Tbmm tutanak Hizmetleri Başkanlığı



Yüklə 311,57 Kb.
səhifə3/7
tarix02.11.2017
ölçüsü311,57 Kb.
#27827
1   2   3   4   5   6   7

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hiçbir maddesi bireye idareyle ilişkilerinde istediği dili kullanma hakkını tanımamaktadır.

Ayrıca seçimle oluşturulan parlamento veya diğer meclislerin seçilmiş üyelerinin de istedikleri dili kullanmalarını güvence altına almamaktadır.

Ulusal özelliklerin çeşitliliği olduğu dikkate alındığında bu alana müdahale edilemez.

Özel tarihsel ve siyasal nedenlerin belirlemiş olduğu dilsel tercihler devletin münhasır yetkisi alanına girmektedir.

Her devletin kurumsal sisteminin normal biçimde işlemesinde meşru çıkarı kabul edilmiştir.

Devletin kurumsal sistemlerinin ulusal özelliklerine saygı ilkesi gereğince, parlamento çalışmalarında yerel dil kullanılması talebinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin koruduğu hak ve hürriyetler kapsamına girmediği kabul edilmektedir.

Bununla beraber, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde Belçika dil davasında da benzeri kararlar verildiğine şahit olmaktayız.

Ayrıca, ana dilde eğitim kavramının genellikle azınlıklar çerçevesinde, azınlık kavramıyla beraber anıldığına da dikkat çekmek yerinde olacaktır.

Burada, bakıldığında, Lozan veya çeşitli anlaşmalarla azınlık olarak kabul ettiğimiz, resmen azınlığımız olarak düzenlediğimiz Ermeni, Musevi, gayrimüslim Türk vatandaşlar, Rumlar zaten kendi ana dilinde eğitim haklarını azınlık olmaları sebebiyle Lozan Anlaşması’nda kabul edilen gayrimüslim azınlıklar için tanınan haklarla kazanmışlardır.

Bunların dışında ister dini, ister kültürel, ister dilsel, isterse etnik açıdan olsun Türkiye açısından tanımlanan ve herhangi bir meşru vasıta ile tanımlanması mümkün olan başka bir azınlık grubu ve dolayısıyla da talep edilecek bir anadilde eğitim hakkı yoktur.

Bu anlaşmaların haricinde ülkemiz içerisindeki insanların kendilerini asli bir vatandaşlıktan çıkararak azınlık grubuna nakletmeye çalışmalarını ise biz de her Türk vatandaşı gibi anlamsız olarak bulmaktayız.

Sonuç olarak, Anayasa’nın yenilenmesi sürecinde devletin dili, eğitim dili ve anadilde eğitim gibi konulara ilişkin gerçekler çarpıtılmadan ele alınmalı ve ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin dili ve Türk vatandaşlarının eğitim ve öğretim dili Türkçe olarak yeni anayasal sistemde aynen yer almalıdır. Devlet Türkçeden başka bir dilde eğitim ve öğretim yapmamalı ancak uluslararası hukuka uygun olarak özel öğretim kurumlarının mahalli nitelikte lehçe ve dil öğretimi yapmasının önü açılmalı. Burada önemli olanın kamu güç ve kaynaklarının bu yönde kullanılmaması olduğunu da özellikle belirtmek istiyorum. Devlet tüm sosyal gruplara eşit yaklaşmak zorundadır. Yine devlet yabancı dille eğitim anlayışından vazgeçip, yabancı dil öğretimini önemle benimsemelidir.

Bu hususta da örnek verebilecek olursak ülkemizde yabancı dilde eğitim yapan üniversitelerin bu anlayışının önünün alınması gerektiği ancak herkesin yüksek kalitede bir dil öğrenebileceği eğitim sisteminin de oluşturulabileceğini düşünüyoruz. Bununla beraber, kendi üniversitesinde Türkçe eğitim gören, yabancı dillere hâkim olan, akademik kabiliyeti yüksek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının elbette var olabileceğine inanıyoruz.

Diğer başlığımız altında din eğitimine geçmek istiyorum.

Din eğitimi konusunda ülkemizin ve milletimizin bazı özelliklerinin kıyasen çoğu zaman örnek olarak kullanılan diğer Batı Avrupa devletlerinden farklı olduğuna tabii ki dikkat çekmek istiyoruz.

Takdir edersiniz ki, özellikle Anayasa konusunda tarihî altyapılar veya dinî altyapılar ve insanların örf ve âdetleri özellikle büyük bir önem kazanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında da bir İngiltere’nin, bir İsveç’in bu konudaki uygulamaları bizim için örnek alınabilecek düzeyde değildir. Ancak yine de biz kendi anayasal tarihimize baktığımız zaman, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde din kültürü ve ahlak dersleri bir şekilde çeşitli isimler veya sistemler altında gerek seçmeli olarak gerek normal yollarla zaten daha önce de uygulanmıştır. Ancak son birkaç on yılda uygulanan sisteme baktığımız zaman din kültürü ve ahlak dersinin zorunlu olarak uygulandığına ancak mezhepler üstü bir yöntemle uygulandığına dikkat çekiyoruz ve bizim bu konudaki görüşümüz bu dersin zorunlu olarak uygulanmasının kesinlikle devamı ancak bu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında da bahsedilen Sünni yorumun belki de biraz azaltılarak diğer mezhepleri de daha fazla tanıtıcı bir rol üstlenerek onlara da büyük bir bilgilendirme yapılması gerektiği kanaatindeyiz. Bu dersin zorunlu olmasının bir yönü de bu dersin dinî özgürlük kapsamında değil sosyal bir hak olarak verilmesi açısından önemlidir. Buradan baktığımızda da dersin din boyutu vatandaşlar için bir zorunluluk olmasa da tanıtıcı olsa da dersin ahlak boyutu elbette ki vatandaşlar için bir zorunluluktur en azından.

Buradan sonra, benim son olarak sunacağım bölüm Türk vatandaşlığına ilişkin husus.

Türk vatandaşlığı, belki de anayasal çalışmalarda en çok tartışılan nokta bu ve burada mevcut 66’ncı maddenin muhalifi olan kesimlerin isteklerine baktığımız zaman, bizim Türk milliyetçileri olarak gördüğümüz anayasal bir vatandaşlık tanımının getirilmesi gerektiğine inanılıyor ve bunun çerçevesinde, örneğin “Türkiyelilik” gibi birtakım kavramların Anayasa’da vatandaşlık tanımı itibarıyla yer alması gerektiği belirtiliyor.

Bu aşamada, 66’ncı maddeye Türk milliyetçisi ve ülkücüler olarak bakış açımızı ben kendi adıma ve kurum adına da özetlemek istersem, bizim 66’ncı maddedeki Türk tanımına bakışımız kesinlikle ırki bir tanım değildir. Aksi hâlde, Türk milliyetçisi ve ülkücüler olarak kendi Turancılık fikrimizin de bir gereği olarak Türk kavramına, 66’ncı maddede eğer ırki bir tanım olarak bakma gerekliliği hissetseydik veya onu bu şekilde değerlendirseydik Avrupa’da yaşayan gurbetçi kardeşlerimizi veya Türk dünyasının çeşitli yerlerinde, dünyanın hemen her yerinde yaşayan Türk kardeşlerimizi böyle bir maddeyle kendimizden ayrı bir yere koymak veya kendimizden ayırmak gibi bir düzenlemenin kesinlikle biz de önünde dururduk.

Ancak belki de bu konuya muhalif kesimin asıl olarak istediği anayasal vatandaşlık tanımı 66’ncı maddede yer alan Türk tanımının ta kendisidir diyerek sözü yeniden hukuk müşavirimiz Sayın Mehmet Parsak Bey’e bırakıyorum.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Teşekkür ediyorum.

Anayasalar tabii ki iki ana başlığı düzenliyor, bunlardan bir tanesi temel haklar -ki, bunları Sayın Başkanımız arz etti- ikinci bölüm de devlet teşkilatı. Devlet teşkilatı başlığı altında bizim sunacaklarımız bu çerçevede olacak.

Biz, Anayasanın ikinci ana bölümünü oluşturan devlet teşkilatında belirleyici olan unsurun hükümet sistemi olduğuna inanıyoruz ve hükûmet sistemine ilişkin teorik pek çok tartışmadan ziyade bizim hükûmet sistemimizin ne olması gerektiği yönündeki görüşlerimizi ve buradan hareketle devlet teşkilatındaki bazı önemli konuları arz ederek toparlayacağım.

Hükümet sistemleri çerçevesinde kuvvetler birliğine ve kuvvetler ayrılığına dayalı pek çok sistem var ama şunda artık mutabıkız: Her hâlükârda kuvvetler ayrılığına dayalı bir hükûmet sistemi tercih ediyoruz ancak bunların arasında başkanlık sistemi mi yarı başkanlık sistemi mi yoksa parlamenter sistem mi; bunun tercihinin net olarak ortaya konulması gerekiyor.

Biz, başkanlık sisteminin kuvvetlerin kesin ve sert ayrımına dayanmakta olması, yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinin varlığına son verme yetkisinin olmaması; bunun sonucunda sistemde tıkanma olduğunda bunu çözecek uzlaşmacı siyasi kültüre sahip olunamaması hâlinde sistemin tamamen tıkanacağı ve tarihsel gerçeklik; bütün bunların hepsini birlikte nazara aldığımızda başkanlık sisteminin şu anda ülkemize uygun olmadığını düşünüyoruz. Yazılı olarak daha ayrıntılı arz ettik, buna ilişkin dergide de makalemiz var zaten.

Parlamenter sistemin ise ülkemizde 1909 yılından beri uygulanagelen bir sistem olduğunu, ülkemizin sosyal, siyasi koşullarına daha uygun olduğunu ve bundan dolayı daha pek çok ayrıntıyla birlikte ülkemizde tercih edilmesi gereken hükûmet sisteminin parlamenter sistem olması gerektiğini düşünüyoruz.

Dolayısıyla, bizim tercihimiz parlamenter hükûmet sistemi olduğuna göre, açıklamalarımızı da bundan hareketle yapacağız.

Biz Anayasa’nın yenilenmesi sürecinde öncelikle Hükûmet sistemimizin netleştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Neden? Özellikle 21 Ekim 2007 Anayasa değişikliğiyle birlikte Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve Anayasa’da mevcut Cumhurbaşkanına ilişkin kuvvetli yetkiler de birlikte nazara alındığında şu anki sistemimizin yarı başkanlık sistemine büyük bir adım olarak nitelenebileceği yönünde öğretide pek çok görüş var ve biz de bunu sahipleniyoruz. Öyle ki, eğer yapılacak bir Anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanı yani devlet başkanı Parlamentoyu koşulsuz olarak feshetme yetkisine de sahip olduğunda hemen hemen Fransa’dakine benzer bir yarı başkanlık sistemiyle karşılaşacağımızı düşünüyoruz. Ondan dolayı, burada parlamenter sistem mi yoksa yarı başkanlık sistemi mi açmazında bulunan sistemin öncelikle netleştirilmesi lazım Anayasa’nın yenilenme sürecinde ve bu netlik sağlanırken hükûmet sistemimizin parlamenter sistemi tercih ederek netleştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yani en açık ifadesiyle, bizim tercihimiz yasama ile yürütme arasında uyumsuzluğa yol açmaması bakımından en mantıklı sistem olan ve Türkiye'nin tarihsel geleneklerine uygun bulunan parlamenter sistemdir. Dolayısıyla, mevcut Anayasa’da sistemi yarı başkanlık sistemine yakın bir durumda tutan Cumhurbaşkanının yetkileri çerçevesinde temsil yetkileri dışındaki tüm icra yetkilerinin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Böylelikle, Cumhurbaşkanı parlamenter sistemin özüne de uygun biçimde gerektiğinde kurumlar arasındaki ahengi sağlayabilecek mahiyette bir fonksiyon, bir görev ifa edebilecektir. Öbür türlü, zaten fazlaca olan icra yetkileri bir de halk tarafından seçilmekle ortaya çıkacak meşruiyeti birlikte değerlendirdiğimizde Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında önemli açmazların da söz konusu olabileceğine inanıyoruz. Bu çerçevede, parlamenter sistemin saf hâliyle benimsenmesi ve Cumhurbaşkanının icra yetkilerinin tamamının kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu hükûmet sistemi tercihimizden hareketle, önemli gördüğümüz bir diğer konu başlığı, mevcut Anayasa’nın benimsediği idari yerinden yönetim ilkesinin hassasiyetle korunmasını ve bunun yerine ikame edilmeye çalışılan siyasi yerinden yönetim talep, öneri ya da dayatmalarının hiçbir şekilde nazara alınmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Mevcut Anayasa’mızın 126’ncı ve 127’nci maddelerinde düzenlenen sistem yerel yönetimler bakımından idari yerinden yönetim ilkesi olarak ifade edilebilen bir sistem. Bunun yerine, siyasi yerinden yönetim ilkesini çağrıştıracak birtakım düzenlemelerin ülkemizin siyasi konjonktürüne de hukuki gerekliliklerine ve gerçekliklerine de uygun olmadığını düşünüyor ve bunun hassasiyetle korunması gerektiğine inanıyoruz.

Bir diğer başlık altında, Diyanet İşleri Başkanlığı haricindeki özerk kurum ve kuruluşların Anayasa’da değil yasalarda düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz ve bu çerçevede, özerk kurum ve kuruluşların mahiyetinin ne olduğu, niteliğinin ne olduğu ve nasıl düzenlenmesi gerektiğinin temel ilkelerinin Anayasa’da düzenlenmesini ama özerk kurum niteliğinde şu anda Anayasa’mızda bulunan pek çok kurumun anayasal düzenlemeden çıkarılmasını ve yasalarla düzenlenmesi, sadece buna ilişkin temel ilkelerin Anayasa’da düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz.

Peki, niye Diyanet İşleri Başkanlığının yine diğerleri gibi özerk bir kurum, kuruluş olmasına rağmen, Anayasa’da düzenlenmesi gerektiğine inanıyoruz? İşte bu noktada, ülkemizin siyasi gerçekleri nazara alındığında bunun tam anlamıyla Anayasa’da düzenlenmesi gerektiğinin biz, ülkemizin siyasi ve sosyal koşulları dolayısıyla gereklilik olduğuna inanmaktayız.

Bu bağlamda, son başlığımız yargı bağımsızlığının sağlanması ve HSYK’nın yeniden yapılandırılması çerçevesinde.

Hükûmet sistemi tercihlerinde yargı hep kenarda tutulur, yasama ile yürütme arasındaki ilişkiler hükûmet sistemini belirler, yargı da bu ilişkiler esnasında ortaya çıkabilecek birtakım hukuksuzlukların önüne geçilebilmesinin genel tabiri itibarıyla tuzudur. Dolayısıyla, bu tuzun muhafaza edilmesi gerektiğine inanıyoruz. O çerçevede de yargı bağımsızlığının hassasiyetle korunması ve sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.

En son Anayasa değişikliğiyle HSYK bir yapılandırma sürecine sokuldu. Biz, bunun bizim önerilerimiz çerçevesinde yeniden yapılandırılması gerektiğini düşünüyoruz ve somut olarak başlıklar hâlinde çok kısaca ifade edip sunumumuzu tamamlayacağım:

Adalet Bakanlığı Müsteşarı kurulda doğal üye olarak bulunmamasını, bunun yanında Adalet Bakanının da belli koşulların sağlanması durumunda kurul üyesi olmasının bir sakıncasının olmadığını düşünüyoruz.

Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek üyelerin TBMM tarafından nitelikli çoğunlukla -mesela üçte 2 gibi- seçilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.

2010 Anayasa değişikliğinden sonra HSYK’yla ilgili yapılan bir diğer eleştiri de seçilen üyelerin görev süresi dolduktan yani dört yıl geçtikten sonra tekrar seçilebilmesidir. Biz bu sebeple, kurul üyelerinin görev süresinin biraz daha uzun olması, örneğin altı yıl gibi bir süre öngörülmesi ve seçilen üyenin bir daha seçilememesinin daha bağımsız görev yapabilmesi bakımından önemli olduğunu düşünüyoruz.

Yargı üst kurullarının kararları sonuç itibarıyla kişilerin hukuki durumlarına etki etmektedir. Bu sebeple, kurulun tüm kararlarına karşı yargı yoluna başvurulabilmesinin hukuk devleti ve evrensel hukuk açısından en doğru yol olduğu kanaatindeyiz.

Genel Sekreterin belirlenmesi tamamıyla kurula bırakılmalı diye düşünüyoruz ve yapılacak seçimde en çok oyu alan kişinin Genel Sekreter olarak atanması gerektiğine inanıyoruz.

Son olarak, hâkim ve savcıların denetiminde soruşturma izni verip vermeme konusunda Adalet Bakanına herhangi bir yetki verilmemesi gerektiğini, ilgili daireden soruşturma başlatılmasını isteme hakkı dışında başka bir hakkının olmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Böylelikle sunumumuzu tamamlıyoruz.

Teşekkür ediyorum.

Arkadaşların eklemek istediği hususlar varsa birer cümleyle onları da alalım.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI GENEL BAŞKAN YARDIMCISI BURCU AYBÜKE TEKGÜL - Genel Başkan Yardımcımız Osman Bey’in de hak ve hürriyetlere ilişkin sunumunda belirttiği üzere bir noktaya özellikle dikkat çekmek istiyorum ben.

Kendisi de belirtti: “Dinî inanç ve kılık, kıyafeti nedeniyle kimse eğitim hakkından mahrum bırakılamaz.” maddesi. Burada, bizim özellikle zaten Hukuk Müşavirimiz Mehmet Bey ve birlikte çalıştığımız diğer hukukçulara da bu konuda danıştık, kendileri de böyle bir kanaat belirttiler, aslında bizim de kanaatimiz aynı yönde. Bu Anayasa’da belirtilmesi gerekmeyecek kadar önemsiz bir mesele olarak görülebilir ancak ülkenin devamlı olarak bu hususla alakalı meselelere takılıyor olması ve bunun devamlı olarak kamuoyunu meşgul ediyor olması dolayısıyla, biz başörtülü arkadaşlarımızın da eğitim hakkından hiçbir şekilde mahrum bırakılamamasının sağlanması, bu durumun önüne geçilmesi amacıyla bu konunun kesinlikle Anayasa’da belirtilmesi, altının önemle çizilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Çok teşekkür ederim.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Biz de teşekkür ediyoruz.

Buyurun.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜTLÜR VAKFI YÖNETİCİSİ ECE BAĞCIBAŞI – Ben millî ve üniter devlet konusunda bir açılımda bulunmak istiyorum aslında arkadaşlarımızın, Sayın Genel Başkan Yardımcımızın ve Müşavirimizin belirttiği hususları biraz daha açmak çerçevesinde.

Düzenlenecek yeni Anayasa değişikliğinde millî ve üniter devlet kavramlarının üzerinde durmamızın ve cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılarak hükümleşmesini istememizin sebebi, sadece iç dinamiklerimizden kaynaklanan kaygılarımız değil aslında bugün uluslararası konjonktürün de bu yönde gelişmesidir. Zira, hepinizin bildiği üzere, günümüzde küreselleş ya da neoliberalleşme olarak adlandırılan ve uluslararası sistemin çeşitli adlarla, küresel yönetişim ya da çok taraflılık şeklinde adlandırıldığı bu sistemde millî devletin ya da uluslararası ilişkiler terminolojisiyle söylemek gerekirse ulus devletin zayıfladığı şeklinde bir görüş bulunsa da bugün ulus devlete rakip olabilecek bir sistemin ortaya çıkmadığı aşikârdır. Avrupa bütünleşme serüveninin uğradığı başarısızlık ve ulus aşırı aktörlerin ulusal çıkarlar karşısındaki ikincilliği göstermektedir ki ulus devlet hâlâ sistemin temel aktörüdür.

Ayrıca, belirtmek gerekir ki, ulus ötesi ve devlet aşırı aktörlerin ve küresel şirketlerin dünya düzeninde bir ağ oluşturduğu göz önüne alınırsa ulus devletler hâlâ bu ağın dönüm, düğüm noktaları ve denetim mekanizmaları hâlindedir çünkü bu çok parçalı yapıda ortaya çıkan ağın denetlenemez olması bizatihi yeni yapının demokratikleşme hedefine de tehdit oluşturmaktadır. Biz millî devleti bu açıdan, demokrasinin güvenliği açısından da elzem görüyoruz.

Üniter devleti vurgulamaktaki bir diğer dayanağımız ise postmodern felsefe ve bunun siyasi yansımalarının ortaya çıkardığı çok kimlikli ve parçalanmış sistemin aslında kendi içindeki tehditleridir. Türkiye özelinde ise ülkenin sosyokültürel şartları ve siyasi konjonktür de göz önünde bulundurulduğunda üniter devletin bu tehditlere karşı Türk milletinin ve Türkiye’deki tüm vatandaşların bir arada yaşama iradesini temsil ettiğini düşünüyoruz.

Teşekkür ediyorum.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Biz de teşekkür ediyoruz.

Başka ilave edeceğiniz bir şey var mı? Peki.

Çok teşekkür ediyoruz.

Sayın Milletvekilim…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Öncelikle teşekkür ederim.

Siz sunum yaparken bir yandan hazırladığınız dosyayı inceledim, bir de dergiye göz attım. İçeriğine katılmasam da dergi bu meselede sorun olarak ne varsa hepsine bir yoğunlaşma içermiş. Bu ciddiyet ve özen için bütün emeğe geçenleri tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum.

Biz, ilkesel olarak sunum yapan arkadaşlarımızla tartışmıyoruz, açılmasını istediğimiz noktalar varsa orayı açıyoruz. Ben onunla da zamanınızı almayacağım. Sadece bu genç enerjiden bir ricam olacak eğer kale alınırsa.

Bu anadilde eğitim meselesinde ve ta Türklerin Anadolu’ya geliş biçimleri ve kalış biçimleri tarihselliğinde düşünüldüğünde, o “Biz” kavramının içinin geniş tutulması bahsinde, anadilin, bugün anadilde eğitimden, adlı adınca Kürtleri ve talep eden diğerlerini… Kardeşimiz, Lozan’a tabi azınlıkların bu hakka sahip olduğunu söyledi, bunu da bir araştırmanızı öneriyorum. Mesela bir Ermeni yurttaşlarımız, Türkiye’de doğal akışın dışında çoğalırlarsa çocuklarını okutacak okulları yok, bir kontenjan var, o kontenjanla sınırlı ve Ermeni olduğunuzu kanıtlamanız isteniyor, örneğin, hepimiz biliyoruz ki, malum korkular ve baskılar yüzünden kimliğine bunu yazdırmayanlar var. Velhasıl, Kürdü bundan tamamen mahrum etme anlayışı üniterliğine de bütünleştirmeye de ne kadar hizmet eder bahsinde dinamik bir tartışma yürütmenizi öneririm ben çünkü bir buğz ile değil bu konularda gerçekten eğer böyle bir tartışma içinde bu görüşü savunanların da dâhil olduğu bir tartışma yürümezse bir müşterekliği sağlamak zor olacaktır.

Tekrar özeniniz ve böyle genç enerjinin topyekûn böyle bir alana yoğunlaşmış olmasından dolayı teşekkürlerimi bildiriyorum.

Selamlıyorum sizi.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Sayın Vekilim, soru olarak gelmese de bir cümleyle ben de bir ifadede bulunmak istiyorum.

Adlı adıyla söylendiği için ben de adlı adıyla söylüyorum: Biz Kürtlerle bin yıldır bu memlekette kardeş olarak yaşıyoruz. Onun için de zaten bundan dolayı onları azınlık olarak görmüyoruz ve ondan dolayı azınlıklara tanınan haklar çerçevesinde değerlendirmiyoruz.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Bu durumda, azınlık olsa ondan daha iyi olacak.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK – Onlar bizim adil haklardan faydalanan vatandaşlarımız ve biz onları tamamen bu çerçevede değerlendiriyoruz. Bunun da bilinmesini isterim.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Bir tartışma yaratsın diye değil, belki bir soru işareti. Siz de bunu…

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) - Mutlaka arkadaşlarımız dikkate alırlar ve kendi iç dinamiklerine…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Belli yani buradan ona güvenerek söyledim.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Ben bir temennide bulunuyorum çünkü çok önemli bir noktaya parmak bastınız. Bunu ciddiye ve dikkate alacaklarını umut ediyorum.

Sayın Türmen, buyurun efendim.

RIZA TÜRMEN (İzmir) - Bir kere, böyle genç bir takımı karşımızda görmek çok güzel bir şey. Gerçekten, böyle bir enerji var burada.

Ben anlamadığım birkaç şeyi sormak istiyorum sadece.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Rıza Bey, biliyorsunuz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargıç olarak uzun yıllar Türkiye’yi temsil etti.

RIZA TÜRMEN (İzmir) - Bu ilk üç maddeyle ilgili olarak, bir taraftan diyorsunuz ki “İlk üç maddesinde düzenlenen temel ilkeler aynen korunmalı.” öbür taraftan diyorsunuz ki “Ama millî, üniter eklensin ve değiştirilsin.”

Bir kere, ilk üç maddeyi koruyacak mıyız yoksa değiştirecek miyiz?

Eğer birtakım şeyleri değiştirileceksek, o zaman mesela şunlar da değiştirilmeli mi: Toplumun huzuru, millî dayanışma, adalet anlayışı filan gibi kelimeler de çıkarılabilir mi sizce yoksa bunlar dokunulmaz kelimeler midir?

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Biz görüşümüzü çok net yazdık. Bu konuyu da kafamızda çokça tartarak yazdık.

RIZA TÜRMEN (İzmir) - Bazı şeyleri değiştireceksek, ekleyeceksek, çıkaracaksak, o zaman bazı başka şeyleri de çıkarabilir miyiz?

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Sayın Vekilim, biz orada bazı şeylerin çıkarılması gerektiğinden söz etmiyoruz, maddenin aynen korunmasını, oradaki ilkelerin aynen korunmasını, bunun yanı sıra yani onlarda herhangi bir değişiklik olmaksızın “millî devlet” ve “üniter devlet”in de cumhuriyetin niteliklerine eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Şöyle ki: Özellikle üniter devlet bağlamında esasen maddede yer alan devletin ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ilkesi bazı anlamlarda literatürde sıkıntıya da yol açabiliyor, bunu biliyoruz, takip ediyoruz. Ondan dolayı, bunun vurgulanması bakımından “Üniter devlet”in ilave edilmesi gerektiğini düşünüyoruz, mevcut düzenleme korunarak… Biz, oradan bir kelimenin dahi çıkarılmasını istemiyoruz, yanı sıra “Üniter devlet” ve “Millî devlet”in biraz önce anlattığım gerekçeyle ilave edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Yani demek ki, ilk üç madde dokunulmaz değil.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Dokunulmaz değil çerçevesinde değerlendirmiyoruz, biz eksiltmiyoruz, ilave ediyoruz.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Değiştiriyorsunuz.

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Bu değiştirmek değildir. “Millî devlet” ve “Üniter devlet”i pekiştirme bağlamında ilave ediyoruz.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Bir madde olarak ekleyin çok zora kaldıysanız…

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Cumhuriyetin nitelikleri bağlamında o iki kavramın da eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Bir de millî devlet ne demek? Millî olmayan devlet olabilir mi? Tabii ki, her devlet millî sınırları içindedir, bir bayrağı vardır, elbette ki bir resmî dili vardır yani millî olmayan devlet nasıl olabilir ki?

ÜLKÜ OCAKLARI EĞİTİM VE KÜLTÜR VAKFI HUKUK MÜŞAVİRİ MEHMET PARSAK - Millî olmayan devletler var. Şöyle: Özellikle üniter yapıya sahip olmayan federal devlet altındaki federatif devletlerin bu vasfının eksik olduğunu düşünüyoruz biz ve burada dergimizin kapağında da ifade ettik rahmetli Başbuğumuzun bir sözüyle, Türk milliyetçiliği bu devletin kuruluş felsefesinin temelini oluşturuyor. Bu felsefeden hareketle millî devlet ilkesinin de eklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Peki.

Anlamadığım başka bir şey: Bir yerde diyorsunuz ki, hak ve hürriyetlere ilişkin normlar çatışması, uluslararası sözleşmelerle ilgili mutlaka bir ön denetim sistemi getirilmeli.


Yüklə 311,57 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin