T. C. DİYanet iŞleri başkanliği eğİTİm hiZMETleri genel müDÜRLÜĞÜ Program Geliştirme Daire Başkanlığı


ÜNİTE KUR’AN’IN MAHİYETİ VE MUHTEVASI



Yüklə 5 Mb.
səhifə25/56
tarix13.05.2018
ölçüsü5 Mb.
#50400
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   56

2. ÜNİTE

KUR’AN’IN MAHİYETİ VE MUHTEVASI



1. Kur’an Nasıl Bir Kitaptır, Özellikleri Nelerdir?

Tefsir ilminin konusu Kur’an’dır. Bu ilim bize Kur’an’ı anlamamız için gerekli bilgi ve yöntemleri öğretir. Şüphesiz bir şeyi iyi anlamak için onu tanımaya ihtiyaç vardır. Bizim de Kur’an’ı iyi anlayabilmemiz için onu iyi tanımamız gerekir. Bu nedenle Kur’an’ın temel özelliklerini incelememizde yarar vardır:



1.1. Kur’an Allah Kelamıdır

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌوَبَشِيرٌ" “Elif, Lam, Ra. Bu Kitap, hakim ve haberdar olan Allah tarafından, Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitap’tır. Ben size, O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hud 11/1-2).



Kur’an’ın en önemli özelliği onun Allah kelamı oluşudur. Kelâm anlamlı sözü ifade ettiği için bir muhataba yönelik olmayı (hitap) içermektedir. Yönelik olma bizzat Allah tarafından "hüden" ve "beyyinât" kelimeleriyle açıklanmıştır: "أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ" (Bakara 2/185). Kur’an’ın muhtevası bu yönelmişlikle irtibatlı olarak muhtelif şekillerde tasnif edilmekle birlikte ana hatlarıyla "haber" ve "inşâ" kısımlarına ayrılmaktadır. Haber esas itibariyle bizzat Allah'ın isimleri ve sıfatları, âhiret ahvali, kıssalar ve kevnî olanın beyanı olarak gerçekleşirken hidayet daha çok neyin nasıl yapılması gerektiğini, yani olması gerekeni ifade etmektedir. Bu çerçevede Kur’an’da "her şey"in bilgisi bulunmaktadır “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.” "وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ" (En’âm 6/38); “O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şahit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şahit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”" وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِمْ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلَاءِ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ" (Nahl 16/89). Buradaki "her şey" cüzî olanı değil esas itibariyle küllî olanı belirtmektedir. Bu bilgi, bir yönüyle mevcudu kendi var oluşu içerisinde (meselâ herhangi bir nesneyi veya insanı fizikî özellikleri açısından değil mahlûk olması açısından) kavramayı anlatırken diğer yönüyle insanların fiilleriyle ilgili hükümleri, yani onların neleri yapması ve nelerden uzak durması gerektiği konusunda onlara yol gösterme anlamında bir hidayeti ifade etmektedir.

1.2. Kur’an Arapça Bir Kitaptır

Kur’an lafız olarak Allah tarafından indirilmiştir. Çünkü bu kitabı gönderen Allah şöyle buyurmaktadır: حم وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ Ha Mim. Apaçık kitaba andolsun ki biz onu iyice anlayasınız diye Arapça bir Kur’an yaptık.” (Zuhruf 43/1-3). Kur’an’ı anlamaya ve tefsir etmeye çalışan kişi bunu daima göz önünde bulundurmalıdır.

Kur’an’ın manasının Allah’a, lafzının ise Cebrail ya da Peygamber’e ait olduğunu ileri sürenler “O, değerli bir elçinin sözüdür” ayetini delil getirirler.

Bu ayet iki yerde, Hâkka ve Tekvir surelerinde geçmektedir. Hâkka suresinde “elçi”den maksat Peygamber (s.a.)dir. Bunu sonraki ayetlerden anlıyoruz. Çünkü Kur’an’ın “değerli bir elçinin sözü” olduğu, şair ya da bir kâhinin sözü olmadığı ifade edilmektedir. Söz konusu ayetler şöyledir: " إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ قَلِيلًا مَا تُؤْمِنُونَ وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ" “Kur’an, muhakkak şerefli bir Peygamberin sözüdür. Yoksa o, bir şairin sözü değildir. Ne kadar da az iman ediyorsunuz. O bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbinden bir indirilmedir.” (Hâkka 69/40-43).

Tekvir suresindeki “elçi”den maksat ise Cebrail’dir. Orada şöyle buyrulmaktadır: " إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ ذِي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ" “Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin sözüdür. O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır.” (Tekvir 81/19,20).

Buna göre ayetlerde geçen “sözü” kelimesiyle lafızları belirleyenin Cebrail veya Peygamber olduğu kast ediliyor denilecek olursa ortada bir çelişki vardır, demektir. Her ikisi birlikte lafızları belirlemiştir, denilemeyeceğine göre, ya biri, ya diğeri lafızların kalıplarını belirlemiş olmalıdır. Bir defasında bunu yapanın Cebrail olduğunu söylemek, diğer bir defasında Peygamber olduğunu söylemek bir çelişkidir. Kur’an ise çelişkiden uzaktır.

O halde “elçinin sözü” ifadesiyle Kur’an lafızlarının Cebrail tarafından veya Peygamber tarafından kalıba döküldüğü kast edilmiyor. Dikkat edilirse ayetlerde Cebrail için de Peygamber için de melek veya Peygamber denilmiyor, elçi deniliyor. Elçi, kendisini elçi olarak tayin eden kişi veya makamın sözlerini başkalarına ulaştıran kişidir. Elçinin görevi aktarmaktan ibarettir. Elçide aranan en önemli vasıf güvenilir olmaktır. Her iki ayette de buna vurgu yapılmakta, Allah’ın sözlerini olduğu gibi size aktarıyorlar; bundan emin olun denilmektedir.

1.3. Kur’an Hz. Peygamber’e (sav) 23 Senede İndirilmiş Bir Kitap’tır

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem kendisine indirilen bu kitabı ümmetine sadece tebliğ etmekle kalmamış onu aynı zamanda sözleri ve uygulamalarıyla açıklamıştır. Kur’an’a muhatap olan insanlar, onu başından itibaren Hz. Peygamber'in kendilerine tebliğ ettiği ve onlara ulaştığı haliyle kavramış ve öylece kabul etmiştir. Bu kavrayış ve kabul Müslüman’ın sağduyusunun esasını oluşturduğundan bu sağduyuya dayanan yaklaşımı temsil eden fıkhın Kur’an tanımı bu zemin üzerinde oluşmuş ve devam etmiştir. Klasik hale gelmiş olan bir tanımda Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber'e inzal edildiği, kendi başına bir mucize olduğu, Mushaflara yazıldığı, hafızalarda korunduğu, okunması ile ibadet edildiği ve tevâtüren nakledildiği belirtilir. Tanımda zikredilen unsurlardan özellikle ilk ikisi Resul-i Ekrem dönemi söz konusu olduğunda tayin edici olarak kabul edilmekle birlikte hafızalarda saklanması ve tevâtüren nakledilmesi daha sonra yaşayanlar açısından belirleyici ek unsurlar olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan okunması ile ibadet edilmesinin zikredilmesi, onun Müslüman’ın hayatındaki merkezî yerini ifade etmesi açısından önem taşımaktadır. (A’raf 7/204; Fatır 35/29; Müzzemmil 73/4)



1.4. Tevatür Yoluyla Nakledilmiştir ve Allah’ın Koruması Altındadır

İndiği dönemde hem ezberlenmiş, hem de yazıyla tespit edilmiştir. Bu durum ne diğer ilahi kitaplar için ve ne de o dönemden ve öncesinden kalma herhangi bir vesika için söz konusudur. Kur’an’ın korunmasını bizzat Allah garanti etmiştir: Hiç şüphe yok ki, Kur’an'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr 15/9).

Diğer ilahi kitaplar böyle bir koruma altına alınmamıştır. Onların korunması insanlara bırakılmıştır. Nitekim Tevrat’la ilgili olarak Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İçinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ı, elbette biz indirdik. Müslüman olan peygamberler, Yahudiler hakkında hükmederler, kendilerini Tanrıya adamış zâhitler, âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirler).” (Maide 5/44).

1.5. Mucizedir

Mucize, peygamberin Allah’ın elçisi olduğunu ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği olağanüstü şeylerdir. Her peygamber mucizeyle gönderilir. Onunla meydan okur fakat insanlar bir benzerini getiremezler.

Önceki peygamberlerin mucizeleri kevni idi. Evrendeki geçerli kanunları şu veya bu şekilde ters yüz eden olağanüstülükler şeklindeydi. Ayrıca önceki peygamberler belli bir dönem ve bölgeye gönderilmişlerdi. Onlara muhatap olan insanlar ya bizzat bu mucizeleri müşahede etmişler veya ikinci üçüncü ağızdan duymuşlardır. Bu da sonraki kuşaklar açısından mucize ile efsanenin bir birine karışmasına sebep oluyordu.

Oysa Peygamberimizin peygamberliği, gönderilişinden itibaren kıyamete kadar bütün insanlaradır. Her yere ve her nesile taşınabilen, muhatap olan her insanın müşahede edebileceği bir mucizeye ihtiyaç vardı. İşte Kur’an her bölgeye ve her nesile taşınabilir bir mucizedir. Ayrıca o tek yönlü değil çok yönlü bir mucizedir.

Kur’an mucize olma yönüyle insanlara meydan okumuştur. İnsanlar ve cinler bir araya gelseler yine de Kur’an’ın bir benzerini hatta içinden on tane surenin veya bir tane surenin benzerini meydana getirmeyeceklerini ifade eder. İsra suresi 88. ayette Kur’an’ın bir benzerinin getirilmesi istenirken: “قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا” Bakara suresinin 23. ayetinde bu meydan okuma tek bir sureye kadar düşürülmüştür: “وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

Kur’an-ı Kerim parlak üslubu, lafızlarının inceliği, manalarının çekici güzelliği ve zenginliği, prensiplerinin yüceliği, latif meselleri ve edebi sanatlardaki incelikleri ile herkese tesir etmiş ve insanlığı hayret, dehşet ve hayranlık içinde bırakmıştır. Kur’an’ın ahengi Arapça bilmeyenleri bile hayran bırakır. O nazmının ve üslubunun bazı özellikleri yanında kendisine inanan ve uyan insanları ulaştırdığı yüksek ahlak seviyesi de mucize olmasının en önemli alameti olarak kabul edilmektedir.



1.6. Okunmasıyla İbadet Edilen Bir Kitaptır

Bu yönden Kur’an'ın bilhassa namazda okunması ve Kur’an okunduğunda dikkatle dinlenmesinin emredilmesi ("وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ" A’râf 7/204), onun Müslümanların hayatında edindiği tayin edici yerin esasını teşkil ettiği gibi Kur’an okuma ve dinleme Müslüman olmanın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Kur’an Müslüman’ın hayatında sadece anlamı araştırılan sıradan bir mevzu, bir nesne, herhangi bir kitap değil kendisiyle Müslümanlığını okuma ve dinleme ilişkisi içinde sürdürdüğü bir hitaptır.



1.7. Hidayettir

Kur’an’ın en önemli ve öncelikli özelliklerinden biri, hidayet rehberi olmasıdır. Bu husus müteaddit ayetlerde dile getirilmektedir. (Bakara 2/2,97,185; Âl-i İmran 3/73,138).

Kur’an’ı anlamak için, onun vahyedilmiş bir kitap olduğuna inansın veya inanmasın onun bizzat kendisinin ve onu tebliğ edip uygulayan Peygamber’in onun ilahi bir kılavuz olduğu iddiasını göz önünde bulundurmalıdır.

Âlemlerin Rabbi, yaratıcısı maliki ve hâkimi olan Allah insanı yaratmış, onu konuşma, anlama ve doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırt etme melekeleriyle donatmıştır. Ona dilediğini seçme ve yapma hürriyetini de vermiştir. Bu melekeleri ona vermesi Allah’ın insana bahşettiği hidayetlerden biridir.

Allah ayrıca gönderdiği peygamberler vasıtasıyla onu sadece Allah’a kul olmak için yarattığını; iyinin kötünün, doğrunun ve yanlışın ne olduğunu peygamberleri vasıtasıyla bir daha öğretmiş ve bu dünyada bunlardan imtihan edileceğini bildirmiştir. Öldükten sonra başka bir hayatın başlayacağını ve orada bu dünyada yaptıklarının karşılığını göreceğini bildirmiştir. Bu Allah’ın insana ikinci bir hidayetidir.

İnsan zaman zaman bu hidayetten ayrılınca Allah Teala onlara sorumluluklarını hatırlatmak üzere zaman zaman peygamberler ve Kitaplar göndermiştir. İşte Kur’an bunların sonuncusudur.

Kur’an bu rehberliğini hem bilgilendirmek hem de eğitmek suretiyle yapar. Hatta eğiticilik yönü daha kuvvetlidir, diyebiliriz. Bir inanç prensibini, bir hukuk kuralını eğitici bir üslupla anlatır. Kıssalarında zaman, mekân ve şahıs unsurlarının kapalı geçilmesi, kıssadan alınacak ibretin yani eğitici yönün öne çıkarılması sebebiyledir. Okuyucuyu eğitmekten alıkoyan ya da oyalayan hususların tamamı arka plana atılmış ve gizlenmiştir.

Şüphesiz Kur’an’ın bunların dışında daha pek çok özelliği vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.: Kur’an insanı yaratılanlardan yaratana götürür. Kendisi üzerinde düşünülmesini ister. Körü körüne taklidi sevmez. Zorlukları kaldırır, kolaylığı murat eder. En derin ve zengin manaları en veciz bir şekilde ifade eder. Zaman ve mekânın gizlilikleri içinde kalmış gayba ait haberleri verir. Tekrarları usandırmaz. Ancak sonradan yapılmış hassas aletlerle ve laboratuvar deneyleri ile ulaşılabilen ilmi gerçekleri çok önceden haber verir. Fert ve toplum ahlakını güzelleştiren ve aileyi ıslah eden ahlaki kaideler ortaya koyar. Aynı lafızlarla birbiriyle çelişkili olmaya çeşitli manaları ifade eder. Yaratılış, ölüm ve ölüm ötesi hakkında başka hiçbir kaynaktan elde edilemeyecek doğru ve kesin bilgileri verir. Hukuk ve insan ilişkileri ile ilgili en gerekli ve faydalı yönlendirmeleri yapar. İnsana yaratanına ve yaratılanlara karşı sorumluluklarını öğretir.


2. Tevhid, Nübüvvet ve Ahiret

2.1. Tevhid

Kur’ân-ı Kerim’de “İlâh” kelimesi, toplam 147 yerde geçer. “Allah” lafzı ise, tam 2697 yerde kullanılır. "Lâ ilâhe illâllah" şeklindeki tevhid kelimesi/cümlesi Kur'an'da iki yerde (Sâffât 37/35; Muhammed 47/19) geçer. Aynı anlama gelen "Lâ ilâhe illâ Hû" şeklinde otuz yerde tekrarlanmaktadır. Tevhidi anlatan diğer âyetleri de göz önünde bulundurduğumuzda, Kur'an'ın Allah'ın tek bir ilâh olduğuna inanmaya ne kadar önem verdiğini ve bütün Kur'ânî esasların tevhid inancı esasına dayandığını görürüz. Tevhid, yaratılıştan öncedir. Cenâb-ı Allah yaratılış esnâsında (ruhlar âleminde) yegâne Rab olduğunu bütün insanlığa onaylatmıştır: “Hani Rabbin Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhit tutmuştu. ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) ‘Evet (Rabbimizsin) şâhit olduk’ demişlerdi. (Bu) Kıyâmet günü ‘biz bundan habersizdir’ dememeniz içindir. Ya da bizden önce atalarımız şirk koşmuştu da biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız. İşleri bâtıl olanların yaptıkları yüzünden bizleri helâk mı edersin?’ dememeniz için...” (A’râf 7/173). Âyette görüldüğü üzere Tevhid fikrinin temelleri insanlığın yaratılışı esnâsında atılmıştır. Yüce Allah biricik Rab olduğunu bütün insanlara tasdik ettirmiş ve Kıyâmet günü yapılabilecek tüm itirazların geçersiz olduğunu daha ilk günden kendilerine bildirmiştir. Cenâb-ı Allah, kullarından aldığı bu söz üzerine onları bilme, düşünme ve akletme yetenekleriyle donatmış ve ayrıca onlara iyiyi, güzeli ve doğruyu gösteren peygamberler göndermiştir: “Biz her ümmete; ‘Allah’a kulluk/ibâdet edin ve tâğutlardan sakının’ diye bir peygamber gönderdik.” (Nahl 16/36).

Görülüyor ki tevhid inancı, akîdenin esasıdır. Şeriatın tümü onun için indirilmiş, bütün peygamberler, hep o inanca çağırmışlardır. Bu temel akîdeye dayalı olan İslâm dininin ana hedefi, insanları şirkten, tâğutlardan ve küfürden kurtararak Allah’ın birliğine inandırmak, kalplerde bu rûhu yeşertmek, Allah’ın bir tekliği fikrini yerleştirmektir. “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, İslâm dininin temel rüknü olduğuna göre Tevhid olmadan İslâm dininden de bahsetmek mümkün olmaz. Bu yüzden İslâm’da şer’î ilimlerin temeli ve aslı kabul edilen Tevhidin ilk olarak açıklanması, tebliğ edilmesi ve beyan olunması gerekmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her peygambere; ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiyâ 21/25). Aslında Kur’ân-ı Kerim Tevhidin, yani “Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o en önemli vurgu olarak şirki ve benzerlerini kesin bir dille reddediyor. Tevhid akîdesinin, küçük bir şüpheye yer bırakmadan, saf ve katıksız bir şekilde yerleşmediği bir kalpte hakiki imandan bahsetmek mümkün değildir. Gerçek bir iman için, Allah’a imandan önce tâğutları tanımamak, onları reddetmek gerekir: “Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a iman ederse, şüphesiz kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.” (Bakara 2/256).

Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde bu âyetle ilgili şunları söylemektedir: “Muvahhid mü’min olmak için, Allah’a imandan evvel küfre tevbe etmek şarttır ve bu tevbenin şartı da tâğutları asla tanımamaya azmeylemektir. Bu sûretle ‘Kim tâğutu inkâr edip de Allah’a iman ederse’ âyeti ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Yayınları 2/871). Kur’an’a göre Allah’a iman etmekle, tâğutu reddetmek aynı kapıya çıkar. Yani tâğut reddedilmedikçe Allah’a iman tamamlanmış olmaz. Bu ikisi hiçbir zaman bir arada bulunamaz. Allah’a inanmak ve iman etmek; aynı zamanda tâğuta tâbi olmamak demektir. Mü’min olmanın, Allah’ı kabul etmenin anlamı, Tevhid akîdesinin net olarak, saf, arı ve duru olarak insan kalbine yerleşmesi ve buna bağlı olarak insan hayatında, yani pratikte tezâhür etmesidir.

Tevhid, mü’minin hayat metodudur. Diğer İslâmî bütün rükünler bu genel prensibe bağlıdır. Bu itibarla Tevhid kavramı, yani “Lâ ilâhe illâllah” prensibi İslâm’da bütün anlayış ve yaşayış biçimlerinin kaynağını teşkil eder. Diğer bütün rükünler, prensipler ve fikirler bu yüce kavramın etrafında örülür. İnsan, Tevhid akîdesi konusunda net bir düşünceyi kazanıp bir karara varmadıkça, bu konuda sâbit bir görüşe ulaşmadıkça, diğer İslâmî hiçbir konuda sağlıklı bir sonuca ulaşamaz. Her zaman olduğu gibimateryalist ve kapitalist felsefelerin, beşerî ideolojilerin göz boyadığı ve kafa bulandırdığı günümüzde, bizi bu kargaşa ve zillet bataklığından kurtaracak yegâne prensip Tevhid akîdesidir. Kur’an Allah Teâlâ’nın varlığını isbat etmeyi değil; O’nun sıfatlarını konu edinmiştir. Bu âyetlerde özellikle Tevhid, yani Allah’ın bir tekliği üzerinde durularak Allah’ın şerîki ve benzeri olmadığı ifâde edilmiştir. Kur’an’a göre Tevhidin asıl mânâsı; Allah’ın birliğine, dengi ve ortağı olmadığına insanların iman etmesidir.


2.2. Nübüvvet

Nübüvvet, haber almak manasına gelir. Allah tarafından vahiy gibi hususî bir iletişimle kendisine ilahî haberler, mesajlar ulaştırılan kimseye nebi denir. Hz. Muhammed (sav) hem nebidir; vahiy almıştır, hem resuldür; ilahî vahyi diğer insanlara tebliğ etmekle yükümlüdür.

Resulullah’ın ahlakını sorunlara Hz. Aişe “O'nun ahlakı Kur’an’dır” diye cevap vermiştir. Bundan anlıyoruz ki, Kur’an ve sünnet iç içe girmiş birer elçilik formasıdır. Hz. Muhammed (sav) Kur’an’da öğrendiklerini hayatına tatbik etmiş ve bu tatbiki de sünnet olarak karşımıza çıkmıştır. Demek ki, nübüvvetin iki kanadı var; Kitab ve Sünnet.

Nübüvvet-adalet ilişkisi: Adalet, her şeyin hakkettiği yerde olmasına imkân vermek, değişik varlıklar arasında ölçülü dengeler sağlamaktan ibarettir. Allah mutlak adaletinin bir tezahürü olarak, evrendeki her şeyi yerli yerince koyup yerleştirdiği, her şeyi kabiliyetine göre istihdam ettiği, jeolojik sistemler ve gök cisimleri arasında var olan kozmik dengeleri tekvinî kanunlarıyla sağladığı gibi, insanlık camiasında da olması gereken adaleti, zengin-fakir gibi değişik katmanlar arasındaki dengeleri de nübüvvet yoluyla gönderdiği teşrii kanunlarıyla sağlamıştır.

Şu kesindir ki Biz resullerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resullerle beraber kitap ve adalet terazisi indirdik. Mahiyetinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok fayda bulunan demiri de, kullanmaları ve Allah’ı görmedikleri halde O’nun dinini ve peygamberlerini, kimlerin bu kuvvet ile destekleyeceğini bilip ortaya çıkarmak için, büyük bir nimet olarak indirdik. Unutmayın ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak galiptir ”(Hadid 57/25) mealindeki ayet, nübüvvetin önemli bir tezahürü adaletin tesisi olduğunu göstermektedir.



Nübüvvet-ibadet ilişkisi: İnsanların fıtratında, yaratılışında, vicdanlarında aşkın bir güç sahibine tapma duygusu vardır. Eskiden beri doğru yolu kaybedenlerin bile bir şekilde yapmacık bir ilaha tapmaları bunun açık göstergesidir. “Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi” şeklindeki ilmî ve tecrübî düsturun bir yansıması olarak, insanların vicdanına tapma arzusunu yerleştiren Allah, bu duygularını doğru olarak tatmin etmeleri için de peygamberler göndermiş ve peygamberlerin gösterdiği şekilde gerçek Mabud olan Allah’a ibadet etmelerini emretmiştir. Nübüvvet zaviyesinden hak ve hakikate yol açılmış ve “Ben cinleri ve insanları ancak Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım”(Zariyat 51/56) mealindeki ayet ve benzeri ayetlerle doğru ibadetin rotası çizilmiştir.

Nübüvvet-haşr ilişkisi: Nübüvvet Allah ile kulları arasında bir iletişim hattıdır. Bu hatla Allah kullarına bazı görevler vermiş ve bu görevleri yerine getirenlere verilecek mükâfatlar söz verilmiştir. Bu mükâfatın yeri ölümden sonra varacağımız mahşer meydanıdır.

Ey şanlı Peygamber! Biz seni insanlar hakkında şahit, müjdeci, uyarıcı, Allah’ın izniyle O’nun yoluna dâvet eden bir peygamber ve aydınlatan bir ışık olarak gönderdik. Sen, müminlere Allah’tan büyük bir lütfa nail olacaklarını müjdele!”(Ahzab 33/45-47) mealindeki ayetlerde nübüvvetin adalet, ibadet ve haşirle olan ilişkileri gözler önüne serilmiştir.



Nübüvvet- tevhid ilişkisi; Nübüvvetin varlığı tevhid inancının gözle görünen bir göstergesidir. Çünkü, Hz. Adem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin en başta gelen davetleri tevhid akidesine yönelik olmuştur. Zaten Allah lafz-i celal kullanıldığı zaman, tek olan gerçek ilah ve yegâne hakiki mabud akla gelir. Şuara suresinde söz konusu edilen peygamberlerin ortak olarak seslendirdiği mesajlara bir misal olarak şu ayetlere bakabiliriz: “Nûh’un halkı da gönderilen resulleri yalancı saydı. Kardeşleri Nûh onlara şöyle demişti: “Hâlâ inkâr ve isyandan sakınmayacak mısınız? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Öyleyse (yegâne Mabud olan) Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin! Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn’dir. Haydi öyleyse! Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin!.”(Şuara 26/105-110).

Kur’an’da esas itibariyle Allah’ın varlığı değil, birliği ispat edilir. Çünkü, müşrikler bile Allah’ın varlığını inkâr etmiyorlar. Onun için bir kaç ayet dışında Allah’ın varlığı hakkında bir beyan söz konusu değildir. Onlardan birisi “Peygamberleri onlara: ‘Hiç gökleri ve yeri yaratan yüce Yaratıcı hakkında şüphe edilebilir mi?’ dediler” (İbrahim 14/10) mealindeki ayettir. Bu ayette istifham/soru edatının kullanılması, Allah’ın varlığı hakkında şüpheye yer olmadığını göstermek içindir.

Değişik peygamberlerin seslendirdiği bir çağrıya yer veren ayetlerden bir tanesi Hud süresindeki ayeti örnek olarak zikredelim: “Âd kavmine de, kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. O da: “Ey benim halkım! Yalnız Allah’a ibadet edin, zaten sizin O’ndan başka bir ilahınız yoktur. Siz şirk koşmakla iftira etmekten başka bir şey yapmıyorsunuz!”(Hud, 11/50).

Özetlersek, nübüvvetin en temel gayesi tevhid dersini vermektir. Bir yerde elçi varsa, o elçiyi gönderen biri vardır. Elçi, kendisini gönderen sahibine aykırı davranması söz konusu olamayacağına göre, bütün peygamberlerin bir ağızdan vurguladıkları “tevhid” inancı, güneş gibi akıllı gönüllere yansıyacaktır. Özellikle, elindeki Kur’an’la nübüvvetini ispat eden ve bütün muarızlarına meydan okuyan Hz. Muhammed (sav)’in tevhidi vurgulaması, gündüzün güneşe delaleti gibi, nübüvveti tevhid inancına delalet etmektedir. Aşağıda meallerini verdiğimiz şu iki ayet penceresinde tevhid ile nübüvvet arasındaki bağlantı oldukça âşikardır:



Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş.” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi ona benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın! Eğer bu dâvetinizi kabul etmezlerse, bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Artık hakka teslim olup Müslüman oluyorsunuz değil mi?” (Hud 13-14).
2.3. Ahiret

“Ahiret” kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de 115 kez geçmektedir. Bunun üç tanesi hariç 112 si ölümle başlayan ebedi hayatı ifade etmektedir. Ahiret, ölümle başlayan berzah âlemini, kıyamet olayını, sıratı, cen­net ve cehennem hayatını kapsayan geniş bir kavramdır. Ahirete inan­mak, Allah'a, meleklere, kitaplara ve peygamberlere inanmak gibi ima­nın temel unsurlarındandır. Dolayısıyla âhirete inanmayan insan, imanın diğer rükünle­rini de inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur. Ahiret hayatı hem ruh hem de be­denle yaşanacağından, mümin sıfatını ka­za­nabilmek için âhirete bu şekilde inanmak şarttır. Cennete ve cehenneme ilişkin bazı tasvirlerin dışında âhiret hayatı­nın nasıl olduğu Kur'ân-ı Kerim'de çok ayrıntılı olarak açıklanma­mış­tır. Ahiretten Kur'ân'da 112 kez söz edilmiş olmasına ve ebedili­ğine rağmen onun böyle yarı kapalı tutulmuş bulunması, belki de dünyada sahip ol­du­ğumuz sınırlı duyu ve duygularla oraya ait olağa­nüstü şey­leri tam an­la­mıyla kavrayamayacağımızdandır. Örneğin cennetin tasviri yapılırken süt, şarap ve süzme bal ırmak­la­rın­dan söz edilmektedir. (Muhammed 47/15). Dünyada da süt, şarap ve süzme bal var­dır. Ancak bunların ırmak şeklinde akması dünyadaki kaynaklar ve şartlar ba­kımın­dan imkansızdır. Keza cehennemde cezalandırılan in­karcılardan söz edilir­ken “...derileri piştikçe (yanıp dökülen cildin ye­rine) onlara başka de­ri­ler vereceğiz (...)” (Nisa: 4/56) denilmektedir. Demek ki buna rağmen ce­hennem­deki in­san ölmeyecektir. Halbuki dünyada de­risi soyulup dökü­lecek kadar yanan insanın yaşaması imkansızdır. İşte bu nedenle, dünya­daki sınırlı akıl ve du­yularımızla pek kavra­yamaya­cağımız, bu örneklere benzer âhiretin olağa­nüstü gerçeklerin­den Allah Teâlâ ancak gaybın ipuç­ları olarak bu müteşabih bilgileri vermiştir. Kur'ân-ı Kerim'de daha çok hangi ilgilerle âhiretten söz edildiğine ge­lince bunu şu örneklerle özetlemek mümkündür: 1- Bakara Sûresi'nin 1-4 âyetlerinde: Gayba inanan, namaz kılan, Allah'ın verdiği mal ve serveti onun hoşnutluğu uğrunda harcayan, (Hz. Muhammed'e ve ondan önceki peygamberlere indirilen) vahye ve âhirete inanan kimselerden söz edilmekte ve Kur'ân-ı Kerim'in bun­lar için yol gösterici olduğu ifade edilmektedir. Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Bu sayılan beş şey arasında güçlü bir ilgi vardır. Bunlardan Allah ve me­lek gibi gaybî gerçeklere ve Allah elçilerine inen kitaplara inan­mak, aynen âhirete inanmak gibi zâten imanın rükünlerindendir. Namaz kıl­mak ve zekât vermek de İslamın şartlarındandır. Dolayısıyla bunla­rın hepsi imanın bütünlüğü içinde birer temel unsurdur. Allah ve me­lek gibi gaybî gerçeklere inanan insanın, âhirete inanmaması düşünü­lemez. Keza namaz kılan ve zekât veren insanın da mutlaka âhirete imanı var­dır. İşte âhiret bu güçlü ilgi sebebiyle imanın diğer unsurları yanında ve onları tamamlayıcı olarak âyet-i kerimede yer almıştır. 2- Allah Teâlâ, bazı âyet-i kerimelerde, kötülük yapanların âhirette na­sipsiz kalacağını, bazılarında da onların ağır şekilde cezalandırılacak­larını açıklamıştır. Ahiretin bu ilgiyle bir ceza yeri olduğu açıktır. Bu nedenle insanın, işlediği fiilerden daima sorumlu olacağı ve eğer bir kötülük yap­mış, ancak pişman olmamışsa, ya da hak yemiş, ama zimmetini ibra et­tir­memişse öldükten sonraki âlemde bunun hesabını vereceği ve ha­kettiği ce­zaya çarptırılacağı anlaşılmaktadır. Şirk, Allah'a isyan, imansız­lık, nifak ve bir mümini kasten öldürmek gibi son derece ağır suçların âhirette cezası ebedi hüsrandır. Kur'ân-ı Kerim bunu açıkça ifade et­mektedir. (Bakara 2/39, 2/217, Al-i İmran 3/116, Nisa 4/14, 4/48, Maide 5/80, A’raf 7/36, Tevbe 9/68, Nisa 4/93). Bundan ise günahkar müminlerin cezalarının ge­çici ola­cağı sonucu çıkmaktadır.

