Osmanlı Hukuku'nun Genel Yapısı Ve İşleyişi / Prof. Dr. M. Akif Aydın [s.239-247]
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi / Türkiye
Osmanlı Devleti'ni etnik, dini ve kültürel farklılıklar bakımından en zengin, ama aynı zamanda da problemli olan bir coğrafyada altı asrı aşan bir süre ayakta tutan faktörlerin başında bu devletin sahip olduğu hukuki yapı ve bunu işletiş biçimi olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. İşte bu makalede bu hukuki yapı ve işleyiş biçimi ele alınacaktır.
Osmanlı Devleti'nin şanslı olduğu nokta oturmuş bir hukuki yapı ve işleyiş mirası üzerine kurulmuş olmasıydı. Bu sebeple bu devleti kuranlar Roma hukukunda olduğu gibi sıfırdan bir hukuki yapı kurmak zorunda kalmamışlardır. Osmanlı Devleti'nin büyük ölçüde hukuki ve kültürel mirasını devraldığı Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu ve Abbasi Devletleri esas itibariyle İslam hukukuna ve sonuncusu hariç olmak üzere belirli ölçüde de eski Türk-Moğol hukukuna dayanan bir hukuk düzenine sahiptiler. Osmanlıların yaptığı bir taraftan bu hukuki düzeni kısmen dönemin ihtiyaçları ışığında yeniden yorumlamak diğer taraftan da bu hukuk düzenini etkin bir tarzda hayata geçirmektir. Osmanlı mozayiğini uzun süre bir arada tutan asıl faktörün bu etkinlik olduğu söylenebilir.
Osmanlı hukukunun esas temelini İslam hukukunun oluşturduğu inkar edilemez. Bu realite Osmanlı Devleti'nin çağdaşı veya daha önce kurulmuş bulunan diğer İslam devletleri için de geçerlidir. Ancak her devletin İslam hukuku uygulamasında gerek mezhep ayrılığına gerekse sosyal, siyasi ve kültürel farklılıklara bağlı olarak bir takım değişikliklerin olduğu da bir vakıadır. Bu farklılıkları Osmanlı Devleti'nde gözlemlemek mümkündür. Ayrıca buna İslam hukukunun ayrıntılı olarak düzenlemediği veya düzenlenmesini devlet başkanlarına havale ettiği alanlarda Osmanlı padişahları tarafından dönemin ihtiyaçları ve anlayışı ışığında hukuk kurallarının konduğu olgusu da eklenmelidir. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğin
de altı asırlık Osmanlı uygulamasının nasıl kendine özgü bir hukuki yapı ortaya koyduğu kolayca anlaşılır. O halde Osmanlı hukuku denince hatıra İslam hukukunun teorik esaslarıyla, bu hukukun altı asırlık uygulamasında aldığı şekiller ve Osmanlı hükümdarlarının kendilerine tanınan alanlarda koyduğu hukuk kuralları ve kanunlar gelmelidir.
Osmanlı hukukunu oluşturan iki unsurdan İslam hukukuna "şer'", "ahkam-ı şer'iyye", Osmanlı hükümdarları tarafından konan hukuk kurallarına da "örf", "kanun", "kavan-i örfiyye" gibi isimler verilmiştir. Ferman, berat, hüküm, kanunname, siyasetname, adaletname tarzındaki Osmanlı hukuk belgelerinde Osmanlı hukukunun bu ikili yapısı "şer" ve kanun" şeklinde sürekli birlikte anılmıştır. Söz gelimi 977 (1569) tarihli Eğriboz livası kanununda adı geçen livanın "şer'-i şerif ve kanun-i münîfe riayet" olunarak vergilendirilmesinden,1 952 (1545) tarihli Serim livası kanununda "mukteza-yı şer' ve kanun üzere" çiftliklere mutasarrıf olan kimselere "hilaf-ı şer'-i şerîf ve mugâyır-i kânun-ı münîf" kimsenin müdahele etmemesinden,2 991 (1583) tarihli Yeni İl livası kanununda Yörük taifesiyle ilgili olarak "hilaf-ı şer" ve mugâyır-i kânun" olan işlerin yasaklanmasından bahsedilmektedir.3 Keza Milan ve Göl kadılarına yazılan bir hükümde (1559) bir arazi tecavüzü davasının "şer' ve kanun ile fasledilmesi",4 1546 tarihli bir fermanda "mukteza-yı şer' ve kanun üzere" hükme
bağlanan davanın tekrar görülmesi sırasında "şer'-i kavîme ve kanun-ı kadîme mugayir" iş yapılmaması emredilmektedir.5 Tevkii Abdurrahman Paşa Kanunnamesi'nde veziriazamların yetkilerinden bahsedilirken "cemî kazâyâ-yı şer'iyyenin ve örfiyyenin istimâ ve icrâsı"nın zikredilmiş olması, sair vezinlerin bir yere giderken divan kurup "dava dinleyüp def-i mezâlim için şer-i şerif ve kanun üzere buyruldu" vermesinden söz edilmesi6 bu birlikte zikredilişin örneklerinden sadece bir kaçıdır. Denebilir ki hemen bütün belgelerde bu birlikteliği gözlemlemek mümkündür ve her iki hukuki yapının paralellik ve bütünlüğünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Örfi hukukun bir anda oluştuğunu söylemek mümkün değildir. Bilakis bu hukuku oluşturan kurallar Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren ihtiyaç oldukça teker teker konan kanun hükümlerinden oluşmuştur. Bu şekilde konan kurallar belli bir yeküna da oluşunca oluşum biçiminin klasik İslam hukukundan farklı oluşu göz önüne alınarak ayrı bir isimi verilmiş, örf veya örfî hukuk denmiştir. Bilindiği üzere İslam hukuku İslam hukukçularının usul-i fıkıh kitaplarında esasları belirtilen yorum metodları çerçevesinde ve başta Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler olmak üzere edille-i şer'iyye denilen İslam hukuku kaynaklarına dayanarak oluşturdukları bir hukuktur. Bu yönüyle İslam hukuku bir içtihat hukukudur. Örfi hukuk ise padişah irade ve fermanlarıyla oluşan bir kurallar bütünüdür. Oluşmasında dönemin hukukçularının önemli rolleri olmakla birlikte bu kurallara kanun gücünü veren unsur Osmanlı padişahları tarafından yürürlüğe konulmuş olmasıdır. Bu yönüyle örfi hukuk bir kanun hukukudur. Esasen örfi hukuk denmesi de bu yüzdendir. Örfün bir anlamı da yönetimdir.7 Örfi hukuk yönetimden kaynaklanan hukuk anlamına gelmektedir.
Tarihi kaynaklarda örfi hukuk ifadesine ilk olarak Fatih dönemi tarihçisi Tursun Bey'in eserinde rastlanmaktadır. Tursun Bey örfi hukuku şu sözlerle tanıtmaktadır: "Yani bu tedbir ol mertebe olmazsa belki mücerred tavr-ı akl üzere rizam-ı alem-i zâhir için mesela tavr-ı Cengiz Han gibi olursa sebebine izafe ederler siyaset-i sultânî ve yasağ-ı pâdişâhî derler ki örfümüzce ona örf derler".8 Burada dikkati çeken nokta Fatih dönemi gibi oldukça erken bir dönemde Osmanlı hukukunun böyle ikili bir oluşum tarzının kabul edilmiş ve yerleşmiş bulunmasıdır. Aslında böyle ikili bir yapı sadece Osmanlılara has da değildir. XIV. yüzyıla ait olduğu anlaşılan bir İlhanlı fermanı suçluların "ber vech-i şeriat ve yasa" cezalandırılmalarından söz etmektedir. Keza Bağdat Mercaniye Medresesi'nde 758 (1357) tarihli bir kitabede "Dîvân li'l-kadâyâ'ş-şer'iyye ve'l-yerguciyye [şer'î ve yergucî (örfi) davalarla ilgili mahkeme] ifadesi böyle ikili bir yapının İlhanlılar döneminde de var olduğunu göstermektedir.9 XVI. asırda Osmanlı idaresindeki Mısır'da yaşayan bir haham Osmanlılarda şer'î ve örfî olmak üzere iki hukuku sisteminin varlığından bahsetmektedir.10
Bu gerçeği tespitten sonra üzerinde durulması gereken nokta farklı şekillerde oluşan bu iki hukuk sisteminin birbiriyle nasıl uyum gösterdiği veya gösterip göstermediğidir. Osmanlıların esas itibariyle İslam hukukunu uyguladıkları, bu hukukun boşluklarının veya İslam hukukunun devlet başkanına yetki tanıdığı alanların örfi hukuk kurallarıyla doldurulduğu göz önüne alındığında Osmanlı hukukunun İslam hukuku etrafında şekillendiğini söylemek yanlış olmaz. Bu sebeple örfi hukuk kurallarının konuluş aşamasında padişahtan nişancıya, kadıaskerden mahalli kadılara, veziriazamdan şeyhülislama varıncaya kadar çok aşamalı bir kontrol mekanizmasının şer-i-örfi hukuk uyumuna özen gösterdiğini söylemek mümkündür. Osman Gazi'nin ilk pazar vergisini koyarken bunun şeriata uyup oymadığına özen göstermesi, ancak mahzurlu olmadığı noktasında ikna edildikten sonra razı olması dikkat çekicidir.11 Aynı özenin daha sonraki asır hükümdarları tarafından da gösterildiğini söylemek yanlış olmaz. Topkapı Sarayı Arşivi'nde mevcut çok sayıdaki fetva padişahların hukuki veya idari tasarruflarında fetva istemek, bir diğer ifadeyle o tasarrufun İslam hukukuna uygunluğundan emin olmak lüzumunu hissettiklerini göstermektedir.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşa ve kısa zamanda bir cihan devleti olmasında ilk dönem hükümdarlarının ve devlet adamlarının dini heyecanlarının, gaza düşüncesinin oynadığı rol dikkate alındığında başka türlü bir gelişmeyi de beklememek gerekir. Paul Wittek'in iddia ettiği gibi12 Osmanlı Beyliği'nin kısa sürede bir cihan devleti haline gelmesinde gaza düşüncesinin ve dini motiflerin yegane rolü oynadığı söylenmese bile bunun en önemli faktörlerden biri olduğu da tartışmasızdır. Osmanlıların en azından kuruluş dönemi padişah ve devlet adamlarının bir taraftan İslam dinini yayma düşüncesiyle canlarını tehlikeye atıp Osmanlı Devleti'nin bir imparatorluk haline getirirken öte taraftan bu dinin hukukuna hiç aldırış etmemeleri düşünülemez.
Öte yandan örfi hukuku oluşumunda rol alan kurum ve şahıslar da böyle bir ahengi sağlayacak bir yapı ve karakter arzetmektedir. Her şeyden önce örfi hukukun oluşumundan birinci derecede sorumlu olan nişancılar onaltıncı asra ya
ni Osmanlı hukukunun büyük ölçüde oluşumunu tamamladığı döneme kadar müderrislerden yani İslam hukuku alimlerinden seçilmişlerdir.13 Yine bu hukukun oluşumunda önemli rol oynayan divân-ı hümâyunun nişancının dışında iki önemli üyesi de (Rumeli ve Anadolu kazaskeri) şeri hukukun temsilcileridir.
Bunların örfi hukukun divanda oluşum aşamasına bütünüyle seyirci olduklarını düşünmek mümkün değildir. Bu listeye Osmanlı Devleti'ndeki saygınlığı ve etkinliği tartışılmaz olan şeyhülislam ve Osmanlı hukukunun uygulanmasında doğrudan rol sahibi olan kadılar da eklendiğinde aslında örfi hukukun hazırlık ve uygulama aşamasında rol alanların tamamına yakınının şer'i hukuk temsilcileri (ehl-i şer') olduğu görülür. Bütün bunlardan sonra Osmanlı hukukunun şer'i ve örfi hukukun uyumlu uygulamasında yakalan seviye şaşırtıcı olmamaktadır. Tabiatıyla bu durum özellikle ceza hukuku alanında İslam hukukuna aykırı bazı örnek ve uygulamaların var olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmaz.
Bu şekilde ikili bir yapı arzeden ve kendi içinde belirli bir uyum ve ahengi temsil eden Osmanlı hukuku geniş Osmanlı coğrafyasının her tarafında istikrarlı bir biçimde uygulanmıştır. Bir diğer ifadeyle ister şer'i hukuk isterse örfi hukuk alanında olsun uygulanan hukuk kuralları bütün Osmanlı coğrafyasında aşağıda belirteceğimiz istibnalar dışında belli bir yeknesaklık arzetmiştir. Bir ceza davasında veya haksız fiillerle ilgili bir ihtilafta Kahire'de hangi hüküm veriliyorsa Belgrad'da da aynı hüküm verilmiştir. Aynı durum bir arazi ihtilafı veya vakıflarla ilgili bir anlaşmazlık için de geçerlidir. Bağdat'taki mahkeme kayıtlarıyla, Erzurum veya Sofya'dakiler arasında bu açıdan önemli farklar yoktur.
Şer'i hukuk alanında bu birlik Anadolu ve Rumeli'de esas itibariyle sadece Hanefi mezhebinin içtihatlarının uygulanması ile sağlanmıştır. Aslında Osmanlı Devleti'nden önce Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devleti'nde de Hanefi mezhebi uygulamaya esas olmuştu. Mahkemelere atanan kadılar bu mezhep mensupları arasından seçiliyordu. Osmanlılar da bu geleneği devam ettirmişlerdir. Anadolu ve Rumeli'de özel izinle diğer mezhep görüşlerinin istisnaen uygulanması bir tarafa Hanefi mezhebi uygulanmıştır. Orta Doğu ve Kuzey Afrika'da ise ora sakinlerin mezhep tercihlerine saygı gösterilmiş tarafların mezheplerine göre dört Sünni mezhebin uygulanmasına imkan tanınmıştır. Ancak onaltıncı asrın ortalarından itibaren bu konuda daha katı bir tutum takınılmış, istisnai uygulamalar devreden çıkarılarak Anadolu ve Rumeli'de sadece Hanefi mezhebi görüşleri uygulanarak diğer mezheplerden yararlanma yasaklanmıştır. Ebussuud Efendi Maruzat'ta yer alan bir fetvasında Şafii görüşünün uyglanmasının padişah tarafından yasaklandığını açıkça beyan etmektedir.14 Böylece belirtilen bölgelerde sadece Hanefi mezhebinin uygulanması İslam hukukunun resmen kanunlaştırılmadığı ve dolayısıyla resmi kanun metinlerinin bulunmadığı bir dönemde hukukun uygulanmasında birlik ve yeknesaklığı ister istemez beraberinde getirmiştir.
Bu konuda mahkemelerde bilgi kaynağı olarak esasen medreselerde de ders kitabı olarak okutulan fıkıh kitaplarının kullanılmış olması bu birlik ve istikrarı daha da kuvvetlendirmiştir. Osmanlı mahkemelerinde kullanılan iki önemli fıkıh kitabından burada ayrıca bahsetmek gerekir. Bunlardan birincisi Fatih dönemi alimlerinden Molla Hüsrev Feramürz b. Ali'nin Dürerü'l-Hükkâm fi Şerhi Gu
reri'l-Ahkâm isimli kitabıyla İbrahim Halebi'nin Mültekâ'l-Ebhur fi'l-Fürû'i'l-Hanefiyye isimli eseridir. Molla Hüsrav eseri Fatih döneminden Kanuni dönemine kadar, Halebi'nin eseri ise Kanuni'den Osmanlı Devleti'nin son dönemlerine kadar mahkemelerde sürekli kendilerine başvurulan bir el kitabı olmuştur. Kadılar İslam hukuku alanına giren hukuki ihtilafları burada yer alan hükümler ışığında çözmüşlerdir. Bu yönleriyle bu iki kitap adeta yarı resmi birer kanun mecmuası özelliğine bürünmüş ve İslam-Osmanlı hukukunun düzenli ve yeknesak uygulanmasında önemli rol oynamıştır. Tabiatıyla bu iki kaynağa ve diğer fıkıh kitaplarına Osmanlı döneminin öndegelen hukukçuları, özellikle şeyhülislamlarının kendilerine sorulan süallere verdikleri cevaplardan oluşan fetva mecmuaları da eklenmelidir.
Örfi hukuk alanındaki istikrarlı uygulamada ise kanunnamelerin önemli rolü olmuştur. Örfi hukuk kuralları çoğu kere ferdi kanun hükümleri şeklinde ortaya çıkmışsa da bunlar, belli bir yekuna ulaştığında gerek resmi gerekse özel derlemelere konu olmuştur. Özel derlemelerde netice itibariyle ferman, hüküm, hatt-ı hümayun irade-i seniyye gibi resmi hukuk belgelerine dayandığından bunların şahıslar tarafından tedvin edilmiş olması bir mahzur teşkil etmemektedir. Tevkii Abdurrahman Paşa Kanunnamesi, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnamesi, Ayni Ali Efendi'nin Kavanin-i Al-i Osman Der Hülasa-i Mezamin-i Defter-i Divan, Hezarfen Hüseyin Efendi'nin Telhisü'l-Beyan Fi Kavnin-i Al-i Osman'ı bu türün dikkate değer örneklerindendir. Bazen uygulandığı eyalete, bazan içerdiği konulara veya hakkında kanun hükümleri konan gruplara göre bir araya getirilen kanunnameler örfi hukuk düzenli uygulanmasında ve Osmanlı Devleti'nde hukukun istikrarının ve birliğin sağlanmasında önemli bir rol üstlenmişlerdir. Ancak şer'i hukukta mezheplere göre bir farklılık olduğu gibi örfi hukukta da uygulandığı eyalete göre farklı düzenlemeler bulunabilmekteydi. Zaman içinde bu farklılıkların ortadan kaldırılmasına ve genel kanunnamelerin hazırlanmasına yönelik bir seyirin izlendiği ve böylece hukukta birlik anlayışının daha kuvvetle hayata geçirildiği söylenebilir.
Kanunnamelerin en önemli fonksiyonu Osmanlı tebasına uygulanacak hükümlerin belirgin ve biliniyor olmasını sağlamak ve bu yolla hukuk uygulamasında keyfiliği önlemek ve hukuk düzenine güven duygusunu sağlamaktır. Kimi kanunnamelerin mukaddimesinde kanunname neşrinde esas gayenin yürürlükte olan kanun hükümlerinin belirgin ve biliniyor olmasını sağlamak olduğu açıkça belirtilmektedir. II. Selim dönemine ait Biga sancağı kanunnamesinde "Ber muceb-i ferman-ı hümayun her vilayette olan kanun malum olmak için defterin zahrında yazılmak lazım ve mühim olmağın..." denmesi15 dikkat çekicidir. Keza 907/1502 tarihli Bursa İhtisab Kanunnamesi'nde de kanunnamenin hazırlanış gerekçesi olarak "cemi cüziyyatına ve külliyatına vakıf olup asla mübhem ve na-ma'lum emir komayıp dakika fevt etmeyip yazup tafsil edesiz ki gönderdiğiniz defter kanunname olup vakt-i hacette ana müracaat kabil olup nevan noksan olmaya deyü emr" olunduğu belirtilmektedir.16 Benzer ifadeler Menteşe sancağı adaletnamesinde de vardır.17
Bunu temin için sadece kanunname neşriyle yetinilmemiş, kanunname nüshaların her tarafa yayılmasına özen gösterilmiştir. XVI. asra ait bir adaletnameden Kanuni döneminde tanzim edilen kanunnamenin her şehirdeki mahkemelere gönderildiği anlaşılmaktadır.18 Ayrıca Manisa İl Kütüphanesi'nde bulunan bir kanunnamenin mukaddimesinde, kanunnamenin, hükümlerinden haberdar olmak isteyen kadıların talebi üzerine Anadolu'nun muhtelif vilayetlerine gönderildiği belirtilmektedir.19 Kadıların kendilerine gönderilen kanunnameleri sicil defterine kaydedip gerektiğinde oradan yararlanarak kullandıkları anlaşılmaktadır.20 Kadıların ellerinde bulunan kanunname metinlerini, zaman zaman merkeze göndererek son değişikliklere göre nişancılara tashih ettirmeleri de yürürlükteki kanun hükümlerinin eksiksiz bilinmesine yönelik çift taraflı bir gayretin mevcudiyetine işaret etmektedir.
Benzer bir gayret kanunnamelerin halka duyurulmasında da müşahede edilmektedir. Yavuz Sultan Selim tarafından Manisa'da bulunan Şehzade Süleyman'a gönderilen siyasetnamede mezkur kanunnamenin münadiler vasıtasıyla halka duyurulması emredilmektedir.21 Bir başka kanunnamede benzer bir talep Bağdat halkına yönelik olarak istenmektedir.22 Adaletnamelerde de benzer hükümlere rastlanmaktadır.23 Bu tip uygulamalara İlhanlılarda ve Memluklarda rastlanmış olması24 da ayrıca dikkat çekicidir. Esasen İslam hukuk tarihinde kanunname geleneği daha ziyade Türk/Moğol hukuk mirasının devamı niteliğindedir. Halktan isteyenler de belirli bir ücret karşılığında mahkemeden yürürlükteki kanunnamenin bir nüshasını edinme hakkına sahip olabilmekteydiler.25
Dikkat çekici olan nokta kanunnamelerin gerek isdarında gerekse halka duyurulmasında, onların kanunname hükümlerine riayetini sağlama hedefinin yanı sıra veya ondan daha çok, kamu görevlilerinin halka keyfi muamele yapmasını önleme amacının gözetilmiş olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle kanunnameler daha çok ehl-i örf denilen kamu görevlilerinin keyfi cezalar vermesini, dilediği gibi vergi koyup tahsil etmesini ve idari bir yetkiyi kullanıyor görüntüsü altında kanuna aykırı davranışlarını önlemek için çıkarılmıştır. Bu durum kanunname metinlerinden de anlaşılmaktadır. Fatih dönemine ait Kanunname-i Kitabet-i Vilayette: "Hususan muhalif-i defter ve mugayir-i kanun-ı mukarrer reayadan alınan emvalin vefret-i zulmünden ve kesret-i tazallumundan ve eshab-ı tımar ile reaya ortasında olan muhasamatın vüfur-ı şikayetinden ve himayet-i vilayet için illere teklif-i avarız olundukta mikdar-ı hanelerine ve evkaf-ı müslimin ahvaline ve masarif-i muayyenelerinde mutasarrıfinin ihtimamlarına ve tasirlerine vukuf ve ittilaım olmak mühim ve lazım olduğu ecilden her vilayete bin emin ve bir katib gönderip, cüzi ve külli, nakir ve kıtmir defter edüp defterden haric bir nesne komamak emr eyleyüp." denmektedir.26
Bir başka örnek 924/1518 tarihli Karaman eyaleti kanunudur: "Vilayet-i Karaman ki memalik-i mezkurenin mülhakatından ve muzafatındandır. Ahval-ı reayası muhtel olduğu ecilden ona dahi ümena gönderüp tımarın ve evkafın ve emlakin yazup defter etmek emr eylediğimden sonra sem-i şerifime şöyle istima olundu ki vilayet-i mezburede şer-i nebeviye ve kanun-i Osmaniye muhalif bidatlar olup anda olan reayaya envaı teaddiler ve zulümler vaki olur imiş. Ol cihetten..."27 Kanuni döneminde hazırlanmış olması lazım gelen Kanun-i Osmanı şu sözlerle başlamaktadır: "Merhuman ve mağfuran atam ve dedem –nevveralla
hü teala merkadehüma- nazar kılmışlar ve görmüşler kim zalimler mazlumlara zülm kılap hadden tecavüz edüp reayanın hali mükedder olup ve ol sebebten Kanun-i Osmanı vaz etmişler. Yine ben dahi buyurdum ki..."28
Gayrimüslimlerin meskun olduğu bölgeler için çıkarılan kanunnamelerde de kanunname ısdarındaki ana hedefin kamu görevlilerinin keyfi ve hukuka aykırı davranışlarını önleme arzusu olduğu vurgulanmaktadır. 922/1516 tarihli Semendire Eflakları kanunnamesinde.
"Bundan akdem Semendire sancağından kaza-ı Semendire...ve sair reayası südde-i madelet-bahşıma gelüp üzerimize vaz olunan kanun-i kadime muhalif sancak beyleri ve voyvodaları arpa ve buğday ve otluk salup evvelden aluna gelmiştir deyu cebr ü kahr ile maa ziyadetin alup ve bunlardan gayrı sancakbeyi adamları ve subaşıları ve knezler ve piremikürler dahi enva-ı hayf ve teaddi ve esnaf-ı iftira ve tezvirler kılup anlarun dahi kesret-i mezalim ve vefret-i mehayiflerinden halimiz gayet mükedder olmuştur deyü fevka'l-had ve'l-ad şikayetler ve tazallumlar eyleyüp ve benim dahi a'vam-ı madelet-şahane ve eyyam-ı nısfet-i padişahanemde kimesneye muhalif-i şer'i mutahhar ve mugayir-i kanun-ı mukarrer zulm ve hayf olduğuna rızay-ı şerifim olmadığı ecilden..."29
Kanunnamlerin keyfiliği önleme hedefine yönelik olarak çıkarıldığı ve bunda esas itibariyle muvaffak da olduğu şuradan da bellidir ki bölgelerindeki ehl-i örfün gerek vergi toplamada gerek cezalandırmada vesair hususlarda keyfi muamelesine maruz kalan reaya önleyici bir tedbir olarak payitahttan kendilerine bir kannuname ısdarını talep etmekteydiler. II. Bayezid dönemine ait Kefalonya kanunnamesinde şöyle başlamaktadır: "Nişan-ı hümayun yazıla ki, Kefalonya ceziresi halkı dergah-ı muallama adam gönderüp ummaldan ve gayriden enva-ı şikayet arz edüp kanunname talep ettükleri ecilden bu hükm-i hümayunu verdim ve buyurdum ki..."30
Kanunnamelerde ve adaletnamelerde kamu görevlilerinin kanun hükümlerine aykırı uygulamaya yönelmemeleri konusu oldukça sıklıkla işlenmektedir. 947/1540 tarihli Malatya livası kanununda bundan sonra "ehl-i örf olanlar bu kanundan tecavüz eylemeyeler" denmektedir. Yine aynı kanunda suçlulardan alınacak para cezaları konusunda kanuna müracaat edilip burada belirtilenden fazla alınmamasından bahsedilmektedir.31 Benzer bir hüküm Boz-Ulus kanunnamesinde de vardır. Yine 978/1570 tarihli Halep livası kanunnamesinde işlenen suçlar konusunda "Kanun-i Osmani"ye müracaat edilmesi, siyaset cezasına müstehak olanlardan bu cezaya mukabil para cezası (bedel-i siyaset) alınmaması emredilmektedir.32 II. Bayezid dönemine ait genel kanunnamede (Kitab-ı Kavanin-i Örfiye-i Osmani), sadece kamu görevlilerinin kanunnameye uymaları emredilmemekte, bu emri dinlemeyenleri merkeze bildirmeyen kadılar dahi tehdit edilmektedir: "Min ba'd bu
zikr olunan kavanin mucebince amel edeler, bu kanundan tecavüz eylemeyeler. Edenleri kuzat-ı vilayet men edeler. Memnu olmayanları Dergah-ı muallaya arz edeler. Ve illa vilayet kadıları muateb olurlar."33 Bir kanunname nüshasının haşiyesinde kanunnamelerin hedefinin halkı idarecilerin zulmünden kurtarmak olduğunun belirtilmesi34 kanunnamelerin çıkarılmasının esas hedefinin kanun hakimiyetini sağlamak olduğunu ortaya koymaktadır.
Kanunname münderecatının vergi, arazi ve örfi cezalara, bir başka ifadeyle ehl-i örfün takdirlerine geniş imkan tanıyabilecek olan alanlara tahsis edilmiş olması da bu yargımızı kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki Osmanlı Devleti'nde örfi cezaların daha çok para cezası şeklinde alınması ve bu cezaların subaşı, beylerbeyi gibi kamu görevlilerinin gelirleri cümlesinden addedilmesi bunların miktarının kanunnamelerle belirlenmesini veya belirleyecek kriterlerin oluşturulması zaruretini gündeme getirmiştir. Böylece kamu görevlilerinin ancak kanunnamede yazılı olan cerimeyi alabilmeleri sağlanmak istenmiştir. Bir taraftan kanunnamelerle ceza miktarları belirtilirken öbür taraftan cezalandırmada mutlaka hakim kararının, kanunnamelerdeki ifadeyle "kadı marifeti"nin aranması adaletin temininde önemli bir unsur olarak görülmüştür. II. Bayezid dönemi Tuna tuzlası yasaknamesinde şöyle denmektedir: "Her kim yasağıma muhalefet edüp...olursa kulum bula dutup kadı meclisine getüre. Kadı dahi ber-muceb-i şer-i şerif teftiş eyleye. Eğer emrime muhalif iş ettükleri şerle zahir olursa kadı marifetiyle yasağım mucebince kulum haklarından gele. Amma kadı karifeti olmadan kimesneye kulum yasak etmek caiz değildir."35 Aksi bir uygulama halkın bütünüyle kamu görevlilerinin takdirine ve insafına bırakılması anlamına gelirdi.
Kadının bilgi ve izninin aranması sadece ceza davalarına has değildir. Hemen hemen bütün hukuki ve idari tasarruflarda kadının bilgi ve onayının aranması Osmanlı Devleti'nde yerleşmiş ve titizlikle takip edilen bir uygulamadır.
Söz gelimi Fatih dönemine ait bir yasaknamede deniz yoluyla buğday ihracının yasaklanması,36 yine aynı döneme ait Mihalıç Kanunnamesi'nde varis bırakmadan ölen mirasbırakanların mallarının amil tarafından el konulup satılması,37 II Bayezid dönemine ait kanunnamede narhların konulması,38 kendilerine bir görev verilenlerin o grevi yerine getirmeleri,39 çarşı pazarla ilgili kuralları çiğneyenleri muhtesibin döğmesi,40 haraç vergisi toplayana haraçcıların söz konusu vergiyi toplamaları41 hasılı örnek kabilinden belirttiğimiz bütün bu idari, mali ve hukuki tasarruflar ancak kadının izin ve onayıyla (kadı marifetiyle) yapılabilir. Bir anlamda Osmanlı yönetimi kadıyı bütün kamusal tasarrufların merkezine yerleştirmiş ve onun denetimine bırakmış olmaktadır ki adil bir yönetimin gerçekleşmesi açısından bunun önemi inkar edilemez.
Netice itibariyle Osmanlı Devleti sadece döneminin şartları ışığında bir hukuk sistemi geliştirmekle kalmamış bunların hayata geçirilmesi için ve etkin bir biçimde uygulanması için elinden geleni yapmıştır. Altı yüz sene boyunca geniş ve problemli bir coğrafyada ayakta kalmasının sırrı muhtemelen burada yatmaktadır.
1 Ömer Lütfi Barkan, XV ve XV. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu'nda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları: Kanunlar, İstanbul 1943, s. 342.
2 Barkan, 309.
3 Barkan, 84.
4 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Mühimme Defterleri (MÜD), c. 3, s. 219.
5 BOA, Ali Emiri, Kanunlar, 157.
6 "Osmanlı Kanunnameleri" (Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi), Milli Tetebbular Mecmuası (MTM), c. I, sy. 3, s. 498-503, 508.
7 Bk. el-Müncid, "a-r-f" md.
8 Tursun Bey, Tarih-i Ebu'l-Feth, haz. Mertol Tulum, İstanbul 1977, s. 12.
9 Uriel Heyd, "Eski Osmanlı Hukukunda Kanun ve Şeriat", ter. Selahattin Eroğlu, AÜİFD, c. XXVI, s. s. 639.
10 Aynı kaynak, s. 634.
11 Aşıkpaşazâde Tarihi, Ali Bey neşri, İstanbul 1332, s. 19-20.
12 Paul Wittek, Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu, Türkçeye çeviren Fahriye Arık, İstanbul 1947, s. 42 v. d.
13 Fatih'in Teşkilat Kanunnamesi'nde açıkça "Ve nişancılık dahil ve sahn müderrislerinin yoludur" hükmü getirilmiştir; bk. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, İstanbul 1990, c. I, s. 321.
14 Ebussuud Efendi, "Ma'ruzât", Milli Tetebbular Mecmuası, sy. 2, s. 341.
15 Akgündüz, VII, 427, md. 1.
16 Akgündüz, II, 191.
17 Akgündüz, III, 182-183.
18 Evail-i Rebiulahir 1004 (4-14 Aralık 1595) tarihli bu adaletname için Bk. Cengiz Uluçay, XVII. Asırda Saruhan'da Eşkiyalık, İstanbul 1941, s. 163 v. d.
19 Tuncer Gökçe, "Osmanlı Kanunnameleri ve Bir Kanunname Sureti Hakkında", TAD, c. V (1990), s. 217-218.
20 916/1510 tarihli Pencik Kanunnamesi'ndeki "Ve sen ki kadısın, bu kanunname suretin sicillata kayd edesin. Zayi olmayup daima mucebiyle amel oluna" kaydı kanunnamelerin şeriye kaydedildiğini göstermektedir; bk. Akgündüz, II, 132. Keza benzer bir hüküm için bk. aynı kaynak, s. 253.
21 Enver Ziya Karal, "Yavuz Sultan Selim'in Oğlu Şehzade Süleyman'a Manisa Sancağını İdare Etmesi İçin Gönderdiği Siyasetname", Belleten sy. 21-21 (1942), s. 38; Halil İnalcık, "Adaletnameler", Belgeler Türk Tarih Belgeleri Dergisi, c. II, sy. 3-4, s. 104 v. d.
22 Halil İnalcık, "Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law", Archivum Ottomanicum, c. I (1969), s. 135.
23 İnalcık, "Adaletnameler", s. 111, 117.
24 İnalcık, "Suleiman the Lawgiver and Ottoman Law", s. 135-136.
25 İnalcık, "Adaletnameler", 108, 132.
26 Akgündüz, I, 368.
27 Akgündüz, III, 308.
28 Akgündüz, IV, 296.
29 Akgündüz, III, 458.
30 Akgündüz, II, 422.
31 Barkan, 117, md. 13.
32 Barkan, 143, md. 15, s. 207, md. 8.
33 Akgündüz, II, 53, md. 98.
34 Uriel Heyd, "Eski Osmanlı Hukukunda Kanun ve Şeriat", tercüme: Selahattin Eroğlu, AÜİFD, c. XXVI, s. 635.
35 Akgündüz, II, 594.
36 Akgündüz, I, 539.
37 Akgündüz, I, 615.
38 Akgündüz, II, 74.
39 Akgündüz, II, 75.
40 Akgündüz, II, 289.
41 Akgündüz, II, 348
Dostları ilə paylaş: |