|
Mekke’nin Ve Gönüllerin Fethi -25-26-27 Aralık www.kalpehli.com
|
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
أَجْمَعِينَ وَصَحْبِهِ وَآلِهِ مُحَمَّدٍ سَيِّدِناَ عَلىَ وَالسَّلاَمُ وَالصَّلاَةُ الْعَالَمِينَ رَبِّ لِلّهِ اَلْحَمْدُ
MEKKE’NİN VE GÖNÜLLERİN FETHİ
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحاً مُب۪يناًۙ لِيَغْفِرَ لَكَ اللّٰهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَاَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطاً مُسْتَق۪يماًۙ
“Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin.”1
Miladi takvime göre 1 Ocak tarihi Mekke’nin fetih yıl dönümü. Bu vesileyle Efendimiz (s.a.v)’in örnekliğinde fetihlerin en büyüğü olan Mekke’nin fethini, İslâm’ın gönülleri fethini hatırlayalım.2
Fetih Nedir?
Fetih şehirleri ve ülkelerin kapılarını, Allah’ın mesajını yaymak amacıyla İslâm’a açıp, İslâm idaresi altına almak demektir. Arapça’da “açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarına gelen fetih, kavram olarak İslâm’ın meşru gördüğü maksat ve usuller çerçevesinde, müslümanların müslüman olmayan şehirleri, ülkeleri almalarına denir.
Müslümanların bu faaliyeti, yalnızca “îlâ-yı kelimetullah: Allah’ın mesajını yaymak” maksadıyla ve kendisiyle savaşmayana dokunmamak, ekine suya zarar vermemek gibi usullere riayetle gerçekleştiğinden, asla işgal ya da istila değildir. İşgal ve istila tamamen çıkar amaçlıdır ve savaşta her şeyi mübah görür. Biz işte bu yüzden işgal ya da istila değil, fetih deriz.
Kaynağını Kur’an-ı Kerim’deki “Fetih” suresinden alan bu fetih kelimesi, savaştan daha çok kalpleri İslâm gerçeğine açmak, İslâm mesajının önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamına gelir. Bunun bir tezahürü olarak tarih boyunca İslâm savaşla değil, barışla yayılmıştır. İnsanlar İslâm’a zorla değil İslâm’ın yüceliğini anlayarak, güzelliğini hissederek girmişlerdir.3
Tevhid İnancının Merkezi Mekke
Mekke-i Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kainatın kalbi hükmündedir. Mekke-i Mükerreme, Beytullah’ı bağrında taşır. Beytullah ise Allah Tealâ’nın vahdaniyetinin simgesi ve kıblesidir. Allah Tealâ, Kabe’ye yönelmeyi Allah’a yönelmekle bir tutmuştur.4
Mekke, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in dünyaya teşrif buyurdukları, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir... Nübüvvet kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Hz. Adem (a.s)’dan itibaren tevhid inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan Kâbe’nin de bulunduğu şehir...
‘Senden çıkarılmasaydım...’
Allah Rasulü (s.a.v) kendisine peygamberlik vazifesi verildikten sonra, önce Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün eza cefayı da çektirmişlerdi. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, Rasulullah (s.a.v)’i öldürme kararı almışlar, Cebrail (a.s)’ın haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır. 5
Mekkeli müşriklerin bitmeyen eziyetleri sonucunda müminlerin dayanacak güçleri ve sabırları kalmayınca, Peygamber Efendimiz’in niyazıyla müminlere hicret, Mekke’yi terk etme izni verilmişti. Efendimiz (s.a.v) Mekke’den çıkarılırken yaşlı gözlerle Mekke’ye dönmüş; “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!” demişti.
Hicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz (s.a.v) ve müslümanları yok etmek için uğraştılar: Fakat Bedir’de hezimete uğradılar, Uhud’da umduklarına eremediler, Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşması… Elbette bu yaşananların her biri Mekke’nin fethine zemin hazırlayan olaylardı. Ama sonuçları itibariyle diğerlerinden biraz daha önem ve farklılık arz eden Hudeybiye antlaşması olsa gerek. Zahiren bakıldığında müslümanların aleyhinde gibi görünen birçok madde vardı bu anlaşmada. Aslında Mekke’nin fethine açılan ve sonuçta İslâm’ın bütün iklimlere yayılmasına vesile olacak bir sözleşmeydi bu.6
Efendimiz’in (s.a.v) Umre Rüyası
Hicretin altıncı yılında, kurbana yaklaşık kırk gün kala, Allah’ın Rasulü (s.a.v) ashabına şu müjdeyi veriyordu:
“Ben bir rüya gördüm. Kesinlikle Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Hacc’ın bir gereği olarak saçlarınızı tıraş edeceksiniz. Hem o vakit, Kâbe’nin kapısının anahtarı benim elimde olacak!..”7
Bu rüyadan sonra Sahabe-i Kiram efendilerimiz Mekke’yi ziyareti dört gözle beklemeye başladılar.
Feth’e açılan kapı: Hudeybiye
Hicretin üzerinden altı yıl geçmişti. Müminler, Efendimiz’le birlikte umre yapmayı çok istiyorlardı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti. Hazırlıkların tamamlanmasından sonra bin beş yüz sahabi ile Mekke’ye doğru yola çıkıldı. Niyetlerinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka silah almamışlardı. Zülhuleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve umre için niyet ettiler.8
Mekke-i Mükerreme’ye seksen kilometre uzaklıkta bulunan Usfan’a geldiklerinde mola verdiler. Bu esnada Mekke’den haber geldi; müşrikler ne pahasına olursa olsun onları Mekke’ye sokmayacaktı. Hatta savaş için hazırlanmışlar, Mekke ile Usfan arasında birliklerini toplamaya başlamışlardı. O zamanlar henüz müslüman olmayan Halid b. Velid komutasında bir hücum birliğini de müslümanların üzerine yollamışlardı.
Rasul-i Ekrem (s.a.v) bu haberi alınca, tenha yolları kullanarak Cidde yönünde Mekke’ye on yedi kilometre mesafede bulunan Hudeybiye’ye ulaştı. Hudeybiye, hem Harem’in mikat sınırı (hacıların ihrama girdiği yer), hem arka tarafı dağ, Mekke’ye bakan tarafı geniş düzlük olan bir yerdi. Allah Rasulü (s.a.v) Mekke müşriklerine buradan haber gönderdi. Niyetlerinin sadece Kâbe ziyareti ve ibadet olduğunu bildirdi. İhramlı olduklarını ve kurban etmek üzere develer getirdiklerini iletti.
Fakat müşrikler inatlarından vazgeçmiyordu. Nihayet Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Hz. Osman (r.a)’ı elçi olarak gönderdi. Müşrikler önce Hz. Osman (r.a)’a yumuşak davrandılar. Hatta dilerse Kâbe’yi tavaf edip ibadetini tamamlayabileceğini bile söylediler. Ancak Hz. Osman (r.a), Rasulullah (s.a.v) ziyaret etmedikçe Kâbe’yi ziyaret etmeyeceğini söyleyince müşrikler öfkelendiler ve Hz. Osman (r.a)’ı hapsettiler. Hz. Osman (r.a)’ın gecikmesi çeşitli söylentilere sebep oldu. Hatta şehit edildiği haberleri yayıldı.9
Rasulullah (s.a.v) bu duruma çok üzüldü ve Kureyş'in yaptığını yanlarına bırakmamak isteğiyle ashabından, İslâm davası uğruna gerekirse canlarını feda etmek üzere söz istedi.10
Savaş İçin Biat
Hudeybiye’de bir ağaç vardı, bir semure ağacı. Efendimiz (s.a.v) o ağacın altına oturdu ve orada bulunan ashabının her birinden biat aldı. Bu canı üzerine bir söz vermeydi. Her bir sahabi geliyor, elini Efendimiz (s.a.v)’e uzatıyor ve Allah adına söz veriyordu. Rasul-i Ekrem (s.a.v), Hz. Osman (r.a) adına da biat aldı. Sol elini Hz. Osman adına sağ eline uzatarak...
O ağacın altında biat edenlerden Yüce Mevlâ razı olduğunu bir ayet ile Efendimiz (s.a.v).’e bildirdi. “Andolsun ki, o ağacın altında sana biat ederlerken, Allah müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara sekinet (kalp huzuru, güven) indirmiş ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır.”11
“Rıdvan Biatı” adını alan bu sözleşmeyi duyan Mekke müşrikleri telaşa kapıldı. Hz. Osman (r.a)’ı serbest bırakmanın yanında anlaşma yollarını aramaya koyuldular. Sonunda Hudeybiye anlaşması diye bilinen meşhur anlaşma ortaya çıktı. İlk bakışta müslümanların aleyhinde gibi gözüken, ama Hudeybiye’den Medine’ye dönerken Fetih suresinde Yüce Mevlâ tarafından “apaçık bir fetih” olarak adlandırılan büyük bir zafer idi Hudeybiye. 12
Efendimiz (s.a.v) de kan dökülmesini istemediği için Mekkelilerin bu tavrına karşılık onların teklif ettiği bu anlaşmanın bazı maddeleri şöyleydi:
• Müslümanlar bu yıl Mekke’ye giremeyecekler ve Kâbe’yi ziyaret edemeyecekler, gelecek yıl bu ziyareti yapabileceklerdir. Ertesi yıl ancak üç gün Mekke’de kalabilecekler, bu süre zarfında hiçbir Mekkeli onlarla görüşmeyecek.
• Kureyş’ten birisi bu arada İslâm’ı kabul eder ve müslümanlara sığınırsa, bu kişi müslümanlar tarafından kabul edilmeyecek fakat Mekke’ye iltica eden hiçbir müslüman iade edilmeyecek.
• Her iki taraf da diledikleri kabilelerle ittifak kurabilecek.
• Bu antlaşma on yıllık bir süre için geçerli olacak. Bu süre zarfında ne Kureyş müslümanlara ne de müslümanlar Kureyş’e saldıracak. 13
Müşrikler öyle maddeler sıralamışlardı ki, bir mümin için asla kabul edilebilir türden değildi. Maddeler metne yazılırken, Allah Rasulü (s.a.v)’in adını bile yazmamışlardı.14
Ebu Cendel (r.a)’ın İadesi
Anlaşma gereği Mü’min’ler, aralarına katılmak üzere ayakları zincire vurulmuş bir halde gelen Mekkeli Ebu Cendel (r.a)’ı müşriklere iade etmek zorunda kalmışlardı. Ebu Cendel’in sözleri yürekleri nasıl da parça parça etmişti;
“Kardeşlerim, canlarım! Ben mümin olarak yanınıza geldim. Göz göre göre beni müşriklere mi teslim ediyorsunuz? Uğradığım işkenceleri görmüyor musunuz? Bana işkence yapsınlar, dinimden döndürsünler diye mi müşriklere beni teslim ediyorsunuz?!..”
Gözyaşları dinmemişti o gün. Hz. Ömer (r.a), bu sözlerden az önce imzalanan ‘Müslümanların arasına gelen bir mümin geriye iade edilecek ama bir müşrik için bu kural söz konusu olmayacak’ maddesi hakkında diyordu ki:
“Ey Allah’ın Rasulü! Bunu da mı kabul edeceksin?..”
“Evet!” demişti bu itiraza Allah’ın Rasulü. Ama bir sözü vardı Ebu Cendel’e:
“Ey Ebu Cendel, sabret! Allah bir yol açacaktır.”15, 16
Müslümanların aleyhine görünen bu antlaşmayla, yahudilerle Kureyş ittifakı bozulmuş oldu. Kureyş, müslüman toplumun varlığını tanıdı.17
Anlaşma imzalandı. Mekke müşrikleri gitti. Anlaşma gereği müslümanlar Hudeybiye’den geri dönecekti. Ama hiç kimse buna inanamıyordu. Hâlâ Mekke’ye girebilecekleri ümidini taşıyorlardı. Efendimiz (s.a.v) “haydi kurbanlarınızı kesin!” buyurmasına rağmen, hiç kimsenin eli kolu kalkmıyordu. Efendimiz (s.a.v) emrini tekrar etmesine rağmen, yerinden kalkıp kurbanını kesecek güç bulamadı kimse kendinde. 18
Hz. Ebubekir (r.a) Hudeybiye hakkında şöyle demiştir:
“Hudeybiye’den daha büyük fetih olmamıştır. Fakat Peygamber Efendimiz’le Rabbi arasındaki hakikatler hakkında halkın görüşleri kısa ve dardı. Zira kullar acele ediyorlar. Yüce Allah ise, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça, gerçekleştirmekte kullar gibi acele etmiyor.”19, 20
Hz. Ömer (r.a), Hudeybiye günü “Dinimiz adına bu ne büyük zillet” diye üzüntüden kahrolmuştu. Hz. Ömer (r.a) o anda bu sıkıntının gerisinde saklı zaferleri göremediğinden din gayretiyle feryat ediyor, antlaşmanın yırtılıp atılmasını istiyordu..21
Hudeybiye Andlaşmasının önemi
Hudeybiye antlaşması İslâm tarihinde pek büyüktür. Bunun çok yararları görülmüştür. Bu, büyük bir başarı demekti. Fakat önceden bunu bilen sadece Peygamber Efendimiz olmuştur. Bu yararların bir kısmı şunlardır:
1) Ashab-ı Kiram savaş için hazırlanmamışlardı, silahları noksandı. Düşman ise son derece hazırlıklı idi. Bu durumda âdete göre savaş yapılması uygun değildi. Bu antlaşma ile böyle bir savaş önlenmiş oldu.
2) Müslümanlar çok iyi bir şekilde oldukları için, belki de düşmanlarına üstün geleceklerdi; fakat kesin bir gerek olmadığı halde savaş ile Mekke'ye girmek, Kâbe'ye saygısızlık olacaktı. Bununla beraber Mekke'de kalıp da İslâm olduklarını saklayan bazı Müslümanlar da çiğnenmiş olabilirdi. Bu antlaşma böyle işlere engel olmuştu.
3) Mekkeliler, Medine'de kurulan İslâm hükümetini o zamana kadar tanımıyorlardı. Bu antlaşma ile Müslümanlar kendi devletlerini onlara tanıtmış oldular.
4) Müslümanlar bu antlaşma sebebiyle Kureyş'in saldırısından emin olarak başka düşmanları ile uğraşmaya zaman kazandılar. Başka yerlerde fetihlerde bulundular.
5) Bu antlaşma ile birçok kabile Müslümanlarla serbestçe görüşerek İslâmın yüksekliğini anlamış oldular. Hudeybiye Antlaşması açık bir zaferdi.22
Hudeybiye Seferi dönüşünde şu ayetler nazil oldu: “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin.”23
Bu ayeti-i kerimeleri duyan sahabiler şöyle dediler:
- Ey Allah'ın Rasulü, ne mutlu size! Kutlu olsun, saadetli olsun. Allah Tealâ size ne yapacağını açıkladı. Acaba bize ne olacak?
Sahabenin bu sorusu üzerine şu ayet indi:
“Allah, iman eden erkek ve kadınları içinde ebediyen kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onların günahlarını örter. İşte, Allah katında büyük kurtuluş budur!”24, 25
Ashab-ı Kiram’ın Üzüntüsü
Efendimiz (s.a.v) çadırına girdi. Çok üzgündü. Ne zaman bir emir buyursa sözü biter bitmez yerine gelirdi. Ümmü Seleme (r.a) annemiz Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e kurbanını kesip tıraş olmasını önerdi. Kendisinden sonra bütün sahabilerin de öyle yapacağını söyledi.
Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz kurbanını kesince, Sahabe-i Kiram (r.a)’ın hepsinin kurbanlarını kesmeye başladığını gördü. Üzgündüler ama Efendimiz (s.a.v)’e olan bağlılıkları onlara bu olayda nice hikmetin olduğunu bildiriyordu.
Hudeybiye anlaşması gereği geri verilen Ebu Cendel (r.a) ve Ebu Basir (r.a) gibi genç sahabiler Mekke ile Medine arasında bir dağa yerleşti. Mekke kervanlarını vurmaya başladılar. Müşrikler onlardan o kadar rahatsız oldular ki ilgili maddenin kaldırılıp bu gençlerin Medine’ye kabul edilmelerini bizzat kendileri istediler.26
Bu anlaşma gereği Rasulullah (s.a.v) sahabilerine geri dönme emrini verdi. Hem sahabeler hem de Rasulullah (s.a.v) Kâbe’yi ziyaret edemememin üzüntüsü içindeydi.
Saldırmazlık anlaşması ile İslâm her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar.27
Sahabe-i Kiram’ın (r.a) Susaması
Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatmıştır: "Hudeybiye günü insanlar çok susadı. Hz. Peygamber de (s.a.v) önündeki deriden bir su kabından abdest alıyordu. İnsanlar Resûlullah'a (s.a.v) doğru koşuştular. Hz. Peygamber (s.a.v),
- Sizlere ne oluyor, buyurdu. Onlar da,
- Yanımızda hiç su yok! Abdest alamıyor, su da içemiyoruz. Sizin yanınızda bulunan sudan başkası da yok, dediler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v) ellerini o su kabının içine koydu, akabinde parmaklarının arasından su pınar gibi kaynamaya başladı. Biz de içtik hem de abdest aldık.
Hadisin râvilerinden Sâlim b. Ebü'l-Ca'd, Câbir'e (r.a),
- O gün sizler kaç kişiydiniz, diye sordu. Câbir (r.a),
- Eğer biz yüz bin kişi olsaydık, muhakkak o su bizlere yeterdi, biz bin beş yüz kişi idik, dedi."28
Kureyşiler’in Anlaşmayı Bozması
Hicretin sekizinci yılında Benî Bekr kabilesi, Müslümanların koruması altında bulunan Huzaa kabilesi üzerine ansızın saldırdı. Kureyş Reislerinden bazıları da Benî Bekre kabilesine yardımda bulunmuştu. Bu arada Huzaa kabilesinden yirmi üç kişi öldürülmüştü. Böylece Mekkeliler Hudeybiye Andlaşmasını bozmuşlardı.
Huzaa kabilesinden bir cemaat Medine'ye gelerek uğradıkları felâketi anlattı ve yardım istediler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Ramazan ayının onuncu gününden sonra, on bin kişilik bir ordu ile Medine'den yola çıktı. Yolda "Benî Süleym" kabilesi de bu orduya katıldı. Mekke'ye doğru yürüdüler.29
Rasulullah (s.a.v) Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. O yüzden çok hassas davranıyordu. Hassasiyeti her iki cephe için de geçerliydi. Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Hz. Peygamber (s.a.v)’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslâm hakikatini anlamaları idi.
Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Hz. Abbas ile karşılaştı. Hz. Abbas (r.a) müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz (s.a.v) onları görünce sevindi ve, “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Hz. Abbas (r.a) ailesini Medine’ye göndererek kendisi Rasulullah (s.a.v)’in ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyulmuştu.
Bu yolculuk esnasında Rasulullah (s.a.v) kendisine ilk vahiy indiği zaman Varaka b. Nevfel’le arasında geçen şu konuşmayı düşündü: Varaka şöyle demişti:
- Senin bu gördüğün, Allah Tealâ’nın Hz. Musa’ya gönderdiği Namus-i Ekber’dir (Cebrail’dir); keşke senin insanları İslâm’a davet ettiğin günlerde genç olaydım... Kavmin seni vatanından çıkaracakları zaman keşke hayatta olsam...
Bunun üzerine Rasul-i Ekrem (s.a.v):
- Onlar beni Mekke’den çıkaracaklar mı ki, diye sordu. O da:
- Evet! Zira senin gibi vahyi tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana son derecede yardım ederim, demişti.
İşte bu konuşmanın üzerinden 21, hicretten de 8 sene geçtikten sonra Rasulullah (s.a.v) tekrar Mekke’ye dönüyordu.30
Gece Merrüzzahrân vadisine girildi. Allah elçisi, her savaşçının bir ateş yakmasını istedi. Ateşler yakıldı. Ateşlerin ışığında Mekke aydınlandı. Müşrikler korku ve dehşet içinde kaldı. Gizlice çıkılarak terkedilen Mekke, alev ışıklarıyla kuşatıldı.
Bu manzara karşısında korku ve telaşa kapılan müşrikler, Ebû Süfyân'la birkaç arkadaşının durumu öğrenmesini istedi, İslâm ordu karargâhına yaklaşan Ebû Süfyân, müslüman gözcüler tarafından yakalandı. Hz. Abbas onu korumasına alarak Allah elçisine getirdi. Resûlullah (s.a.v),
- Ey Abbas! Onu şimdi konak yerine götür. Sabahleyin yanıma getir, diye buyurdu.
Kureyş reisi yakalanmış, müslümanların elinde kendisini nasıl bir âkıbetin beklediğini merak ediyordu. Hz. Abbas (r.a), Ebû Süfyân'ı sabahleyin Resûlullah'ın (s.a.v) çadırına götürdü. Ebû Süfyan çadırdan müslüman olarak çıktı. Ebû Süfyân Mekke'ye döndüğünde, hiçbir kuvvetin durduramayacağı bu ordunun yürüyüşünü müşriklere anlattı.
Kan dökmeden açılan kapı
Resûlullah (s.a.v), askeri dört ana kola ayırdı. Birinci kola Hâlid b. Velîd, ikinci kola Zübeyr b. Avvâm, üçüncü kola Sa'd b. Ubâde ve piyade birliklerinden oluşan dördüncü kola Ebû Ubeyde komutan olarak görevlendirildi. Saldırı olmadıkça kılıç çekilmemesi talimatı verildi. Kimse öldürülüp kan akıtılmayacaktı. Yalnızca on kişinin İsmi sayılarak, "Bunlar Kâbe'nin örtüsünden tutmuş da olsalar öldürülecektir" diye emredildi. Bu on kişiden birkaçı Müslümanlığı bırakıp müşrik olmuştu. Diğerleri ise Allah ve Resûlü'ne (s.a.v) çok kaba bir şekilde küfredenlerdi.31
Peygamber Efendimiz: "Kureyş tarafından bize saldırı olmadıkça savaşmayınız," diye emretmişti. İslâm ordusu savaşmaksızın Mekke'ye girdi. Tekbir sesleri dağları, taşları titretiyordu. Yalnız Hazreti Halid İbni Velid'in kumandası altındaki birlik, "Handeme" denilen yerde düşmanın saldırısına uğradığından savaşmaya mecbur olmuş ve bir saldırıda düşmanı dağıtıp Mekke'ye girmişti.
Peygamber Efendimiz Mekke'ye girmeden önce İslâm ordusunu gözden geçirmişti. Bir an Mekke'den yalnızca hicret ettikleri zamanı hatırladı. Bir de bu büyük başarıyı düşündü. Hemen Yüce Allah'ın büyük ihsanına karşı devesinin boynu üzerinde secdeye kapandı. Ne yüksek bir kulluk ifadesi, ne büyük bir şükür belirtisi!.. Cuma günü idi. İnsanlar Harem-i Şerif’te toplanmıştı.32
Muhacirler ve Ensar Rasulullah (s.a.v)’in dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kâbe’yi tavaf etti. Kâbe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”
Efendimiz (s.a.v) tavafını bitirip Kâbe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman b. Talha’yı çağırtarak Kâbe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail’in (a.s.) fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kâbe’yi putlardan da temizletti. Öğle namazı vakti olmuştu. Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı.33
Resûlullah'ın Mekke Fethinde Şehre Girerken Gösterdiği Tevâzu
Enes (r.a.) anlatıyor: “Peygamberimiz Mekke'ye girerken halk yüksek yerlerden kendisini temâşa ediyordu. O da huşû maksadıyla başını (diğer bir rivâyette çenesini) devesinin havutuna koymuştu»34
(Tarihçi İbn İshak'ın üstadlarından) Ebû Bekir oğlu Abdullah anlatıyor: “Peygamberimiz (fetih yılı Mekke'de) ‘Zî-Tuvâ’ mevkiine varınca kırmızı ve süslü örtüsünün bir ucunu başına bağladı, diğer ucunu da - çenesine değmeyecek şekilde - yüzüne sarkıtarak devesi üzerinde durdu. Allah'ın kendisine nasib ettiği fethe mukabil tevâzuundan başını eğiyor, sakalları neredeyse havutun ön kısmına değiyordu”35, 36
‘Serbestsiniz!’
Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Rasulullah Efendimiz (s.a.v)’in yüce ahlâkının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.
Herkes Kâbe’nin avlusunda toplanmıştı ve Efendimiz (s.a.v)’in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslâm’la müşerref olmamış binlerce Mekkeli müşriğin yanında müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz (s.a.v) Kâbe’den çıktı ve insanlara şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey Kureyş topluluğu! Muhakkak ki Allah, cahiliye gururunu, cahiliye atalarıyla övünüp büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır!” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”37
Sonra şöyle buyurdu:
- Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?
Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek söz bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette şu cevabı verdiler:
- Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.
Hz. Peygamber (s.a.v) o zaman şöyle buyurdu:
- Ben, size Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim: ‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!
İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek Rasulullah’a (s.a.v) biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi tam anlamıyla tamamlanmış oldu.38
Peygamberimiz (a.s.)’den Bir Miras: Fetih Ruhu
Gerçekte fetih ruhu müminlere Peygamber Efendimizden (a.s.) miras kalmıştır. O, önce insanların gönüllerini fethetti sonra bağrında Beytullah’ı barındıran Mekke şehrini...
Her iki fetih de aynı amaç için yapılmıştı. İnsanın içinde ve Mekke şehrindeki Beytullah’ı, yani Allah’ın evini Allah’tan gayrı olanlardan temizlemek. Böylece fethi manevi ve maddi diye ayırsak da, amacın Allah için olması esastır. Bir hadis-i şerifte Peygamber (a.s.) Efendimiz:
“Kim Allah’ın adını duyurmak ve dinini yaymak için savaşırsa o Allah yolundadır; diğerleri değil”39 buyuruyor.
Eğer fetih Allah için olmaz ise o mücadele Allah katında boş bir dava olmaktan öte gidemez. Buna fetih de denemez. Bunun adı artık fetih değil, belki bir “nasiplenme” dir. Yani pay alma, işgal etme, üstün olma ve sömürü davasıdır. İşte fethi diğer mücadelelerden ayıran temel fark da budur.
Fetih denilince hiç şüphesiz ilk akla gelen, Rabbimizin Habibine müjdesini vahiyle bildirdiği Mekke-i Mükerreme’nin fethidir. Yani “Feth-i Mübin” dir. Bu fetih fetihlerin en büyüğü ve anlamlısıdır. Zira Mekke-i Mükkereme görünürde bir yeryüzü parçası, hakikatte ise kainatın kalbi hükmündedir. Bu sebeple bu şehrin fethinde zahiri ve batini pek çok hikmetler ve dersler vardır.
Kabe’nin putlardan temizlenmesi ve asıl kimliğine kavuşması gerekiyordu. Belki bütün yeryüzü feth olunup yalnız Mekke-i Mükerreme kalsaydı, fetihler temsil ettikleri manaya eremeyecek ve tevhid yeryüzünde ikame edilmiş olmayacaktı. Bu fetih, hakkın hakimiyeti ve batılın zevalinin de bir göstergesidir.
Mekke-i Mükerreme’nin fethi, sonraki bütün fetihlerin anası olacak ve her fetih mesajını ve ruhunu bu fetihten alacaktı. Tarih boyunca bütün aklıselim sahipleri, kan dökülmeden en büyük fethin nasıl gerçekleştiğini idrak edecek, böylece en büyük Fatih olan Habib-i Kibriya (a.s.)’nın nasıl gönüllere hükmettiğini de anlayacaklardı.
Bu mukaddes fetih şu mesajı vermektedir: Fetihlerde asıl olan kalplerin fethidir. Ülkelerin fethi ise bu asıl fethin tabii sonucudur. Bu sebeple tarih boyunca fetihlerin kalıcı olduğunu, ancak zulüm ifadesi olan işgallerin ise kısa ömürlü olduğunu görürüz. Çünkü işgaller, fıtrata aykırı olarak gönüllere baskı uygularken, fetih ise insan fıtratını okşar.
Fethin çağrıştırdığı en önemli mana şudur: Yeryüzünün kalbi hükmündeki Kabe’nin putlardan temizlenmesi insanlığın kurtuluşu için nasıl hayati bir önem taşıyorsa, beden ülkesinin merkezi olan insan kalbinin de, her türlü putlardan ve masivadan temizlenmesi de aynı şekilde hayati önem taşımaktadır. Mekke-i Mükerreme’de nasıl Kâbe Beytullah ise kalbimiz de Beytullah’tır. Unutulmamalıdır ki bedenimizdeki Beytullah’ın yıkılması Mekke-i Mükerreme’de bulunan Beytullah’ın yıkılmasından daha büyük bir cürümdür. Çünkü Beytullah, Allah’ın evi olarak vasf edilmekle beraber insan eliyle inşa edilmiştir. Oysa insan kalbi bizzat Rabbimizin yaratmasıyladır. Dolayısıyla yaratıcısına binaen kalbin fethi daha hayati bir önem taşımaktadır.
Büyük fethin işaret ettiği diğer bir önemli mana da şudur: Bu fetih göstermiştir ki, fetihler kamil rehberlerin eliyle nefsini terbiye ve tezkiye edebilmiş vasıflı müminlerin gayretleriyle gerçekleşebilir. Nefs terbiyelerini tamamlayamayanlar ne gönülleri fethedebilir ne de ülkeleri...40
***
Yılbaşı Kutlamak Hıristiyan Âdetidir
31 Aralık günü, 1 Ocak gününe bağlayan gece yılbaşı gecesidir. Hıristiyan Batı'da milâdî takvimin başlangıcına esas olarak Hz. İsa (a.s.)'ın doğum tarihi alınmış ve bu giderek diğer ülkelerde de benimsenmiştir. Bu bakımdan bütün Hıristiyan âlemi, Aralık ayının son haftasını, doğumun arifesini teşkil etmesi bakımından, en önemli dinî bayramları olarak kabul etmişler ve bu geceyi Hz. İsa (a.s.)'ın doğum yıl dönümü olarak kutlanmaktadır.
Hâlbuki bu günde yapılan içkili, kumarlı eğlencelerin gerçek Hıristiyanlıkla hiçbir alakası yoktur. Beşeriyetin ıslahı için Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş bir din, tebliğcisi olan Peygamberin doğum yıl dönümünün bu şekilde kutlanmasına müsaade eder mi? İçkili, kumarlı ve insanı küçük düşüren zevklerin terennüm edildiği kutlama törenleri, İlahi bir dinin esaslarıyla bağdaşabilir mi?
Bugün için ticari hüviyeti ön plana çıkmış olsa da bütün âdet ve törenleriyle Noel kutlamaları, kökeni itibariyle tamamıyla batıya ait dini bir bayramdır.
Bu bayramın ve bayramla ilgili olarak yapılan âdet ve törenlerin Müslümanlarca benimsenip uygulanması ise dinsel ve kültürel bir yozlaşma olarak görülmeli; böylesi bir tutumun; kendi dinî inançlarımızdan, değerlerimizden uzaklaşma ve başkalaşma sürecini hızlandırdığı, halkımıza-ülkemize yönelik Hıristiyan misyonerliği için de oldukça elverişli bir durum oluşturacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Yılbaşı Kutlamalarının Dini Hükmü
Gayrimüslimlerin bayramlarında sevinmek, onların kutsal saydığı günleri kutlamak, onların adetlerine uymak, onlara benzemek kesinlikle caiz değildir, büyük günahlardandır.
Enes b. Malik r.a.’den rivayete göre, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret ettiği zaman, Medinelilerin eğlenip oynadıkları iki günler vardı. Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz: ‘’Bu günler ne oluyor, neyin nesidir? Diye sorduğunda, Medineliler: Biz cahiliyet devrinde bu günlerde eğlenip oynardık, Yâ Resûlallah! Dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz: Muhakkak Allah size o iki gün yerine, onlardan daha hayırlı iki bayramı lütuf olarak vermiştir. Biri Ramazan bayramı, diğeri Kurban bayramıdır‘’ 41 buyurdular. O günden beri kutlana gelen bu iki bayram Müslüman milletlerin aynı zamanda milli bayramları yerinede geçmiştir.
Fukaha, ‘’Mecusilerin bayram kabul ettikleri Nevruz ve Mihrican günlerinde, bu isim adı altında hediye vermenin caiz olmadığı, verilen bu hediye bile, bugünlere tazim kastı bulunduğu takdirde küfre (kâfirliğe) düşüleceği ‘’ fetvasını vermişlerdir. Hanefilerden Allame Ebu Hafs şöyle der: ‘’ Müslüman bir kimse, Allah Teâlâ’ya elli yıl ibadet etse, sonra bir müşrike Nevruz bayramını tebrik, tazim maksadıyla bir yumurta verse, muhakkak kâfir olur ve ameli mahvolur. Aynı gün, herhangi bir tazim kastı bulunmaksızın, insanların normal âdeti üzere bir Müslüman’a hediye verse, kâfir olmaz. Fakat şüpheyi yok etmek için bunu, o günden önce veya sonra vermesi gerekir. (O müşriklerin herhangi bir) bayram günlerinde, önceleri satın almadığı bir şeyi satın alsa, eğer bunun tazim kast etmiş ise kâfir olur. Yok, tazim maksadı bulunmadan, sadece yemek, içmek ve zevklenmek için satın alırsa, kâfir olmaz.‘’ 42
Rabbim hakkı hak bilip hakka tabi olmayı, batılı batıl bilip ondan da kaçınmayı cümlemize nasip eylesin…
Dostları ilə paylaş: |