Sultan Süleyman Çağı ve



Yüklə 6,27 Mb.
səhifə12/51
tarix17.11.2018
ölçüsü6,27 Mb.
#83262
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   51

Sancakbeyinin sancağın en büyük idarecisi olması dolayısiyle geniş yetkileri ve sorumlulukları vardı. Bunları: a) Askerî b) İdarî olarak başlıca iki kısımda ele almak mümkündür. Meselâ, bir savaş esnasında sancağında bulunan tîmarlı sipahilerle birlikte bağlı bulunduğu beylerbeyinin komutası altında savaşa işti

rak etmek, sancakta asâyişi ve emniyeti temin etmek,76 kalpazanlıkla mücadele etmek, özel görev için gelen devlet memurlarına yardımcı olmak ve görevlerinde kolaylık sağlamak gibi vazifeler yaparlardı.77 Ayrıca sınır bölgesinde bulunan sancakbeyleri, yabancı devletlerle ilişkilerin anlaşmalara uygun olarak yürütülmesi ile de görevli idiler. Sancakta suçluların cezalandırılma işi de sancakbeylerine verilmişti.78 Buna karşılık sancakbeyleri, idarelerinde bulunan sancakta işlenen cürmlerin vergilerinin hepsini veya yarısını alırlardı. Bazı sancaklarda da çift resmi (toprak vergisi)’nden ve resm-i arûsane (evlenme vergisi)’den payları vardı.79

Sancakbeylerinin dereceleri, sahip oldukları has gelirine göre tayin edilirdi. Bunlara kanunnâmelerde belirtildiği üzere dört yüzbin akçaya kadar has verilebilmekteydi. Eğer defterdara sancak verilirse dört yüzelli bin, yeniçeni ağasına verilirse dört yüz otuz bin akçalık hasla verilirdi. Sancakbeyi oğullarına ise otuz bin akçalık zeâmet bağlanırdı. Sancakbeyleri protokolde bütün ağaların üstünde bir yere sahiptiler. Eğer vazifeden ayrılır ve emekli olurlarsa kendilerine altmışbin akça maaş bağlanırdı.80

Beylerbeyilikler: Osmanlı idarî teşkilâtında sancakların birleşmesiyle Eyâletler (Beylerbeyilik) teşekkül ederdi.81 Eyaletler beylerbeyiler veya buna eşit değerde mîr-i mîranlar82 tarafından idare edilirdi. XIV. yüzyıl boyunca beylerbeyi, taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin âmiri durumundaydı. Bu dönemde beylerbeyiler belli bir bölgenin idarecisi olmak yerine bütün ordu işlerinden sorumlu bir kimse hüviyetindeydi.83 Beylerbeyi, fetihlerin Rumeli’de devam ettiği zamanlarda ve hükümdarın Anadolu’da bulunduğu esnada Rumeli beylerinin âmiri durumuna geçerek Rumeli Beylerbeyi haline gelmişti. Nitekim Orhan Bey’in ordu kumandanı oğlu Süleyman Paşa bir beylerbeyi idi. Ondan sonra ise bu vazife Lala Şahin Paşa’ya verilmişti. Ancak Rumeli’de fethedilen yerlerin artmasıyla Anadolu ve Rumeli’nin tek kumandan ile idaresi mahzurlu görülerek beylerbeyilik Anadolu ve Rumeli beylerbeyiliği olarak ikiye çıkarıldı. XV. yüzyılda bu iki beylerbeyiliğe Rum (Sivas-Amasya) ve Karaman beylerbeyilikleri de eklendi, böylece beylerbeyilik dörde çıktı.84

Beylerbeyiler kendi bölgesinde bütün “umûr-ı siyâsette” hükümdarın temsilcisi olmak, beylerbeyi divanında askerî hususlara dair meseleleri halletmek, bölgesinde güvenliği sağlamak, tîmar tevcihi ve terakkîlerini yürütmek gibi vazifeyle mükellefti.85 Beylerbeyiler ayrıca kendi bölgelerindeki sancakbeyleriyle tîmarlı sipahileri maiyyetine alarak emredilen yerde orduya katılmak zorundaydı. Beylerbeyi sefere memur olduğu zaman yerine vekil olarak mütesellim86 denilen bir kişi bırakırdı.

XVI. yüzyıldaki yetkileri, her ne kadar bütün sancakbeyleri, kadılar ve diğer görevlilerle halk nazarında “hâkim ve vali” olarak tayin edilmişse de, özellikle sancakbeyleri üzerinde sadece bir teftişten öte gitmemiştir. Eyâlet içerisinde yalnız kendi sancağının idaresinden mesul tutulmuştur.

Beylerbeyiler vilâyet merkezinde otururlardı. Anadolu beylerbeyiliğinin merkezi Kütahya, Rumeli beylerbeyiliğininki ise Manastır şehri idi. Beylerbeyilerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Adlî ve hukukî işler vilâyet merkezindeki kadı tarafından görülürdü. Vilâyetle ilgili işler kendi başkanlığında toplanan bir di

vanda görüşülürdü. Hazineye ait işler mal defterdarınca, zeâmet işleri tîmar kethüdâsı, tîmar işleri tîmar defterdarınca yerine getirilirdi.87

Derece itibariyle en büyük beylerbeyi Rumeli beylerbeyi idi. Ondan sonra Anadolu beylerbeyi gelirdi. Mal defterdarları, beğlik ile nişancı olanlar, beşyüz akçalık kadılar ve dört yüz bin akça hassı olan sancakbeyleri beylerbeyi olabilirdi.88 Yine kanunnâmede beylerbeyilere en az sekiz yüz bin akça, en fazla bir milyon ikiyüzbin akça has verileceği, eğer emekli olurlarsa yüzbin akça ile emekli olacakları kaydedilmiştir.89 Beylerbeyilerden Rumeli beylerbeyi terfi ederse küçük vezir, yani Dîvân-ı hümâyun’da sonuncu vezir olurdu.90 Anadolu beylerbeyi ise terfi ettiği takdirde Rumeli beylerbeyiliğine getirilirdi. Daha sonraları eyâletlerin sayısı arttıkça beylerbeyi adedi de çoğalmıştır.

Eyâletler: XVI. yüzyıl ortalarına doğru istikrarlı bir şekil alan Osmanlı eyâletleri Has ile idare edilenler, yani sâlyânesiz (=yıllıksız) ve sâlyâneli (=yıllıklı) olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Has ile idare edilen eyâletler daha çok olup, Rumeli, Budin, Anadolu, Karaman, Dulkadir, Sivas, Erzurum, Diyarbekir, Halep, Şam, Trablusşam eyâletleri bu kabildendi. Bunların mahsulâtı has, zeâmet ve timara ayrılmış olup, hazineden ve defterhâneden idare edilmekteydiler.91

Sâlyâneli eyâletler ise Mısır, Habeş, Bağdad, Basra, Yemen ve Kaptanpaşa eyâletlerindeki bazı sancaklar ile Trablusgarb, Tunus ve Cezâyir eyâletleri idi. Bunların mahsulâtı has, zeâmet ve timara ayrılmayarak doğrudan hazine tarafından yıllık olarak beylerbeyi, sancakbeyi, asker vesâirenin maaşları ayrıldıktan sonra tahsil edilirdi.92

Yurtluk-Ocaklık: Bunlardan başka serbest mîr-i mîranlıklar ve Yurtluk-Ocaklık sancaklar da bulunup, mîr-i mîranlıklar, Osmanlı Devleti tarafından mülkiyetleri sahiplerine ait olarak kabul edilmiş olan ve buna karşılık devletin yüksek hakimiyetini tanıyan sancaklardı. Bunlar her sene belirli bir vergi verir ve gerektiğinde askerleriyle savaşa katılırlardı. Mîr-i mîran, kelime olarak “beylerbeyi” karşılığıdır. XVI. yüzyıla kadar beylerbeyiliğin altında bir idarî hüviyet taşımaktaydı.

Büyük-küçük bazı yerler ise yerli beylere sancak itibariyle verilmiş olup, bu sancaklar, boş kalınca dışardan kimseye verilmeyerek o sancakbeyinin oğullarına, kardeşlerine vs.ye verilmekteydi ki bunlara Yurtluk-Ocaklık sancaklar denirdi. Yurtluk ömürboyu tasarruf edilmekle birlikte, yurtluk-ocaklık ırsî bir özellik göstermektedir. Kendisine bu şekilde bir yer verilen kimse, resmen o yerin sahibi değildi. Araziyi satamaz, bağışlayamaz, vakfedemezdi. Yurtluk-ocaklık’ın tîmardan farkı, mutlaka bir hizmet karşılığı verilmeyişi ve sahibinin bir dereceye kadar bir kısım kazaî yetkilere de sahip olmasıdır. Bu sistem, müstakil beylerden zaptedilen yerlerde, sadakat ve bağlılığına inanılan yerlerde uygulanmıştır. Bu sancakbeyleri hangi eyâlete tabi iseler o eyâletin beylerbeyileri ile savaşa giderlerdi. Sistem Tanzimat’tan sonra kaldırılmış, bu gibi yer sahiplerine maaş bağlanmıştır.

B. İmtiyazlı Hükûmetler

Osmanlı İmparatorluğu idarî teşkilâtında eyâlet teşkilâtı dışında kalan, Eflâk-Boğdan gibi bir bakıma iç işlerinde serbest sayılan, ancak devletin yüksek

hakimiyetini kabul etmiş özel statülü hükûmetler de bulunmaktaydı. Bunların kralları veya beyleri kendi asilzâdeleri arasından Osmanlı Devleti tarafından seçilmekteydi. Bu hükûmetler, gördükleri himayeye karşılık belirli miktarda vergi vermekteydiler. Ancak Kırım Hanlığı ile Mekke-i Mükerreme Emirliği bu statü dışında tutulmuştur.

Bunlardan Kırım Hanlığı Osmanlı himayesini kabul ettikten sonra iç işlerinde serbest bırakılmış, hutbelerde önce padişahın daha sonra da hanın adı okunmuştur. Buna mukabil hanlar kendi adlarına para bastırmıştır. Kırım hanları XVII. asra kadar mirzalar tarafından seçilmiş, bu dönemden itibaren ise tayin ve azilleri Osmanlı Hükûmeti’nce yapılmıştır. Hükûmet merkezi Bahçesaray olan Kırım Hanlığı savaş zamanında bütün kuvvetiyle orduya katılırdı.

Mekke-i Mükerreme emirliği ise Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da bulunduğu sırada Osmanlı hakimiyetini kabul etmiştir. Osmanlı Devleti bu emirliğin inzibat ve asâyişini sağlamak üzere her sene değiştirilmek suretiyle askerî kuvvet göndermiştir. Mekke emirlerine ise gerek Mısır hazinesinden ve gerekse Cidde gümrüğü gelirinden tahsisat ayrılmıştır. Mısırdan gönderilen paraya atiyye-i hümâyûn denirdi, ayrıca sürre-i hümâyûn ile de altın yollanırdı.

Bunlardan başka Rumeli’de voyvodaları Osmanlı Devleti tarafından tayin edilmek üzere iç işlerinden serbest olan, muayyen bir vergi verdikten başka savaşta Osmanlılar yanında yer alan Erdel, Eflâk ve Boğdan voyvodalarıyla Ragüza ve Sakız cumhuriyetleri de bu gibi imtiyazlı hükûmetlerdendi.

II. Toprak İdaresi

Arazi Taksimâtı: Arazi ile ilgili olarak, islâm hukukunda ve siyâset kitaplarında çeşitli tanımlar, türlü taksim ve tasnifler yapılmıştır. İslâm hukukuna göre arazi üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan birincisi arz-ı öşrî, veya arazi-i öşriyye, ikincisi arz-ı haracî veya arazi-i haraciyye, üçüncüsü de arz-ı taz’if veya arz-ı emiriyye yani mîriyye’dir. Toprağın bu şekilde ayrılması yeri veya ürünleri bakımından olmayıp, sahipleri bakımındandır. Nitekim toprak sahipleri bu ayırıma bağlı olarak üçe ayrılmıştır. Birinciler müslim, ikinciler zimmî, üçüncüler tagallübî, yani fetihle ele geçirilerek idare edilen toprakların sahipleridir.93

Osmanlı Devleti de gelişip fethettikleri topraklar artınca, kendilerinden önceki Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Beylikler gibi toprağı taksim ve idare etmişlerdir. Bu sebeple Anadolu beyliklerinden aldıkları yerlerde nizamı aynen bırakırlarken, Rumeli’de fethettikleri toprakları devlete bağlı arazi olarak tapulamış, sadece kilise, manastır ve dinî vakıfları serbest bırakmışlardı. Bunun yanısıra bazı yerleri de sahipleri üzerinde bırakarak mülk topraklar statüsüne koymuşlardır ki bu tür topraklar Mülk tîmar olarak adlandırılmıştır.94 Osmanlı kanunnâmelerinde toprak beş kısım olarak ele alınmıştır:

1-Arâzi-i Memlûke: Mülk topraklardı. Bu tür toprakların tasarruf hakkı bütünüyle sahiplerine ait idi. Diğer bütün malları ve eşyaları gibi miras bırakabilir, satabilir, hîbe edebilir, rehin bırakabilir veya vakfedebilirlerdi. Arâzi-i memlûke toprakları dört kısma ayrılırdı: a) Köy ve kasabalar içinde veya kenarlarında kısmen iskân bölgesi sayılan yarım dönüm büyüklüğünde bulunan yerler, b) Aslen

arâzi-i emiriyyeden iken sonradan arâzi-i memlûkeye dahil olan yerler, c) Arâzi-i öşriye, d) Arâzi-i haraciyye.95

Bunlardan öşrî topraklar ya fethedildiği zaman Müslümanlara verilmiş veya daha önce Müslümanların elinde bulunan topraklardı. Bu topraklar sahiplerinin mülkü olup, yaptıkları ziraate karşılık elde ettikleri ürünün onda birinden (öşrü) beşte birine kadar vergi olarak devlete vermekle yükümlü idiler. Haracî topraklar ise hırıstiyanların elinde mülkleri olan topraklardı.96 Bunlar da öşrî toprak sahipleri gibi elde ettikleri ürünün onda birinden beşte birine kadar harac-ı mukaseme adıyla öşür ve bundan ayrı olarak harac-ı muvazzafa adıyla çift akçası (arazi vergisi) vermekle mükelleftiler.97 Gerek Müslümanlar, gerekse gayrımüslimlerin öşür vergilerinin onda birden beşde bire kadar değişik oranlarda alınması, doğrudan toprağın sulanmasına veya sulanmamasına, dolayısiyle verimine bağlı bir husus idi.98 Zira Osmanlı kanunnâmelerinde bu verginin değişik sancaklarda, farklı oranlarda alındığı görülüyor. Meselâ 1518 tarihli Mardin livâsı kanununda şehirli ve köylünün bağ, bostan ve pamuk mahsullerinden yedide bir, ziraatlerinden beşde bir öşür alınacağı kaydedilmektedir.99 Yine Çemişkezek kanununda bu oran müslüman ve gayr-ı müslimlerin ziraatlerinden beşte bir, müslümanların pamuk, yağ ve meyvelerinden yedide bir, gayr-ı müslimlerin aynı mallarından beşde bir olarak belirtilmiştir.100

2-Arâzi-i Mevkûfe: Vakıf arazilerdir. Bu tür topraklar mülk olup olmamasına göre iki kısım altında toplanmıştır. Bunlardan mülk arazi, maliki tarafından belirli bir gayeye tahsis edildiği takdirde “Sahih Vakıf” ismini alır. İkinci olarak da mirî araziden bir kısmının veya tasarruf hakkının tümünün vakıf haline getirilmesi halinde ise “Tahsisat kabilinden vakıf” şeklinde bir kısım ortaya çıkar. Bu gibi toprakların vergileri dinî, ilmî ve sosyal müesseselere tahsis edilmektedir. Vakıf reâyâsı, arazisi hangi vakfa bağlanmışsa, öşür ve resmini o vakfın mütevellisine verir ve o da vakıfnâmesi gereğince bunu gerekli yerlere sarfederdi.101

3-Arâzi-i Metrûke: Terkedilmiş topraklardı. Mîrî arazi içinde mütalâa edilmektedir. Bir mülkiyet veya tasarruf hakkına konu edilemez, sadece âmmenin yararına sunulabilir.

4-Arâzi-i Mevat: Hiçbir işe yaramayan arazilerdir. Bu da mîrî topraklar içinde telâkki olunmaktadır. Kimsenin tasarrufunda olmayan topraklar olarak tarif edilebilir. Bir yerin mevat arazi sayılıp sayılmaması, oranın ihyâ edilip edilmeyeceği ile ilgilidir.102

5-Arâzi-i Emiriyye: Bu tür toprakların mülkiyeti devlete ait bulunmakta idi. Bunlar vergisinin büyüklüğüne ve hizmete göre çeşitli parçalara bölünmüştü. Bu gibi topraklar üzerinde yaşayan kişilere ait olmayıp, bunlar bir kiracı durumundaydılar. Toprak fethedildikten sonra ekilmek, boş bırakılmamak şartlarıyla eski sahipleri üzerinde bırakılmış ve yaptıkları ziraat karşılığı ödemekle mükellef tutuldukları vergilerini hazine yerine, o yerin geliri hizmet karşılığı kime bağlanmışsa ona vermişlerdir. Kendileri öldükleri zaman ise toprakları ekip-biçmek şartıyla çocuklarına bırakılmıştır. Genel olarak Rumeli toprakları mîrî topraklardan sayılmıştır.103

Mîrî arazi yirmibeş kısma ayrılmıştır. Bunlardan padişaha gelir olarak ayrılana havass-ı hümâyûn denirdi. Bunlar mukataa ve iltizam (toprağın idaresini kendi adına birinin üzerine verme) suretiyle idare olunurdu.104 İkinci bir kısmı, derecelerine göre gelirleri vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine v.s. büyük devlet memurlarına ait olan has ismi verilen topraklardı. Üçüncüsü, padişah kızlarına ve ailelerine bağlanmış yerlerdi ki paşmaklık olarak adlandırılmıştır. Dördüncüsü, devlet adamlarına hizmetleri dolayısiyle mülk olarak verilen topraklardır; bunlara da mâlikâne denmiştir.105 Bir kısım topraklarlar ise fetih esnasında bazı kumandanlara hizmetlerine mukabil verilen, ölümlerinde evlâdına ve akrabalarına intikal eden yurtluk-ocaklık yerlerdir. Ayrıca müsellem, yörük, yaya, çingene müsellemi gibi geri hizmet erbabıyla, akıncı beyleri ve akıncıların çeribaşı olan toycalara da mîrî toprak tahsis edilirdi. Bunlardan başka saray hizmetinde ve yolların emniyeti için derbendlerde bulunanlara da bir kısım toprak verilmiştir.106

Mîrî toprakların en önemli bölümü savaşlarda yararlığı görülen kişilere verilen zeâmet ve tîmarlardır. Dirlik ismi verilen ve Osmanlı arazi teşkilâtında umumi adıyla tîmar olarak bilinen bu tür topraklar gelir yönünden çoktan aza doğru üç gurup altında toplanmıştır:

a) Has: Senelik geliri yüzbin ve daha fazla olan toprağa denirdi. Kelime manâsı geçim yolu, geçim vasıtası demek olup, padişaha verilenler havass-ı hümâyûn adını taşırdı.107 Buna tîmarda ve zeâmetde olduğu gibi sâhib-i arz yerine padişah dirliği de denirdi.108 Haslar padişahdan başka hanedana mensup kişilere, sultanlara, vezirlere, beylerbeyilerine, sancakbeylerine vs. verilirdi. Padişah ve hanedana mensup kişilere verilen haslar dışındakiler, vazifede bulundukları süre içinde kendilerine aitti. Azillerinde veya ölümleri halinde bu dirliği kaybederlerdi.

Devlet ricali içinde en fazla senelik geliri olan veziriazam hassı idi ki, kanunnâmede belirtildiğine göre bir milyon ikiyüz bin akça idi.109 Beylerbeyilere ise bir milyon ilâ bir milyon ikiyüz bin akça arasında has verileceği belirtilmiştir. Bunlarda en düşük has sekiz yüz bin akça olarak sınırlandırılmıştır.110 Kanunnâmede, eğer defterdarlara has verilecek olursa altıyüz bin akçalık has verilmesi gerektiği yer almaktadır.

Haslar voyvoda denilen kimseler vasıtasıyla idare edilirdi. Has olarak verilen yerin öşür ve diğer resimleri has sahibine ait olup, köylü ziraat yapmazsa toprak elinden alınarak bir başkasına verilirdi. Has sahibi gelirlerinin her beşbin akçası için devlete bir cebelü adı verilen silahlı ve zırhlı bir asker beslemek zorundaydı.111 Nitekim XV. yüzyılda Anadolu Eyâleti’nde başta padişah hasları olmak üzere, diğer bazı devlet adamlarına ait hasların geliri toplam 41.052.010 akça idi ki, 8.210 cebelü beslenmekteydi.112 Aynı şekilde Rum Eyâleti’ndeki haslardan da 1125 cebelü çıkmaktaydı.113

b) Zeâmet: Senelik geliri yirmi bin akçadan yüzbin akçaya kadar olan dirliğe denirdi. Zeâmetler eyâlet merkezlerinde bulunan hazine ve tîmar defterdarlarına, zeâmet kethüdalarına, sancaklardaki alay beylerine, kale dizdarlarına, kapucubaşılarına, dîvân kâtiplerine, defterhâne ve hazine-i âmire kâtiplerine verilirdi. Ayrıca tîmar sahipleri terakkî (zam) alarak zeâmet sahibi olabilirdi. Pek büyük bir suç işlemedikçe zeâmetleri alınmazdı, yani hayatta bulundukları müd

detçe tasarruf ederlerdi. Zaîm adı verilen zeâmet sahipleri de tıpkı haslarda olduğu gibi ilk beşbin akçası hariç sonraki her beş bin akça için bir cebelü beslemek mecburiyetindeydiler. Zeâmetlerin elli bin akçadan yukarı olanlarına ağır zeâmet adı verilirdi.

Bir kişiye verilen zeâmet o kişi öldüğü zaman, yani zeâmet boş kaldığı zaman, tekrar başka bir kişiye zeâmet olarak verilir ve o yer bölünmezdi. Meselâ 25.000 akçalık bir zeâmet yine aynı mikdarda olmak üzere başkasına verilirdi. Bu tür zeâmetlere tezkereli zeâmet adı verilirdi. Bunun dışında, aslında tîmarken alınan terakkilerle zeâmet olan yerler, sahibi öldüğü zaman başkalarına toprak geliri bölünerek tîmar olarak verilirdi. Osmanlı Devleti’nde 1520-1535 tarihleri arasında Anadolu eyâleti’nde 195, Rumeli eyâleti’nde ise 384 zeâmet vardı.114

Zeâmet sahipleri zeâmetlerindeki vergileri bütünüyle kendileri alır, sancakbeyi ve subaşılar müdahale edemezlerdi. Savaş zamanlarında cebelüleriyle birlikte sancakbeylerinin kumandası altında sefere iştirak ederlerdi. Savaş olmadığı anda ise kimseye bağlı olmazlar, hattâ toprakları içindeki suçluları kendileri yakalarlar, başkaları karışamazdı.

Zeâmet bazan müşterek olarak verilebilirdi. Bu tür tevcihlerde iki hususiyet göze çarpmaktadır. Bunlardar ilki, bazan bir köyün iki kişiye birden “ber-vech-i iştirâk”, yani eşit olarak verilmesi şekli idi. İkinci hususiyet ise bir bölgenin gelirinin taraflardan birine az diğerine daha fazla hisse kaydedilmesi şeklidir.115

c) Tîmar: Senelik geliri bin akçadan başlayarak 19.999 akçaya kadar olan dirliğe tîmar ismi verilmiştir. Kuruluş devrinde, kuvvetli bir merkeziyetçi idarenin kurulması ve bazı siyasî şartların ortaya çıkardığı Osmanlı tîmar sistemi, memleketin askerî gücünü olduğu gibi, iktisadî ve sosyal durumunu da doğrudan etkilemiştir. İmparatorlukta geçimlerini veya hizmetlerine mukabil masraflarını karşılamak için bir kısım asker ve memurlara çeşitli bölgelerin gelirinin tahsis edildiği tîmar sistemi, devletin en kudretli süvari kuvvetini meydana getirmiştir.116

Osmanlı tîmar sistemi, çeşitli kaynaklarda ve araştırmalarda belirtildiğine göre, Halifeler devri, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve daha sonra kurulan Türk beyliklerinin ikta sisteminin bir devamı şeklindedir.117 Hattâ eski Mısır’da firavunların Nil vadisindeki toprakları askerlere ikta‘ şeklinde dağıttıkları bilinmektedir. Buna ek olarak Bizanslıların pronoia ismi verilen tîmar tarzındaki toprak usûlünden de alındığı iddia edilmektedir.118 Bununla birlikte, şurası muhakkak ki, Osmanlı Devleti daha başlangıçtan itibaren, tıpkı Anadolu Beylikleri’nde olduğu gibi, yeni fethedilen yerleri bir kısım asker ve kumandanlara mülk olarak tahsis etmiştir. Bu ise zamanla tîmar şekline dönüşmüştür. Nitekim tîmarla ilgili ilk kayda I. Murad devrinde rastlamaktayız.119

Kaynaklarda belirtildiğine göre Gelibolu’nun fethini müteakip (1376-77) tîmar tevcihleri yapılmıştır. Daha sonraki padişahlardan gerek I. Bâyezid, gerekse Çelebi Mehmed ve II. Murad dönemlerinde de, tîmar tevcihleri yapıldığı gö

rülüyor.120 Nitekim, 1431 yılında Arnavutluk’ta mevcut 335 adet tîmardan yüz kadarı Saruhan’dan, Canik’den, Bolu’dan ve Engürü (Ankara)’den sürülüp getirilmiş Türklere verilmişti. Yine 1454’te Tesalya’da Tırhala sancağında bulunan 182 tîmardan 146’sı Müslümanlara, 36’sı gayrımüslimlere tevcih edilmişti.121 Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, Hırıstiyanlara da tîmar verildiği görülmektedir.

Tîmar sistemi, uygulanış açısından Batı’daki feodal nizamla karşılaştırıldığında, bazı benzerlikler göstermekle beraber, muhteva ve gaye açısından değerlendirdiğimizde, aralarında önemli farklılıkların bulunduğu tesbit edilmektedir. Nitekim feodaller toprağın “Rand-hâsıl” denilen gelirini almakla yetinmeyip, idarî,

kazaî ve mâlî istiklâle de sahiptiler. Toprak üzerinde yaşayan her şey bunların malı sayılırdı. Topraklarını istedikleri gibi tasarruf yetkileri vardı. Merkezdeki kralı sadece Büyük Senyör ve birinci şövalye tanıyıp, savaş zamanlarında kendi kuvvetleriyle bunların yanında bulunurlardı. Kralın bunları azletme yetkisi yoktu. Buna karşılık tîmar sahipleri tamamen merkezî idareye bağlı oldukları gibi, toprak üzerinde sadece kiracı durumunda idiler. Yetkileri devletin koyduğu kanunlar çerçevesinde sınırlandırılmıştı. Her zaman için toprakları ellerinden alınabilirdi.

Tîmar tevcihi çeşitli usullerle kanunlarla belirlenmişti. Meselâ veziriazamlar 5.999 akçaya kadar olan tîmarları kimseye danışmadan verebilirdi.122 Ayrıca küçük tîmarların dağıtılmasında beylerbeyilerin yetkileri büyüktü. Belli bir miktara kadar beylerbeyiler tîmarlı sipahilere kendi tuğralarını taşıyan beratlarla doğrudan doğruya tîmar verebiliyordu.123 Bu tür tîmarlara “Tezkeresiz tîmar” adı verilmekteydi. Daha büyük tîmarlarda ise beylerbeyiler timara hak kazanmış kişinin eline bir tezkere vererek tayinini merkeze teklif eder ve tayin beratı İstanbul’dan verilirdi. Bu tür tîmarlara da “Tezkereli tîmar” denirdi.124

Osmanlılarda tîmar hukukî ve mâlî bakımdan da kısımlara ayrılmıştır. Bunlardan padişah hasları ve vezir vakıfları, vezir, beylerbeyi, sancakbeyi, nişancı, defterdar, divan kâtipleri, çavuşlar, çeribaşılar, subaşılar, dizdarlar gibi yüksek devlet memurlarının sahip oldukları has ve zeâmetler, idarî ve mâlî birtakım imtiyazlara sahip oldukları için Serbest tîmarlar olarak adlandırılmıştır. Bu tür tîmarlarda rüsûm-ı serbestiye denilen niyâbet ve bâd-ı hevâ gibi örfî vergiler tamamiyle tîmar sahibine bırakılmıştır. Buna karşılık benzeri vergileri bağlı bulundukları sancakbeyi ve subaşısı ile paylaşmak durumunda kalan tîmarlar Serbest olmayan tîmarlar olarak telâkki edilmiştir. Bunlar bulundukları sancağın özelliğine göre bâd-ı hevâ türünden cürm ü cinâyet, gerdek, otlak ve kışlak resimleri ile tapu bedeli gibi vergileri sancakbeyi veya subaşı ile paylaşırlardı.125

Tîmarlar verildikleri kişilerin hizmetlerine göre de isimlendirilmişlerdir. Bunlardan birincisi Hizmet tîmarı adıyla anılan ve bazı camilerin imamet ve hitabetleriyle saray hizmetlilerinde bulunanlara mahsustu. Bu tür tîmarlar bazı araştırmacılar tarafından “Sivil tîmar” olarak da vasıflandırılmıştır. Nitekim bunlar içerisinde Asesbaşı,126 mirahur,127 muhtesib,128 kadı, imam, hatip gibi askerî olmayan kimseler yer almaktaydı.129 İkinci grup tîmar Mustahfız tîmarı denen ve mensup oldukları kaleyi korumaları karşılığı kendilerine tahsis edilen timara denirdi. Aslında askerî olmakla birlikte bu tür tîmarlar kale komutanlarına ve kalede görevli askerlerle her türlü hizmetlilere verilirdi.130 Üçüncü tür tîmar

ise Eşkinci tîmarı olup, en fazla tîmar bu türdendi. tîmarlı sipahi olarak adlandırılan tîmar sahipleri, alaybeyilerinin kumandası altında sefere giderlerdi.

tîmar sahiblerine Osmanlı tarih terminolojisinde Sâhib-i Arz adı verilmekteydi. Sâhib-i arz öldüğü veya tîmarı herhangi bir sebeple boş kaldığı takdirde, tîmarı bir başkasına veya eli silah tutabilecek oğlu varsa ona verilirdi. tîmar sahibi kendisine verilen yeri herhangi bir sebeple hiç kimseye bırakamazdı. Bu hususta kanunnâmelere kesin hükümler konmuştur.131

Herhangi bir sebeple toprağını terkeden köylü, tîmar sahibi tarafından yakalanır ve eski yerine yerleştirilirdi. Bu husus iskân kanununda kesin şekilde hükme bağlanmıştır.132 Sipahi yerini terkeden reâyâdan on yılı geçirmemiş olanlarını yerleştikleri yerden kaldırarak eski yerlerine iskân ederdi. Buna karşılık arazilerini boş bıraktıkları için kendilerinden Çiftbozan (Çiftini bozmak) ismiyle bir vergi alırdı.133 Buna benzer olmak üzere, büyük bir ihtimalle daha önce de var olduğu tahmin edilen Kanuni dönemine ait Niğbolu Kanunnâmesinde, başka bir tîmar toprağına giden reâyânın gittiği tîmar sahibi tarafından eski yerine bildirilmesi, bildirmediği takdirde azledileceği hususu yer almaktadır.134 Bununla beraber sipahi ile köylü arasındaki münâsebetler sadece sipahi lehine değildi, ancak kanunlar çerçevesinde hareket edebilirlerdi. Meselâ Bozok Kanunnâmesi’nde haksız yere sipahiye el kaldıran raiyyetden on altın alınması, buna karşılık raiyyeti inciden sipahi dövülürse reâyâdan ceza alınmaması ve bir sipahinin emir almadan köylüden ulak beygiri isteyerek davar boğazlatması sonucu dövülmesi halinde dövenin suçlu sayılmaması gibi hükümlerin yer alması, aradaki ilişkileri göstermektedir.135


Yüklə 6,27 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   8   9   10   11   12   13   14   15   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin