Din ve Din Anlayışları
-
Din Anlayışlarındaki Farklılıkların Sebepleri
Din anlayışlarında farklılıklar olduğu bir gerçek. Din anlayışlarındaki farklılıkların en önemli nedenlerinden birisi insandır. İnsanların farklı yaratılışa sahip olmaları ve insanın gelişmeye müsait sınırlı bir şekilde yaratılmış olması din anlayışlarındaki farklılıkları oluşturmaktadır.
Allah’ın dini (İslâm) bir tane, insan ise çeşit çeşittir. Dolayısıyla algı biçimleri çeşit çeşittir.
Kaynağı birdir, dolayısıyla Allah’ın dini bir tanedir. Ancak İslam’a muhatap olan insanlar birbirlerini farklı kılan bir takım nedenlerle çeşit çeşittir. Yani din ilahidir, muhatap beşerdir, sınırlıdır.
İnsanoğlu beşeri kimliği gereği sınırlı bir varlıktır. Dahası her insan farklı ortamlarda dünyaya gelmektedir. İnsanlar aynı ailede doğmuş olsalar bile farklı bireylerdir. Bu nedenle her bir insanın algılama ve anlama kapasitesi farklılık arz etmektedir. İnsanın algılama, anlama ve açıklama biçimlerini farklı kılan etkenleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Birey olması, yani her insanın ayrı bir dünya olması, farklı akıl ve ilgi sahibi olarak yaratılmış olması
c) Her bireyin eğitim ve tecrübelerinin farklı olması
d) Ailesi, yakın çevresi ve yaşadığı toplumun etkileri
e) İçinde bulunduğu doğal ortam
f) Yaşadığı zaman vb.
Anlayış Farklılıklarının Sınırı Nedir?
Yukarıdaki açıklamalar anlayış farklılıklarının normal hatta zorunlu olduğunu göstermektedir. Öyleyse doğruya nasıl ulaşılacaktır. Ben böyle anlıyorum denildiğinde gerçek nerede kalmaktadır? Anlayış farklılıklarının da bir sınırı olmalı değil midir?
Dinin temel ilkelerini reddetmeyen ve bunlara aykırı olmayan yorumların ve anlayış biçimlerinin hoş karşılanması gerektiği anlayışı doğruyu koruyan bir anlayıştır. Yani dinin temel ilkelerini reddetmekle ya da saptırmakla hoşgörü sınırı aşılmaktadır. Örneğin, kelime-i tevhidi inkâr, peygamber aracılığıyla haber verilen hakikatleri ret, kişiyi İslam dininden çıkaran şeylerdir. Ancak bu hakikatleri farklı şekillerde anlamak veya açıklamak, kişiyi dinden çıkaran bir şey olmaz.
Herhangi bir konuda bir mezhebin görüşüne uymamak dinden çıkmak anlamına gelmemektedir. Sadece o mezhebin falanca görüşüne uymamak anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak; İslam’ın özü tevhittir ve inanç esasları bellidir. Bütün bir insanlık için gönderilmiştir ve sosyal planda adaleti vazgeçilmez prensip olarak kabul eder. O halde bizim din anlayışımız da İslam’ın bu temel özelliklerini içinde barındırdığı ölçüde doğru olacaktır.
-
Din Anlayışından Kaynaklanan Farklı Oluşumlar
İslâm, tevhid dinidir. Tevhid, Allah'ı zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir kabul etmek, onu yegâne tapınılan varlık, tek otorite tanımak demektir. Bu anlayış bütün Müslümanların birlik ve beraberlik içinde, ırk, dil, bölge vb. etkenlerle parçalanmamalarını da gerektirmektedir. Bu sebeple, Müslümanların birlik ve bütünlüğü bozan her türlü sosyal parçalanmalar ve bu sonuca götüren fikir ayrılıkları yasaklanmıştır. Şu âyetler bu hususu vurgulamaktadır:
"Hepiniz Allah'ın ipine (dinine, kitabına) sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın". 257"Allah'a ve Resulü'ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, aksi takdirde zaafa düşer, kuvvet ve devletinizi elden kaçırırsınız".258
Fikir ayrılıkları her ne kadar tabii ve kaçınılmaz ise de, bu serbesti, Müslümanların bölünmesine ve parçalanmasına yol açmama şartı ile sınırlıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Siz kendilerine apaçık âyetler ve deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın" .259
Âyetten anlaşıldığına göre sosyal anlamdaki parçalanmanın yanı sıra, hakkında apaçık âyet ve deliller bulunan dinî hükümleri ihtilâf konusu yapmak da yasaktır. Bu durumda iman esaslarının, ibadetlerin, farz veya haram oluşu kesin delille sabit olmuş diğer dinî hükümlerin Müslümanlar arasında çekişme konusu yapılması câiz değildir. Bu temel hükümlerin varlığı kabul edildikten sonra, ayrıntıların ve farklı yoruma müsait olanların anlaşılması hususunda birbirinden farklı ilmî görüşler ortaya koymak ve değişik sonuçlara ulaşmak ise serbesttir. İşte İslâm mezhepleri bu metot ve anlayış farkından doğmuşlardır. Fıkhî konularda farklı sonuçlara ulaşmak genellikle müsamaha ile karşılanmış, rahmet olarak telakki edilmiş ve hatta Hz. Peygamber tarafından teşvik edilmiştir.260
Hz. Peygamber'(s.a.v.)’in vefatından sonra ortaya çıkan ihtilâfların bir kısmı siyasî bir kısmı da fikrî sebeplere dayanıyordu. Ancak siyasî nitelikli ihtilâflar da zamanla fikrî ve dinî şekillere bürünmüş ve İslâm dininin akaid sahasını ilgilendiren meseleler arasına girmiştir. Böylece daha ilk dönemlerde çeşitli itikâdî mezhepler ortaya çıkmıştır.
Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan mezhepler, bütünüyle beşerî oluşumlardır. Hiçbir mezhep dinle özdeşleştirilemez.
-
İtikadî Oluşumlar
Hz. Peygamber ümmetine daima birlik ve beraberlik içinde olmayı tavsiye etmiş, ayrılığa ve çekişmeye düşmelerinin de muhtemel olumsuz sonuçlarına dikkat çekmiştir. Bir hadislerinde Yahudilerin yetmiş bir, Hıristiyanların yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin de yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin kurtuluşta, diğerlerinin ateşte olacağını belirtmiş, kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna "Benim ve ashabımın yolunu izleyenler"261cevabını vermiştir.
Hadiste bir isimlendirmeden ve belirlemeden ziyade Müslümanların ayrılık ve çekişmeye düşmesi halinde bundan herkesin zararlı çıkacağına işaret vardır. Bununla birlikte hadiste geçen "kurtuluşa erenler" ve "ateşte olanlar" ayırımı göz önünde bulundurularak akaid mezhepleri Ehl-i sünnet (fırka-i nâciye) ve ehl-i bid‘at olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmiştir.
Dinî literatürde, dini anlama ve yaşamada Hz. Peygamber'in ve sahâbenin yolunu izleyen, onları örnek kabul eden, Allah'ın kitabını ve Hz. Muhammed'in sünnetini rehber edinenler “Ehl-i Sünet” ismiyle anılmıştır. Ümmetin çoğunluğunu oluşturan bu gruba sünnete bağlı olduğu ve cemaat ruhundan ayrılmadığı için "Ehl-i sünnet ve'l-cemâat" denilmektedir.
Ehl-i sünnet, İslâm akaidinin temel konularında fikir birliği içinde olmakla beraber, bu konuların detaylarında, izah ve yorumlanmasında farklı görüşlere de sahip olmuş, bu sebeple kendi arasında, Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Ehl-i sünnet'in üç mezhebi arasındaki görüş ayrılıkları Ehl-i sünnet'in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kabul edilmiştir. Bugün dünya Müslümanlarının % 90'dan fazlası kendisinin Ehl-i sünnet’e bağlı olduğunu ifade etmektedir.
Ehl-i bid‘at kelimesi, sözlükte "dinle ilgili yeni görüş ve davranışları benimseyenler" anlamına gelirken dinî literatürde, akaid sahasında Hz. Peygamber'in ve ashabının izledikleri yoldan ayrılan, İslâm ümmetinin çoğunluğunu yani ana gövdesini oluşturan Ehl-i sünnet'e muhalefet eden mezhepler ve gruplar anlamında kullanılır.
Ehl-i bid’at içerisinde bazı gruplar (Ğâliyye, Bâtıniyye, Yezîdiyye gibi) görüşleri itibariyle İslâm ve iman çerçevesinin dışına çıkmışlardır. Bir kısmı da Ehl-i Sünnet’e muhalefet etmektedirler, fakat görüşleri kendilerini din dışında bırakmaz. Bunlar ehl-i kıbledirler, İslâm ümmetine mensupturlar ve tekfir edilmezler. Hâriciye, Mu‘tezile, Şîa gibi. Ehl-i bid‘at’a, akaid konularında kendi beşerî düşünce ve meyillerine uydukları için "ehl-i ehvâ", birtakım sapık görüşlere saplanıp, dosdoğru yoldan ayrıldıkları için "fırak-ı dâlle" veya "ehl-i dalâl" de denilmiştir.
Temel konularda dahi fikir birliği içinde olmayan, bazen birbirleriyle çelişen görüşler ileri süren Ehl-i sünnet harici mezhepleri, Mu‘tezile, Hâriciyye, Şîa, Mürcie, Müşebbihe ve Cebriyye olmak üzere genelde altı gruba ayırmak mümkündür.
Selefiyye, ilk dönemlere mensup bilginler ve geçmiş İslâm büyükleri anlamına gelir. İtikadî oluşum anlamında ise iman esaslarıyla ilgili konularda ilk dönem bilginlerini izleyerek âyet ve hadislerdeki ifadelerin zâhiri ile yetinip bunları aynen kabul eden, teşbih ve tecsîme düşmeyen (Allah'ı yaratıklara benzetmeye ve cisim gibi düşünmeye yeltenmeyen), bunları başka bir anlama çekme (te’vil) yoluna gitmeyen Ehl-i sünnet topluluğunu belirtmek için kullanılır.
Tâbiûn, mezhep imamları, büyük müctehidler ve hadisçiler Selefiyye'dendirler. Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik ortaya çıkıncaya kadar, Sünnî Müslüman çevrede hâkim olan inanç, Selef inancıdır. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed b. Hanbel -bir kısım görüşleri itibariyle Ebû Hanîfe- Evzaî, Sevrî gibi müctehid imamlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Dârimî, İbn Mende, İbn Kuteybe ve Beyhaki gibi hadisçiler, Taberî, Hatîb el-Bağdâdî, Tahâvî, İbnü'l-Cevzî ve İbn Kudâme gibi bilginler Selef düşüncesinin önde gelen isimleri arasında sayılabilir.
İlk dönem (mütekaddimûn) Selefiyye anlayışının en belirgin özelliği akaid sahasında akla rol vermemek, âyet ve hadisle yetinmek, mânası apaçık olmayan, bu sebeple de başka mânalara gelme ihtimali bulunan âyet ve hadisleri yorumlamadan, bunları bilmeyi Allah'a havale etmektir.
Selefiyye, müteşâbih âyet ve hadisleri aklın ışığında yorumlayan kelâmcılarla filozofları da, keşf ve ilhamın ışığında yorumlayan sûfîleri de ağır biçimde eleştirmiş, onları bid‘atçı ve sapık olmakla suçlamıştır. Hicrî VIII. asırdan önce yaşamış olan Selef bilginleri akıl karşısında kesin tavır takınıp, nakli tek hâkim kabul ederken, sonraki Selef bilginleri akıl karşısındaki tutumlarını gözden geçirmişler, inanç konularında az da olsa akla yer vermişlerdir. Bu dönemin en önemli ismi sayılan İbn Teymiyye (ö. 728/1328) sağlam olduğu bilinen nakil ile aklıselimin asla çelişmeyeceğini, dolayısıyla te’vile de gerek kalmayacağını ısrarla savunmuştur. Ona göre akılla nakil çelişirse ya nakil sahih değildir veya akıl sağlıklı bir muhakeme yapamamaktadır.
Selefiyye günümüze kadar az çok taraftar bulmuştur. Genellikle fıkıhta Hanbelî olanlar akaidde Selefî’dirler. Hadisle ilgilenen bilginler de çoğunlukla Selef inancını benimsemişlerdir. Günümüzde dünya Müslümanlarının % 12'si Selefîdir. En yoğun oldukları ülkeler Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkeleridir.
Kelâm ekollerinin ortaya çıkmasından itibaren çoğunluğunu hadisçilerin teşkil ettiği muhafazakâr âlimler kelâm hareketine tepki göstererek dinin ana ilkelerini aklın veya (Şîa'da olduğu gibi) siyasî tercihlerin ışığında yorumlamaya karşı çıkmışlardır. Hicrî III. yüzyılda belirgin bir şekilde ekolleşen Ehl-i Sünnet iki ana kolda gelişmiştir. Bunların ilki yukarıda izah edilmeye çalıştığımız Selefiyye'dir.
Ehl-i Sünnet'in ikinci ve büyük grubunu Eş'ariyye ile Mâtürîdiyye'den oluşan Sünnî kelâm ekolü oluşturmuştur. Nasları hareket noktası kabul etmekle birlikte dinî ilkeleri aklî bilgiler ve dil kurallarına dayanan yorumlarla temellendirme yöntemini benimseyen Sünnî kelâm hareketinin hicrî III. yüzyılın ilk yarısında Haris el-Muhâsibi, İbn Küllâb el-Basrî ve Abdülazîz el-Mekkî'nin çalışmalarıyla başladığını söylemek mümkündür. Sünnî kelâmın o dönemlerde İslâm dünyasının en önemli kültür havzasını oluşturan Ortadoğu'daki asıl kurucusu Ebu'l-Hasan el-Eş'arî olmuştur.
Muhtemelen Eş'arî'den de önce Sünnî kelâm ekolünü Mâverâünnehir civarında kuran bir diğer âlim Ebû Mansûr el-Mâtürîdî olmuştur. Ebû Hanîfe'nin ilim geleneğine mensup bulunan Mâtürîdî, Eş'arî'ye nisbetle kelâmda daha akılcı bir yöntem geliştirip uygulamış ve Sünnî inançları daha doyurucu bir muhteva ile temellendirmeye çalışmış, bu sebeple kurduğu ekol Eş'ariyye ile Mu'tezile arasında, fakat akılcılıkta Mu'tezile'ye daha yakın kabul edilmiş ve Ebû Hanîfe'nin fıkıh mezhebiyle birleşerek tek başına Müslüman çoğunluğunu kendisine bağlamayı başarmıştır.
Mu‘tezile: Mu‘tezile, kelime olarak "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir tarafa çekilenler" anlamına gelir. Büyük günah işleyen kimsenin iman ile küfür arası bir mertebede olduğunu söyleyerek Ehl-i sünnet bilginlerinden Hasan-ı Basrî'nin (ö. 110/728) ders halkasından ayrılan Vâsıl b. Atâ (ö. 131/148) ile ona uyanların oluşturduğu mezhep Ehl-i Sünet tarafından bu isimle anılır. Mu‘tezile ise kendini "ehlü'l-adl ve't-tevhîd" diye adlandırır.
Akılcı bir mezhep olan Mu‘tezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü âyet ve hadisleri Ehl-i sünnet’ten farklı biçimde yorumlamış ve bu yorumlarında akla öncelik vermiştir. Ehl-i sünnet tarafından kurulan kelâm ilmi hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmış olmakla birlikte, bu ilmi ortaya çıkaran etkenlerin başında Mu‘tezile'nin görüşleri gelir. Hatta kelâm ilminin Mu‘tezile'nin öncülüğünde doğmuş olduğu söylenebilir. Bu mezhep, aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve tefsirci olan Ebü'l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/850), Nazzâm (ö. 231/845), Câhiz (ö. 255/869), Bişr b. Mutemir (ö. 210/825), Cübbâî (ö. 303/916), Kadî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ve Zemahşerî (ö. 538/1143) gibi büyük kelâmcılar yetiştirmiştir. Abbâsîler döneminde en parlak günlerini yaşamış olan Mu‘tezile daha sonra etkinliğini hatta bir mezhep olma hüviyetini yitirmiştir. Günümüzde Mu‘tezile başlı başına bir mezhep olarak mevcut olmamakla birlikte görüşleri Şîa'nın Ca‘feriyye ve Zeydiyye kolları ile Hâricîliğin İbâdıyye kolunda yaşamaktadır.
Cebriye: İrade hürriyeti konusunda Mu‘tezile'ye taban tabana zıt görüşlere sahip olan Cebriyye mezhebi, her şeyin Allah'ın ilmi ve iradesi dahilinde cereyan ettiğini, insanın çizilmiş bir kaderinin bulunduğunu bildiren âyetlerden hareketle insanın irade hürriyeti, seçme imkânı ve fiil gücü bulunmadığını, insan fiillerinin gerçek fâilinin Allah olduğunu, kulun Allah tarafından önceden takdir edilmiş bulunan işleri yapmaya mecbur olduğunu savunur. Günümüzde irade, kazâ-kader konusunu iyi anlamamış birçok kimse de bilerek veya bilmeyerek bu görüşe meyletmişlerdir. Ancak bu görüşler, irade hürriyeti ve işlediği fiillerden dolayı insanın sorumlu tutulması, sevap veya azabı hak etmesi prensibiyle çeliştiği için Ehl-i sünnet bilginlerince reddedilmiştir.
Hâricîlik: Hâricîlik ekolü (Havâric), Hz. Ali ile Muâviye arasında geçen Sıffîn Savaşı’ndan (h.37/m.657) sonra halife tayin işi hakeme bırakılınca ortaya çıkmıştır. Bu durumda bir grup Hz. Ali'ye isyan edip büyük günah işleyenlerin dinden çıkacağı ve günah işleyen devlet başkanına itaat edilmeyeceği iddiasıyla onunla mücadeleye başlamış ve onu şehid etmişlerdir. Hâricîler'in ilk planda dinî hükümleri korumada titizlik şeklinde algılanabilecek fakat sübjektif değerlendirmelere açık bu görüşleri İslâm toplumunda anarşinin de ilk tohumlarını oluşturmuştur. Hâricîlik başlangıçta cahil halk tabakasının ve şehrin disiplinli hayatına uyum sağlayamamış bedevîlerin bağlandığı ve desteklediği bir cereyan olarak ortaya çıkmış, her dönemde az veya çok müntesibi bulunmuş, bu mezhebin İbâdıyye kolu günümüze kadar yaşama imkânı bulmuştur. Günümüzde İbâdîler'e daha çok Kuzey Afrika, Madagaskar, Zengibar ve Uman sultanlığında rastlanır. Kur'an'ın sadece zâhirine dayanmaları sebebiyle Ehl-i sünnet'e göre bazı farklı fıkhî görüşleri de vardır.
Şîa: Şîa, günümüze kadar varlığını koruyan ve hâl-i hazır İslâm dünyasında da önemli sayıda taraftarı bulunan en önemli itikadî, fıkhî ve siyasî mezheptir. Şîa, literatürde Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ali'yi halifeliğe en lâyık kişi olarak gören ve onu ilk meşrû halife kabul eden, vefatından sonra da hilâfete Ali evlâdının getirilmesi gerektiğine inanan toplulukların ortak adı olmuştur. Hz. Osman'ın şehid edilmesini takip eden yıllarda bu misyon ve iddia ile ortaya çıkanların oluşturduğu bir siyasî gruplaşma hareketi olarak doğmuş, hicrî II. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çeşitli fırkalara ayrılan itikadî bir mezhep haline gelmeye başlamıştır.
Şîa'nın günümüze ulaşan üç büyük fırkası Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye-İsnâaşeriyye'den ibarettir. Zeydiyye Hz. Ali'nin torunu Zeyd b. Ali Zeynelâbidîn'e nispet edildiği için bu ismi alır. Günümüzde Yemen bölgesinde taraftarları bulunan Zeydiyye itikadî konularda Mu‘tezile mezhebine, fıkıh sahasında ise Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir. Şîa içindeki en mûtedil fırka olan Zeydîler, hilâfetin Hz. Ali'nin ve soyundan gelenlerin hakkı olduğuna inanmakla birlikte, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in hilâfetini de meşrû görürler. Hilâfetin yalnız Hüseyin oğulları’na ait olduğu ve devlet başkanının mâsum olduğu fikrini de kabul etmezler.
İmâmiyye, çağımızda dünya Müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa'nın büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan ana koldur. Mezhebin siyaset ve imâmet görüşü on iki imam düşüncesi etrafında şekillendiğinden İsnâaşeriyye, akaid ve fıkıhta Ca‘fer es-Sâdık'ın görüşlerini esas aldıklarından Ca‘feriyye adlarıyla da anılırlar. Hz. Ali ve Hüseyin soyundan gelen on iki imama inanma, hem iman esaslarından birini hem de mezhebin ana doktrinini teşkil eder.
Günümüzde; siyasî, itikadî ve fıkhî açılımları bulunan bir mezhep haline varlığını devam ettiren Şîa, Hz. Ali döneminde başlayan, Emevî ve Abbâsî dönemlerinde devam eden iktidar mücadeleleri sonunda başarısızlıklar ve mağduriyetler sebebiyle içine kapanmış ve ümmet çoğunluğundan kendini tecrit etmiştir. Geçmişte kalan siyasî mücadeleler ve imâmet fikri etrafında kendine özgü teoriler geliştiren ve bunları itikadî esaslar haline getiren Şia, daha çok ümmet içinde yol açtığı ihtilâflar, izlediği uzlaşmaz tutum ve sahip olduğu itikadî görüşler sebebiyle Ehl-i sünnet âlimlerince eleştirilmiştir. Fakat Allah'a, âhirete, Hz. Muhammed'in peygamberliğine iman, namaz, oruç, zekât, hac, içki, kumar, zina, hadler gibi İslâmî ahkâm konusunda Müslümanların çoğunluğu ile ittifak halinde bulunan mûtedil Şîa, hiçbir zaman tekfir edilmemiştir.
-
Tasavvufî Oluşumlar
Tasavvuf sözlükte, “sûfî” köküne nispeten yün giymek, saf olmak anlamına gelir. Tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir”, “Tasavvuf, baştanbaşa edeptir”, “Temiz bir kalp, pak bir gönül sahibi olmaktır”, “Herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olmamaktır”, “Kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir.”
Tasavvufu her sûfi içinde bulunduğu hâle göre tanımlamıştır. Tasavvufu özetle şöyle tanımlamak mümkündür: “Kişiye Allah’ı görürcesine ibadet etme hazzına erişmenin yolunu gösteren ilim.” Tasavvufu bir hayat tarzı olarak benimseyen kimselere de sûfi veya mutasavvıf denir.
Tarîkat, sözlükte yol, hal ve gidiş, kat, tabaka gibi anlamlara gelir. Bir tasavvuf kavramı olarak, Hakk’a ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları bulunan yol demektir. İlk devirde sûfiler, kendilerinden daha deneyimli durumda olanlardan faydalanmakla birlikte, bugün bildiğimiz şekliyle teknik anlamda tarikat kurmamışlar, her biri kendine göre bir yol tutmuşlardır. Bunlar, görüşlerini ve manevî tecrübelerini sohbet yoluyla çevresinde bulunanlara aktarıyorlardı. Bugünkü anlamda tarîkatlar (organize tasavvuf hareketi), yaklaşık VI./XII. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamış ve daha sonra da müesseseleşmiştir. Buna oluşumlara göre, şeyh adı verilen bir öğretmen gözetiminde, (manevî arınmayı isteyen) müridin, Allah’a ulaşma konusunda takip ettiği usûle veya metoda tarîkat adı verilir.
Tarîkatlar genel olarak üçe ayrılır: Tarîk-i ahyâr: ibâdet ve takvâ yoluna ağırlık veren tarikat. Tarîk-i ebrâr: çile çekerek ve nefse karşı savaşarak Hakk’a ve kurtuluşa ulaşmayı amaçlayan tarikat. Tarîk-i şuttâr: aşk ve vecd ile kurtuluşa erişmeyi amaçlayan tarîkat.
Zamanla çeşitli kollara ayrılarak sayıları artan ve (Bayramıyye, Bektaşiyye gibi) kurucusu olan şeyhlerin adlarıyla anılan tarikatların bir kısmı zikri, gizli (sessizce) kalp ile bir kısmı da açıktan dil ile yapmaktadır.
İnsanın iç dünyasıyla, ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesiyle ilgili olarak Kur’an-ı Kerîm'de, Hz. Peygamber'in hayatında ve sahih hadislerinde mevcut olan bilgiler ve yönlendirmeler, ilk dönemlerden itibaren Müslümanların dini daha iyi anlama ve yaşama talep ve gayretlerine itikad ve fıkıh cephesinden ayrı olarak tasavvuf adı altında üçüncü bir cephe ve zenginlik kazandırmıştır.
Tasavvuf kelimesi Kur'an'da ve hadislerde geçmez. Hicri ilk iki yüzyılda kişinin kendi iç dünyasındaki derinlik ve zenginliği, coşkulu dindarlığını ifade için genelde zühd, rikak, takvâ, ibadet gibi kelimeler kullanılıyor, böyle kimselere de zâhid ve âbid deniliyordu. Hicrî III. yüzyıldan sonra daha kapsamlı olarak tasavvuf, sûfî, sûfiyye gibi terimler kullanılmaya başlanmış ve bir dönemden sonra tasavvuf ayrı bir ilim ve davranış biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tasavvuf, kalp temizliğini, güzel ahlâkı ve ruh olgunluğunu konu alır. Amaç müminleri terbiye etmek ve mânen yükseltmektir. Bu amaca ulaşmak için dünyadan çok âhirete önem vermek, maddî değerlerden fazla mânevî değerlere bağlanmak, daha nitelikli ve daha çok ibadet etmek ve nefsi disiplin altına almak gerekir.
Tasavvuf ve tarikatlar, geçmişte başlayıp bugün de devam eden dini içerikli oluşumlardır. Bugün ülkemizde ve diğer İslam ülkelerinde mevcut olan dini cemaatleri ve grupları bu kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlardan her birini dinin belli yönlerini öne çıkaran, belli çalışma şekilleriyle insanları dini yaşantıya sevk eden oluşumlar olarak da görebiliriz. Ne var ki cemaatler arasındaki ayrımlar keskin olmamalı ve bunların birbirine bakışı olumsuz, düşmanca olmamalıdır. Bütün insanlığa sevgiyi, hoşgörüyü, Allah Rasulü’nün (s.a.v.) ahlakını aşılamaya çalışan Müslümanların, kendi aralarında sevgisiz ve hoşgörüsüz olmaları, tarifi ve telafisi mümkün olmayan bir yanlışlık olabilir.
ıV. ÜNİTE: Din, AKIL VE Bilim
-
Din, Bilim Ve Felsefe Kavramları
Din:
Din lügatte “itaat ve ceza (karşılık)” anlamına gelir. Bu kelime Kuran’ı Kerimde, ceza, hesap, kanun, şeriat, itaat ve kulluk anlamlarında kullanılmıştır. İslâm bilginleri dini şöyle tarif etmişlerdir: “Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilâhî bir kanundur”.
Hak din olan İslâm’ın temel birtakım özellikleri vardır: Din, irade sahibi akıllıları muhatap alır. Din, Allah tarafından insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul edilmez. Din, insanı dünya ve ahirette kurtuluşa götürür.
İslâm düşünürleri, İslâm dininin öğretilerini üç kısımda toplamışlardır:
-
Akâid (İnançlar)
-
Ahlâk
-
Ahkâm (Hükümler)
Akait bölümü; varlık âlemini, onu yaratanı, başlangıç ve sonunu doğru şekliyle sunan öğretilerini kapsar. Kelâm ilmi dinin bu kısmıyla meşgul olduğu için ona “akaid ilmi” de denir. Ahlak bölümü; iyi ve kötü ahlakı, ve bunları kazanma yollarını beyan eden öğretileri kapsamaktadır. Dinin bu kısmıyla meşgul olan ilme “ahlak ilmi” denir. Ahkâm da dinin farz, vacip, haram, müstahab, mekruh, mubah gibi emir ve yasaklarını insana tanıtan kısmına denir. Bu kısmıyla meşgul olan ilme de “fıkıh ilmi” denir.
Din duygusu insanda fıtrîdir. Yani insan yaratılışı itibariyle kendisi ve kâinat hakkında düşünerek ve yaratılış gerçeğini araştırarak hakikate ulaşmak ister. Acaba bu kainât nasıl meydana gelmiştir, bir yaratanı var mı? O yaratıcı kimdir? Ne gibi özellikleri ve sıfatları vardır? İnsan kendisi niye yaratılmıştır? Acaba dünya hayatından sonra başka bir hayat var mıdır? Bu ve buna benzer sorular, hakikati arayan insanı, ikna edici bir cevaplara ulaşıncaya kadar meşgul edecektir. Her dinin inanç bölümü, gerçekte o dinin bu gibi sorulara verdiği cevaptır.
Dostları ilə paylaş: |