3- İman eden, iyi niyetle ve hayırlı faaliyetlerle bu dünyada Allah Teâlâ'nın hoşnutluğunu kazanan kimseler için de, âhiret ebedi bir mü­ka­fat yeridir. Kur'ân-ı Kerim'de buna ilişkin deliller çoktur. (Nisa 4/56)

Kur’an’da son gün anlamında yevmü’l-âhir şeklinde, dünya ile karşılaştırmalı olarak veya yalın halde geçer. Yalın halde el-âhire şeklinde kullanıldığı yerlerde ed-dâru’l-âhire tamlaması, yani “âhiret yurdu” anlamında olduğu veya âhiret hayatı demek olduğu kabul edilir. Bu kullanılış şekillerinden de anlaşılacağı gibi âhiret kavramı ile dünya kavramı arasında sıkı bir münasebet vardır. Kur’an-ı Kerim’de yüzden fazla terim ve deyim kullanılarak âhiret akidesi işlenir. Âhiretle ilgili âyetler hem Mekkî, hem de Medenî surelerde sık sık tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın, konunun önemini vurgulamak, sorumluluk duygusunu pekiştirmek, dünya ile âhiret arasındaki psikolojik mesafeyi kısaltarak mü’minin ruhunu yüceltmek ve hayatını ebedîleştirmek gibi hedeflere yönelik olduğunu söylemek mümkündür. Bir çok surede kâinatın, özellikle insanın yaratılışından ve hayatın akışından bahseden âyetlerle âhiret hayatını tasvir eden âyetler yan yana yer almıştır. Kur’an’ın tasvirine göre dünya hayatı bir “oyun ve eğlence” bir “süs ve öğünüş”tür; “mal, evlat ve nüfuz yarışı”dır. Netice itibariyle o geçici bir faydalanış ve aldanış vesilesidir. Asıl hayat, âhiret hayatıdır. Gerçek anlamda huzur ve sükûn sadece ölümsüz âlemdedir.[5] Her ne kadar ölüm, geride kalanlar için acı ve hasret dolu bir olay ise de, imanlı gönüller için fânîlikten ebedîliğe geçişi sağlayan bir vasıtadır. O yüzden birçok âyette ölüm ve âhiret hayatı “buluşmak, sevdiğine kavuşmak” anlamındaki “lika (likaullah, likau’l-âhire) kelimesiyle ifade edilmiştir.

Asıl hayatın ikinci âlemde başlayacağına iman edenler, ölümün ebedî yokluk olmadığını kabul ederler. Henüz hayattayken, bu gerçek vatanın, baba yurdunun, sonsuz mutluluk hayatının özlemini duyar ve ona göre yaşarlar. Kur’an-ı Kerim’in âhireti ispat metodu, “nereden geldim, nereye gidiyorum?” sorusuna tatminkâr bir cevap bulmaya dayanır. Düşünen her insanın sormaya mecbur olduğu bu sorunun birinci kısmında, kendisine ve içinde yaşadığı tabiata hâkim, mutlak kudrete sahip bir yaratıcının varlığına inanan kimse, söz konusu sorunun ikinci kısmında da aynı düşünce tarzını devam ettirerek öbür âlemin ölümsüzlüğünü kolaylıkla benimser. Bundan dolayı Allah'a imanla âhiret gününe iman Kur’an’da sık sık ve birlikte zikredilmek suretiyle bunun ne kadar önemli bir ilke olduğuna dikkat çekilmiştir.

Dünyaya ilk gelişinde pek âciz bir canlı olan insan, hayatının daha sonraki devrelerinde fizyolojik ve psikolojik yönden gelişip tabiat içindeki en mükemmel varlık haline gelir. Ondaki ruhî ve fikrî gelişme devam ederek, fıtratındaki özellik ortaya çıkarak kendisinde ebediyet duygusu meydana getirir. İnsanın, iyi düşünmeden, ilk bakışta yok oluş (fenâ) gibi telakki ettiği ölümden korkması veya öbür âleme inanmayanlarla ona hazırlıklı olmayanların ölümden ürkmesi de bu ebediyet duygusuna bağlanabilir. O halde daha mükemmel ve ölümsüz bir âlem olan âhiretin varlığını benimsemek insanın tabii yaratılışında, fıtratında bulunan bir özelliktir. Ancak, dünya hayatının câzibesi, kişinin fıtratındaki ölümsüzlük duygusunu unutturup tabiatındaki seyri durdurabilir.
3. Kur’an Kıssaları

Kıssa, tarihi olayları ahlakî bir muhtevayla anlatmaktır. Çok önemli bir eğitim aracıdır. Kıssalar mitoloji ve efsaneler gibi kollektif şuurun ürettiği gerçek dışı nakiller değil, tarihte yaşanmış hadiselerin ilahi bir üslupla muhataplara intikal ettirilmesidir.

Fikri konuları mücerret bir tarzda muhataba ulaştırmak onu direnişe sevk edebilir. Fikirler duygu içinde eritilmiş olarak daha iyi sunulabilir. Bu durumda aklen ispata gerek kalmayabilir. Kıssalar bunu temin eder. Kur’an’ın hemen hemen yarısı kıssalardan oluşur.

Allah tarih boyunca yaşamış olan tüm toplumlara kendi dinini tebliğ edecek peygamberler göndermiştir. Kuran'da da dikkat çekildiği gibi, bu peygamberlerin tüm davranışları, ahlaki özellikleri, müminler için örnektir. Allah, müminlere peygamberleri örnek almayı tavsiye etmiştir: Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21) Bu nedenle her mümin, Kuran'da peygamberlerle ilgili bildirilen her şeyi dikkatle inceleyerek, onların yaşamlarını, gösterdikleri güzel ahlak örneklerini, Allah'a olan derin bağlılıklarını öğrenmelidir ki, böylece dünya üzerinde yaşamış olan en kıymetli insanların üstün ahlakına talip olabilsin…

Ayrıca Kuran'da peygamberle ilgili olarak anlatılan her olay kuşkusuz tüm müminlerin hayatı için de aydınlatıcı ve yol göstericidir. Çünkü "yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?..." (Bakara 2/214) ayetinin hükmüne göre, peygamberlerin ve beraberindekilerin yaşadıklarının benzerlerini, onların izindeki müminler de yaşamaya devam edeceklerdir. Bu nedenle Kuran'da anlatılan peygamberlerin yaşam şekillerini dikkatli bir şekilde incelemek, mümine büyük yarar sağlayacaktır.

Allah Kuran'da, peygamber kıssalarının "temiz akıl sahipleri" için ibretler içerdiğini bildirmektedir: “Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl sahipleri için ibretler vardır. (Bu Kuran) kelimeleri bir araya getirilerek uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her şeyin 'çeşitli biçimlerde açıklaması' ve iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve rahmettir”. (Yusuf 12/111).

Kuran-ı Kerim’de anlatılan kıssalar ne İncil yahut Tevrat’tan alıntıdır ne de yaşanmamış olaylardan bahseden satırlardır. Söz konusu kıssalar yaşanmış ve aynı zamanda bizzat Cenab-ı Hakk’ın ilminin bir tecellisi olarak Kitab’ında yer bulmuştur. İlk olarak Kuran’da anlatılan kıssalar haber verilirken Arapça’da pek çok anlatma, haber verme fiili bulunurken “kassa” fiilini kullanılması manidardır.

İkinci olarak, Yasin suresinde: “Biz sana şiir öğretmedik, bu sana yakışmaz” mealindeki ayette Kuran’ın bir şiir olmadığı, Hz. Peygamber’in şair olmadığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla Kuran nasıl ki şiir nitelemesini kendisinden izale ediyor ise aynı şekilde masal kitabı nitelemesini de aynı kuvvette izale etmektedir.

Son olarak her türlü noksan sıfattan münezzeh olan Allah (c.c.)’ün, insanlığa göndermiş olduğu son ve en mükemmel olan dinin Kitab’ı olan Kuran’da yaşanmamış olaylardan bahsetmesi düşünülemez. Zira bu türlü bir durum aslında kıssaların gayeleriyle tezat içermektedir. Yaşanmamış hadiseyi dinleyenlerin pek çok konuda itiraz hakkına sahip olabilecekleri unutulmamalıdır.
Kur’ân’da Geçen Kıssalar:


  1. Hz. Adem ve melekler ile şeytan kıssası

  2. Hz. Adem -Havva ve oğullarının kıssası

  3. Kabe’nin inşası

  4. Lokman a.s.’ın oğluna öğütleri

  5. Yusuf a.s. kıssası

  6. Hz. Musa’nın doğumu, risaleti, firavunun yaptıkları

  7. Bakara kıssası

  8. Hızır a.s.’ın kıssası

  9. Hz. Süleyman kıssası

  10. Hz. İsa kıssası

  11. Ashab-ı Kehf

  12. Ashabu’l Uhdud

  13. Fil olayı

  14. İsra hadisesi

  15. Hicret ve Bedir, Uhud savaşları

  16. Mekke’nin fethi

  17. Huneyn gazvesi

  18. İfk hadisesi

  19. İsrailoğullarına ait kıssalar

  20. Benu’n Nadir kıssası




Yüklə 5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   56




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin