T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


Kur'ân Üslûbunun Başlıca Özellikleri



Yüklə 5 Mb.
səhifə405/740
tarix05.01.2022
ölçüsü5 Mb.
#63144
1   ...   401   402   403   404   405   406   407   408   ...   740
Kur'ân Üslûbunun Başlıca Özellikleri:

1- Kur'ân, mevcut edebî türlerden farklıdır. Arapça'daki başlıca edebî türler nazım (şiir) ve nesir idi. Şiirin vezinli ve kafiyeli olması şartı vardı. Nesir ise secili veya mürsel tarzda olurdu. Kur'ân, bunlardan hiç birine dahil değildir. Bununla beraber, Kur'ân'dan kısa bir parça okuyan kimse, ahenkli bir tesirin kendisini sardığını hisseder. Bazıları, Kur'ân'da seci olduğunu zannedebilir. Ama unutmamak gerekir ki, secide cümlelerin aynı vezinle devam etmesi şarttır. Yoksa bazı cümlelerin kafiyeli veya vezinli bitmesi, seci için yeterli sayılmaz. Meselâ, sözün bazı mısraları iki, bazıları dört kelimeden meydana gelmek suretiyle vezinleri ve usûlleri değişince bu, seci sayılmaz. Oysa Kur'ân, böylesi kayıtlardan azadedir. Bir kısım âyetlerin vezinde veya fasıla harfinde uyuşması ile seci gerçekleşmez.

Seyyid Kutub, Kur'ân üslûbunun büyüleyiciliğini, onun hem şiirin hem de nesrin meziyetlerini bir araya toplayan nazmına irca eder. Taha Hüseyin'in: "Kur'ân ne şiirdir, ne de nesirdir; o, Kur'ân'dır." sözünü naklederek: "Bizim bu kabil kelime oyunlarına ihtiyacımız yoktur. Kur'ân nesirdir, ama kendine has, harika bir nesir sanatını havi, mümtaz bir türdür." der.



2- Kur'ân'ın ses nizamından ve lügavî güzelliklerinden hasıl olan eşsiz bir âhengi vardır. Kur'ân nazmında kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, med veya kasırların (uzun veya kısa hecelerin) nizamında tecelli eden, kulağa ve ruha hoş gelen bir musikisi vardır. Arapça bilmeyen biri bile, onu tertil üzere okuyan bir kâriye kulak verdiğinde, diğer musiki ve şiir nağmelerinin ötesinde, etkili bir âhenk hisseder. Alışılmış musikinin nağmeleri birbirine benzediğinden, çok geçmeden, dinleyiciye usanç vermeye başlar. Şiirde de aynı vezin ve kafiye devam edip bir süre sonra bıktırmaya başlar. Kur'ân âhengi ise biteviye olmayıp bir sesten diğerine geçer. Tecvid ilminde mehmuse, mechure, kimisi tok sesli, kimisi ıslık sesli, bazısı hafi bazısı zahir diye sınıflandırılan bu sesler binlerce çeşit olarak öylesine sıralanır ki, onların kompozisyonlarından her zaman hayranlık veren bir ses armonisi meydana gelir. Bu armoni, Arap veya Arap olmayanı ile bütün insanlığı, nâzil olduğu asırdan günümüze kadar heyecan ve ihtizaza gark etmektedir. Bu âhenk, Arapça ifadeye raci değildir. Zira Kur'ân'ın dışındaki Arapça metinlerde bu özellik bulunmaz.

3- Kur'ân'da mânâ ile lâfız dengesi vardır. İstenilen mânâyı anlatmak için, hangi kelimeler gerekiyorsa, fazlası veya eksiği olmaksızın, Kur'ân onları kullanır. Mânâ kelimeye bürünerek lâfız hâlinde dökülür. Bu iş nazari olarak kolay görünse de, Kur'ân'ın dışındaki sözlerde gerçekleştiğine ancak ender olarak rastlanır. Ediplerde veciz ve öz söyleme, mânâ aleyhinde işler. Kelâm âdeta bilmece hâline gelir. Mânâyı etraflıca anlatmak istediklerinde ise sözü uzatırlar. Bu da sözün parlaklığını giderir; muhatap, asıl mânâ ile tali mânâyı fark edemeyecek hâle gelir. İbn Atiyye (v. 542/1148) gibi bir üstadın şu sözü, hemen hemen bütün müfessirlerce kabul edilerek nakledilir: "Kur'ân'dan bir lâfız çıkarılacak olursa, Arap lisanının tamamı alt üst edilse bile, onun yerini tutabilecek tek kelime bulunamaz" (...). Bazı müfessirlerin bir takım kelimeler hakkında dikkatsizce kullandıkları zâide, mukhame gibi tabirler eleştirilmiştir. Aslında Kur'ân'da zaid söz olmayıp, bu gibi kelimelerin de mutlaka ifade ettikleri tamamlayıcı unsurlar ve incelikler mevcuttur.

