T. C. Firat üNİverstiESİ aleviLİK İnançlari ve teolojik temelleri (tunceli Örneğİ) Prof. Dr. Erkan Yar son rapor


Sosyal Bir Kurum Olarak Musahiplik



Yüklə 1,26 Mb.
səhifə28/47
tarix27.12.2018
ölçüsü1,26 Mb.
#87120
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   47

6. Sosyal Bir Kurum Olarak Musahiplik


Musahiplik kavramı karşılıklı dost edinmeyi ifade eden “sâhabe” fiilinden türemiş bir kelimedir ki, bunlardan her birine musahip denilmektedir. Bu ilişki, “Ahiret kardeşliği” ve “din kardeşliği” olarak da adlandırılmaktadır. Fakat bu olguyu ifade etmek için yine Arapça olan “uhuvvet” sözcüğünün değil de “musâhabe” sözcüğünün kullanılması, bir dine inananların kardeşliğini ifade eden uhuvvet kelimesine karşılık,519 bu sözcüğün kuralları belirlenmiş daha özel bir ilişkiye işaret etmesinden ötürüdür. Dostluk ifade eden bir diğer kelime de “veli” kelimesidir ki, “inananlar birbirinin velisidir520 ayetinde açıklanmıştır ve inanan insanların birbirilerini koruma ve gözetmekle sorumlu oldukları bildirilmiştir.

Musahiplik, “aralarında kan bağı bulunmayan iki kişinin arasında belirli yükümlülükler ve sorumluluklar doğrultusunda kurulan ilişki” olarak tanımlanabilir. Musahiplik için evli olma şartının konulduğu görülmektedir521 ki, bu şart, herkesin kendi akran ve emsali ile musahip olması ilkesinin gereği olarak var olmaktadır. Musahiplikteki akran ve emsal olma ilkesi, bilgi, adalet, tarikat içerisindeki konum, inançsal birliktelik, etnik birliktelik, iş sahibi olmak, aynı beldede oturmak vs. alanlarda uygulanmaktadır. Aynı şekilde yükümlülükleri ve yasakların belirli oluşu da, Alevi inançlarının gereği olarak önceden belirlenmiş yükümlülüklere ve yasaklara işaret etmesi içindir. Bu durumda kardeşlik olgusu farklı biçimlerde oluşmaktadır. Kardeş sözcüğü, aynı anne babadan meydana gelmiş kişileri ifade eden bir kelimedir ve anne ve babadan birinin değişmesi durumunda kardeşler öz ve üvey olarak isimlendirilmektedir.

Alevilikteki musahiplik inancı ve uygulaması, “Onlar ki inanıp hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaştılar ve onlar ki (hicret edenleri) barındırıp yardımda bulundular, işte bunlar, birbirilerinin dostu ve yarıdırlar. İnkâr edip küfre sapanlar ise birbirilerinin yarıdırlar. Eğer böyle yapmazsanız (birbirinize dost ve yakın olmazsanız), yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir"522 (bu ayetin tefsirine bak) ayetine dayandırılmaktadır.

Alevilik inanç ve pratiklerinin biçimlenmesinde İslamî temel önemsendiğinden, bu uygulamanın temeli olarak Hz. Muhammed’in Medine’ye göç etmesinden sonra Müslümanları birbirine musahip yapmasına vurgu yapılır.523 Hatta musahiplik, Kur’an ayetlerine vurgu yapılarak farz kılınmış bir ibadet olarak kabul edilmektedir.524 Buna rağmen Mélikof, musahiplik adetinin kökenin çok eski olduğunu, İran-Hindi’nin Havista’sı ile benzerlikler taşıdığını, Karahanlılar döneminde Orta Asya’da belirli biçimler ardında görüldüğünü ve son olarak da Ahîlerin törenlerinde yer aldığını525 ileri sürmekte, Alevilikte vurgu yapılan söz konusu İslamî temele değinmemektedir.

Hz. Muhammed, Medine’ye göç ettikten sonra, göçmenler ve yardım edenler arasında kardeşlik ilişkisi kurmuştur. Bu ilişki, onların birbirine eşit oldukları ve öldükleri zaman da miraslarını alacakları üzerine inşa edilmişti. Göçmenlerin ve yardım edenlerin sayısının her bir taraftan kırk beş veya elli kişi olduğuna ilişkin rivayetler vardır. Bedir savaşından sonra da “Daha sonra iman edip hicret eden ve sizinle birlikte cihat edenlere gelince, işte onlar da sizdendir. Allah’ın kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha lâyıktırlar. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir526 ayetiyle mirasın sadece kan bağıyla ilişkili olduğu belirtilmiş ve kardeşlik anlaşmasında yer alan miras hakkı geçersiz kılınmıştır.527 Musahiplik ilk olarak Hz. Muhammed’in Hz. Ali’yi musahip yapmasıyla başlamış ve bu nedenle de Alevilik erkanı içerisinde yer almıştır. Buna göre, Hz. Muhammed sahabelerini birebiriyle ile musahip yaptığında Hz. Ali kendisinin kiminle musahip olacağını sormuş ve Hz. Muhammed de onun kendisi için Hz. Musa’ya göre Hz. Harun menzilesinde olduğunu bildirmiş ve onu kendisine musahip yapmıştır.528 Alevilikte, pirin önünde kardeş olanların, kırklar ile kardeş oldukları belirtilmekte ve bunun nedeni olarak da kırkların kardeş olması gösterilmektedir.529

Bu kurumun, Allah’ın elçisinin döneminde sosyal koşulların gereği olarak ortaya çıktığı gibi, Alevilikte de aynı koşulların etkisiyle oluşturulduğu söylenebilir. Bu bağlamda, Mélikof’un “köken olarak göçebe, yarı-göçebe yada toprağa yeni yerleştirilmiş cemiyetlere has, sosyal nitelikli bir kurum olarak göz önüne alınmalıdır”530 şeklindeki yargısı tutarlı gözükmektedir. Musahiplerin birbirilerine karşı yükümlülüklerine bakıldığında, onların, zorunlu sosyal yardımlaşma ilkesinin yerleştirilmesini içerdiği görülmektedir.


F. Elçilik İlmi


Kutsal dinlerin temel inançlarından olan elçilik, asıl itibarıyla Allah’ın iletilerini insana bildirmek için, onların arasından seçtiği birine iman etmek anlamındadır. Dolayısıyla bir iman nesnesi olarak elçilik, Allah-insan iletişiminin olduğunu ve bu iletişimin de beşeri alanda somut bir nesne olarak gerçekleştiğini doğrulamak anlamına da gelmektedir. Bu doğrulamadan sonra, bir teistin, Allah’ın insana elçi göndermesinin gerekliliği veya olabilirliği konusundaki yargısı, onun Allah inancının biçimine göre değişmektedir. Teoloji ekollerinin bir sorun olarak çözümlemeye çalıştığı bu kurumun gerekliliği veya olabilirliği; bu ekollerin kendi teolojik sistemlerinin gereği bir yargıya ulaşma çabalarıdır. Alevlikte, Allah’ın peygamber göndermesinin olabilirliği, olmazlığı ve gerekliliğine ait tartışmalar yer almamakta; Allah’ın Hz. Muhammed’i insanlara elçi olarak gönderdiği doğrulanmaktadır. Bununla birlikte, “Allah’ın yeryüzünü nebi veya vasisiz bırakmadığı” öğretisi, elçilik kurumunun gerekli görüldüğünü açıklamaktadır.

1. Dinsel Bir Otorite Olarak Elçilik


Elçilik öğretisinin yapılandırılması, gerçekte velayet öğretisini temellendirmek için kaçınılmazdır. Velayet, elçilik ile ilişkilidir. Bu ilişki Şia açısından kaçınılmaz olduğu gibi, Alevilik teolojisi açısından da kaçınılmazdır. Genel olarak tasavvufta da, “nur-u Muhammedî” anlayışı kabul edilmektedir. İbn Arabî’de ruhsal yaratılış, Muhammedî gerçeklik/el-hakikâtu’l-Muhammediyye ile başlamaktadır.531 Yeminî de Hz. Muhammed’in yaratılışının başlangıcını, “Tanrı Adem’i yarattı ve yeryüzüne halife kıldı. Alnına kutsal bir ışık koydu. Ey Adem! Bu ışık sevgili peygamberinin nurudur, sana emanettir. Bu emanetin değerini bil dedi”532 sözüyle, Adem’in yaratılışına kadar götürmektedir. Diğer tasavvufi öğretilerde olduğu gibi, Alevilik kaynaklarında da alemin Hz. Muhammed’in nuru nedeniyle yaratıldığına çok sık vurgu yapılmaktadır.533 Tasavvuf alanında ve özellikle de varlığın birliği felsefesinde gelişen bu anlayış, hadis olarak rivayet edilen “sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım” şeklindeki bir söylenceye de dayandırılmaktadır. Adem’de ortaya çıkan bu nur, onun zürriyeti ile devam etmiş ve Abdulmutalib’te ikiye bölünmüştür. Nübüvvet nuru Abdullah’a verilmiş ve velayet nuru da Ali’ye verilmiştir.534

Ahmet Rıfat, Hz. Muhammed’in bütün varlıklardan önce yaratıldığını ve ona hakikatlerin hakikati denildiğini, Allah’a ulaşmanın başka yoldan mümkün olmadığını, Muhammedi nurun ilim aleminden ruhlar alemine çıktığında, hakikat makamından yaratılış makamına teayyün bulunduğunun kelime-i tevhit ile sabit olduğunu ifade etmektedir.535 Bu anlayış, “Adem çamur ve su arasında iken ben peygamberdim” şeklinde bir hadise de dayandırılmaktadır.536 Fakat Muhammedî Nur’un ilk önce yaratıldığı inancı ve gerekse ilk peygamber olan Adem’den önce onun peygamber olduğu inancı, Hz. Muhammed’i yaratılış ve elçilik bakımından diğer varlıklara ve elçilere öncelemek anlamına gelmektedir. Çamuroğlu’na göre, Muhammed ve Ali zaman ve mekan olarak belirli bir tarihsel kişiliğe değil, Bektaşiliğin Muhammed Ali’si bu tarihsel kişilerin adlarını edinmiş ve kendilerini bu adlarla sembol olarak tanımlayan bir ilke edinmiştir. Bu nedenle Bektaşilik açısından Muhammed ve Ali, öncesiz bir modelin adıdır.537

Allah, ilk olarak Hz. Muhammed’in nurunu yaratmıştır. Allah’ın ilk olarak yarattığı nesneye ait inançlar, zamansal önceliğin üstünlüğü gerektirdiği savıyla geliştirilmiştir. Mistik düşüncedeki ilk yaratılan nesne hakkındaki anlayışlar, felsefede olduğu gibi diğer bütün varlıklara kaynaklık eden bir nesne anlayışına dayanmamaktadır. Bu açıdan mistik düşüncedeki ve teolojideki ilk yaratılan nesne hakkındaki inançlar, epistemik açıdan önemsenmiştir. Bu inançlar açısından, Allah ilk olarak Muhammed’in nurunu yaratmış, Adem yaratıldığında da o nurun neliğini sormuş ve onun Hz. Muhammed’in nuru olduğu kendisine bildirilmiştir.538 İlk yaratılan nesne hakkında, mistik ve teolojik olarak bir birlikteliğin olduğu söylenemez. Bu nesnenin kalem,539 akıl, karanlık ve aydınlık,540 arş, Kabe541 veya bütün bunların toplamı542 olduğuna dair görüşler de mevcuttur. Bu nesnenin kalem olduğu görüşü, varlık yaratılmadan önce varlığın kaderinin ezelde yazılması anlayışı sonucu gelişmiş, kıyamete kadar olacak olayları yani varlığın özellikle de insanın kaderini yazmak için kalem yaratılması gerekliliğinde odaklaşmaktadır. Bu nedenle bu anlayış, daha çok kader öğretisini kabul eden ekoller tarafından tercih edilmiştir. Özgürlükçü teolojiler açısından, kalem yerine ilk yaratılan varlık olarak aklın kabul edilmesi, insanın eylem özgürlüğünü onun özgür iradesine, yani aklın eylemine dayandırmak içindir. Arşın, ilk yaratılan nesne olarak kabul edilmesi, literal yorum yöntemini benimseyen teolojiler açısından önem kazanmakta ve Allah istiva etmek için kendisine bir arş yaratmaktadır. Çünkü bu teolojilere göre arş, Allah’ın kendisine istiva ettiği bir nesnedir.

Ekollerin elçilik tasavvurları açısından, elçinin niteliklerinin söylem içerisinde ne şekilde yer aldığı önem kazanmaktadır. Bu söylemlerde Hz. Muhammed’in elçi olması nedeniyle kazandığı genel olarak elçiliğe ait nitelikler yer almamakta ve daha çok onun diğer elçilerden ayırt edici nitelikleri yer almaktadır. Bu nitelikler de onun, nebilerin sonuncusu/hâteme’n-nebiyyîn, elçilerin efendisi/seyyidu’l-murselîn, “insanların ve cinlerin elçisi olması/resûlu’s-sekaleyn”, yaratılmışların en şereflisi/eşrefu’l-mahlûkât nitelikleridir.543 Diğer bir bakış açısına göre de, Musa İsrail milletine, İsa Nasıra milletine gönderilmişken, Muhammed on sekiz bin aleme elçi olarak gönderilmiştir. Her varlık ise, bir alemi oluşturmaktadır.544

Dinsel söylemlerde, onun Allah’ın elçisi Muhammed veya Abdullah’ın oğlu Muhammed olması yerine, farklılaşan bu nitelikleri başka kişilere değil de, çoğu kere sadece ona özgü kılınmaktadır. Bu nedenle de bu nitelikler, çeşitli nedenlerle camilerde okunan salat ve selamın da ayrılmaz sözcükleri olmaktadır. Bu nitelikler, her ne kadar Kur’an ayetlerine atıfta bulunularak belirlenmişse de, onun elçilerin sonuncusu olması, ona indirilen vahyin son vahiy olmasına dayanmaktadır. Onun elçilerin efendisi niteliği, kişinin kendi değerlerini diğerlerinden üstün görme gibi psikolojik bir temele dayanmaktadır. Onun insanlara ve cinlere gönderildiği anlayışı ise, diğer elçilerin insan türüne gönderilmesine karşın onun, farklı varlık türlerine gönderildiği şeklindeki elçiler arasında üstünlük araçları yaratma anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat onun, insan türüne gönderilen bir elçi olarak aynı türden seçilmiş olması, vahyin dilinin elçinin diliyle indirilmiş olması gibi gerekçeler, aslında onun sadece insan türüne gönderilen bir elçi olduğu gerçeğini pekiştirmektedir. Bütün bunların karşısında, Kur’an açısından elçilere inanma gerekli görüldüğü gibi, elçiler arasında ayrım yapmama da gerekli görülmüştür.

Alevilik açsından, elçilerin en önemli niteliği korunmuşluk/ismet niteliğidir. Elçilerin günahlardan korunmuşluğu niteliği, diğer teoloji ekolleri tarafından da kabul edilmektedir. İmamiye ekolüne göre, bütün elçiler elçilik görevlerinden önce ve sonra büyük günahlardan korunmuşlardır. Onların elçilik görevlerinden önce kasıtsız olarak ve yapana hafiflik vermeyen küçük günahlar işlemeleri caizdir.545 İmamet ve velayet öğretilerini kabul eden ekoller açısından, elçinin korunmuşluk niteliği, imamları ve velilerin onun yerine geçen insanlar olmasından ötürü daha çok önem kazanmaktadır.

Elçilik otoritesinin doğrulayıcısı olarak geleneksel anlamda tabiat kanunlarını bozan olaylar olarak mucize kabul edilmektedir. Alevilikte bu mucizelerin diğer ekollerle paralel olarak açıklaması yapıldığı gibi, bunların yorumlandığı da görülmektedir. Bu mucizelerin literal yorumuna göre, Musa zamanında “göz boyacılık” yaygın olduğundan Musa’ya verilen mucize onların bu fiillerini ortadan kaldırmıştır. Onun mucizesi olarak inkarcıların içi cıva dolu ve deriden imal ettikleri yılanları, güneşin tesiriyle kıpraştığı esnada elindeki asayı ejderha (evren) eyledi. Bütün yılanları o evren yedi. İsa zamanında büyücülük ileri derece olduğundan, ona verilen mucizeler hastalıkların iyileştirilmesi şeklindedir. Muhammed zamanında şiirsel atışma ileri derecede olduğundan, onlar da Kur’an ayetleri karşısında ellerindeki şiirleri yırttılar.546 Bir yoruma göre ise, Musa’nın asasından kasıt, badem ağacından yapılmış sopa değil, tevhittir. Yine İsa’nın duasından kasıt da, tevhittir.547 Hz. Muhammed’e atfedilen duyusal mucizelerle ilişkili olarak da, geleneksel anlamda kabul edilen olağanüstülükler, Alevilikte de mevcuttur.548


Yüklə 1,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   47




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin