“Merhaba hoplayan kediler ve zıplayan kedicikler, şu an Bulova Saati Zamanı’na göre saat akşam yedi on dört. Dışarıda hava sıcaklığı yirmi üç derece, içerisiyse yirmi bir derecelik hoş bir serinlikle kaplı. O halde neden yanınıza sevgilinizi alıp biraz sihir yaratmayı denemiyorsunuz?”
Yedi on dört! En son ne zaman gün içinde üç saatlik bir uykuya dalmıştı? Ve en son ne zaman kör olmadığı bir rüya görmüştü? Hatırladığı kadarıyla bu son sorunun cevabı, asla idi.
O yol neredeydi?
Henry’nin arkasındaki şey neydi?
Ya önündeki yer neydi, peki?
“Önemi yok,” dedi Henry boş odaya, eğer boşsa. “Sadece bir rüyaydı, hepsi bu. Ama diğer yandan kasetler...”
Ama onları dinlemek istemiyordu, hayatında dinlemeyi daha az istediği başka bir şey olmamıştı (belki “Does Anybody Really Know What Time It Is?”• şarkını söyleyen Chicago bir istisna olabilirdi) ama buna mecburdu. Ty Marslhall’ın ya da bir başka çocuğun hayatını kurtarabilecekse bunu yapmalıydı.
Henry Leyden ayakları geri geri gittiği halde yavaşça pikabın yanında iki kasetin onu beklediği stüdyosuna doğru ilerledi.
“Cennette bira yok,” diye şarkı söylüyordu Mouse vızıltıyı andıran detone bir sesle.
Yanakları şimdi çirkin kızarıklıklarla kaplanmıştı ve burnu, denizin altında peydana gelen bir deprem sonucu yerinden oynayan bir mercan adası gibi yüzünün ortasında yana yatmıştı.
“O yüzden burada içiyoruz. Ve buradan... gittiğimizde... tüm birayı dostlarımız içecek.”
Saatlerdir bu şekilde devam ediyordu: felsefi söylemler, bira yapımcılığı hakkında bilgiler ve şarkılar. Pencereleri örten battaniyelerin kenarlarından sızan güneş ışıkları çok azalmıştı.
Gözleri kapalı olan Mouse duraksadı. Sonra bir başka şarkıya başladı.
“Duvarın üzerinde yüz şişe bira, yüz şişe bira... o şişelerden biri düşecek olursa...”
“Gitmem gerek,” dedi Jack. Mouse’un ona işe yarar bir bilgi vermesini umarak mümkün olduğunca kalmıştı, ama daha fazla bekleyemeyecekti. Bir başka yerde, Tyler Marshall onu bekliyordu.
“Dur,” dedi Doc. Eğilip çantasını altüst etti ve elinde bir şırıngayla doğruldu. Loş odada elindekini havaya kaldırdı ve cam gövdesine tırnağıyla vurdu.
“O nedir?”
Doc, Jack ve Beezer’a kısaca gülümsedi. “Hız,” dedi ve şırınganın içindeki sıvıyı Mouse’un koluna boşalttı.
Bir süre durumda hiçbir değişiklik olmadı. Jack tam gitmesi gerektiğini tekrar söylemek için ağzını açmıştı ki, Mouse’un gözleri aniden faltaşı gibi açıldı. Artık gözleri kanla kaplanmış, parlak bir kırmızıya dönmüştü. Yine de görebiliyordu, Jack üzerine dönen bakışlardan bunu anlayabiliyordu. Mouse, Jack’i geldiğinden beri belki ilk kez görüyordu.
Ayı Kız, ardında sürekli tekrarladığı bir fısıltının izlerini bırakarak odadan kaçtı. “Daha fazlasına dayanamam, dayanamam, dayanamam...”
“Lanet olsun,” dedi Mouse gıcırtılı bir sesle. “Lanet olsun, işim bitik değil mi?”
Beezer, arkadaşının başını şefkatle okşadı. “Evet, dostum. Korkarım öyle. Bize yardım edebilecek misin?”
“Beni bir kez ısırdı. Sadece bir kez ve şimdi... şimdi...” Korkunç, kırmızı gözleri Doc’a çevrildi. “Seni zorlukla görebiliyorum. Kahrolası gözlerimde bir tuhaflık var.”
“Çok az vaktin kaldı,” dedi Doc. “Sana yalan söylemeyeceğim, dostum”
“Henüz bir yere gitmiyorum,” dedi Mouse. “Bana üzerine yazabileceğim bir şey verin. Bir harita çizmek için. Çabuk. Bana yaptığın iğne neydi bilmiyorum, Doc, ama köpeğin lanet olası zehri ondan daha güçlü. Bilincimi uzun süre koruyamayabilirim. Çabuk!”
Beezer elinde karton kapaklı bir kitapla kanepenin hemen yanında belirdi. Raflardaki onca ağır kitabı düşünen Jack, Beezer’ın elindekini görünce neredeyse gülecekti. “The 7 Habits of Highly Effective People”• Beezer arka kapağı yırttı ve boş olan iç kısmı üste gelecek şekilde Mouse’a uzattı.
“Kalem,” dedi Mouse çatlak bir sesle. “Acele edin. Hepsi aklımda, dostum. Hepsi... burada.” Alnına dokundu. Bu dokunuşuyla madeni para büyüklüğünde bir deri parçası alnından koptu. Mouse deri parçasını burnundan çıkardığı bir pislikmiş gibi battaniyeye sildi.
Beezer yeleğinin iç cebinden ucu kemirilmiş bir kurşunkalem çıkarıp ona uzattı. Mouse kalemi aldı ve gülümsemek için içler acısı bir çaba gösterdi. Gözpınarlarından akan siyah şeyler çoğalmış, çürümekte olan jöle gibi yanaklarında birikmişti. Alnında da küçük siyah noktalar belirmeye başlamıştı. Bu görüntü, Jack’e Henry’nin harfleri kabartmalı kitaplarını hatırlattı. Mouse, dikkatini toplamaya çalışırken alt dudağını hafifçe ısırdı ve yumuşak et hemen yarılıp kanamaya başladı. Kan damlaları sakalına doğru süzülüyordu. Jack çürümüş et kokusunun hâlâ havada olduğunu sanıyordu, ama Beezer haklıydı: alışmıştı.
Mouse kitabın yırtık kapağını yan çevirdi ve çabucak birkaç çizgi çizdi. “Bak,” dedi Jack’e. “Burası, Mississippi, tamam mı?”
“Tamam,” dedi Jack. Eğilince kokuyu tekrar almaya başlamıştı. Yakından buna koku demek de yetmiyordu, sanki boğazından aşağı ilerlemeye çalışan, yoğun bir zehir bulutuydu. Ama Mouse’un yanından uzaklaşmadı. Gösterdiği çabayı anlıyor, hakkını vermesi gerektiğini biliyordu. Yapabileceğinin en azı, üzerine düşeni yerine getirmekti.
“Burası kasaba merkezi, Nelson, Lucky’nin yeri, Agincourt Tiyatrosu, Taporn,,. burası Chase Caddesi’nin Lyall Yolu’na döndüğü yer... sonra 35. karasu.., burası Libertyville... Goltz’s... ah, ulu Tanrım...”
Mouse kanepenin üzerinde kıvranmaya başladı. Yüzünde ve vücudunun üst kısmında bulunan yaralar yarıldı ve içlerinden irinle karışık kan akmaya başladı. Acıyla feryat etti. Serbest eli suratına gitti ve etkisizce yüzünü sıvazladı.
O an, Jack’in içinde bir şey sesini yükseltti... yıllar önce yollardayken duyduğunu hatırladığı keskin, emreden tonda bir sesle konuştu. Bunun Tılsım’ın ya da aklıyla ruhunda ondan geriye kalan ne varsa onun sesi olduğunu tahmin ediyordu.
Konuşmasını istemiyor, onu konuşmadan önce öldürmek istiyor, o siyah maddenin içinde, belki siyah maddenin kendisi, ondan kurtulmalısın...
Bazı şeyler sadece aklın mantıklı müdahaleleri olmaksızın yapılabilirdi; yapılacak iş çok kötüyse, en iyisi içgüdülere güvenmekti. Böylece, Jack hiç düşünmeden elini uzattı ve Mouse’un gozpınarlarından sızan siyah maddeyi tutup çekti. Önce, madde lastik gibi sadece esneyip uzadı. Jack, aynı anda siyah şeyin avucu içinde onu ısırmaya ya da tutmaya çalışır gibi kıvrandığını hissetti. Sonra siyah madde, boşalan bir yaya benzer bir ses çıkararak yerinden ayrıldı. Jack sarsılıp bükülen siyah şeyi haykırarak yere fırlattı.
Acayip, siyah madde kıvrılarak kanepenin altına kaymaya çalıştı. Jack hissettiği tiksintiyle elini çılgınca gömleğine silerken bunu görmüştü. Doc çantasını bir parçanın üzerine indirdi. Beezer, diğerini motosiklet botunun topuğuyla ezdi. Mide bulandırıcı bir ses çıkmıştı.
“Nedir bu lanet olası bok?” diye sordu Doc. Genellikle alçak ve boğuk çıkan sesi tizleşip, yükselmişti. “Kahretsin ne...”
“Bu dünyaya ait olmayan bir şey,” dedi Jack. “Boş ver. Bakın! Mouse’a bakın!”
Mouse’un gözlerindeki kırmızı perde kalkmıştı, artık neredeyse normal görünüyordu. Onları gördüğü kesindi ve acısı da sona ermiş gibiydi. “Teşekkürler,” dedi nefes nefese. “Keşke hepsini bu şekilde çekip çıkarabilseydin, ama Tanrım, geri döndüğünü hissedebiliyorum. Dikkatini bana ver.”
“Dinliyorum,” dedi Jack.
“İyi edersin,” dedi Mouse. “Bildiğini sanıyorsun. Bu ikisi yapamadan orayı bulabileceğini sanıyorsun ve belki bulabilirsin de, ama belki sandığın kadar çok şey bilmiyorsundur... ah, lanet olsun.” Battaniyenin altından yarılmış gibi korkunç bir ses duyuldu. Mouse’un yüzünden akan ter, gözeneklerinden fışkıran siyah zehirle karışarak sakalına süzülüyor, onu nemli kiri griye çeviriyordu. Gözlerini Jack’e çevirdi ve Jack kırmızı perdenin bir kez daha inmekte olduğunu gördü.
“Bu berbat bir şey,” dedi Mouse nefes almaya çalışarak. “Bu şekilde öleceğimi hiç düşünmemiştim. Bak, Hollywood...” Ölmek üzere olan adam yırtılmış kapağın üzerindeki haritaya bir dikdörtgen ekledi. “Burası...”
“Ed’in Abur Cuburları, Irma’yı bulduğumuz yer,” dedi Jack. “Biliyorum”
“Evet,” diye fısıldadı Mouse. “Güzel. Bak şimdi... diğer tarafta... Schubert ve Gale tarafında... ve batıya doğru...”
Mouse, 35. karayolundan kuzeye doğru çıkan bir çizgi çekti. Her iki tarafına küçük daireler çizdi. Jack bunların ağaçlar olduğunu düşündü. Ve çizginin başlangıcında bir tabela: GİRİLMEZ
“Evet,” diyerek nefes aldı Doc. “Burasıydı. Kara Ev.”
Mouse onu umursamadı. Işığı giderek solan bakışları Jack’e odaklanmıştı. “Dinle beni, aynasız. Dinliyorsun, değil mi?”
“Evet.”
“Tanrım, dinlesen iyi edersin,” dedi Mouse.
Her zaman olduğu gibi çalışmak, Henry’yi her şeyden soyutlayıp kendine çekmişti. Sıkıntı ve üzüntü asla görenlerin dünyasından seslerin büyüleyiciliğine üstün gelememişti. Açıkça görüldüğü gibi, korku da onların arasındaki yerini almıştı. En zor an, kasetleri dinlemek değil, ilk kaseti kabından çıkararak büyük setin içine yerleştirmekti. O bir anlık kararsızlık süresinde, ses geçirmez ve havalandırmalı stüdyosunda olduğu halde karısının parfümünün kokusunu hissetti. Bundan hiç şüphesi yoktu. O bir anlık kararsızlıkta yalnız olmadığını, birinin (ya da bir şeyin) stüdyonun kapısının hemen dışında durmuş, camlı üst bölmeden içeri, ona baktığını hissetti. Ve bu gerçeğin ta kendisiydi. Gözlerimiz, Henry’nin göremediklerini algılayabiliyordu. Ona, dışarıda neyin olduğunu, kapıyı kilitlemesini, Tanrı aşkına, hemen kilitlemesini söylemek istiyorduk, ama tek yapabildiğimiz izlemekti.
Henry, PLAY düğmesine uzandı. Sonra parmağı yön değiştirdi ve onun yerine iç haberleşme cihazının düğmesine bastı.
“Hey? Orada biri mi var?” (Henry’nin oturma odasında durmuş, onu akvaryumda tek başına duran gotik bir balıkmış gibi inceleyen varlık, hiç ses çıkarmadı. Batan güneşin son ışıkları, evin diğer bölümünde kalmıştı ve oturma odası oldukça karanlıktı, Henry ışıkları açmayı sık sık unuturdu ve bu da pek şaşırtıcı sayılmazdı doğru- Holmer Jesperson’ın eğlenceli arı terlikleri (bu koşullar altında o kadar da ilendirmiyorlardı, evet) odadaki en parlak nesnelerdi. “Kim var orada?”
Kapının camlı üst kısmından stüdyoya bakan varlık sırıttı. Bir elinde, Henry’nin garajından aldığı bahçe makasını tutuyordu,
“Bu son şansın,” dedi Henry. Hâlâ bir ses gelmeyince aniden Wisconsin Faresi olup karşıdakini afallatmak ve kendini rahatlatmak amacıyla mikrofona bağırdı: “Haydi tatlım, haydi seni piç kurusu, Farecik’le konuş!”
Henry’yi izleyen varlık, olduğu yerde hafifçe büzüldü -avı ani bir hareket yaptığında gerileyen bir yılan gibi- ama ses çıkarmadı. Sırıtışının ortaya çıkardığı dişleri arasından yaşlı, derimsi bir dil uzandı ve alayla Henry’ye doğru kıvrıldı. Bu yaratık, Bayan Morton’un ana yatak odasının bitişiğindeki banyonun rafında durduğu yerden kıpırdatmaya asla cesaret edemediği parfüme bulanmıştı. Henry’nin ziyaretçisi, baştan ayağa leş gibi Günahım kokuyordu.
Henry hayal gücünün yine onunla oyun oynadığını düşünerek -ah be dostum, ne büyük hata, derdi Morris Rosen orada olsaydı- parmağının ucuyla düğmeye bastı ve kaseti dinlemeye başladı.
Önce bir boğaz temizleme sesi duydu, ardından Arnold Hrabowski kendini tanıttı. Daha lafını bitiremeden Balıkçı araya girdi: Merhaba, kıç silici.
Henry, bantı biraz geri sardı ve tekrar dinledi: Merhaba, kıç silici. Geri sardı ve bir kez daha dinledi: Merhaba, kıç silici. Evet, bu sesi daha önce duymuştu, bundan emindi. Ama nerede duymuştu? Bu sorunun cevabı yakında ortaya çıkacaktı, bu tür cevaplar er ya da geç ortaya çıkardı ve ona ulaşmak, eğlencenin yarısıydı. Henry, heveslenerek dinlemeye devam etti. Parmakları, bir piyanistin Steinway’in tuşları üzerinde hareket etmesi gibi dans edercesine müzik setinin tuşları arasında gidip geliyordu. Stüdyo kapısının önünde duran varlık -arı terlikler giyen ve elinde bahçe makas tutan şey- yerinden hiç kıpırdamamış olmasına rağmen izlendiği hissi kayboldu gitti. Yaratığın gülümsemesi biraz solmuştu. Yaşlı suratında bir somurtma ifadesi belirmişti. Bakışlardan, aklının karıştığı ve hatta biraz da korktuğu anlaşılıyordu. Yaşlı canavar, akvaryumdaki kör balığın sesini hapsetmiş olması gerçeğinden hiç hoşlanmamıştı. Elbette bunun bir önemi yoktu; hatta eğlencenin bir parçası bile olabilirdi ama bu, Bay Munshun’un eğlencesinin bir parçasıydı, onun değil ikisinin eğlencesi aynı olmalıydı... değil mi?
Acil durumu olan sizsiniz, ben değil. Siz.
“Ben değil, siz,” dedi Henry. Taklidi garip denecek kadar iyiydi. “Salatana biraz daha kıyılmış lahana ister misin, sevgili dostum?
Ben en kötü kâbusunum... en kötü kâbus.
Abbalah.
Ben Balıkçı’yım.
Henry tüm dikkatini vermiş, dinliyordu. Kasetin bir süre ilerlemesine izin verdi, sonra aynı cümleyi dört kere üst üste dinledi: Kıçımı öp, maymun herif kıçımı öp, maymun herif... maymun herif... maymun...
Hayır, maymun değildi. Sesin söylediği şuydu: mağymun. MAĞYmun.
“Şu an neredesin bilmiyorum, ama Chicago’da büyümüşsün,” diye mırıldandı Henry. “Güneyinde. Ve...”
Yüzünde bir sıcaklık. Birden yüzünde bir sıcaklık hissettiğini hatırladı. Bunun sebebi nedir dostlar ve komşular? Sizce nedendir, bilge insanlar?
Sopanın ucundaki bir maymun bile senden iyi numaralar yapar.
Sopanın ucundaki bir maymun.
Maymun...
“Maymun,” dedi Henry. Parmak uçlarıyla şakaklarını ovuşturmaya başlamıştı. “Sopanın ucundaki maymun. Zopanın ucundaki MAĞYmun. Kim söylemişti bunu?”
911 kaydını çaldı: “Kıçımı öp, maymun herif.”
Hafızasındaki sesi tekrarladı: “Sopanın ucundaki bir maymun bile senden iyi numaralar yapar.”
Yüzünde bir sıcaklık.
Isı? Işık?
Her ikisi de?
Henry 911 kaydını çıkardı ve Jack’in o gün bıraktığı kaseti yerleştirdi.
“Merhaba, Judy. Bugün Judy misin yoksa Sophie mi? Abbalah en içten sevgilerini gönderiyor ve Gorg ‘Gak-gak-gak!’ diyor. [Boğuk, alaycı, soğuk bir kahkaha.]” Ty da selam söylüyor. Küçük oğlun çok yalnız...
Tyler Marshall’ın ağlayan, dehşet dolu sesi hoparlörlerden yayılmaya başlayınca Henry yüzünü buruşturdu ve kaseti ileri sardı.
“Daha bir cog cinayed işlenegeç.”
Aksan şimdi çok daha belirgindi. Alay ediyor gibiydi ama bu sayede daha çok bilgi veriyordu.
“Gücüg cocuglar... buğday başagları gibi bicileceg. Başaglar gibi. Bicileceg.”
“Sopanın ucundaki maymun gibi biçilecek,” dedi Henry. “MAGYmun. Bicileceg. Kimsin sen, aşağılık herif?”
Tekrar 911 kaydı.
“Cehennemde kırbaçlar ve zincirler var.” Ama burada kelimeleri tam anlamıyla seçmek güçtü.
Bicileceg. Zincirler. Sopanın ucundaki MAĞYmun. Sopa.
“Daha iyi değilsin...” diye başladı Henry ama sonra aniden, bir başka cümle aklına geldi.
“Leydi Magowan ‘m Kâbusu.” O iyidir.
Nasıl bir kâbus? Cehennemde kırbaçlar mı var? Sopaların ucunda mağymunlar mı?
“Tanrım,” dedi Henry yumuşak bir sesle. “Aman... Tanrım, dans. O da danstaydı.”
Şimdi tüm parçalar yerlerine oturmaya başlamıştı. Ne kadar da aptaldılar! Çocuğun bisikleti... oradaydı. Oracıkta, Tanrı aşkına! Hepsi kördü, hepsini birer hakem yapabilirlerdi.
“Ama öylesine yaşlıydı ki,” diye fısıldadı Henry. “Ve bunaktı! Böyle bir adamın Balıkçı olabileceğini nasıl tahmin edebilirdik?”
Bu soruyu, bir başkası izledi. Balıkçı, Maxton Bakım Merkezi sakinlerinden biriyse, Ty Marshall’ı hangi cehenneme saklamıştı? Bu aşağılık herif French Landing’de nasıl dolaşıyordu? Bir yerlerde bir arabası falan mı vardı?
“Bunun bir önemi yok,” diye mırıldandı Henry. “Artık yok. Bu adam kim ve nerede? Önemli olan bunlar.”
Yüzündeki sıcaklığın kaynağı -Balıkçı’nın sesini bir yer ve zamanla ilişkilendirmeye çalıştığında beyninin ona hatırlattığı- elbette spot ışığıydı, Senfonik Stan’in ahududu pembesi spot ışığının sıcaklığıydı. Ve bir kadın, hoş bir yaşlı kadın...
“Bay Stan, hu huu, Bay Stan?”
...ona istek parça çalıp çalmadığını sormuştu. Ama Stan’in cevap vermesine fırsat kalmadan, iki kayanın birbirine sürtünmesi gibi sert ve gıcırtılı bir ses...
“Önce ben geldim, yaşlı kadın.”
...kabaca araya girmişti. Tok... ve sert... ve muhtemelen Güney Chicago’daki ikinci ya da üçüncü nesle ait bir Alman aksanı ile. Belki o kadar belirgin değildi, ama harfler ve sesler kendini belli ediyordu. Hem de açık seçik belli oluyordu.
“Mağymun,” dedi Henry, dosdoğru karşıya bakarak. Aslında dosdoğru Charles Burnside’a bakıyordu ama bunu bilmiyordu elbette. “Zopa. Bi-ci-ia Hoşça kal... bebek.”
Sonunda karşılaşacakları bu muydu yani? Konuşması biraz Arnold Schwarzenegger’i andıran yaşlı bir manyak?
Kimdi bu kadın? İsmi neydi? Hatırlayabilse, Jack’i... ya da ona ulaşamazsa Dale’i arayıp... French Landing’in üzerine çöken karabasana bir son verebilirdi
“Leydi Magowan’ın Kâbusu.” O iyidir.
“Kâbus,” dedi Henry, sesini değiştirerek. “Kaa-bus.” Taklidi bu kez de çok başarılı olmuştu. Stüdyonun kapısının hemen önünde dikilen yaşlı adam içinse fazla başarılı olduğu anlaşılıyordu. Kaşları çatılmış ve suratı iyice asılmış bir halde dişlerini gıcırdatarak bahçe makasını kapının camına doğru açıp kapatıyordu. Kör adam, sesini nasıl bu kadar iyi taklit edebilirdi? Bu hiç hoş değildi; kesinlikle kabul edilemezdi. Yaşlı canavar, Henry Leyden’ın boğazındaki ses tellerini kesmek için can atıyordu. Çok yakında bunu yapacağına dair kendi kendine söz verdi.
Sonra da onları yiyecekti.
Dönen taburesinde oturmuş, parmaklarını önündeki pırıl pırıl parlayan cilalanmış meşeye huzursuzca vurmakta olan Henry, danstaki o kısa konuşmayı hatırladı. Çilek Festivali Dansı başlayalı çok fazla olmamıştı ki bu yaşlı kadın yanına gelmişti.
“Bana adını ve hangi şarkıyı çalmamı istediğini söyle.”
“Adım, Alice Weathers ve... Benny Goodman’dan ‘Moonglow’u istiyorum, lütfen.”
“Alice Weathers,” dedi Henry. “Kadının ismi buydu ve eğer senin ismini bilmiyorsa, cani dostum, ben de sopanın ucundaki maymunum.”
Taburesinden kalktı ve tam o anda biri -bir şey- kapının camına yavaşça vurmaya başladı.
Ayı Kız isteksizce odaya geri dönmüştü ve şimdi o, Jack, Doc ve Beezer kanepenin etrafına dizilmişlerdi. Mouse ise iyice kanepenin içine gömülmüştü. Bataklıkta kötü bir sona yaklaşmakta olan bir adama benziyordu.
Balıkçı diye düşündü Jack. Bataklıkta değil ama kötü bir sona yaklaştığı doğru, bu konuda şüpheye yer yok.
“Dinleyin beni,” dedi Mouse onlara. Gözpınarlarında tekrar.siyah maddeler belirmeye başlamıştı, işin kötüsü, şimdi ağzının kenarlarından da sarkıyordu. Mouse’nun iç organları mücadeleyi bırakmışlardı ve leş kokusu çok daha kuvvetliydi. Jack bu kadar dayanmış olmalarına bile hayret ediyordu.
“Sen konuş,” dedi Beezer. “Dinliyoruz.”
Mouse, Doc’a baktı. “Sözümü bitirdiğimde bana havai fişek ver. İyice dinle. Anladın mı?”
“İçindeki her neyse, işin ona kalmadan bitsin istiyorsun.”
Mouse başını salladı.
“Buna bir itirazım yok,” dedi Doc. “Yüzünde bir gülümsemeyle öleceksin.”
“Pek sanmıyorum, birader. Ama deneyeceğim.”
Mouse, kızaran gözlerini Beezer’a çevirdi. “İş bitince beni garajdaki naylon çadırlardan birine sarın. Sonra küvete atın. Bahse girerim gece yarısından önce beni... sabun köpüğü gibi delikten aşağı akıtacaksınız. Yine de yerinizde olsam dikkat ederdim. Kalanlara... dokunmayın.”
Ayı Kız gözyaşlarına boğuldu.
“Ağlama, hayatım,” dedi Mouse. “Ben bunun olmasından çok önce gitmiş olacağım. Doc söz verdi. Beez?”
“Buradayım, dostum.”
“Cenaze törenim için senden küçük bir ricam var. Olur mu? Bir şiir oku... Auden’dan... her zaman hayalarını dondurduğunu söylediğin şiiri...”
‘“İncil’i bir nesir gibi okuma,’“ dedi Beezer. Ağlıyordu. “Tamam, Mousie.”
“Biraz müzik çalın... ‘Ripple’ belki... ve beni diğer hayata hakkını vererek, en uygun şekilde uğurlamak için midenizin Kingsland ile dolu olmasına özen gösterin. Sanırım... üzerine işeyebileceğiniz bir mezar olmayacak ama... elinizden geleni yapın.”
Jack bu sözlere güldü. Kendini tutamamıştı. Bu kez Mouse’un gözlerinin hedefi olma sırası onundu.
“Oraya yarından önce gitmeyeceğine bana söz ver, polis.”
“Mouse, böyle bir söz verebileceğimden emin değilim.”
“Vermelisin. Oraya bu gece gidersen iblis köpek hakkında endişelenmene gerek kalmaz... ormanda evin etrafını saran diğer şeyler... diğerleri...” Gözleri korkunç bir şekilde yuvalarında döndü. Siyah madde, zift gibi sakalına doğru iniyordu. Sonra her nasılsa sözlerine devam etmeyi başardı, “o ki diğer şeyler seni şeker gibi yiyip yutar.”
“Sanırım bu riski göze almak zorundayım,” dedi Jack. “Bir yerlerde bir… bir çocuk var...”
“Güvende,” diye fısıldadı Mouse.
Onu doğru duyup duymadığından emin olamayan Jack, kaşlarını çattı. Doğru duymuşsa bile bu söylenenin doğruluğuna güvenebilir miydi?Mouse’un içinde kötü tabiatlı, çok güçlü bir zehir vardı. Şimdiye kadar ona karşı koyabilmiş, ona rağmen iletişim kurabilmişti ama
“Bir süre için güvende,” dedi Mouse. “Tehlikeler de var... bazı şeyler hâla ona zarar verebilir sanıyorum... ama şu an için Bay Munching ona bir şey yapamaz. İsmi bu mu? Munching?”
“Galiba Munshun. Nereden biliyorsun?”
Mouse, ona ürkütücü bir gülümsemeyle baktı. Ölmek üzere olan bir kâhinin gülümsemesiydi. Mouse alnına bir kez daha dokunmayı başardı ve bu kez Jack, dehşetle adamın parmaklarının erimeye başladığını ve tırnaklarından aşağısının karardığını gördü. “Hepsi burada, depoda, dostum. Hepsi burada saklı. Söylemiştim. Ve dinle: onu kurtarmak uğruna canından olmaktansa çocuğun orada dev bir böcek ya da kaya yengeci tarafından mideye indirilip ölmesi daha iyi... her neredeyse. Öyle yaparsan abbalah çocuğu mutlaka ele geçirecektir. Arkadaşın... böyle söylüyor.”
“Ne arkadaşı?” diye sordu Doc şüphelenerek.
“Boş ver,” dedi Mouse. “Hollywood biliyor. Değil mi, Hollywood?”
Jack gönülsüzce başını salladı. Elbette Speedy’den ya da Parkus’tan bahsediyordu.
“Yarına kadar bekle,” dedi Mouse. “Öğleye, güneşin her iki dünyada da en güçlü olduğu zamana kadar bekle. Söz ver.”
Jack, önce hiçbir şey söyleyemedi. Keder içinde bocalıyordu.
“35. karayoluna tekrar vardığında zaten karanlık tamamen çökmüş olacak,” dedi Ayı Kız usulca.
“Ve o ağaçların arasında kötü varlıkların olduğu kesin,” dedi Doc. ‘“Blair Witch Project’’• filmi, orada olup bitenlerin yanında peri masalı gibi kalın. Oraya karanlıkta gitmeye niyetin yok herhalde. Tabii ölmek istemiyorsan.”
“İsiniz bittiğinde...” diye fısıldadı Mouse. “İşiniz bittiğinde... geride kalanınız olursa... orayı yakıp kül edin. O deliği. O mezarı. Yakıp yok edin, duydunuz mu beni? Kapıyı kapatın.”
“Tamam,” dedi Beezer. “Seni duyduk, dostum, anlaşıldı.”
“ön bir şey,” dedi Mouse. Şimdi dosdoğru Jack’e bakıyordu. “Belki bulabilirsin.. ama sanırım ihtiyaç duyabileceğin başka bir şey biliyorum. Bir söz senin için çok güçlü çünkü... bir şeye dokunmuşsun. Çok uzun bir zaman önce. O kısmını anlayamadım ama...”
“Tamam, önemi yok,” dedi Jack. “Ben anladım. Sözcük nedir, Mouse?” Bir an için Mouse’un kelimeyi söylemeyi başaramayacağını düşündü. Bir şeyin onu engellemeye çalıştığı açıkça görülüyordu, ama bu mücadeleden Mouse galip çıktı. Jack, bunun muhtemelen Mouse’un hayatının son zaferi olduğunu düşündü.
“D’yamba,” dedi Mouse. “Şimdi sen söyle, Hollywood.”
“D’yamba,” dedi Jack ve kanepenin ayak ucundaki raflardan birinin üzerinde dizili olan kitaplar kaydı. Loş havada, asılı kaldılar... kaldılar... kaldılar... ve yere düştüler.
Ayı Kız, küçük bir çığlık attı. “Sakın unutma,” dedi Mouse. “İhtiyacın olacak.”
“Nasıl? Nasıl ihtiyacım olacak?” Mouse bitkince başını iki yana salladı. “Bilimi... yorum.” Beezer, Jack’in omzu üzerinden uzandı ve zorlukla çizilmiş basit haritayı aldı. “Yarın sabah bizimle Sand Bar’da buluşacaksın,” dedi sonra Jack’e. “On bir buçuk gibi orada ol, o kahrolası yola da öğle vaktinde girmiş olalım. Harita o zamana kadar bende kalacak. İşleri Mouse’un istediği gibi yürütmek için küçük bir sigorta.”
“Tamam,” dedi Jack. Sevimli Burnside’ın Kara Ev’ini bulmak için bir haritaya ihtiyacı yoktu ama Mouse çok haklıydı: karanlık çöktükten sonra oralarda dolaşmak hiç akıl kârı değildi. Ty Marshall’ı ateşler diyarında bırakma fikrinden nefret ediyordu -bir günah kadar yanlış geliyordu- ama ortada kayıp bir küçük çocuktan çok daha büyük bir sorun olduğunu unutmamalıydı. “Beezer, oraya tekrar gitmek istediğinden emin misin?”
Dostları ilə paylaş: |