4- Kur'ân, edebî türlerin hepsinde mükemmeldir. Teşri, kıssa, cedel ve münazara, mev'iza, tarih, zühd ve rekaik gibi birbirinden çok farklı edebî türlerin hepsinde söz söylediği hâlde onun ifadesi, nazmının metanetinde, güzelliğinde, fesahatinde hep aynı yüksek seviyeyi gösterir. Birinden diğerine maharetle geçerken, muhatap hiç bir kopukluk ve irtibatsızlık hissetmez. Oysa edipler, en fazla bir iki nevide mahir olurlar. Çünkü anlatılmak istenilen mânâ geniş, misalleri zengin olduğu nisbette konuyu anlatmak rahat olur. Buna karşılık mânâ sınırlı, konu hakkında bilgi az olduğu ölçüde anlatmak zorlaşır, kelimeler bulunamaz olur. Bu sebeptendir ki, Arap ediplerinin en çok söz söyledikleri alanlar; fahr, hamase, mev'iza, medih ve hica (öğünme, kahramanlık, öğüt övme ve yerme) olmuş, buna mukabil felsefe, teşri ve muhtelif ilimlerin sahalarında ise pek az dolaşmışlardır. Bu, diğer milletler için de aşağı yukarı aynı derecede geçerlidir.

5- Kur'ân, aynı anda farklı seviyelere hitap eder. Zannedilmesin ki, âyetten zıt mânâlar çıkabilir. Gerçek şudur: Bir çok âyetin genel mânâsı aynı kalmakla beraber sathı, derinliği ve kökleri bulunabilir. Geniş kitle zahiri mânâyı; kültürlü kesim derinlikteki mânâyı; ihtisas ehli ise mânânın köklerinin çoğunu anlar ve gelecek nesillere de yeni taraflar kalır. Farklı anlayışlara imkân veren bir âyeti, ilk nesiller kendi durumlarına göre, daha sonraki nesiller ise ulaştıkları ilmi seviyelere göre anlarlar. Ancak şu var ki, önce yaşayanların devirlerinde, sonra gelenlerin anladıkları mânâya dikkat çekecek hususlar mevcut olmadığından, eskilerin bunu bilmeleri elbette beklenemez. Hülasa Kur'ân, muhtelif zekâ ve istidatların, zevklerine göre hisselerini alabilecekleri şekilde âyetlerini ve cümlelerini vaz' etmiştir. Binaenaleyh Arapça dilbilgisi kurallarına, belâgat prensiplerine ve İlm-i Usûl'e uygun olmak şartıyla, müfessirlerin farklı yorumları; zamanlara, tabakalara ve zekâlara göre murad ve caizdir, diye hükmedilebilir. Meselâ dağların kazık oluşu (Nebe', 6-7) çeşitli seviyelerde farklı farklı alanlara pencere açar. Âyetlerin farklı seviyelere bütünün bazı taraflarını göstererek hitap etmesi, insanların ilmî seviyelerini gözetip onların anlayış seviyelerini okşaması, yanlış bilgi vermeksizin, o akıl ve anlayışları ihlâl etmeksizin onlara hitap etmesi, tek başına bir mûcizedir.

6- Konuların iç içe olması. Kur'ân, mutad kitaplar gibi konu esasına göre bölümlere ayrılmamıştır. Müsteşrikler ile onlardan etkilenen bazı kimseler, onun bu özelliğini "sadelik ve bedeviyet"e bağlarlar. Hâlbuki bu da, Kur'ân'ın orijinal taraflarından biridir. Diğer taraftan, Kur'ân insanların telif alışkanlıklarına uymaya mecbur değildir. Daha da önemlisi şudur ki: Yazarların kitaplarını bölümlere ayırmaları aklî bir zaruret değildir. Onlar, kitapların takip ettiği maksatların ışığında bu işi yaparlar. Kur'ân'ın uygun bulduğu tarzın, onun irşad ve hidayet maksatlarını en iyi şekilde gerçekleştirdiğinden bu tarzı seçtiği söylenebilir. Telif alışkanlıklarına taassupla bağlanmak, acizden ileri gelir. Kur'ân'ın ihtiva ettiği konuların hepsi şu küllî mihver etrafında dönmektedir: O da, insanları, kendi fikir ve iradeleriyle Allah'a kulluğa davet etmektir. Kur'ân, bütün kâinatın merkezini teşkil eden bu külli mânâyı; teşri, kıssa, tarih, mev'iza, cedel, tasvir, va'd ve vaîd gibi çeşitli mevzuların hepsine bir ruh katmış ve o cüzleri bir kompozisyon içinde kaynaştırmıştır. Bundan ötürü Kur'ân, naklettiği kıssaya okuyucusunun dalıp gitmesini önlemek için, irşad unsurlarından bir kaçını kıssa içine yerleştirir. Külli mânâyı hatırlatma, konulara göre sıralanmamış, yani kalıplaşmamış kelâmda daha etkili olur. Kur'ân'ın, son derece fazla sayıdaki konuları bir araya toplamasına rağmen tutarsızlıktan, irtibatsızlıktan kurtulması, bu küllî mânânın ona ruh olmasındandır.

Vücudu meydana getiren ve ilk bakışta dağınık duran birçok uzuv, nasıl organik bütünlüğe mani değilse, bilâkis ayrı ayrı yerlerde olmaları canlı organizmanın devamının şartı ise, Kur'ân'daki çeşitli mevzuların arasına, siyakla uyum sağlayacak şekilde, merkezi mânânın serpiştirilmesi de ruhun, bedenin her tarafına sirayet etmesi kabîlindendir.

Ayrıca Kur'ân, insana hitap ettiğinden, insanın anlayışına uyum sağlar. İnsanın hayatında tahlilî (ayırmaya yönelik, analytique) değil, terkibî (birleştirmeye dönük, synthetique) bütünlük vardır. Bizden her birimiz insan olarak kendimize hakim ve bütünlüğümüzü korurken, bazen parça parça meselelerle ilgileniriz. Böylece objeler yönünden bir dağınıklık görülür. Fakat mühim olan, objelerin değil, süjenin, öznenin durumudur. Ayrı şartlarda, ayrı zamanlarda ve farklı konularda ani ve def'i, âdeta ilka olunan tarzda, açıkça başka bir âlemin nişanlarını taşıyan, baş taraflarında bazen şifreler bulunan pek önemli muhabere kayıtları olan vahiyler mecmuası Kur'ân, ayrı ayrı halkalardan ibaret olduğu hâlde, bir tek sebîke (altın kalıbı) gibidir. Oysa yazarlar, devam eden sözde bir fikirden öbürüne geçerken sık sık zorlanıp noksanlıklarını haza, elâ, inne ("işte", "böylece", "şu hâlde", "demek ki", "nitekim") gibi kelimeleri kullanarak tamamlamaya veya kitaplarını bahis veya paragraflara ayırmaya mecbur kalmışlardır.

7- Tekrarlar. Hem irşadın bir gereği olarak, hem de tehaddisini (meydan okuma) hatırlatmak için Kur'ân, bazı kıssa, cümle veya kelimeleri tekrar eder. Konuyu kıssalar bakımından ele alacak olursak: Meselâ Âdem (a.s.) ile İblis kıssasının altı yerde tekrarlandığı zannedilir (Bakara 34 vd., A'raf 11 vd., İsra 61 vd., Kehf 50, Taha 116 vd., Sâd 71 vd ). Fakat biraz dikkat edilecek olursa bunlardan hiç bir anlatımın öbürünün tam tekrarı olmadığı anlaşılır. Yapılan şey, Kur'ân'ın ilgili siyaka göre bu hâdisenin muayyen taraflarını muhatabın dikkatini çekmesidir. Aslında Kur'ân üslûbunda "kıssalar (kıssa olarak) anlatılmaz, hemen esasa dönebilmek için hatırlatılır." Kıssa olduğu gibi tekrarlanmaz, kaçınılmaz olan kısmı ister istemez tekrarlanır. Bir konunun farklı bir üslûpla, değişik bir siyakta ve değişik bir maksadı vurgulamak için karşımıza çıkması, aslında tekrar sayılmaz. Bu tarzda yapılan "tekrarla hakikat bulanmaz, aksine vuzuh ve ikna gücü kazanır."


Yüklə 5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   401   402   403   404   405   406   407   408   ...   740




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin