Speedy’nin fısıltısı, beynini sardı: Öfkeni sakla, Jack ilk işin çocuğu bulmak olmalı. Ve zaman çok, çok azaldı.
“Oh, Tanrım,” dedi Dale ve işaret etti. “Bu, gördüğüm düşündüğüm şey mi?”
Darağacı, eğimli yolun üzerinde bir iskelet gibi sallanıyordu.
“Bir darağacı olduğunu düşünüyorsan çelik tencere takımını kazanıp bir üst tura geçmeye hak kazandın,” dedi Doc.
“Şu ayakkabı yığınına bakın,” dedi Dale. “Neden ayakkabıları bu şekilde yığmış olabilirler?”
“Tanrı bilir,” dedi Beezer. “Sanırım bu ülkenin bir geleneği. Yaklaştık mı sence, Jack? Bir fikrin var mı?”
Jack önlerinde uzayıp giden yola baktı. Sonra gözlerini sola ayrılan, köşesinde eski darağaçları olan diğer yola çevirdi. “Yaklaştık,” dedi. “Sanırım biz...”
Tam bu sırada, ileride çığlıklar başladı. Delilik sınırına itilmiş bir çocuğun Çığlıklarıydı. Ve belki de sınırı aşmıştı.
Ty Marshall yaklaşan arı vızıltılarını duyabiliyor ama sadece hayal gücünün bir oyunu olduğunu sanıyordu, bu ses, giderek artan endişesinin sesi olmalıydı. Burny’nin çantasını kulübenin duvarından yukarı kaydırmayı kaç kere denediğini bilmiyordu; artık sayısını şaşırmıştı. Başındaki garip şapkayı - kumaştan yapılmış gibi görünen ama metal hissi veren- çıkarsa, hareketlerini da ha kontrollü yapabileceği ve belki de çantaya ulaşmayı başarabileceği aklına gelmiyordu, çünkü şapkayı tamamen unutmuştu. Tüm bildiği çok yorgun olduğu, terlediği, titrediği, muhtemelen şokta olduğu ve çantayı bu kez de tutamazsa büyük ihtimalle vazgeçeceğiydi.
Sana bir bardak su verirse belki Bay Munshun ile gidebilirim, diye düşünüyordu. Ama Judy’nin dayanıklılığı ve biraz da Sophie’nin asaleti iliklerine işlenmişti. Bacağındaki sancıya aldırmayarak çantayı tekrar yukarı kaydırmaya başladı, bir yandan da sağ elini olabildiğince uzatıyordu.
Yirmi beş santim... yirmi... daha önce hiç bu kadar yakınlaşmamıştı...
Çanta sola doğru kaydı. Ayağının ucundan düşecekti. Yine.
“Hayır,” dedi Ty yumuşak sesle. “Bu sefer olmaz.”
Ayağını duvara daha sıkı bastırdı ve çantayı tekrar yükseltmeye başladı.
On beş santim... on santim... yedi... çanta sola biraz daha kaydı, yine düşecek...
“Hayır!” diye haykırdı Ty ve büyük bir gayretle öne uzandı. Sırtı kütürdedi. Acıyla alev alev yanan sol omzu da. Ama parmakları çantaya dokundu... ve kavradı. Kendine doğru çekerken neredeyse tekrar düşürecekti!
“Hiç şansın yok, Burny,” dedi Ty sık nefesler arasında. Çantayı şöyle bir salladıktan sonra sıkıca göğsüne bastırdı. “O eski numarayla beni kandıramazsın, hayır, kesinlikle kandıramazsın. Çantayı dişlerinin arasına aldı. Leş gibi, dayanılması güç bir kokusu vardı... Burnside kolonyası. Kokuya aldırmayarak çantanın kapağını açtı. Önce boş olduğunu sandı ve alçak sesle inleyerek umutsuzca hıçkırdı. Sonra gümüşümsü bir pırıltı gördü. Sıkılı dişleri arasından bağırarak sağ elini çantanın içine soktu ve anahtarı yakalayarak çıkardı.
Düşürmemeliyim, diye düşündü. Düşürürsem aklımı kaçırırım. Keçileri yerlerinde tutamam.
Düşürmedi. Başının üzerine kaldırarak kelepçenin sol bileğine geçmiş tarafı üzerindeki küçük deliğe soktu ve çevirdi. Kelepçe hafif bir sesle açıldı.
Ty yavaş, çok yavaş hareketlerle sol elini duvara sabitlenmiş ağır demirin içinden geri çekti. Kelepçeler, kulübenin kirli zeminine düştü. Orada ayakta dururken Ty’ın aklında tuhaf, ikna edici bir düşünce belirdi: hâlâ Kara Ev’de, bir köşesinde tuvalet niyetine kullanması için konan kova, diğer köşesinde bir tabak mide bulandırıcı yemek olan hücrede, o berbat şiltenin üzerindeydi ve uyuyordu. Şu an olanlar sadece bitkin düşmüş beyninin ona umut vermek için oynadığı bir oyundu. Kazana girip pişmeden önce son bir seyahat.
Dışarıdan, Büyük Kombinasyon’un kulak tırmalayıcı gürültüleri ve kanayan ayakları üzerinde yürümeye çalışan, kırbaçların gölgelerindeki yüzlerce çocuğun çığlığı duyuluyordu. Bay Munshun da oralarda bir yerdeydi. Ty’ı bundan bile beter olan bir yere götürmek istiyordu.
Rüya görmüyordu. Ty nerede olduğunu ve kendi dünyasına nasıl dönebileceğini bilmiyordu ama ilk adım, bu kulübeden çıkmak ve bu hastalıklı bölgeden uzaklaşmaktı. Geçirdiği kazadan sonra uzun süre yatakta kalmış bir hasta gibi titreyen bacaklarla, yavaşça ilerleyen Ty Marshall, Burny’nin yere serilmiş cesedinin üzerinden atlayarak kulübeden dışarı çıktı. Hava kapalı, etrafındaki alan kupkuru ve çoraktı; gökyüzüne yükselen o uğursuz, korkunç yapı burada bile tüm görüşü kaplıyordu, ama Ty sırf kulübenin dışında olduğu için sonsuz bir mutluluk duyuyordu. Özgürdü. Dışarı çıkana dek, kulübede öleceğine inandığını fark etmemişti. Bir an için gözlerini kapatıp yüzünü gri gökyüzüne çevirdi. Bu yüzden, dışarı çıktığında Ty’ın hâlâ şapkayı taktığından emin olmak için ihtiyatla kulübenin yan tarafında beklemekte olan şekli göremedi. Şapkayı taktığından emin olduğunda Lord Malshun -gerçek ismine en yakın söyleniş buydu- öne çıktı. Devasa yüzü, üzerine deri geçirilmiş kocaman bir kaşığı andırıyordu. Tek göz, suratında acayip bir çıkıntı oluşturuyordu. Kırmızı dudakları, pis bir gülümsemeyle gerilmişti. Yaklaşıp kollarını çocuğun vücuduna sardığında Ty çığlık atmaya başladı, sadece korku ve şaşkınlıkla değil, aynı zamanda öfkeyle. Özgür kalmak için çok çabalamıştı. Tüm benliğini kurtulmaya adamıştı.
“Sus,” diye fısıldadı Lord Malshun, ama Ty çığlıklarına aynı şiddette devam edince (Büyük Kombinasyon’un üst katmanlarındaki çocuklardan bazıları bu çığlıkları duyup, vahşi gözetmenleri tarafından fark edilip kırbaçlanana dek o yöne doğru bakmışlardı) abbalahın lordu tekrar konuştu. Bu kez Karanlık Lisan’da konuşmuştu. Tek bir kelime söyledi. “Pnung.”
Ty boş bir çuvala döndü. Lord Malshun ona arkasından sarılmış olmasaydı yere düşerdi. Çocuğun salyalar akan, açık ağzından hâlâ itiraz iniltileri yükseliyordu ama çığlıklar kesilmişti. Lord Malshun uzun, kaşığa benzer yüzünü Büyük Kombinasyon’a çevirdi ve sırıttı. Hayat ne kadar güzeldi! Sonra kısa bir süre için, ama büyük bir ilgiyle kulübeye doğru baktı.
“Yapmışsın,” dedi Lord Malshun. “Hem de şapka başındayken, inanılmaz bir çocuksun! Kral, Din-tah’a gitmeden önce seninle şahsen tanışmak istiyor. Sana kek ve kahve verebilir. Bir düşün, genç Tyler! Abbalah ile kek ve kahve! Kral ile kek ve kahve!”
“...gitmek istemiyorum... eve gitmek istiyorum... annemeee...” Bu sözcükler ölümcül bir yaradan boşalan kan gibi yavaşça dökülmüştü ağzından.
Lord Malsh’un parmağını Ty’ın dudaklarına bastırdı ve çocuğun ağzı kapandı. “Sus,” dedi tekrar abbalahın kafatası avcısı. “Hayatta gürültücü bir yol arkadaşından daha sinir bozucu pek az şey vardır. Ve önümüzde uzun bir yolculuk var. Evimizden ve ailelerimizden çok uzakta bir yere gideceğiz... ah, ama ağlama” Lord Malshun kasları gevşeyen çocuğun gözyaşlarının yanaklarından aşağı süzüldüğünü fark etmişti. “Ağlama, küçük Ty. Orada yeni arkadaşların olacak. Mesela Baş Kırıcı. Baş Kırıcı’yı bütün çocuklar sever. İsmi, Bay Brautigan. Belki sana kaçma girişimlerini anlatır. Öyle komik ki! Gülmekten ölebilirsin! Artık gitmeliyiz! Kral ile kek ve kahve! Bu fikri aklından çıkarma!”
Lord Malshun biraz şişman ve çarpık bacaklıydı (aslında bacakları, korkunç bir uzunluktaki yüzünden daha kısaydı), ama güçlüydü. Ty’ı, bir kâğıt topağıymışçasına kolaylıkla kaldırıp koltuğunun altına aldı. Burny’ye pek de üzülmeden son bir kez baktı... New York’ta gelecek vaat eden genç bir adam vardı ve Burny de oldukça işe yaramıştı doğrusu.
Lord Malshun, uzun başını yana eğerek neredeyse sessiz, tıslamaya benzer boğuk bir kahkaha attı. Sonra şapkayı çocuğun başına sertçe çekmeyi ihmal etmeyerek yürümeye koyuldu. Çocuk basit bir Kırıcı değildi; belki de tüm zamanların en güçlü Kırıcı’sıydı. Neyse ki henüz sahip olduğu inanılmaz gücün farkında değildi. Şapka başından düşse de muhtemelen hiçbir şey olmayacaktı, yine de temkini elden bırakmamak iyi olurdu.
Lord Malshun, hızlı adımlarla -bu arada neşeli bir melodi bile mırıldanıyordu- yol ayrımına vardı ve İstasyon Yolu’na varmak için sekiz yüz metre daha yürümek üzere sola dönüp Conger Yolu’na çıktı. Çıkar çıkmaz da olduğu yerde dondu kaldı. Yolda, Lord Malshun’un Ter-tah olarak düşündüğü dört adam vardı. Bu, argo bir deyimdi, iltifat anlamı içerdiği pek söylenemezdi. İyi Hasat Kitabı’nda Ter, Tam-Dünya’nın damızlık sürülerin toplandığı dönemi anlamına gelirdi. Lord Malshun, Kara Ev’in ön kapısının ardındaki dünyayı, istediği zaman kepçesini daldırabileceği -elbette her zaman abbalah adına!- dev bir yaşayan çorba kâsesi olarak düşünürdü.
Ter’den dört adam? Malshun’un dudaklarında küçümseyici bir gülümseme belirdi ve bu hareket, uzun suratı boyunca dalgalanmalara sebep oldu. Burada ne yapıyorlardı? Burada ne yapabileceklerini umuyorlardı?
Adamlardan birinin elinde taşıdığı sopayı görünce gülümsemesi biraz soldu. Birçok renkten oluşan ama merkezi beyaz olan bir ışık saçıyordu. Kör edici bir ışıktı bu. Lord Malshun, sadece bir tek şeyin bu şekilde parladığını biliyordu ve o da, küçük bir çocuğun Tılsım ismiyle bildiği Sonsuzluk Küresi’ydi. O küçük çocuk ona dokunmuştu ve Laura DeLoessian’ın söylemiş olabileceği gibi -Jack şimdi bunu biliyordu- Tılsım’ın dokunuşu asla tam olarak yok olmazdı.
Sopayı taşıyan adamın o çocuk olduğunu anladığında Lord Malshun’un uzun suratındaki gülümseme tamamen silindi. Yine onları rahatsız etmeye gelmişti, ama ödüllerin en değerlisini elinden alabileceğini sanıyorsa çok yanılıyordu. Hem elindeki sadece bir sopaydı, Sonsuzluk Küresi değildi; belki Küre’nin gücünün bir kısmı hâlâ adamın içindeydi ama fazla değildi mutlaka. Aradan geçen onca yıldan sonra neredeyse hiçbir gücü kalmamış olmalıydı.
Bu çocuğu elimden almalarına izin verirsem benim sonum da hiçlik olacak, diye düşündü Lord Malshun. Kesinlikle yap...
Tek gözü, Ter’den gelen adamların arkasındaki koyu renk buluta çevrildi. Yoğun, tekdüze bir vızıltı duyuluyordu. Arılar mı? iğneli arılar? O ve İstasyon Yolu arasında iğneleri olan arılardan oluşan bir sürü mü vardı?
Eh, onlarla başa çıkabilirdi. Daha sonra. Önce şu sinir bozucu adamlarla ilgilenecekti.
“İyi günler, beyler,” dedi Lord Malshun kibarca. Uydurma Alman aksanı yok olmuştu; şimdi 1950’li yıllardan bir Batı Yakası komedisindeki sahte bir İngiliz aristokrat gibi konuşuyordu. Ya da İkinci Dünya Savaşı Nazi propagandacısı Lord Haw-Haw. “Beni ziyaret etmek için bunca yol tepip bu kadar uzağa gelmeniz ne harika. Gerçekten harika. Hem de böyle berbat bir günde. Korkarım burada günlerin çoğu öyle, Son-Dünya’nın Dinleri insanlara özgü doğal belirtilere mal edilmesi amacıyla yaratılmıştır. Kalıp sizinle sohbet etmek isterdim ama yapamam. Elimdeki paketi en kısa sürede yerine ulaştırmalıyım.”
Lord Malshun, Ty’ı havaya kaldırarak salladı. Ty’ın gözleri açıktı ve olan bitenin farkında olduğu belliydi ama kolları ve bacakları, kemiksiz et parçaları gibi sallanıyordu.
“Çocuğu yere bırak, Munshun,” dedi elinde sopa olan adam ve Lord Malshun, giderek artan bir endişeyle bu adamın, başına bela olabileceğini anladı. Kesinlikle olabilirdi. Yine de gülümsemesi genişledi ve sivri dişleri ortaya çıktı. Uçları içe dönüktü. Bu dişler tarafından ısırılanların, o korkunç kemik tuzaktan kurtulmak için geri çekilmeye çabalamaları çok daha kötü sonuçla doğurabilirdi.
“Munshun mu? Munshun mu? Burada o isimde hiç kimse yok. Ah, Mantar Adam, diye biri de yok elbette. Hepsi yok oldu. Bitti gitti, geçmiş olsun! Çocuğu yere bırakmaya gelince, bunu yapamam, sevgili dostum, maalesef yapamam. Verilmiş sözlerim var, anlarsınız ya. Ve siz de kendinizi şanslı saymalısınız, çok ciddiyim. Kasabadaki terör sona erdi! Yaşasın! Balıkçı öldü. Bu çocuk işini bitirdi ve takdire şayan bir çocuk olduğunu belirtmeliyim.” Ty’ı tekrar salladı. Başını yukarıda tutmaya özen gösteriyordu. Şapkanın düşmesini istemezdi, hem de hiç istemezdi.
Arılar onu huzursuz ediyordu.
Onları kim göndermişti?
“Çocuğun annesi bir akıl hastanesinde,” dedi sopayı tutan adam. Lord Malshun, sopanın öncekinden de kuvvetli bir ışık saçmakta olduğunu giderek artan bir korkuyla fark etti. Çok korkmaya başlamıştı ve korkunun yanında öfke de belirmişti. Çocuğu elinden almaları mümkün müydü? Alabilirler miydi? “Bir tımarhanede ve oğlunu geri istiyor.”
Öyleyse, çabalarının karşılığı olarak tek elde edebilecekleri, bir ceset olacaktı.
Korkusuna rağmen Lord Malshun’un gülümsemesi iyice genişledi. (Dale Gilbertson’un kafasında aniden kâbuslara yaraşır bir görüntü belirdi: Bir buçuk metre boyunda bir suratı ve tek gözü olan William F. Buckley Jr.) Ty’ın gevşek vücudunu havaya kaldırdı ve sivri dişleri, çocuğun çıplak boynunun birkaç santim ötesinde kapandı.
“O halde kocası aletini kadının münasip yerine soksun ve bir çocuk daha yapsınlar becerebileceklerinden hiç şüphem yok. Ne de olsa Ter-tah’ta yaşıyorlar. Ter-tah’ta kadınlar yolda yürürken bile hamile kalabiliyor.”
Sakallı adamlardan biri konuştu. “O bu çocuğu istiyor.”
“Ben de öyle, sevgili oğlum. Ben de öyle.” Lord Malshun bu kez çocuğun boynunu gerçekten ısırdı ve Ty’ın hassas derisinden tıraş olurken kesilmiş gibi kanlar süzüldü. Büyük Kombinasyon arkalarında gıcırdamaya devam ediyordu ama çığlıklar kesilmişti. Sanki çocuklar bir şeyin değiştiğini veya değişebileceğini; dünyanın hassas bir denge noktasında olduğunu fark etmişlerdi.
Elinde ışık saçan sopayı tutan adam bir adım ilerledi. Lord Malshun kendini tutamayarak korkuyla geriledi. Korku ve zayıflık göstermenin büyük bir hata olduğunu biliyordu ama engel olamamıştı. Karşısındaki alelade bir tah değildi. Bu, eski silahşorlara, o Yüksek Savaşçılara benziyordu.
“Bir adım daha yaklaşırsan çocuğun boğazını yırtarım, sevgili dostum. Bunu yapmak hiç hoşuma gitmez, inan bana bunu hiç istemem ama yapacağımdan emin olabilirsin.”
“İki saniye sonra kendin de ölürsün,” dedi sopayı tutan adam. Ne kendisi için, ne de Ty için zerre kadar korkmuş görünmüyordu, “istediğin bu mu?”
Aslında, Kızıl Kral’a eli boş dönmektense evet, Lord Malshun ölmeyi tercih ederdi. Ama iş o noktaya gelmeyebilirdi. Sessizleştiren kelime çocuk üzerinde işe yaramıştı ve bu adamların en azından üçünde işe yarayacaktı, sıradan olan üç adam. Onlar yolun ortasında gözleri açık ama hiçbir şey yapamaz halde kalakalmışken Lord Malshun dördüncü adamla ilgilenebilirdi. Sawyer’dı elbette. İsmi buydu. Arılara gelince, onu İstasyon Yolu’na ve mono raya ulaştırmaya yetecek koruma sözcüklerine sahipti. Ayrıca birkaç yerinden sokarlarsa ne olurdu yani?
“İstediğin bu mu?” diye sordu Sawyer.
Lord Malshun gülümsedi. “Pnung!” diye haykırdı ve Sawyer’ın arkasında duran Dale, Beezer ve Doc, hareketsiz kalakaldılar.
Lord Malshun’un gülümsemesi, çirkin bir sırıtışa dönüştü. “Şimdi ne yapacaksın, her şeye burnunu sokan dostum? Seni kollayacak arkadaşların yokken ne...”
Armand “Beezer” St. Pierre, bir adım attı. ilk adım büyük çaba gerektirmişti ama ondan sonrası daha kolay oldu. Yüzündeki küçük, soğuk gülümseme, sakalları arasından görünen dişlerini ortaya çıkarmıştı. “Kızımın ölümünden sen sorumlusun,” dedi. “Belki kendin yapmadın, ama Burnside’ın kafasına girip onu kızımın üzerine saldın. Değil mi? Ben onun babasıyım, piç kurusu. Tek bir kelimeyle beni durdurabileceğini mi sandın?”
Doc sendeleyerek arkadaşının yanına geldi.
“Kasabamın içine ettin,” diye hırladı Dale Gilbertson. O da ilerledi.
Lord Malshun onlara inanmazca baktı. Karanlık Lisan onları durduramamıştı. Hiçbirini durduramamıştı. Yolu kapatıyorlardı! ilerlemesini engellemeye cesaret edebiliyorlardı!
“Onu öldüreceğim!” diye hırladı Jack’e. “Onu öldüreceğim. Ne diyorsun, parlak çocuk? Ne olacak?”
Ve işte sonunda bütün düğümlerin çözülme noktası, kapışma sahnesine gelinmişti. Ne yazık ki olanları kuşbakışı izleyemiyorduk, bunun için defalarca kullandığımız karga (Gorg’un bundan haberi yoktu, emin olabilirsiniz) ölmüştü ama yan tarafta dururken bile on bin filmin sonunda geçen bu sahneyi -en azından bir düzinesinde Lily Cavanaugh başrol oynamıştı- tanımıştık.
Jack, Beezer’ın bile tanıyarak Harika Çocuk olduğunu söylediği sopayı kaldırdı. Sopayı, kalın ucu, Lord Malshun’un başına yöneltilmiş, diğer ucu kolunun altına gelecek halde tutup doğrultmuştu.
“Çocuğu bırak,” dedi. “Bu son şansın, dostum.”
Lord Malshun çocuğu daha da yükseğe kaldırdı. “Hiç durma!” diye bağırdı. “O şeyle bir enerji topunu bu tarafa yolla! Yapabileceğini biliyorum! Ama yaparsan, çocuğu da vurmuş olacaksın! Çocuğu da...”
Richie Sexson sopasının ucundan bembeyaz bir ateş fırladı; bir kurşunkalemin ucu kadar ince bir ateş çizgisiydi. Lord Malshun’un tek gözüne isabet etti ve gözü, yuvasının içinde kızarttı. Yaratık bir çığlık attı -Jack’in, blöfünü göreceği hiç aklına gelmemişti, geçici olarak ne kadar kuvvetlenmiş olursa olsun, terden hiçbir yaratık buna cesaret edemezdi- korkunç dişlerle dolu ağzını açtı ve ölürken bile ısırmaya kararlı bir halde öne atıldı.
Ama hareketini tamamlayamadan bir başka beyaz ışın, bu seferki Beezer St. Pierre’in sol elindeki eski, gümüş yüzükten fırlamıştı, abbalahın ajanını tam ağzından vurdu. Lord Malshun’un kıpkırmızı dudakları bir anda alevler içinde kaldı... ama Büyük Kombinasyon arkasında iskeletimsi bir gökdelen gibi yükselirken hâlâ ısırmaya, Judy Marshall’ın yetenekli oğlunun hayatına son vermeye çalışıyordu.
Dale öne atıldı, çocuğu belinden ve omzundan yakaladı ve çekerek yolun kenarına doğru yalpaladı. Dürüst yüzü solgun ve son derece kararlıydı. “Bitir işini Jack!” diye haykırdı Dale. “Bitir şu orospu çocuğunun işini!”
Jack, Conger Yolu üzerinde ileri geri yalpalayan kör, uluyan, yanmış şeye yaklaştı. Yaratığın kemik düğmeli yeleğinden duman tütüyor, uzun beyaz elleri telaşla havayı yokluyordu. Jack sopayı sağ omzuna dayadı ve ucunu sıkıca kavradı. Bugün başarısızlık söz konusu değildi; beyaz ateşle parlayan bir sopası vardı ve onu öyle bir savuracaktı ki top, saha dışına çıkacaktı.
“Hazır ol, tatlım,” dedi ve sopayı Richie Sexson’dan övgü alacak bir şekilde savurdu. Veya Big Mac’ten. Sopa, Lord Malshun’un koca kafasına çarptığı an tatmin edici, tok bir ses duyuldu. Çürük bir karpuza çarpmış gibi hemen geri gömüldü ve parlak bir kırmızılık dışarı püskürdü. Bir an sonraysa dev kafasının hepsini kanla kaplayarak patladı.
“Görünüşe bakılırsa Kral kendisine yeni bir çocuk bulmak zorunda kalacak,” dedi Beezer yumuşak sesle. Yüzünü sildi, eline bulaşan kanla karışık et parçalarına baktı ve sonra aldırmaz bir tavırla elini solmuş kot pantolonuna sildi. “Çok iyi vuruştu, Jack. Bunu kör bir adam bile görebilirdi.”
Kucağında Tyler’ı taşıyan Dale konuştu. “Dava bitti, konu kapandı, fermuarını çek.”
French Landing polis şefi, Tyler’ı dikkatle yere bıraktı. Çocuk önce ona, sonra Jack’e baktı. Kızarmış gözlerinde hafif bir ışık belirmişti. Rahatlama duygusu ya da kavrayış olabilirdi.
“Sopa,” dedi. Sesi boğuk ve kısıktı, diğerlerinin söylediğini anlaması zordu. Boğazını temizleyerek tekrar denedi. “Sopa. Onu rüyamda görmüştüm.”
“Sahi mi?” Jack çocuğun önünde diz çökerek sopayı ona uzattı. Ty, Richie Sexson’in harika sopasını almak için bir hamle yapmadı, sadece elini uzatarak dokundu. Sopanın kanla kaplı ucunu okşadı. Gözleri Jack’in üzerindeydi. Onu hissetmeye, anlamaya, hakkındaki gerçeği bilmeye çalışıyor gibiydi. Sonunda kurtarılmış olduğuna inanmaya çalışıyordu.
“George,” dedi çocuk. “George. Rathbun. Gerçekten kör.”
“Evet,” dedi Jack. “Ama bazen körler kör değildir. Bunu biliyor musun, Tyler?”
Çocuk başını salladı. Jack daha önce hayatında hiç bu kadar bitkin, şok içinde, kaybolmuş, tükenmiş biri görmemişti.
“Su,” dedi çocuk. Dudaklarını yaladı ve boğazını tekrar temizledi. “Su... istiyorum. Su. Annemi istiyorum. Onu görmek.”
“Kulağa iyi bir plan gibi geliyor,” dedi Doc. Hâlâ Bay Munshun olarak düşündükleri yaratığın yere saçılmış parçalarına huzursuzca bakıyordu. “Tek Göz’ün dostlarından biri gelmeden önce bu genç adamı Wisconsin’e geri götürelim.”
“Evet,” dedi Beezer. “Kara Ev’i yakıp kül etmek de şahsi planlarım arasında, ilk kibriti ben çakacağım. Ya da belki yine yüzüğümden ateş topu çıkarabilirim. Bu hoşuma giderdi. Ama önce, geri dönelim.”
“Aynı fikirdeyim,” dedi Dale. “Tyler’ın o kadar uzun mesafeyi yürüyebileceğini sanmıyorum. Hızımıza da ayak uyduramayacaktır. Onu sırayla omuzlarımızda taşı...”
“Hayır,” dedi Jack.
Hepsi hayretle gözlerini ona çevirdi.
“Jack,” dedi Beezer, sesinde garip bir nezaketle. “Misafirliği biraz fazla uzatmıyor muyuz, dostum?”
“işimiz bitmedi,” dedi Jack ona. Sonra başını iki yana salladı ve düzeltti “Ty’ın işi bitmedi.”
Jack Sawyer, aklında düşüncelerle Conger Yolu’nda diz çökmüş, karşısındaki çocuğa bakıyordu: Annemin hayatını kurtarmak için Amerika’yı bir uçtan diğerine geçtiğimde -ve Ötedünya’ya gittiğimde- bu çocuktan pek de büyü/c değildim. Bunun doğru olduğunu biliyor ama inanmakta güçlük çekiyordu. On iki yaşında, küçük ve korkmuş, çoğunlukla dünyanın farkında olmadığı ve tüm dünyaların gölgelerinin önünde koşan bir çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlayamıyordu. Bitmesi gerekirdi, Ty çok kötü deneyimler yaşamıştı ve eve gitmeyi hak ediyordu.
Ama maalesef yapılması gerekenler henüz bitmemişti. Bir şey daha kalmıştı.
“Ty.”
“Eve. Gitmek.”
Çocuğun gözlerinde az önce beliren hafif ışık artık yoktu. Sınır kapılarındaki ve ölüm kamplarının girişlerindeki mültecilerin donuk, şokla katılaşmış yüz ifadesine sahipti. Uğursuzluğun uğursuz opopanaks bölgesinde çok fazla kalarak içi boşalmış birinin görüntüsüydü. Ve o bir çocuktu, lanet olsun, sadece bir çocuk. Jack Sawyer’ın yapmasını isteyeceklerinden daha iyisini hak ediyordu. Ama Jack Sawyer da bir zamanlar hak ettiğinden azını almıştı. Bu az sonra yapacağını haklı çıkarmıyordu ama gerekli cesareti vermişti.
“Ty.” Çocuğun omzunu tuttu.
“Su. Annem. Ev.”
“Hayır,” dedi Jack. “Henüz değil.” Çocuğu çevirdi. Lord Malshun’un, yüzüne sıçramış kanı çok parlaktı. Jack, onunla gelen -hayatlarını ve akıl sağlıklarını onun için riske atan- adamların suratlarının asılmaya başladığını hissedebiliyordu. Önemli değildi. Yapması gereken bir şey vardı. O bir aynasızdı ve burada devam etmekte olan bir suç vardı.
“Ty.”
Hiçbir tepki yoktu. Çocuk, boş bir çuval gibi duruyordu. Kendini nefes almaktan başka bir şey yapmayan bir et parçası haline getirmeye çalışıyordu.
Jack duman tüten bacalar, kayışlar, çarklar, payandalar ve bantlardan oluşmuş çirkin çelik yapıyı işaret etti. Üzerindeki acılar içinde yürümeye çalışan karıncaları gösterdi. Büyük Kombinasyon, gökteki bulutlara dek yükseliyor, kapkara toprağın içinde kayboluyordu. İki yöne doğru ne kadar uzanıyordu? Bir kilometre? İki? Bulutların üzerinde oksijen maskeleri takmış, titreyerek kanayan ayakları üzerinde didinen, çarkları çevirmeye çalışan çocuklar var mıydı? Yer altında ateşlerin sıcaklığıyla pişip ter döken, nefes almakta zorlanan çocuklar var mıydı? Güneşin asla yüzünü göstermediği o tilki ve fare deliklerinde kaç çocuk vardı?
“Orası nedir?” diye sordu Jack, çocuğa. “Oraya ne deniyor? Burny ne diyordu?”
Ty’da hiçbir kıpırtı yoktu.
Jack, çocuğu sarstı. Pek de hafif bir sarsma sayılmazdı. “Oraya ne deniyor?”
“Hey, ahbap,” dedi Doc. Sesinde onaylamaz bir ton vardı. “Buna hiç gerek yok.”
“Kes sesini,” dedi Jack ona bakmadan. Ty’a bakıyordu. Mavi gözlerinde şokun yarattığı boşluktan başka bir şey görmeye çalışıyordu. Ty’ın bu korkunç, devasa, uğursuz yapıyı görmesi gerekiyordu. Tam anlamıyla görebilmeliydi. Göremezse oradan nasıl nefret edecekti? “Nedir orası?”
Ty uzun bir duraksamadan sonra, “Büyük,” dedi. “Büyük. Kombinasyon.” Sesi uykuda konuşuyormuşçasına hafif çıkmıştı ve yüz ifadesi hâlâ donuktu.
“Evet, Büyük Kombinasyon,” dedi Jack. “Şimdi onu durdur.”
Beezer yutkundu. Dale, “Jack, sen aklını mı...” diye söze başlamıştı ki sustu.
“Yapamam.” Ty, Jack’e bunu zaten bilmesi gerekirmiş gibi yaralı bir ifadeyle baktı.
“Yapabilirsin,” dedi Jack. “Yapabilirsin ve yapacaksın. Ne sanıyorsun, Ty? Onlara öylece sırtımızı dönüp seni annenin sıcak kollarına teslim edeceğimizi, annenin seni yatağına yatıracağını ve herkesin sonsuza dek mutlu yaşayacağını mı?” Sesinin tonu yükselmişti ve Ty’ın ağladığını gördüğü halde alçaltmayı düşünmedi. Çocuğu tekrar sarstı. Tyler yüzünü buruşturup hafifçe büzüldü ama kurtulmaya çalışmadı. “O zavallı çocuklar yorgunluktan devrilip yerlerine yenileri gelene dek uğraşıp didindikleri sürece yatağında mutlu bir şekilde uyabileceğini mi sanıyorsun? Rüyalarında o çocukların yüzlerini göreceksin, Tyler. Kahrolası rüyalarında onların yüzünü, küçük kirli ellerini ve kanayan ayaklarını göreceksin.”
Dostları ilə paylaş: |