanet olsun, iğneyi yapacağım,” diyen Doc çantasını açtı.

Beezer kolunu yakaladı. “Henüz değil.”

Mouse’un gözlerinden kanlı gözyaşları akmaya başladı. Siyah maddeler küçük kurtçuklar gibi kıvrılarak, susuzluklarını gidermek istiyormuşçasına gözyaşlarına doğru ilerlediler.

“Mayalama haznesi,” diye fısıldadı Mouse. “Thomas Merton işe yaramazın tekidir, aksini söyleyenlere inanma. Hiçbir gerçek fikir yok. Tozu dışarıda bırakmalı, aynı zamanda gazların çıkmasına izin vermelisin. Jerry Garcia Tanrı değildi. Kurt Cobain Tanrı değildi. Kokusunu aldığı parfüm, ölü karısına ait değil. Kral’ın gözüne yakalandı. Gorg-ten-abbalah, ee-lee-lee. Opopanaks öldü, çok yaşa opopanaks.”

Jack, Mouse’un yaydığı kokuya daha da eğildi. “Parfüm kokusu alan kim? Kral’ın gözüne kim yakalandı?”

“Deli Kral, kötü Kral, üzgün Kral. Lay lay lay, herkes Kral’ı selamlasın.”


“Mouse, Kral’ın gözüne yakalanan kim?”

Doc araya girdi. “Bilmek istediğinin başka...”

“Kim?” Jack, bunu neden bu kadar önemsediğini bilmiyordu ama çok önemliydi. Birinin yakın zamanda ona bahsettiği bir şey miydi? Dale mıydı? Tansy mi? Tanrı bizi korusun, Wendell Green mi?

“Sopa ve hortum,” dedi Mouse sır verircesine. “Mayalanma işlemi bittiğinde bunlara ihtiyacın olacak! Ve biraları çevirmeli kapaklı şişelere koyamazsın! Yapman...”

Mouse başını çevirdi, yanağını omzu üzerine yerleştirdi ve kustu. Ayı Kız bir çığlık attı. Kusmuk sapsarıydı ve içinde, gözpınarlarından sızanlara benzer siyah şeyler kıpır kıpır oynuyordu. Canlıydılar.

Beezer koşarak olmasa da odadan hızla ayrıldı ve Jack vücudunu ederek Mouse’u açılan mutfak kapısından giren ışıktan elinden geldiğine korumaya çalıştı. Jack’in elini kavrayan pençemsi el, biraz gevşedi.

Jack, Doc’a döndü. “Sence ölüyor mu?”

Doc başını iki yana salladı. “Yine bayıldı. Zavallı Mousie, o kadar kolay kurtulamıyor.” Jack’e sertçe baktı. “Umarım buna değiyordur, memur bey. Çünkü değmiyorsa yüzünün şeklini değiştireceğim.”

Beezer, kucağı paçavralarla dolu odaya geri döndü. Ellerine bir çift yeşil mutfak eldiveni geçirmişti. Hiç konuşmadan Mouse’un omzu ile kanepenin arkalığı arasındaki kusmuk havuzunu temizledi. Siyah noktacıklar artık kıpırdamıyordu ve bu iyiydi. Aslında hareket ettiklerini hiç görmemiş olsalar çok daha iyi olacaktı. Jack kusmuğun asit gibi kanepenin kaplama kumaşını erittiğini dehşetle fark etti.

“Bir iki saniyeliğine battaniyeyi çekeceğim,” dedi Doc ve hâlâ içinde eriyen buzlar olan kâseyi tutan Ayı Kız hemen ayağa kalktı. Raflardan birinin önüne gitti ve yüzü kitaplara dönük bir halde titreyerek orada durdu.

“Doc, bunu gerçekten görmem gerekiyor mu?”

“Bence görsen iyi olur. Şimdi bile neyle karşı karşıya olduğunu bildiğini sanmıyorum.” Doc battaniyeyi tuttu ve Mouse’un gevşekçe duran elinin altından kurtardı. Jack adamın tırnaklarının altından aynı siyah şeylerin kıvranarak çıkmakta olduğunu gördü. “Bunun sadece birkaç saat önce başladığını hatırlatırım, Memur Bey.”

Battaniyeyi açtı. Sırtı onlara dönük olduğu halde Batı felsefesinin önemli eserlerine bakan Susan “Ayı Kız” Osgood, sessizce ağlamaya başladı. Jack çığlığına engel olmak istedi ama yapamadı.

Henry taksinin ücretini ödeyerek evine girdi. Klimanın serinlettiği sakinleştirici havayı derin bir nefesle içine çekti. Havada hafif bir koku vardı -tatlı- kendi kendine bunun yeni kesilip konmuş çiçekler olduğunu söyledi. Bayan Morton bu tür şeyleri severdi. Henry aslında ne olduğunu çok iyi biliyordu, ama hayaletlerle daha fazla uğraşmak istemiyordu. Aslında şimdi kendini daha iyi hissediyordu ve sebebini de bildiğini sanıyordu; ESPN’deki adama işini alıp bir tarafına sokmasını söylemek iyi gelmişti. Bir adam gününü aydınlatmak için daha iyisini yapamazdı. Özellikle de kazançlı bir işi, harcama limitine çok uzak iki kredi kartı ve buzdolabında bir sürahi buzlu çayı olan bir adamsa.

Henry öne doğru uzattığı eliyle olası engelleri ve yer değişmeleri yoklayarak koridorda mutfağa doğru ilerledi. Hiç ses yoktu. Sadece klimanın çok hafif uğultusu, buzdolabının mırıltısı, ahşap zemindeki ayak sesleri... ve bir iç çekiş.

Bir sevgilinin iç çekişi. Henry bir an için olduğu yerde hareketsiz kaldı ve sonra temkinli bir yaşlıkla döndü. Ön kapıya ve oturma odasına doğru dönünce tatlı koku kuvvetlenmiş miydi sanki? Galiba evet. Ve bu, çiçek kokusu da değildi, kendini kandırmaya çalışmasının bir anlamı yoktu. Burnu, her zamanki gibi ne olduğunu biliyordu. Bu, Günahım kokusuydu.

“Rhoda?” diye seslendi. Sonra sesini biraz alçalttı. “Tarlakuşum?”

Cevap yoktu. Elbette olmayacaktı. Bunların hepsini kendisi uyduruyordu, evet öyle olmalıydı. Hem neden olmasın ki, diye düşündü.

“Ben şeyhim, bebeğim,” dedi Henry. “Arabistan Şeyhi Shake.”

Koku yoktu. Seksi iç çekişler yoktu. Ama yine de mezarından çıkmış karısının, üzerinden parfüm kokulu kefen parçaları sarkarak sessizce onu izlediği fikrini kafasından atamıyordu. Tarlakuşu, kısa bir ziyaret için Noggin Mound Mezarlığı’ndan kalkıp gelmişti. Belki de en son Slobberbone CD’sini dinlemek istemişti.

“Kes şunu,” dedi yumuşak sesle. “Kes şunu, aptal.”

İyi düzenlenmiş büyük mutfağına girdi. Kapıdan içeri girerken hiç düşünmeden panelin üzerindeki düğmeye bastı. Başının üzerindeki hoparlörden Bayan Morton’un sesi yayıldı. Ses kalitesi öylesine iyiydi ki o an mutfakta, yanında duruyor olabilirdi.

“Jack Sawyer uğradı ve dinlemeni istediği bir başka kaset bıraktı. Onun...şey... o adamın sesi olduğunu söyledi. O kötü adamın.”

“Hı-hı, kötü adam,” diye mırıldandı Henry buzdolabının kapağını açıp yüzüne çarpan serinliğin tadını çıkararak. Eli, kapak bölmesinde duran Kingsland bira şişelerinden birini hatasızca, ilk denemede buldu. Buzlu çaydan vazgeçmişti.

“Her iki kaseti de stüdyona, pikabın yanına bıraktım. Jack bir de geldiğinde onu cep telefonundan aramanı istedi.” Bayan Morton’un sesi, ders veren bir öğretmenin tonuna döndü. “Onunla konuşursan dikkatli olmasını söylersin. Ve sen de kendine dikkat et.” Bir duraksama oldu. “Ayrıca akşam yemeğini yemeyi unutma. Her şey hazır. Buzdolabının ikinci rafında, solda.”

“Dırdır, dırdır,” dedi Henry ama birasını açarken gülümsüyordu. Telefonun yanına gitti ve Jack’in numarasını tuşladı.

Nailhouse Row 1 numaranın önünde duran Dodge kamyonetin ön koltuğundaki cep telefonu çalmaya başladı. Bu kez etrafta telefonun zilinin sesinden rahatsız olacak kimse yoktu.

“Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar arayınız”

Henry telefonu kapattı, kapının yanına döndü ve paneldeki bir başka düğmeye bastı. Kendi sesinin birçok versiyonu saati ve hava sıcaklığını söylüyordu, ama Henry aleti her seferinde rasgele birinin çıkması için ayarlamıştı yani hangi sesi duyacağını bilmiyordu. Bu kez karşısına gün ışığıyla kaplı, serin, sessiz, kasabadan ilk kez bu kadar uzakmış gibi gelen evi haykırışıyla dolduran Wisconsin Faresi çıkmıştı.

“Saat, öğleden sonra dört yirmi iki! Dışarıda hava sıcaklığı yirmi sekiz derece! İçeride hava sıcaklığı yirmi bir derece! Kimin umurunda ki? Niye umursayalım? Çiğne, ye, yut, temizle, hepsinin çıkacağı yer...”

...aynı. Tamam. Henry, düğmeye tekrar basarak Fare’nin meşhur sözünü yarıda bıraktı. Zaman nasıl bu kadar çabuk geçmişti? Henry hâlâ öğle vakitlerinde olduklarını sanıyordu oysa. Ona bakılırsa, hayat dolu olduğu yirmi yaşları da daha dün gibiydi. Ne...

İç çekiş, düşüncelerini bölerek alay edercesine tekrar duyuldu. Bu bir iç çekiş miydi? Öyle miydi gerçekten? Muhtemelen klimanın duran kompresöründen çıkan sesti. Kendi kendine böyle söyleyebilirdi, değil mi?

Kendine istediğini söyleyebilirdi.

“Orada biri mi var?” diye sordu Henry. Sesinde yaşlı adamlara özgü, nefret ettiği bir titreklik vardı. “Evde biri mi var?”

Korkunç bir an boyunca bir karşılık alacağını sandı. Cevap gelmedi -elbette gelmedi- ve Henry üç büyük yudumda biranın yarısını içti. Oturma odasına gidip biraz okumaya karar verdi. Belki Jack arardı. Belki vücuduna biraz alkol girince kontrolünü biraz olsun kazanabilirdi.

Ve belki beş dakika sonra kıyamet kopar, dünyanın sonu gelir, diye düşündü. Böylece stüdyoda seni bekleyen o lanet olası kasetleri dinlemek zorunda kalmazsın. Patlamamış bombalar gibi pikabın yanında bekleyen o kahrolası kasetleri.

Henry tek elini öne uzatıp, kendi kendine ölü karısının yüzüne dokunmaktan hiç korkmadığını söyleyerek yavaş adımlarla oturma odasına doğru yürüdü. Hem de hiç korkmuyordu.

Jack Sawyer ömrü boyunca çok şeye tanık olmuş, Avis’ten araba kiralayamayacağı ve suyun şarap tadında olduğu yerlere gitmişti, ama daha önce Mouse Baumann’ın bacağı gibisini görmemişti: Daha doğrusu Mouse Bauman’ın bacağı olan ölümcül, kan donduran dehşet gösterisi gibisine rastlamamıştı- Kontrolünü biraz olsun kazandıktan sonra Jack’in içinden yükselen ilk istek, Mouse’un pantolonunu çıkardığı için Doc’ı azarlamak oldu. Sürekli, sosisleri ve kızgın tavanın üzerinde cızırdarken şekillerini korumalarını sağlayan ince zarları düşünüyordu. Şüphesiz, bu çok aptalca bir kıyaslamaydı, hem de çok aptalca, ama baskı altındaki insan beyni böyle saçmalıkları kolayca üretebiliyordu.

Gözlerinin önünde hâlâ bir bacak şekli vardı -sayılırdı- ama etleri kemikten ayrılmıştı. Derisi tamamen erimiş, domuz yağı ve süt karışımıymış gibi görünen kaygan bir madde haline gelmişti. Derinin kalanları altından görünen kas yığını sarkıyor ve aynı korkunç başkalaşımdan geçiyordu. Mikrop kapmış bacak, katının sıvıya döndüğü ve sıvının Mouse’un üzerinde yattığı kanepeye, bulunduğu yeri eriterek aktığı bir tür düzensiz hareket içindeydi. Jack çürümenin dayanılması zor kokusu yanında yanan ve eriyen kumaştan yükselen berbat kokuları da hissedebiliyordu.

Bir bacak olduğuna bin şahit gereken bu çürümüş et yığınının ucunda şaşırtıcı derecede sağlam görünen bir ayak vardı. İsteseydim onu çekip koparabilirdim... üzüm salkımından bir üzüm tanesini koparır gibi kolayca. Bu düşünce onu, karşısındaki karabasanlara yakışan görüntüden daha çok etkiledi. Jack öğürerek gömleğinin üzerine kusmamaya çalışarak bir süre başını önüne eğdi.

Onu kurtaran belki de sırtında hissettiği el oldu. Onu rahatlatmaya çalışan Beezer’ın anlayışlı eliydi. Beez’in yüzündeki tüm renk gitmiş, teni kireç gibi olmuştu. Bir şehir efsanesinde mezarından kalkıp gelmiş bir motosikletliye benziyordu.

“Görüyorsun ya,” dedi Doc. Sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi, “ilk başlarda biraz öyle gibi görünmesine rağmen bu basit bir suçiçeği değil, dostum. Sol bacağında... karnında... hayalarında da kırmızı noktalar belirdi. Onu buraya getirdiğimizde ışınlan yerin etrafı da aşağı yukarı böyle görünüyordu. Sadece biraz kızarıklık ve şişlik vardı. Bunun için elimde bir şey yok, kah diye düşündüm ve gün batımına kadar ilerlemeyi engellemesi için ona max verdim. Eh, Zithro’nun ne kadar işe yarayabildiğini görüyorsun. Bundan başka yapılacak hiçbir şey yok. Kanepeyi eritiyor ve sanırım kanepeyi yok ettiğinde yerdeki döşemeye gelecek. Bu bok çok aç. Peki değdi mi, Hollywood? Bu sorunun yanıtını sadece Mouse ve sen biliyorsunuz.”

“Evin nerede olduğunu o hâlâ biliyor,” dedi Beezer. “Benimse hiçbir fikrim yok. Halbuki oradan yeni döndük. Sen de öyle, Doc. Sen hatırlayabiliyor musun?”

Doc başını iki yana salladı.

“Ama Mouse biliyor.”

“Susie, tatlım,” dedi Doc, Ayı Kız’a. “Bir battaniye daha getirir misin? Bu lanet olası eriyip gitti.”

Ayı Kız, odadan çıkmak için bir sebep ortaya çıktığı için memnun görünüyordu. Jack ayağa kalktı. Bacakları pelte gibiydi ama onu taşımayı başardılar. “Ona kalkan ol,” dedi Doc’a. “Ben mutfağa gidiyorum. Bir şey içmezsem ölebilirim.”

Jack ağzını musluğa dayayıp suyu kana kana içti. Doğrulduğunda sular ağzının kenarlarından çenesine süzülüyordu. Sonra orada öylece durdu ve Beezer ile Ayı Kız’ın evlerinin arka bahçesine baktı. Uzun yabani otların arasında yapayalnız duran küçük bir salıncak vardı. Ona bakmak Jack’e acı veriyordu, ama gözlerini ayırmadı. Mouse’un bacağının aldığı korkunç hali gördükten sonra buradaki varlığının bir sebebinin olduğunu kendine hatırlatması çok önemliydi. Hatırlatan, ne kadar çok acı verirse o kadar iyiydi.

Mississippi üzerine inerken altın sarısına dönmüş olan güneş, gözlerini kamaştırdı. Görünüşe bakılırsa zaman pek yerinde durmuyordu. Bu küçük evin dışında hızla ilerliyordu. Nailhouse Row 1 numaranın dışındaki her şey daha da süratlenmişti sanki. Buraya gelmesinin de yoldan sapıp Henry’nin evine dönmesi kadar anlamsız olduğu düşüncesi beynini kemiriyordu; Bay Munshun ve patronu abbalahın kendi işlerini rahatça görürken onu kurulmuş bir oyuncak gibi oradan oraya savurdukları fikri, ona işkence ediyordu. Kara Ev’i bulmak için beynindeki titreşimi takip etmesi yeterliydi, o halde neden kamyonetine binip bunu yapmıyordu?

Kokusunu aldığı parfüm, ölü karısına ait değil.

BU ne anlama geliyordu? Neden birinin parfüm kokusu alması fikri onu böylesine çıldırtıp korkutuyordu?

Beezer’ın kapıya vurmasıyla olduğu yerde sıçradı. Gözü, mutfak masası üzerine asılı olan çerçeveye takıldı. İçinde, TANRI EVİMİZİ KORUSUN yerine HE-METAL YILDIRIMI, altında da özenle işlenmiş HARLEY DAVİDSON yazısı vardı.

“İçeri dön, dostum,” dedi Beez. “Uyandı.”

Henry, ormanda bir patikadaydı -belki de dar bir yoldu- ve arkasında bir şey vardı. Ne olduğunu görmek için ne zaman arkasına baksa -bu rüyada görmüyordu ama görmek, bir lütuf değildi- o şeyin büyüdüğünü fark ediyordu. Arkasındaki şey, smokin giymiş bir adama benziyordu ama korkunç şekilde uzun boyluydu. Kıpkırmızı, gülümseyen alt dudağı üzerinden sivri dişleri göze çarpıyordu. Ve sanki -bu mümkün olabilir miydi?- sadece tek gözü vardı.

Henry arkasına ilk baktığında bu şey, ağaçların arasında bulanık bir görüntüden ibaretti. Daha sonra, koyu renk bir paltonun huzursuzca savrulduğunu ve havada uçan bir kravat ya da atkıya benzer kırmızı bir şekil görmüştü. Önünde bu şeyin ini, tesadüfen bir eve benzeyen iğrenç deliği vardı. Henry bu inin varlığını beynindeki titreşimlerle hissedebiliyordu. Her iki yanından üzerine geliyormuş gibi görünen ağaçlardan çam yerine, bir parfümün ağır, iç bayıltıcı kokusu yayılıyordu: Günahım.

Beni güdüyor, diye düşündü Henry dehşet içinde. Arkamdaki şey her ne lise, beni mezbahaya giden hadım bir öküz gibi güdüyor.

Yoldan ayrılıp sağa ya da sola sapmayı, yeniden görebilme mucizesini kullanarak ağaçlar arasından kaçmayı denemeyi düşündü. Ama ağaçların içinde de bir şeyler vardı, isle kaplı eşarplara benzeyen koyu renk, uçuşan şekiller. En yakınındakini neredeyse görebiliyordu. Hayaletin kravatı gibi kıpkırmızı, uzun bir dili ve yuvalarından fırlamış gözleri olan bir çeşit köpekti.

Beni eve doğru yönlendirmesine izin vermemeliyim, diye düşündü. Beni oraya götürmeden önce buradan çıkıp kurtulmalıyım... ama nasıl? Nasıl?

Cevabı şaşırtıcı derecede, basitti. Tek yapması gereken uyanmaktı. Çünkü bu bir rüyaydı. Bu sadece...

“Bir rüya!” diye haykıran Henry öne fırladı. Yürümüyor, oturuyordu, kendi rahat koltuğundaydı ve biraz sonra pantolonunun önü ıslanabilirdi, çünkü bacaklarının arasında bir Kingsland bira olduğu halde uyuyakalmıştı ama...

Pantolonunun önüne bir şey dökülmeyecekti, çünkü bacaklarının arasında bira kutusu yoktu. Elini yavaşça sağına doğru uzattı. İşte oradaydı, Reflections in a Golden Eye”ın• kabartma kopyasının yanında, masanın duruyordu. Bira kutusunu oraya uykuya dalıp o korkunç kâbusu başlamadan önce koymuş olmalıydı.

Ama Henry böyle bir şey yapmadığından emindi. Kitabı tutuyordu ve hikâyeyi anlatan küçük kabartma harfleri hissedebilmek için elleri serbest kalsın, diye bira kutusunu bacaklarının arasına koymuştu. Bir şey, çok düşünceli davranarak o uyuyakaldıktan sonra kitabı ve birayı alıp masanın üzerine koymuştu. Günahım kokan bir şey.

Hava leş gibi parfüm kokuyordu.

Henry ağzını sımsıkı kapatıp burnundan derin derin nefes aldı.

“Hayır,” dedi açık seçik duyulan bir sesle. “Çiçek kokusu alıyorum... ve halı şampuanı... ve dün akşamdan kalan kızarmış soğan. Çok hafif ama hâlâ hissediliyor. Burun bilir.”

Tüm bunlar doğruydu. Ama koku daha önce de oradaydı. Şimdi yoktu, çünkü o gitmişti ama geri dönecekti. Birdenbire karısının geri gelmesini istedi. Korkuyorsa, elbette bilinmezlerden korkuyordu, değil mi? Hepsi bundan ibaretti. O korkunç karabasanın anılarıyla orada yalnız kalmak istemiyordu.

Ve kasetler vardı.

Kasetleri dinlemesi gerekiyordu. Jack’e söz vermişti.

Titreyen bacaklarla ayağa kalktı ve oturma odasının kontrol paneline doğru yavaşça ilerledi. Bu kez karşısına çıkan yağ gibi akıcı, yumuşak sesi ile Henry Shake’ti.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   41   42   43   44   45   46   47   48   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin