Tbmm tutanak Hizmetleri Başkanlığı



Yüklə 334,78 Kb.
səhifə6/7
tarix27.01.2018
ölçüsü334,78 Kb.
#40767
1   2   3   4   5   6   7

Yani şunu demek istiyorum: Teorik olarak bunu hepimiz söyleyebiliriz yani bütün dinler karşısında tarafsız, vesaire filan ama dinî meseleleri, dinî örgütlenmeleri, yapıları devletin koruması ve himaye etmesi desteklemesi anlamında her ülkenin kendi tarihî gelenekleri içerisinde kurulmuş yapılar var. İşte mesela bahsediyoruz Lautsi kararından. Ne diyor orada? “İtalyan kültürünün içerisinde bir unsurdur okuldaki haçın kullanılması.” diyor o kararda. Yani bunu sadece dinî değil, aynı zamanda İtalyan kültürüyle bağdaştırarak ifade ediyor. Bu bakımdan, burada mesela Mete Tuncay Hoca -biz Abant Platformu’nda onunla beraber olduk zaman zaman- der ki: “Ben kültürel anlamda Müslüman’ım. Mesela ‘Selamünaleyküm’ diyorum bir yere gittiğim zaman.” Yani inanç meselesi farklı bir mesele.

İşin bir kültürel boyutu var çünkü uzun yıllardır, binlerce yıldır dinle iç içe geçmiş bir de kültür var. Bunu gözardı etmiyorlar bu tür yapılanmalarda. Şimdi buradan şuna geliyorum, işte Diyanet İşleri Başkanlığı meselesiyle, Alevilik meselesiyle ilgili olarak. Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda tabii ciddi yanlışlarımız var çünkü belli bir yerden başlatıyoruz konuyu; bugün başlatıyoruz, yirmi seneden başlatıyoruz, gitmiyoruz, yüz sene öncesine gitmiyoruz. Önce şunu söyleyeyim -Mehmet Ali Bey bahsetti az önce- Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun -özellikle 1965 tarihindeki metin, ilk o metinden bahsediyorum- “Görev: Madde 1- İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak, ibadet yerlerini yönetmek üzere kurulmuştur.” diyor.

Ayrıca 5’inci madde Din İşleri Yüksek Kurulunun görevleri arasında diyor ki: “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını, metodolojisini, tarihî tecrübesini, güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek, dinî soruları cevaplamak.”

“Organ nakliyle ilgili niye konuşuyor?” Çünkü bu ülkede Müslüman olan insanlar organ nakli konusunda, organ bağışı konusunda acaba dinî bir şey var mı, yasak var mı yok mu, bu caiz midir değil midir dinen, bunu merak ediyor. Bazı insanların öyle davranışlarıyla ilgili -tamam olmaz, bir kısmı olur, o artık kendi takdirindedir- yaptığı işin dinî boyutunun, anlamının ne olduğunu bilmek istiyor. Bir yere başvuracak kendisi bulamıyorsa bunu kitaptan, başka bir yerden. İşte Diyanet İşleri Başkanlığı bu görevi de içeren bir görev tanımıyla kurulmuş bir kurum. Onun için, organ nakliyle ilgili de bir sürü görüşleri var, Din İşleri Yüksek Kurulunun sayfasında bunlar detaylı olarak tartışılarak da ortaya koyuluyor dinî çerçevesi içerisinde.

Nitekim Anayasa’da Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili düzenlemede diyor ki: “Kanunla kendisine verilmiş olan görevleri yapmak üzere kurulur.” İşte, kanunla verilmiş görevler de bunlar.

Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgili asıl mesele, bu işte “Türkiye’de farklı dinler, inançlar arasında ayrımcılık yapılıyor.” meselesi, bence tarihî bağlamından kopuk tartışılıyor. Bakın, Osmanlı’da Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir devlet kurumu, devlet teşkilatı içerisinde bir kurum yok. Dinî yapılar sivil yapılardır. Camilerin hepsi birer vakıf olarak kurulmuştur ve bu camilerdeki imamların, müezzinlerin, bütün görevlilerin, işte ışıklandırılmasından ısınmasına kadar, temizliğine kadar bütün ihtiyaçlarını karşılamak üzere çeşitli vakıf iratları kendisine tahsis edilmiştir bunların. Yani vakıflarla Diyanet bugünkü anlamıyla birlikte mütalaa edilmiş. O bakımdan, Şeriye Vekâleti yok. Şeriye ve Evkaf Vekâleti var, ikisi bir arada.

Ha, ne zaman ki vakıflar 1924’te ayrılmış, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı ayrılmış… Yani biz dinî kurumların gelir kaynaklarını ayırmışız, devlet tarafından bunlar gasbedilmiş, el konulmuş. Şimdi bakıyoruz, onu söyledim, Kıbrıs’ta mesela, Kıbrıs’ın üçte 1’inden fazlası vakıf arazisi. Bu toprak mülkiyetiyle ilgili bir çalışma yaptık, bakıyorsunuz kayıtlara -bunların hepsine “koçam” diyorlar- farklı, tasarruf tapusu farklı, mülkiyet tapusu farklı. Bunu tapudan takip edebiliyorsun. Farklı? Niye vakıf? İşte, bu birtakım gelirler, vakfın gelirleri birtakım hayır eserlerinin işlemesi için tahsis edilmiş. Şimdi devlet bunlara el koymuş. İstanbul’un önemli bir kısmı vakıf, hâlâ devam ediyor vakıf davaları, o büyük araziler, pahalı, sahillerdeki araziler. Ne olmuş? Devlet bunlara el koymuş, münasip, kendine göre takdir ettiği bir fiyatla satmış bunları. Ha sonra? İmamlara maaş ödemeye başlamış, camilerin bazı giderlerini karşılamaya başlamış. E, bunu verecek. Ben diyorum ki… Şimdi “İmamın maaşı veriliyor; verilmesin.” falan. O zaman şöyle bir hesaba mesela, ben şahsen razı olabilirim: 1924 itibarıyla vakıfların bütün mal varlığı, gelirleri hepsi tespit edilsin, bugüne göre onlar nemalandırılsın ve bugünkü değeri belirlensin, devletin de 24’ten bugüne kadar imamlara, camilere, dinî hizmetlere yapmış olduğu, harcamış olduğu para belirlensin, bir takas yapalım, arada kim bakalım daha alacaklı çıkar, kim verecekli çıkar? Vakıfların mal varlığı, Türkiye’de İstanbul başta olmak üzere bütünüyle bu imamlara, camilere verilen maaşın bence asgari 10 katıdır, belki daha fazladır. Vakıflar üzerine çalışmış birisi olarak bunu söylüyorum. Yani devlet imamların maaşını niye ödüyor? Şunun için ödüyor: İmamlara ödemek için tahsis edilmiş malları gasbetmiş, bunun mahcubiyeti içerisinde maaşını ödüyor.

Ha, başkalarına da mı ödesin? Ödesin tabii ki yani bu şey değil, sadece buna ödesin, başkalarına ödemesin anlamında değil ama bu konunun da üzerinde durulması gerekir. Yoksa bundan bağımsız olarak “Sadece niye imama maaş ödüyor da cemevine ödemiyor?” tartışmasını yapmak bence yanlış olur.

Alevilik meselesinde Sırrı Süreyya Bey bir şey söyledi. Tabii Faruk Çelik, Sayın Bakanın yapmış olduğu çalışmaların, onların bir kısmında bulundum ben akademisyen olarak o zaman. O söylediğiniz hadisenin etkisi var mıdır, yok mudur bilmiyorum ben ama oradaki temel tablo, Alevileri temsilen katılan gruplar veya temsilcileri kendi aralarında birkaç konuda, temel konuda anlaşamıyorlar. Bir, işte “Alevilik ayrı bir dindir.” veya o çerçevede bir ifade kullananlar, bir de “Hayır, İslam içerisinde bir yorumdur, İslam dininin yorumlarından birisidir.” diyenler. Tabii çok ciddi tartışmalar oldu kendi aralarında. Yani onları dinleyen, katılan birisi olar. Birisi bu.

İkincisi: “Peki, işte Diyanette Alevilik temsil edilsin.” Burada herhâlde beyanlara bakarak yani Alevi olan veya Alevilerin temsilcisi olarak burada bulunan, kendini böyle düşünen kimse yok ama biz onlar adına konuşuyoruz yani “Diyanette temsil edilsin.” İşte onlardan bir kısmı diyor ki: “Diyanette temsil istemiyoruz.” Niye? “Çünkü Diyanet caminin imamını tayin ediyor, müftüyü tayin ediyor, cemevine dedeyi Diyanet mi tayin etsin?” Mesela “Bunu istemiyoruz.” diyor. Yani bu konu, sadece öyle hani teorik olarak baktığımızda içinden çıkabileceğimiz bir konu değil.

Burada yapılması gereken, işte bizim önerdiğimiz anlamda, aslında ilk metindeki olduğu gibi, hürriyetin alanını aşacağız. Bakın burada hani konuşuyoruz, sınırlama şeyi var, konuşacağız onları. Hâlbuki 82 Anayasası bile 14’üncü maddeye yaptığı atıf… Ki o kötüye kullanmadır, özel sınırlama sebebi değildir, teknik anlamda. Sınırlama sebebi koymamış, diğer maddelerin hepsinde var, “Şu şu sebeplerle sınırlama millî güvenlik, kamu düzeni, vesaire…” filan. 24’üncü maddede böyle bir sınırlama sebebi yok. Kötüye kullanmaya ilişkin düzenlemeler din hürriyetiyle ilgili. Farklı bir mantık yaklaşım var, onu detaylı konuşacağız.

Burada demek istediğim kısaca şu: Biz Türkiye’de de din hürriyetiyle ilgili sıkıntılar yaşamış bir topluluğuz tarihî geleneği itibarıyla Türkiye’de yaşayan insanlar olarak. Bugün de başka sıkıntılar var ama şunu da unutmayalım, bundan otuz sene, kırk sene önce Alevi olduğunu ifade etmek, ne bileyim, cemevinden falan bahsetmek bile kolay değildi, mevzubahis değildi, kimsenin aklına gelmeyen bir şeydi, bugün bu konuşuluyor.

Yapılanmalara gelince yani işte Alevi cemevleri işte bir tekke mahiyetinde midir, bir ibadethane midir, bu şekildeki yapılanmalar veya üst yapılanmalar isteniyor, istenmiyor, bunlar ayrıca tartışılır ama bunlar tabii biraz zaman isteyen şeyler, bunlar hemen bugün itibarıyla olacak şeyler değil. Bu gösterdiğimiz şey de Sırrı Süreyya Bey, şahsi bir şey. Mesela bakın, bir şey söyleyeyim…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Ne kadar zaman? Onu söyle de beklesinler.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Yok, hayır öyle bir şeyimiz yok. Tabii Türkiye geliştikçe, demokrasinin nitelikleri…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Eyvah!

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Hayır, öyle düşünmeyin, gidin on sene öncesine gidin yani Türkiye’de.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Açılıma, diyelim ki bir an… Dinin yarısı vicdandır, insaftır…

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Tabii, buyurun…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Şimdi, müfredatta hiçbir görüş ayrılığı var mı? Müfredatta Alevilere dönük ayrımcı söylemin günlük hayatta devletin resmî şeylerinde buna dönük söylemlerin arındırılması, buna hiç Aleviler kendi içlerinde…

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Yapıldı ama.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Ne yapıldı?

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Yapıldı, işte burada var.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Bugün güvenlik soruşturmasında mezhep soruluyor mu sorulmuyor mu? Bu kadar basit.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şöyle… Bir dakika… Benimle ilgili iki güvenlik soruşturması yapıldı, iki defa başvurum olduğu mesleğe. Birisinde yapılan güvenlik soruşturması olumsuz geldi.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Alevi mi çıktı?

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Atamam yapılmadı. Diğerinde temiz geldi. Arada altı ay fark vardı. Hani güvenlik soruşturmasında ne sorulduğunu, kimin yaptığını, kimin ne karar verdiğini bilmiyorum. Fakülte yayınlarında dergi çıkarmıştık netice itibarıyla.

Yani şunu demek istiyorum, bu kurumsal yapılanmaları Diyanet bağlamında konuşacağız ayrıca ama burada bizim yapmak istediğimiz şey, yani devletin gerçekten dinler karşısında tarafsızlığını sağlamak, kişilerin dinî inançları ve dinin gereklerinin ne olduğu konusunda onlara müdahale etmeksizin bir alan sağlamasını, bunu imkân verecek bir düzenleme yapmak.

Bu metinde de pek sorun yok, sadece görüşümü ifade edeyim. Ertelemeye benim de bir itirazım yok ama bakın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin birçok maddesinde de var, bizim mevcut Anayasa’mızda da var; genel olarak bu klasik hürriyetlerin bir adı vardır, genelde birinci cümlede o ifade edilir: “Herkes dinî hürriyetine, bilmem şeye, konut dokunulmazlığına sahiptir.” Ama biz iş yerinin de konut dokunulmazlığı kapsamında olduğunu sadece bundan çıkartabiliyor muyuz? Çıkartamıyoruz. Onun için, altına diyoruz ki: “İş yeriyle ilgili hükümler de buna tabidir, bu kapsamdadır.” Burada da mesela demiş ki: “İfade özgürlüğü veya düşünce özgürlüğü, vicdan, din özgürlüğü, bu hak şunları, şunları da içerir.” Bu kapsamı belirtmemizde fayda var. Onun için, ben yazım komisyonundan gelen… Ki onun üzerinde çok çalıştık burada.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – İkinci fıkrada…

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – İkinci fıkranın da üçüncü fıkranın da kalması gerektiği kanaatindeyim. Üçüncü fıkra şeyi koruyor yani kişilerin dinî inanç saikiyle yapmış oldukları işleri, eylemleri, vesaireyi falan koruyan, başkasının ona bakışıyla ilgili bir şey ama bu hürriyetin kapsamını teminat altına alacak bir açıklamaya ihtiyaç var, ikinci fıkra bu fonksiyonu görüyor.

Teşekkür ederim.

ATİLLA KART (Konya) – Kısa bir açıklama yapmam gerekiyor.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Peki, buyurun.

ATİLLA KART (Konya) – Şimdi, Cumhuriyet Halk Partisine yönelik birtakım tespitler oldu, onun için kısaca ifade etmem gerekiyor.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) – Atilla Abi, ben izin isteyeyim, ben de katılmıyorum.

ATİLLA KART (Konya) – Tabii.

Şimdi, tabii maddi ve manevi varlığı geliştirme elbette devletin görevleri arasında. Yani bu noktada, işte buyurun imam hatipler, buyurun ilahiyat fakülteleri… Yani bunu engelleyen kimse yok.

MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Yok, işte ihtiyaçtan doğmuş demek istiyor.

ATİLLA KART (Konya) – Ama sorun şu efendim: Bunu elbette geliştirelim, buna kim ne diyecek? Ama nedir? Şunu lütfen değerlendirin, yani bunu soru-cevaba dönüştürmek istemiyorum, yanlış anlaşılmasın.

Sorun nedir, bizim yaşadığımız sorun nedir? Dini kamu yönetimine taşımak. Sıkıntı buradan düğümleniyor. Nasıl taşımak? Kurallarıyla ya da personel yapılanmasıyla taşımak. Yanlış olan bu. Gidip dini ya da cemaati esas alıp referans alıp kamuya o şekilde taşımak. Burada sorun yaşıyoruz. Bu noktada bir değerlendirme yapmamız gerekir, öz eleştiri yapmamız gerekir. Tabii Sırrı Bey gitti, keşke bunu…

Mustafa Kemal Atatürk’ü eleştirelim, Mustafa Kemal Atatürk eleştirilmez değildir, eleştirelim. Ne yapalım? Hatırasına saygı göstererek eleştirelim; hatırasına, emeklerine, hizmetlerine saygı göstererek eleştirelim ama bunun yanında her konuda Mustafa Kemal’i eleştirmek de marifet değildir. O da haksızlıktır, insafsızlıktır ve bu çerçevede Mustafa Kemal Atatürk ne yapmış? Laiklik ilkesini koymuş. O laiklik ilkesinin uygulanışındaki yanlışlıklar, hatalar ayrı bir konu, onu tartışalım ama laiklik ilkesinin konulmasının Türkiye’ye kazandırdıklarının hakkını verelim, bunu teslim edelim, inkâr etmeyelim bunu, reddetmeyelim.

Ve Türkiye’yi yönetenler Türkiye’yi ayrıştırmamak zorunda. Bakın, 4+4+4’ten söz ettiniz. Ne güzel, tamam. Konuşulabilir bunlar ama bir Sayın Millî Eğitim Bakanı bile diyor ki: “Bu tartışılmadı.” Sayın Çubukçu “Bu tartışılmadı.” diyor ya, “Tartışılmadı.” diyor! Böylesine tartışmalı bir konu, temel bir konuda, millî eğitim gibi temel bir konuda biz yeterince tartışmıyoruz, ondan sonra mevcut Millî Eğitim Bakanımız ne diyor, o teklifi, o kanunu, o tasarıyı eleştirenlere “Laikçi” diyor ya da “PKK’lı bunlar.” diyor. Aman Allah’ım, aman Allah’ım!

E, Sayın Başbakan ne diyor? Sayın Başbakan böylesine tereddütlü, toplumda tartışma yaratan, toplumu geren bir konuda, ihtilaflı bir konuda hele hele eğitime başlayacak beş buçuk yaşındaki çocuklarla ilgili bir konuda rapor almak isteyen velilere yönelik olarak “Çocuklarınıza geri zekâlı muamelesi raporu alıyorsunuz.” diyebiliyor. Yani istirham ediyorum, biz toplumsal barışımızı nasıl sağlayacağız?

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Arkadaşlar, çok güzel bir şey söyleyeceğim…

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bir şey söyleyeceğim.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Lütfen…

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Lütfen, bize gelince söylemeyeceksin ama değil mi?

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Hayır değil ama bir şey söyleyeyim; ya, çok güzel anlatıldı…

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Herkes konuştu parti adına, benim söyleyeceklerim de var.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – O zaman söyleyin, buyurun.

Sen de söyle ama bir şey söyleyeceğim; yani bana göre –hayır, söyleyin de- çerçeve çıksın diye rahat rahat konuşalım dedim ve herkesin üzerinde çok hassasiyetle durduğu, bana göre çok yararlı oldu ama bunu artık birbirimize cevap vermeye doğru döndürürsek bu yararın ötesine çıkarız diye korkuyorum, verme diye söylemiyorum, ver yani din ve vicdan özgürlüğünün en geniş şekilde sağlanması, maddi manevi varlığın geliştirilmesi ama eşitliğe bir şekilde itibar edilmesi, işte başka mezheplerin, başka dinlerin mutlaka güvence altına alınması; bütün bunlar aşağı yukarı herkesin söylediğinden çıktı ve uygulamalarıyla çıktı ama birbirimize cevap vererek değil de artık bunun çerçevesini geliştirerek söyleyelim ve keselim bunu, bir ara verip devam edelim.

Buyurun efendim.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) - Sayın Kart’ın son cümlesinden başlıyorum. Keşke biz kendimiz mükemmel bir hâle gelsek de… “Niye yürüyemiyoruz? Mustafa Kemal önümüzde engel.” deyip de ondan sonra onu tartışsak, bunu böylece ortaya koyalım.

Sayın Şentop o kadar cömert davrandı ki bütün vakıfları imamlara tahsis etti. Bu vakıfların hepsi devletin malıdır, hepsi devletin malıdır; bu bir.

İkincisi, bizim yaşımız müsait, bizim köylerimizde hiçbir imama maaş verilmezdi. Köylerimizde imam vardı, cemaat toplar verirdi maaşları, ne bir vakıftan gelirdi ne şuradan ne buradan yani bazı şeyleri doğru ortaya koyalım.

Bir başka konuya gelince: Şurada tesanütü sağlamak için, Türkiye’de olmayan birtakım şeyler yaratıyoruz, otuz altı parçaya bölüyoruz, sonra diyoruz ki parçaladık ya, bütünlemeye ihtiyacımız var “Bir üst kimlik olsun.” Şu anda konuştuğumuz saha da aynı şekilde. Yüzlerce tarikat, cemaat, vesaire vardır. Biz, her birliğin gönlünü hoş tutmak üzere hareket ettiğimiz vakit birliği beraberliği sağlayamayız. Burada da eğer gerekiyorsa bir üst kimlik, genel hatlarla, genel ifadelerle bu işi geçiştirmediğimiz takdirde bu işin içerisinden çıkamayız. Yani ben şahsen kendi meşrebime göre, kendi inançlarıma göre, kendi mensup olduğum yapıya göre bir karar çıkması noktasında ısrarcı olursam diğerlerinin hakkını, hukukunu gasbetmiş olurum, birliği beraberliği de sağlayamayız, buradan da birlik ve beraberlik adına herhangi bir şeyin çıkması mümkün değil. Onun için, nasıl ki kadim bir milleti, Türk milletini yok sayıp da otuz altı parçaya ayırıyor, ondan sonra dönüyoruz “Türklük üst kimlik olsun.” diye teraneler ortaya koyuyorsak burada da genel hatlar üzerinde durmak mecburiyetimiz var diye düşünüyorum.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Teşekkür ederiz.

Buyurun.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Şimdi, önce yakından başlayayım: Tabii bir hüküm cümlesi telaffuz etmek kolay yani diyebiliriz ki mesela: “Hava karardı, gecedir şimdi.” Bunu ispat etmek lazım.

Vakıflar devletindir. Hangi devletin? Bakın, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi var Osmanlı’da, devlet çıkarmış bunu yani herhâlde Osmanlı Devleti kendisine ait malların neler olduğunu bilir. Kendisine ait mi, değil mi? Bunları beş tür araziye ayırıyor. Mülk arazi, mirî arazi, metruk arazi, mevat arazi, vakıf arazisi diye beşe ayırıyor. Mülk arazi özel şahıslara ait arazidir, gerçek kişi olabilir, tüzel kişi olabilir. Mevat arazi ölü arazi demektir, kimseye ait değildir, sahibi yoktur bunun, ihya suretiyle kazanılabilecek bir arazidir bu. Devlet ihya ederse devletin olur, hazineye ait olur, şahıs ihya ederse belli şartlarla ona ait olabilir mevat arazi. Mirî arazi var. Mirî arazi devletin arazisidir, rakabe mülkiyeti dediğimiz -Osmanlı’da ikiye ayrılıyor mülkiyet, daha doğrusu mülkiyet ve tasarruf hakkını birbirinden ayıran, intifa hakkına benzeyen bir mülkiyet yaklaşımı var- arazinin aslı, tapu kaydı devlete aittir mirî arazide, arazilerin önemli bir kısmı mirî arazidir zaten, bunun kullanım hakkını belli sürelerle, bazen de süresiz devlet şahıslara tahsis eder, bunun karşılığında bir kira geliri alır. Mirî arazi devletindir, tereddüt yok. Metruk arazi ise devletin değildir esasen, kamuya aittir, meralar, yaylaklar, kışlaklar gibi arazi çeşitleri. Bununla ilgili yazılmış yüzlerce kitap vardır. Halil Cin’in eserlerinden başlayabiliriz saymaya.

Vakıf arazi…

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – “Orta malı” da deniyor.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – “Orta malı” belki köyde söylenebilir de burada olmaz. Ben söyleyemem onu yani, ben akademisyen olarak konuşuyorum, Arazi Kanunnamesinde yok “orta malı” ona “metruk arazi” diyorlar.

Vakıf arazi ise ayrı bir arazi türüdür. Bakın, Arazi Kanunnamesi mülk arazi ile vakıf araziyi düzenlememiştir çünkü mülk arazi ile vakıf arazi devletin düzenleme, tasarruf yapabileceği bir alan değil, devletin örfi düzenleme olarak yaptığı, yasama tasarrufu yaptığı alanda bir konu değil, bu fıkıh kitaplarında, İslam hukuku eserlerinde düzenlenmiş vakıf ve mülk araziyle ilgili hükümler. Dolayısıyla vakıf arazinin tarifi de vardır, mezhepler arasında farklılıklar da vardır, bu detaylara girmeye gerek yok ama vakıf arazi esasen ilk dönemlerde mülkiyeti Allah’a tashih edilmiş veya işte, daha sonraki hukukçuların yorumuyla vakfın tüzel kişiliğine tahsis edilmiş, intifa hakkı ise işte, vakfı kuran kişinin belirttiği kesimlere verilmiş bir mülkiyet türü. Vakıf arazi hiçbir zaman devletin değil, tam aksine devlet vakıf araziyle ilgili birçok hususta çok ciddi, tedbirli hareket etmiştir, mirî arazilerinin sınırlarını tayin ederken bile vakıf arazilerine tecavüz etmemeye mümkün olduğu kadar hassasiyet göstermiştir. Vakfı kim kurduysa, kim oluşturduysa o oluşturulan vakıf kişiliğine ait bir mülkiyeti var. İmamların mı? Değil tabii ki kuşlara bile vakıflar tahsis edilmiş, göçmen kuşlara tahsis edilmiş vakıflar.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Kuşların hakkını mı yiyorsun sen şimdi?

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Değil tabii ama çok var.

Hayır, şimdi, vakıfların gelirleriyle imamlar finanse ediliyordu diyorum, bunu diyorum. Var, hepsinde var. Mesela Süleymaniye, Kanuni Sultan Süleyman yapmış, buna tahsis ettiği birçok mirî arazi var. Bu vakıf arazilerinin de türleri var, mülkten vakfedilenler var, mirîden tahsisat kabilinden vakfedilenler falan var, bunlarla ilgili konuşabiliriz, benim alanım, fazla girmek istemiyorum ama vakıf arazi, vakıflar, mülkiyeti devlete ait değildir, Türkiye'de Vakıflar Genel Müdürlüğü suretiyle el konulmuş, satılmış sonra kira fiyatına, beş yıllık kira fiyatına satıldı.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Bir dakika… Ali Bey oradan canavar gibi geldi, bir şey söyleyeceğim, sen de -söyleyeceğini tahmin ediyorum- söylemeden şuna cevap ver, burada bunu tartışmıyoruz ama orta malı vardır idare hukukunda.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Vardır tabii canım, nasıl yok?

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Köprüler, yollar nedir?

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Metruk arazi işte.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – İşte, ama orta mallarıdır onlar, o manadadır.

Bir de bir şey daha söyleyeceğim sana, hayır söylediğin doğru ama şeyin söylediği yanlış değil, çünkü bunların sonunda mülkiyet rejimini belirleyen kim? Devlet belirliyor. Diyor ki… Zaten Fransız İhtilali neden yapılıyor? Kendi mülkiyetimi hiç olmazsa güvence altına alayım diye yapılıyor. Özel mülkiyeti güvence altına alıyor. Yani o bakımdan, sonunda vakıf arazileri, devlet ona bir biçim vermiş “Hadi bunları vakfa verdim.” demiş.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Değil, değil, öyle değil.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Orta malı vesairede bu il yapılanmalarını ilçeler falan filan köyleri konuşurken “köy orta malı” diye kitaplarda tabiri var.

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Aynen, idare hukukunda vardır. Canavar gibi geldiğini gördüm.

PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Şimdi, efendim…

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Bir dakika, bitirsin, çünkü zabıtlara da geçiyor.

MUSTAFA ŞENTOP (İstanbul) – Bunu uzun uzun konuşmamız lazım.

Şimdi, Fransa örneğini veriyorsunuz, aslında temelde hukuk anlayışıyla, zihniyetiyle ilgili bir problem var. Bunlar uzun konu, bunu saatlerce konuşabiliriz.

Batıdaki hukuk anlayışı ta Roma’dan itibaren iki bin yıllık bir sistem. Bu hukuk son tahlilde -tabii detayları var- devlet kreasyonudur, yani hukuku devlet var eder, diğer geri kalan kısmı teoriktir, tabii hukuk falan, nazariyedir bunlar. İslam hukukunda öyle değil. İslam hukuku esas itibarıyla Anglosakson hukukuna benzer, continental hukuka değil. Anglosakson hukukunda nasıl kanunlar var, örf âdet hukukudur ve bunun ayrıca bir yasama organı tarafından yasa hâline getirilmesi gerekmez, doğrudan yasadır, kanundur, nasıl “equality law”lar var, nasıl daha sonra yasama organının koyduğu şeyler var, buna benzeyen bir yapısı var İslam hukukunun, anlamayı kolaylaştırmak için bunu ifade ediyorum.

Bir İslam hukukunda naslarla oluşan, kitap, sünnetle oluşan bir kısım var, devletin tasarruf alanı değildir bu alan. Yine müçtehit hukukçuların, nasıl orada hâkimler emsal içtihat yoluyla kural koyuyorsa -ki, beş yüz binin üzerinde emsal içtihat var İngiltere’de bugün- bu bir yasama faaliyetiyse, aynen müçtehit hukukçular -hâkimler değil- İslam hukukunda kural koyabilir, bir de devlete tanınmış bir yasama alanı var, İngiltere’de aynı şey “status quo law” denilen alan bu. Osmanlı devletinde kanunnamelerle düzenlenmiş bir alan bu. Vakıf hukuku, örfi hukuk alanı değil, devletin kanunnamelerle düzenleyeceği bir alan değil İslam hukukuna göre, bu temel itibarıyla içtihatlarla düzenlenmiş bir alandır, bu alanda devlet ancak işte, farklı bir içtihatla diğeri arasında bir tercih yapabilir, bu vakıflarla ilgili düzenlemelerde zaman zaman yapılmış bir şey Osmanlı’da.


Yüklə 334,78 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin