Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə5/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   58

Ama bunları sanki sonradan düşünmüş gibi söylemişti ve Fred ilk kez ondaki inanılmaz cesareti ve bir Viking savaşçısının yüreğini fark etmişti. Bir anda iriyarı gencin yanında bitivermişti çünkü... çünkü yaşlı adamın korkusunu hissetmişti.

Hiç endişelenmedin mi peki, diye sormuştu ona. Gördükleri onu öylesine şaşırtmıştı ki hâlâ olaya kendisi değil de kız arkadaşı müdahale ettiği için biraz mahcubiyet hissetmesi gerektiğini düşünmemişti. Olayın hararetiyle o gencin elindeki demirle sana bir zarar verebileceğinden korkmadın mı?

Judy bir an için aklı karışmış gibi ona baktıktan sonra, hiç aklıma gelmedi, demişti.

Camelot’la Chase Caddesi’nin birleştiği köşeye güneşli günlerde Mississippi’nin ışıltıları yansırdı, ama Fred o kadar uzağa gitmedi. Liberty Heights’ın tepesinden geri dönerek geldiği yöne doğru koşmaya devam etti. Tişörtü terden sırılsıklam olmuştu. Genellikle koşmak kendisini daha iyi hissetmesini sağlardı ama o gün, en azından o ana dek, bu etkiyi göstermemişti. O öğleden sonra State ve Gorham’ın birleştiği köşedeki korkusuz Judy ile şu gün evinde yaşayan sık sık uyuyan, sürekli ellerini ovuşturan Judy arasında öyle büyük bir fark vardı ki Fred bu konuda Pat Skarda ile konuşma ihtiyacı hissetmişti. Önceki gün, doktor çim biçme makinelerine bakmak için Goltz’e geldiğinde de konuyu ona açmıştı.

Fred ona aralarında bir Deere ve bir Honda’nın olduğu birkaç model gösterdikten sonra ailesini sormuş ve (havadan sudan bir konu izlenimi verdiğini umarak) hey, doktor, bir şey soracağım, demişti. Sence birinin aniden delirmesi mümkün mü? Hiçbir uyarı olmaksızın?

Skarda ona pek hoşlanmadığı keskin bir bakış fırlatmıştı. Bir çocuktan mı yoksa bir yetişkinden mi bahsediyorsun, Fred?

Şey, aslında belli bir kişiden bahsetmiyorum. Sonra kendi kulaklarına bile sahte gelen, yüksek sesli bir kahkaha atmıştı. Pat Skarda’nın bakışından, onun da bu kahkahaya aldanmadığı anlaşılıyordu. Yani gerçek bir kişi değil, sadece bir varsayım. Her neyse, diyelim ki bu bir yetişkin.

Skarda bir süre düşündükten sonra başını iki yana sallamıştı. Tıpta sayıları az da olsa bazı kesin gerçekler vardır, psikiyatrik tıpta bunların sayısı daha da azdır. Bunu söyledikten sonra diyebilirim ki, sanırım bir insanın “aniden delirmesi’ mümkün değil. Hızla ilerleyen bir süreç olabilir ama mutlaka söz konusu bir süreç vardır. Bazı insanların bir anda aklını kaybettiğini duyarız ama bu vakaların aslı o değildir. Psikolojik bozukluklar sinirsel veya psikotik davranış belli bir süre sonunda meydana gelir ve genellikle öncesinde sinyaller vardır. Annen bugünlerde nasıl, Fred?

Annem mi? Oh, iyi. Her şey yolunda.

Ya Judy?

Hatırı sayılır bir çaba göstermesi gerekmiş, biraz zaman almıştı ama sonunda yüzünde kocaman bir gülümseme belirmişti. Judy mi? O da çok iyi, doktor. Elbette çok İyi. Hiçbir şeyi yok.

Hiçbir şeyi yok. Ne demezsin! Sadece birkaç sinyal veriyor, o kadar.

Belki zamanla geçer, diye düşündü. Makul görünüyordu. Fred genel olarak iyimser bir insandı, uğursuzluğa inanmazdı. Yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. O günün ilk gülümsemesi. Belki belirtiler zamanla yok olur. Belki yaptığı tüm gariplikler başladıkları gibi hızla sona erecekti. Belki bu hormonlarla ilgili bir durumdu: Her ay âdet görmesi gibi bir şey.

Tanrım, eğer hepsi bundan ibaret olsaydı nasıl da rahatlardı! Bu arada Ty’ı da düşünmeliydi. Tyler ile oturup grup sistemi hakkında ciddi bir konuşma yapması gerekiyordu. Fred geçen yüzyılın başında yaşamış ünlü yamyam ve canavar, seri katil Albert Fish’in hayaletinin Wendell Green’in ima ettiği gibi, Coulee Bölgesi’ne dadandığına inanmıyordu. Ama dışarıda bir yerde, biri vardı; iki küçük çocuğu öldürmüş ve cesetlerine anlatılamayacak (en azından Wendell Green değilseniz) bir vahşet uygulamıştı.

Gövdesi, bacakları ve kalçası ısırılmış, diye düşünen Fred, böğrüne saplanan ağrıya rağmen daha hızlı koşmaya başladı. Ama hâlâ bu korkunç olayların kendi oğlunun başına gelebileceğine ve Judy’deki garipliklerin sebebi olabileceklerine ihtimal vermiyordu. Judy’deki değişim, Amy St. Pierre ve Johnny Irkenham ölmeden önce başlamıştı. Muhtemelen o zamanlar her iki çocuk da mutlu bir şekilde evlerinin arka bahçelerinde oynuyorlardı.

Şöyle ya da böyle... ama Fred ve onun endişelerinden payımızı yeterince almıştık. Havada yükselip Fred’in hedefine yöneldik ve ondan önce evine, Robin Hood Sokağı 16 numaraya, sorunlarının asıl kaynağına vardık.

Uyanan günün ilk sesleri ve hafif bir sabah esintisi eşliğinde üst kattaki ebeveyn yatak odasının açık penceresinden içeri süzüldük.

Uyanan French Landing’den yükselen sesler, Judy Marshall’ı uyandırmamıştı. Judy sabahın üçünden beri uyanık yatıyor, hatırlamak istemediği korkunç rüyalardan kaçıyordu. Gözleri, neyi aradığını bilmeden mütemadiyen yatak odasındaki gölgeleri tarıyordu. Ama ne kadar istemese de bazı şeyleri hatırlıyordu.

“Yine gözü gördüm,” dedi boş odaya. Dilini dudaklarının arasından çıkarttı ve Fred’in kendisini izlemediğini bildiğinden (izlediğini biliyordu, tepkisiz olabilirdi ama aptal değildi) burnunun ucuna doğru uzattı. Bu kez sadece dokunmakla kalmadı, bir köpeğin kâsedeki mamasını bitirdikten sonra ağzının kenarlarını temizlemesi gibi yalandı. “Kırmızı göz. Onun gözü. Kralın gözü.”

Yüzünü çevirip dışarıdaki ağaçların gölgelerine baktı. Tavanda dans ediyor, şekiller ve yüzler oluşturuyorlardı. Şekiller ve yüzler.

“Kralın gözü,” diye tekrarladı. Ve ellerini ovuşturmaya başladı. Parmaklarını kıvırıyor, büküyor, batırıyor, sıkıyordu. “Abbalah! Tilki deliklerinde tilkiler! Abbalah-doon, Kızıl Kral! Fare deliklerinde fareler! Abbalah Munshun! Kral, Kule’sinde, ekmek ve bal yiyor! Kırıcılar bodrumda çalışıyor!”

Başını iki yana salladı. Ah, bu sesler, karanlığın içinden çıkıp geliyorlardı. Bazen gül tarlaları arasında yükselen devasa bir kulenin görüntüsü beynini dağlarken uyanıyordu. Kan tarlaları. Sonra konuşmalar başlıyordu. Değil anlamak, kontrol bile edemediği İngilizce kelimeler ve kulağa saçma gelen sesler birleşip bir çağlayan gibi dudaklarından dökülüyordu.

“Çalışıyorlar, didiniyorlar, didiniyorlar,” dedi. “Çocuklar kanayan minik ayakları üzerinde didiniyorlar... ah tanrı aşkına, bu hiç son bulmayacak mı?”

Dili bir yılan gibi uzanıp burnunun ucunu yaladı ve bir an için tükürükleri burun deliklerine doldu. Sonra beyninden bir kükreyiş yükseldi.

-Abbalah, Abbalah-doon, Can-tah Abbalah-

Bu korkunç, yabancı kelimeler eşliğinde beyninde Kule’nin, altındaki yanan mağaraların, miniklerin kanayan ayaklarıyla güçlükle yürüdükleri mağaraların çarpışan korkunç görüntüleri belirdi. Beyni onlarla birlikte gerilmeye, acı çekmeye başladı. Onları durdurabilecek, tüm bunlara son verip huzuru sağlayabilecek bir tek şey vardı.

Judy Marshall doğrulup oturdu. Hemen yanındaki masanın üzerinde bir lamba, John Grisham’ın son romanı, küçük bir bloknot (Ty’ın doğum günü armağanıydı ve her*sayfanın tepesinde AKLIMA HARİKA BİR FİKİR GELDİ! yazıyordu) ve üzerinde LA RIVIERE SHERATON yazan bir tükenmezkalem vardı.

Judy tükenmezkalemi eline aldı ve bloknota yazdı.

Abbalah yok Abbalah-doon yok Kule yok Kırıcılar yok Kızıl Kral yok bunlar sadece benim rüyalarım, sadece rüyalar.

Bu kadarı yeterdi ama kalemler insanı umulmadık yerlere götürebilirdi. Judy elindeki kalemin ucunu bloknottan ayıramadan kalemin ucundan bir satır daha döküldü:

Kara Ev Abbalah’a giden yolun kapısı cehennemin ağzı Sheol Munshun tüm dünyalar ve ruhlar.

Yeter! Merhametli Tanrım, yeter! Ve en kötüsü şu soruydu: Ya tüm bunlar bir anlam kazanmaya başlarsa?

Kalemi masanın üzerine attı; lambanın ayağına kadar yuvarlanan kalem orada hareketsiz kaldı. Sonra sayfayı bloknottan koparıp yuvarlayarak top haline getirdi ağzına atıp öfkeyle çiğnemeye başladı, yumuşatıp püre kıvamına getirdiğinde de yuttu. Kâğıt topağı dehşet dolu bir an için boğazında takılı kaldıktan sonra midesine indi. Kelimeler ve dünyalar uzaklaşınca Judy bitkin bir halde kendini yastıkların üzerine bıraktı. Yüzü solgun ve terle kaplıydı. Gözleri dökülmemiş yaşlarla irileşmişti, ama tavandaki gölgeler artık ona yüzlermiş gibi gelmiyordu, güçlükle yürüyen çocukların yüzleri, fare deliklerindeki fareler, tilki deliklerindeki tilkiler, Kral’ın gözü, Abbalah-Abbalah-doon! Artık sadece ağaç gölgeleriydiler. O da Fred’in eşi, Ty’ın annesi, Judy DeLois Marshall’dı. Burası Libertyville’di, burası French Landing’di, burası French Kasabası’ydı, burası Coulee Bölgesi’ydi, burası Wisconsin’di, burası Amerika’ydı, burası kuzey yarımküreydi, burası dünyaydı ve bundan başka bir dünya yoktu. Öyle olmalıydı.

Ah, ne olur, öyle olsundu.

Gözleri kapandı ve o sonunda tekrar uykuya dalarken biz kapıya yöneldik. Judy Marshall uykuyla uyanıklık arasındaki sınırdan, diğer tarafa geçmeden, hemen önce bir şey daha söyledi.

“Adın Burnside değil. Deliğin nerede?”

Yatak odasının kapısı kapalıydı. Bir iç çekiş gibi anahtar deliğinden dışarı süzüldük. Judy ile Fred’in ailelerinin fotoğraflarının asılı olduğu koridor boyunca ilerledik. Fotoğraflar arasında Fred ve Judy’nin evlenmelerinin ardından korkunç ama çok şükür ki, aynı zamanda kısa bir dönem yaşadıkları Marshall Çiftliği’nin bir resmi de vardı. Size bir tavsiye: Judy Marshall’a Fred’in kardeşi Phil’den bahsetmeyin. Hiç kuşkusuz George Rathburn’un da söyleyeceği gibi, sakın onun dalına basmayın.

Koridorun sonundaki odanın kapısında anahtar deliği yoktu. Altından atılan bir telgraf gibi içeri süzüldük ve yükselen pis spor çorabı ve talk pudrası kokusu karışımından, buranın bir oğlan çocuğuna ait olduğunu hemen anladık. Oda küçük olmasına rağmen koridorun diğer ucundaki odadan daha geniş görünüyordu. Sebebi büyük bir ihtimalle odayı saran bir endişe bulutunun olmayışıydı. Duvarlarda Shaquille O’Neal’ın, Jeromy Bumitz’in, bir yıl önceki Milwaukee Bucks takımının... ve Tyler’ın kahramanı Mark McGwire’in posterleri vardı. McGwire, Cards takımının oyuncusuydu ve Cards rakipti ama ne fark ederdi ki, Milwaukee Brewers ligde iddialı değildi. Brewers, hem Amerikan Ligi’nde, hem de Ulusal Lig’de alt sıralarda sürünüyordu. Ama McGwire... tam bir kahramandı, değil mi? Güçlüydü, alçakgönüllüydü ve beysbol topunu bir kilometre uzaklığa fırlatabilirdi. Ty’ın Wisconsin takımlarının fanatiği olan babası bile McGwire’in özel bir oyuncu olduğunu düşünüyordu. Takıma yetmiş sayı kazandırdığı sezonun ardından babası onun için “Beysbol tarihinin en iyi vurucusu” demişti ve Ty o zamanlar neredeyse bir bebek olduğu halde onun bu sözünü hiç unutmamıştı.

Çok yakında Balıkçı’nın dördüncü (evet, görmüş olduğumuz gibi üçüncüsü de vardı) kurbanı olacak bu çocuğun odasında yatağının arkasındaki duvarda, puslu, geniş bir çayırın ötesindeki büyük, karanlık bir şatoyu gösteren bir poster vardı. Duvara bantla yapıştırılmış (annesi raptiyeleri kesinlikle yasaklamıştı) posterin altında büyük, yeşil harflerle ESKİ ÇAYIRA GERİ DÖNÜN yazıyordu. Ty posteri duvardan indirip o yazıyı kesmek istiyordu. İrlanda’ya karşı özel bir ilgi duymadığı için posteri sevmiyordu, ama resim ona başka bir yeri fısıldıyormuş gibi geliyordu. Tamamen Farklı Bir Yer. Mağaralarında ejderhaların, ormanlarında tek boynuzlu atların olduğu muhteşem, mitolojik bir ülkenin fotoğrafıydı sanki, İrlanda’yı boş verin, Harry Potter’ı da. Hogwarts sıcak yaz günlerinde güzeldi ama bu şato, Tamamen Farklı Krallığı’ndaydı. Tyler Marshall’ın sabahları ilk, geceleri son gördüğü şey bu posterdi ve bu hoşuna gidiyordu.

Yorganının altında, üzerinde şortu, dağınık koyu sarı saçlarıyla bir virgül şeklinde kıvrılmış, yan yatıyordu. Emecekmiş gibi tuttuğu başparmağı, ağzından bir iki santim uzaktaydı. Rüya görüyordu, kapalı gözkapakları altında gözlerinin ileri geri hareket ettiğini görebiliyorduk. Dudakları kıpırdıyordu... bir şeyler fısıldıyordu... Abbalah mı? Annesinin kelimesini mi fısıldıyordu? Elbette olamazdı, ama...

Daha iyi dinleyebilmek için yaklaştık ama bir şey duymamıza fırsat kalmadan Tyler’ın başucundaki saatli, parlak kırmızı radyo çalışmaya başladı ve George Rathburn’un gür sesi odayı doldurup Tyler’ı uyandırarak rüya âleminden ayırdı.

“Hey millet, beni dinleyin. Size bunu kaç kere söyledim? Eğer French Landing ve Centralia’daki Henreid Biraderler Mobilya’yı duymadıysanız mobilyalar hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz demektir. Bu doğru, Henreid Biraderleri görmediyseniz çok şey kaybediyorsunuz, millet. Oturma odası takımları, yemek odası takımları, yatak odası takımları, La-Z-Boy, Breton Woods ve Moosehead gibi tanıdığınız ve güvendiğiniz markalar, hepsi burada! HENREİD BİRADERLERİN KALİTESİNİ KÖR BİR ADAM BİLE GÖREBİLİR!”

Ty Marshall daha gözlerini açmadan gülmeye başlamıştı. George Rathbun’u seviyordu; bu adam kesinlikle uçuktu.

George Rathburn, vitesi hiç küçültmeden devam ediyordu: “Hey millet, Brewer Çekilişi için hepiniz hazırsınız, değil mi? Üzerinde adınız, adresiniz ve el telefonunuz yazılı kartpostalları gönderdiniz mi? Umarım göndermişsinizdir, çünkü yarışma gece yarısı sona erdi. Eğer kaçırdıysanız... vah vah, çok yazık!”
Ty gözlerini tekrar kapadı ve dudakları sessiz bir fısıltıyla kıpırdadı. Kahretsin, kahretsin, kahretsin. Yarışmaya katılmayı unutmuştu ve artık tek umudu babasının (oğlunun ne kadar unutkan olabileceğini bilen babasının) onun adına katılmış olmasıydı.

“Büyük ödül ne mi?” diye devam etti George. “SADECE sizin ya da tercih ettiğiniz, sevdiğiniz birinin tüm Cincinnati serisi boyunca top toplayıcılardan biri olma şansı. SADECE Richie Sexson’ın imzalı beysbol sopasına,-üzerinde ŞİMŞEK olan sopaya sahip olma şansı! Ve elbette birinci kalenin önündeki tribünde, benimle, yani Coulee’nin Ayaklı Kolej Beysbolü Ansiklopedisi ile birlikte bedava maç izleme imkânı. AMA SİZE BUNLARI NEDEN ANLATIYORUM Kİ? Eğer katılmadıysanız artık sizin için çok geç, millet! Dava bitti, konu kapandı, fermuvarını çek! Oh, konuyu neden açtığıma gelirsek sebebi, önümüzdeki cuma SİZİN adınızı anons edip etmeyeceğimi duymanız için radyonuzun başında olacağınızdan emin olmak istemem!”

Ty inledi. George’un radyoda onun ismini söylemesi ihtimali ya çok çok azdı ya da hiç yoktu. Top toplayıcı olup Miller Park’ta onca insan önünde o paspal Brewers üniformasıyla koşuşturmak hiç umurunda değildi ama Richie Sexson’a ait beysbol sopasına, şimşekli sopaya sahip olmak... bundan daha muhteşem ne olabilirdi?

Tyler yataktan çıktı. Bir gün önce giydiği tişörtünün kol altlarını şöyle bir kokladıktan sonra bir kenara attı ve çekmeceden yeni bir tane çıkardı. Babası bazen saati neden o kadar erken bir saate kurduğunu sorardı, sonuçta yaz tatilindeydi. Tyler ona her günün, özellikle sıcak, güneşli ve sorumluluktan uzak günlerin ne kadar önemli olduğunu bir türlü anlatamamıştı. Sanki içinde, derinlerde bir yerde, onu uyaran, hiçbir anı boşa harcamamasını, zamanın su gibi akıp gittiğini söyleyen minik bir ses vardı.

George Rathburn’un söyledikleri, bir kova soğuk su etkisiyle Tyler’ın uyku mahmurluğunu bir anda yok etti. “Hey, Coulee Halkı! Biraz Balıkçı’dan bahsetmeye ne dersiniz?”

Tyler olduğu yerde kıpırdamadan durdu, garip bir ürperti sırtından yükselip kollarına doğru yayılmıştı. Balıkçı. Çocukları öldüren delinin teki. Bir de onları yediği söyleniyordu. Bu dedikoduyu daha çok beysbol sahasındaki ya da French Landing Sosyal Tesisleri’ndeki yaşça büyük çocuklardan duymuştu ama bu kadar iğrenç bir şeyi kim yapardı ki? Yamyamlık, öğk!

George’un sesi alçaldı. “Şimdi size bir sır vereceğim, George Amca’nızı iyi dinleyin.” Tyler spor ayakkabılarını bağcıklarından tutarak yatağının kenarına oturdu ve George Amca’sını dinlemeye koyuldu. George Rathburn’un böyle... spor dışı bir konudan bahsetmesi ona biraz garip gelmişti ama Tyler ona güveniyordu. George Rathburn, iki yıl önce herkes ilk turda eleneceklerine dair bahse girerken, Badgers’ın en az çeyrek finale kadar yükseleceğini tahmin etmemiş miydi? Evet, etmişti. Dava bitti, konu kapandı, fermuarını çek.

George’un sesi daha da alçalıp neredeyse bir fısıltıya dönüştü. “Baylar, bayanlar gerçek Balıkçı, yani Albert Fish, altmış yedi yıl önce öteki dünyayı boylamış ve bildiğim kadarıyla ömrü boyunca New Jersey’den daha batıya geçmemiş. Üstüne üstlük, büyük bir ihtimalle de LANET OLASI BİR YANKEE TARAFTARIYMIŞ! ONUN İÇİN SAKİNLESİN, MİLLET! SAAAKİNLEŞİNNN!”

Tyler rahatlayarak gülümsedi ve ayakkabılarını giydi. Sakinleşecekti tabii. Yepyeni, güzel bir gün başlıyordu. Evet, tamam, annesi son günlerde biraz acayip davranıyordu ama yakında eski haline dönerdi mutlaka.

Bu iyimser temenniden sonra oradan ayrıldık. George Rathburn’un söyleyeceği gibi, voltamızı aldık. George’dan bahsetmişken, Coulee sabahlarının bu her yerden duyulan popüler konuşan sesini aramaya çıksa mıydık? Hiç fena fikir değildi. Hemen yola koyulduk.

3

TYLER’IN PENCERESİNDEN çıkıp oyalanmadan Libertyville’den uzaklaştık. Yaşlı kanatlarımızı çırparak güneybatıdaki hedefimize doğru uçtuk. Sabah güneşinin üzerinde altın parıltılar oluşturduğu nehrin ve dünyanın en büyük bira kutularının üzerinden geçtik. Burası ve Oo Karayolu (artık istersek biz de buraya Nailhouse Row diyebilirdik, ne de olsa French Landing’in fahri sakini sayılırdık) arasında tepesinde, parlak temmuz sabahı güneşi altında seçilemeyen uyarı ışığıyla bir radyo kulesi yükseliyordu. Burnumuza çimen, ağaç ve ısınan toprağın kokusu geliyordu, kuleye yaklaştıkça biranın yoğun, mayalı kokusu da belirginleşti.



Radyo kulesinin yanında, Peninsula Yolu’nun doğusundaki sanayi bölgesinde ancak yarım düzine araç, bir Coulee Bölgesi devriye minibüsü ve şeker pembesine boyanmış yaşlı bir Ford Econoline’ı alabilecek büyüklükteki otoparkıyla küçük bir tuğla bina vardı. Gün ilerleyip öğle sonrası akşamüstüne dönerken dev bira kutularının silindirik gölgesi önce çıkmaz yolun karşısındaki öbek öbek kurumuş çimenlerin üzerindeki büyük tabelaya, sonra binanın ve daha sonra da otoparkın üzerine düşerdi. Tabelanın üzerinde KDCU-AM, COULEE’NİN KONUŞAN SESİ yazıyordu. Tabelada aynı zamanda devriye minibüsüyle aynı tonda pembe sprey boyayla yazılmış bir ilan-ı aşk vardı: TROY MARYANN’I SEVİYOR! EVET! Daha sonra radyo çalışanlarından Howie Soule bu yazıyı (muhtemelen uydudan yayını yapılan ve tamamen otomatikleştirilmiş olan Rush Limbaugh programı sırasında) silecekti ama o an için yazı duruyor ve bize orta Amerika’daki küçük kasaba aşkları hakkında bilmek istediğimiz her şeyi anlatıyordu. Görünüşe bakılırsa her şeye rağmen hoş bir şey bulabilmiştik.

Binaya vardığımızda istasyonun yan kapısından pilili haki renkte bir Dockers pantolon, boynuna dek iliklenmiş düğmeleriyle kravat takmadığı Mısır keteni düz beyaz bir gömlek ve kestane rengi pantolon askılarıyla (adamın kendisi kadar ince ve Chipper Maxton ya da cenaze evinde çalışan Sonny Heartfield gibi yaratıkların kullandığı kaba askılarla kıyaslanamayacak kadar zarif ve havalıydılar) ince bir adamcıktı. Bu gümüşi saçlı bey eski ama aynı zamanda özenle korunmuş çok temiz, zarif hasır bir fötr şapka giymişti. Şapkanın kestane rengi kurdelesi, pantolon askılarıyla uyum içindeydi. Pilotların taktığı güneş gözlükleri, gözlerini örtüyordu. Kapının solundaki çimlere, KDCU’nun o anki yayını olan yerel haberlerin yayıldığı yıpranmış hoparlörün altına doğru yönelip durdu. Haberleri Chicago tarım bülteni izleyecekti, bu da demek oluyordu ki mikrofonun başına geçip tekrar yayına çıkmak için daha on dakikası vardı.

Gömleğinin cebinden bir paket American Spirit sigarası çıkarıp paketten aldığı bir sigarayı altın çakmağıyla yakışını, giderek artan bir şaşkınlıkla izliyorduk. Aklımız karışmıştı. Pantolon askıları kullanan Dockers marka pantolon ve Bass Weejun marka ayakkabı giyen bu beyefendi görünümlü şık adam George Rathburn olamazdı elbette, değil mi? Kafamızda George’a dair bir resim çizmiştik ve bu gördüğümüz adamdan kesinlikle çok farklı biriydi. Çizdiğimiz resimdeki adam, yağlı göbeği lekeli pantolonunun (stadyumlardaki bol soslu sandviçlerin eseri) belindeki beyaz kemerin üzerinden taşan, teni tuğla renginde (stadyumlardaki onca bira, korkak hakemlere avazı çıktığı kadar bağırma), basık, geniş bir enseye (o gürlemelerin yükselmesi için ideal) sahip bir adamdı. Bizim ve tüm Coulee Bölgesi ahalisinin hayalindeki George Rathburn patlak gözlü, büyük kalçalı, dağınık saçlı, manda yürekli, beysbol manyağı, Chevy kullanan, Cumhuriyetçilere oy veren, her an kalp krizi geçirme tehlikesiyle karşı karşıya, akıl almaz isteklere, çılgınca önyargılara ve yüksek kolesterole sahip nevi şahsına münhasır bir adamdı.

Karşımızdaki adam o George Rathburn değildi. Bu adam bir dansçı gibi hareket ediyordu, sıcak bir günde içilen buzlu çay gibiydi; etkileyici ve karizmatikti.

Ama işin esprisi de buydu, değil mi? Hı-hı. İnce sesli şişman radyo diskjokeyi esprisinin ters yüz edilmiş hali. Aslında George Rathburn diye biri hiç var olmamıştı. Sadece bir hobi, uydurulmuş bir karakter, ince yapılı adamın birçok kişiliğinden biriydi. KDCU’dakiler asıl ismini biliyorlar ve kendilerini esprinin bir parçası olarak görüyorlardı (elbette en can alıcı olan kısmı, George’un en sevdiği kör bir adam bile kalıbıydı) ama asıl olan bitenin yarısından bile haberleri yoktu. Bu kalıp içinde gerçekleri de barındırıyordu. KDCU’dakiler olanların tam olarak üçte birlik kısmını biliyorlardı, çünkü Dockers giyip hasır şapka takan adam, aslında dört ayrı kişiydi.

George Rathburn, piyasaya hâkim olan FM furyasında AM bandından yayın yapan son radyo istasyonu olan KDCU’nun hayatta kalmasını sağlayan en büyük kozuydu. Haftada beş gün sabahları program yapıyordu ve dinleyici rekorları kırıyordu. Radyo çalışanları onu taparcasına seviyorlardı.

Tepesindeki yıpranmış hoparlörden sesler yayılmaya devam ediyordu: “Herald muhabiri Wendell Green için ‘işleri French Landing’de nasıl yaptığımızdan ziyade, çalıştığı gazetenin tirajının artmasıyla ilgilenen, şöhret meraklısı bir kasaba dışı felaket tellalı’ diyen Şef Dale Gilbertson, hâlâ bir ipucu bulamadıklarını açıkladı.”

“Bu arada Arden’da evlerinde çıkan yangın sonucu yaşlı bir çiftçi ve eşi hayatlarını kaybettiler. Her ikisi de seksen iki yaşında olan Horst P. Lepplemier ve karısı Gertrude...”

“Horst P. Lepplemier,” diye tekrarladı ince adam sigarasından keyifle derin bir nefes çekerek. “Bunu hızlıca, üst üste on kere söylemeyi dene, sersem herif.”

Arkasında, sağ taraftaki kapı açıldı ve sigarasını tüttüren adam hâlâ hoparlörün altında oturmasına rağmen kapının sesini mükemmel bir kesinlikle duydu. Pilot gözlükleri arkasındaki gözleri tüm hayatı boyunca işe yaramamış olabilirdi ama işitme duyusu muhteşemdi.

Dışarı çıkan solgun yüzlü adam, parlak sabah güneşi altında, üzerinden geçen sabanla yuvası altüst edilen ve kendini bir anda açıkta bulan yavru bir köstebek gibi birkaç saniye boyunca gözlerini kırpıştırdı. Mohawk Kızılderilileri gibi kestirdiği saçları ensesinden ince bir örgü halinde sırtına sarkıyordu. Mohawk parlak kırmızıya, sırtına sarkan kuyruksa elektrik mavisine boyanmıştı. Tek kulağından Nazilerin S.S. sembolüne şüpheli bir benzerlik gösteren yıldırım şeklinde bir küpe sarkıyordu. Üzerinde, bir müzik grubunun resminin basılı olduğu yırtık, siyah bir tişört vardı. Bu renkli arkadaş, elinde bir CD kutusu tutuyordu.

“Selam, Morris,” dedi hasır şapkalı zayıf adam. Hâlâ arkasına dönmemişti.

Morris şaşkınca yutkundu ve yüzünde küçük bir Yahudi çocuğun ifadesi belirdi, ki zaten Yahudiydi. Morris Rosen, Winconsin Üniversitesi’nin Oshkosh’daki kolundan, yaz stajı için gelmiş bir öğrenciydi. İstasyonun müdürü Tom Wiggins’in ellerini sinsice ovuşturarak, “Bu bedava işçilere bayılıyorum!” dediği söylenirdi. Hiçbir çek defteri, Wigger’in sorumluluğu altındaki KDCU çek defteri kadar iyi korunuyor olamazdı. Altın yığınlarının üzerine titreyip koruyan ejderha Smaug gibiydi (gerçi KDCU’da herhangi bir değerli şeyin yığınla olduğunu söylemek doğru olmazdı, daha önce de belirttiğimiz gibi AM bandından yayın yapan son radyo istasyonu olarak hâlâ aktif yayında olması bile bir şanstı).

Morris’in yüzündeki şaşkın -buna huzursuz da demek daha doğru olurdu- ifade yerini bir gülümsemeye bıraktı. “Vay canına, Bay Leyden! Tam isabet! Ne müthiş bir çift kulak!”

Sonra kaşları çatıldı. Halen dışarıdaki hoparlörün tam altında duran Bay Leyden birinin geldiğini duymuşsa bile, bunun kim olduğunu nereden anlamıştı?

“Benim geldiğimi nasıl anladınız?” diye sordu.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin