GEÇMİŞTE DİPKARPAZ’DA BİR MİKTAR TÜRK RUMLAŞTIRILMADI…
Osmanlı döneminde, bir müslüman, gelirinin %10’u oranında öşür vergisi verirdi. Bunun yanında, bütün gelirinin 1/40’ı oranında zekât, eğer elinde toprak bulunduruyorsa, Çiftlik Resmi, sürüsü varsa, satışında belli bir harç ve ayrıntı olarak da işte dulluk vergisiydi falan gibi birkaç vergi daha… Bir hristiyan ise öncelikle %50, sonraları %20 oranında Haraç vergisi verirdi ana vergi olarak. Buna ek olarak, evindeki her kelle başına bir işçinin 15 günlük yevmiyesi tutarında, Cizye öderdi. Çiftlik resmi’nin karşılığı, hristiyanda İspençe vergisi idi ki daha yüksekti. Hayvan vergileri aynen uygulanır, askere alınmadığı için ayrıca bir de Bedel-i Askeriye öderdi. Bunların üstüne, bir de Kilise Vergileri vardı ki onlar, devletin vergilerinden de ağırdı… Bir hristiyan, ata binemez, kılıç taşıyamaz, herhangi bir kalede (örneğin Mağusa) geceleyemezdi. Mahkemede, hristiyan’ın ifadesi, müslümana karşı geçerli değildi… Bir hristiyanın Müslüman olması, mümkündü. Gider kadının önünde kelime-i şahadet getirir, isterse “güya”, isterse samimi Müslüman olabilirdi. Ama bir müslümanın gidip vaftiz olmasının cezası, idamdı! Bu koşullarda, ne kadar cahil olursa olsun, bir Türk’ün iki kat fazla vergi ödemek, at, kılıç kullanamamak, mahkemede ve toplum içinde statü kaybetmek ve idam cezasını göze alarak hristiyanlığa dönmesi için, herhalde akıldan yoksun olması gerekirdi. Zaten “dönen” olduysa da asıldığından, “tüketildi”! Ama, “Güya” Müslüman olmanın örnekleri, Osmanlı tarihi boyunca çok görülmüştür. Bizde Linobambakiler, Girit’te Vallahidis’ler, Makedonya’da Karamurtad’lar, Anadolu’da da vardır ama şimdilik ona girmeyim… “Müslüman oldum” der, vergilerden kurtulur, sosyal statünüzü yükselteceğinizi varsayardınız ama Osmanlı, hem vergileri almaya devam eder, hem de böylelerini askere de alırdı. Dönseniz bile, torunlarınız dahil, hristiyan vergilerini ödemeye, devam ederdiniz.
Kıbrıs’a Türkmen İskânı, Anadolu’da çıktığı yerden tutun, Kıbrıs’ta yerleştiği köye kadar, kayıt altında, bilinen bir konudur. Dipkarpaz’a Türkmen iskân edilmiş değildir, öncelikle bunu belirtelim. Karpaz ile ilgili benim ulaştığım en eski kayıt, Lala Mustafa Paşa daha Mağusa’yı almadan, dışarı gönderilen sivil halktan “dönme”yi kabul edenlerin bir kısmını Karpaz’a iskân ettiği ile ilgilidir ama Dipkarpaz değil… Karpaz’a Türk yerleşmesi daha sonra vakıflardan dolayı oldu ama Dipkarpaz yoktur bu listede… Galatya’dır, Kuruova’dır, Çayırova’dır, Ovgoroz’dur, Balalan’dır; şudur budur…
1821’deki isyan esnasında, uygulanan şiddet dolayısıyla, bir miktar Rum, canını ve malını korumak gailesi ile Müslüman olduklarını ileri sürmüşlerdir. Ama bunlardan 5000 tanesi, Tanzimat’tan sonra, dinlerine geri dönmüşlerdir. “Türk” olmalarının(!) süresi , 20-30 senedir… İngiliz Ada’ya geldikten sonra ise o eskiden “Müslüman oldum” deyip, durumu idare etmeye çalışan Linobambakiler’in bir kısmı da hristiyanlığa geri dönmüştür. Bunlar da İngiliz belgelerinde kayıtlı kuyutludur. Evkaf ve eski gazete arşivlerinde de görülür.
Bu tevatır, 1915’te Linobambaki’ler eski dinlerine dönerken, zamanın müftüsünün Bab-ı Maşihat’e gönderdiği bir mektuptan kaynaklanıyor. Müftü, “bazı Müslüman köyleri tenasur ediyorlar” demekteydi. Ama gerçek öyle değildi! Çünkü onlar hem “güya” müslümandılar, hem de Türk değildiler! Yıllarca “müslümanım” diyen, hristiyan cizye vergisini ödeyen, Türkçe de zaten bilmeyen adam kiliseye gitmeye başlayınca, müftünün “tenasur etti” diye rapor yazması çok doğal… Kaldı ki o listede bile, Dipkarpaz yok…
Bakın 1831 nüfus sayımına… Osmanlı sayımıdır… Dipkarpaz’da Müslüman var mı? Yoktur…
Tarihsel olaylar, bugünün değil, yaşandığı dönemin koşulları ile değerlendirilirse, anlamlıdırlar… Söylentilerin de tarihte rolü vardır ama çağdaşı diğer belge ve bilgilerle uyuşurlarsa… Yoksa tarih değil, “tevatır” konuşmuş olursunuz…
NERDEN BİLİYORUM?
GEÇMİŞTE DİPKARPAZ’DA BİR MİKTAR TÜRK RUMLAŞTIRILMADI…
Geçen hafta bu sütünda yukarıdaki alt başlıkla yayınladığım bir yazıya, iddianın sahibini hadi anladım, hiç tanımadığım ama yazıp çizdiğinden, bir üniversitemizde tarih dersi falan da verdiğini anladığım, ikisi de Kıbrıslı olmayan iki “akademisyen”, fena halde içerledi! Biri terbiyesini bozmadan, “belge buldum yayınlayacam” dedi, öteki ise küplere binerek, orta mekteplere kitap yazmamı önerdi! Bir belgeyi doğru yorumlamak için, her şeyden önce o belgenin yazıldığı çağın genel ve lokal tarihini de çok iyi bilmeniz gerekir. Braudel, “tarihçi bir okyanusu içer, bir fincan işer” der… Belgeyi “yorumlama”dan önce, o alanla ilgili yazılmış klâsiklerin tümünü okumanız gerekir.
Gerçekten de geçmişte, Dipkarpaz’da “bir miktar Türk, Rumlaştırılmadı”! Nerden mi biliyorum? Hem Kıbrıs, hem de özel olarak Dipkarpaz’ın tarihini biliyorum da ondan. Orada hiç Türk olmadı ki, Rumlaştırılsın…
Efsane, antik çağda Dipkarpaz’ın Kıbrıs Kıralı Pigmalion tarafından kurulduğunu söyler. Oradaki Zeus Tapınağı ünlüydü. Roma döneminde Dipkarpaz, antik tapınakların bulunduğu dinsel bir merkezdi. Hristiyanlık gelince, tapınaklar, kilise ve şapellere dönüştürüldü ama köy, gene de bir dinsel merkezdi. Neydi biliyor musunuz? Mağusa Piskoposluğu’nun, merkezi! Lâtin döneminde, Dipkarpaz köyü, halâ, Mağusa Piskoposu’nun ikâmetgâhı da dahil, merkezi idi! Bilindiği gibi Latin döneminde yönetenler Katolik, ama halk Ortodoks idiler. Osmanlı, adaya geldi, Latinleri kovdu çünkü o çağda en önemli rakibi Habsburg hanedanı, Katolikliğin koruyucusuydu! Katolik, düşman demekti… Oysa Ortodoks demek, kendi “milletleri”nden biri demekti. Fatih’in fermanıyla, merkezi de “Asitane” Fener’de… Osmanlı Latinleri kovdu, onlardan boşalan yerlere Türkmen getirip iskân etti; ama Ortodoks’ların Katolikler önünde kaybettikleri bütün hakları, geri verdi. Malları mülkleri gibi, kiliselerini de iade etti. Onun için 1582’de adaya gelen Rahip Dandini, Vatikan’a yazdığı raporda, “bunlar Latin takkesine, Türk kavuğunu tercih ediyorlar” demişti. Dipkarpaz da yeniden Mağusa Ortodoks Piskoposluğu’nun emrine verildi. Köyde 11 tane antik kilise var… Çoğu Hristiyan vakıf toprağı! Ahkâm-ül Evkaf’a göre, üzerine bir Müslüman vakfı kurmak mümkün değil!
Oraya Türkmen iskân edilmesi zaten Osmanlı iskân politikasına karşıydı. Öte yandan adayı 18.yy’da ziyaret eden bir gezgin, der ki: “Adanın gerçek prensi, başpiskopos’tur!” Zaten başpiskopos, Osmanlı’dan “etnarh” (milletin başı) ünvanını da almıştır. Osmanlı “millet sistemi”, her “millet”in kendini yönetmesini emreder. Vergi’yi bile, başpiskoposluğun toplayıp muhassıla verdiği, bilinen bir gerçek! Piskoposluk’ta, Müslüman devlet memuru bulunması ise hiç mümkün değildir. Cikko’da, Maşera’da, İstavroz Dağı’nda, Türk var mıydı ki Dipkarpaz’da da olabilsin? Kilise toprağında, piskopos’un evinde, Türk’ün ne işi var? Bundan emin miyim? Evet… H.1282 Şevval ayı başında, (15 Şubat 1856’ya denk gelir) Abdülaziz diye birinin, Kıbrıs Başpiskoposu’na yazdığı fermandan. Yazar, Osmanlı padişahı! “Ben bile karışsam, kilise malları üzerinde vereceğim emir, geçersizdir” diyor! (Prof. A.Atun, Mağusa Yazıları s.278)
Genel tarihini bilmediğiniz ülke hakkında, politik art niyetle tez yazamazsınız… 21.yy kavramları ile 16.yy’ı da yorumlayamazsınız.
Bilginin kaynağını da yazalım: Rupper Gunnis: Hystoric Cyprus, Rüstem yay. Lefkoşa 1973, Cobham: Exeptra Cypria Londra 1902 .
Demek ki, tarih yazımında, “ninemden duydum”, “bir Rum bizim emmioğluna söylemiş”, “e mutlaka gitmiştir canım, gitmemiş olabilemez” gibi iddialara yer olmadığı gibi, “belge buldum” demenin de anlamı yoktur.
“Sosyoloji bilmeden tarih yazılamaz” tabii! Ama bizzat tarihi bilmeden yazmak da işte böyle Ayios Paraskevi’yi bile Türk ilân etmeye varabilir…
Demek manastırın papazlarını Rumlaştırdılar ha?! İlahi…
NERDEN NEREYE?
Şimdi aklıma nerden estiyse esti, birden Profesör Derviş Manizade rahmetliyi hatırladım.
Günlerden bir gün, bizim İstanbul’daki dernek binasına gittiğimde, dönemin KÖGEF başkanı İsmail Kemal, dedi ki : “ Yahu bu Prof. Manizade, bize haber gönderdi. Birini istermiş, tartışsın! Sen gider misin?”
Bilen bilir, benim bu türden meraklarım vardır. Başka bir görüşü olan ama benden bilgili olduğunu düşündüğüm insanlarla konuşmaktan, tartışmaktan ve hatta feyiz almaktan büyük bir zevk alırım. “Elbette giderim” dedim… İyi ki de gitmişim, ondan sonra örneğin sayın Sayın Rauf Denktaş’la görüşüp konuşmamın, sebebi de budur. Hiç ummadığınız bir anda ve muhatabınızın da çok önemsemeden söylediği bir lâf, ansızın size hayatınız boyunca hatırlayacağınız bir ders verir. Lâfı uzatmayalım…
Randevu günü, rahmetli hocanın muayenehanesine gittim! O da benden beter, muayenehaneyi hasta bakmaya değil, meğer b u tür işlere kullanıyor! Kendisi benden beş dakika sonra geldi, elinde iki naylon kadehte, iki ayranla, asansör kapısından çıktı… Hemen kitaplarla dolu odasına geçtik, ayranın birini önüme uzatıp, ötekini de kendisi açtı, başladık konuşmaya…
O zamanlar biz Ortodoks Stalinci’yiz… Şimdi kimse kıvırmasın! AKEL’i, o zamanın genel sekreteri Papayouannu’yu, kapılar kapandığında kendi kendimize fısıldayarak eleştiriyoruz ama, meydanda toz kondurmuyoruz! “Proletarya partisi”! Ve dahi “Gençliğin yolu, işçi sınıfının yoludur.” Höst yani… Şimdi lâf lâfı açıyor, bunu yazınca aklıma İGD Ankara Kongresinde, filmimi çeken polis kamerasına baka baka yaptığım o sonuna kadar komünist konuşma geldi! Cezası 7.5 yıl idi ama… Akıl mı?
Manizade hoca’ya, o kafayla giriştim… Rahmetli hoca da kaçın kurası ama billahi bana Viyana’da okurken, yurdun bodrumunda atış talimi yapan Hitler Gençliği’nin hiç de fena çocuklar olmadığını söyledi! Offffffff… Coştum kudurdum… Bağdat Demiryolu’ndan girip, Hüseyin Hüsnü Erkilet’ten, Nuri Kıllıgil’den, Enver Paşa’dan çıkarak, hocayı Alman Emperyalizmi’nin aleti olmakla suçladım! Ve elbette ki faşist olmakla… Yanıt mı? Hoca bana, “Faşizmin neresi kötü ki?” deyiverdi… Vay? Önce Dimitrof’çu bir tahlil sundum… Ardından 2. Dünya Savaşı hikâyeleri anlatıp, “şanlı” Kızıl Ordu’nun Berlin’e girişinden dem vurarak, yoldaş Mareşal Jukov’u selâmlayıp, sustum… Manizade, “Hımmm” dedi, AKEL’e geçti… “Bunları siz komünist sanıyorsunuz ama milliyetçi bu adamlar” dedi… “Hop dedik”ti yani! Olur muydu? Anında İspanya İç Savaşı, Uluslar Arası Tugay üzerinden, AKEL’in şanlı enternasyonalist tarihini aktardım… Papayuannu, malûl gazi idi… Nasıl milliyetçi? Hoca lâfı 27-28 Ocak 1958’de Sarayönü’ndeki olaylara getirdi… Tam Anglo Sakson emperyalizmi diye başlayan bir tirad attıracaktım ki “Ne yani” dedi, “sarhoşun biri Sarayönü’nde İngiliz askerinin kafasına şişeyi vurunca, bu anti emperyalist kalkışma mı oluyor?”
Zaten belimde, küçük bir 7.65 tabanca var! Adam akranım olsa çekecem ama yetmiş beş yaşında koca profesör! Sövsen sövülmez, dövsen dövülmez, tabanca çeksen çekilmez. Türkiye’ye modern Ortopedi’yi getirmiş, başbakanları ameliyat etmiş bir adam… Ne yaparsınız? Artık yüzüm ne hale geldiyse, hoca gülmeye başladı… Meğer ben ortopedi değil ama düşünsel bir sınav vermekteymişim! Doğrusu gülemedim…
“Yazık” dedi, hoca, “AKEL sizi iyi yetiştirmiş!” Oysa bizi yetiştiren, başka bir parti idi ama hoca, öyle sanıyordu. Ekledi: “ Çok şey biliyorsun ama çok eksiğin de var!”
“Hocam” dedim, “dilerim 125 yaşınıza kadar yaşar, benim de 75 yaşımı görürsünüz! Sizin yaşınıza gelene kadar, eksiklerimi gideririm…”
Manizade, “Ben demedim mi?” dedi, “iyi yetişiyorsunuz…”
Kalktık… Asansörde inerken, “Söz ver” dedi, “okumayı kesmeyeceksin!”
Verdim…
ORGANİZE İŞLER
Türkiye Mimarlar Odası, otuz kadar sözde mimarın diplomalarının sahte olduğunu tespit edip, bunu hem emniyete, hem de YÖK’e bildirmiş. “Neden bildiriyor? Ona ne? “ diyebilirsiniz ama mimarlık sanatının standartlarını korumak, yasa ile Mimarlar Odası’na verilen bir görevdir. Adamlar işlerini yapıyorlar yâni… Türkiye’de soruşturma, sürüyor… Bize ne? Sahte diplomalar, KKTC üniversitelerinin amblemlerini taşıyorlar!
“Verildi mi, verilmedi mi?” diye tartışmanın bir anlamı yok, çünkü diplomalar çarşaf gibi ortada… Verilmiş! Şimdi, üç ihtimal var:
Ya bu diplomaları kurumsal olarak bu üniversiteler para karşılığı veriyor! Ya bu kurumlarda çalışan birileri bu dolapları çeviriyorlar! Veya bu kurumlarla hiçbir ilgisi olmayan bir çete, para karşılığı bu oyunu oynuyor…
Eğer ilk iki ihtimalden biriyse gerçek olan, ülkemizi bir felâket bekliyor demektir. Yok üçüncü ihtimalse, hem bu kurumlar ve hem de bu ülkeyi yönetenler, yapan çeteyi bulup, hukuk önünde cezalarını vermekle mükelleftirler… Eski lâftır, “şuyuu vukuundan beter”!
Temize çıkmak içinse, konu hukuk önünde süratle aydınlığa çıkarılmalıdır çünkü o sahte diplomalar, Türkiye yargısının önünde, başlığı, kaşesi, imzası ile duruyor!
Hayır… Bizde kimse soruşturma istemedi… Haber duyulur duyulmaz hepsi bir ağızdan, “Bu Kıbrıs üniversitelerine karşı, organize bir karalama kampanyasıdır” demeye başladılar. Mezunu, öğrencisi, nemalananı! Kendisi üniversite mezunu olmadığı halde bu üniversitelerde ders vermekte olan ne kadar “akademi esnafı”, politikacısı, yazanı yazamayanı hepsi bir ağızdan, “organize işler” demeye başladılar. Bu arada, “ODTÜ ile bizim üniversitenin ne farkı var”dan başlayıp, Oxford’u bile suçlayan bir dizi anormal tirad gitti, “kendinize gelin yahu” dediğim için, bir ortamda İstanbul Üniversitesi’ni tercih edip de hekim olmak için Yakın Doğu’nun Tıp Fakültesi açmasını beklemediğim için, suçlanmama da neden oldu. “Tabii sen onlardan mezun oldun diye, onların tarafını tutan!” Türkiye üniversitelerinde okumak da suç olacak yakında, haberiniz olsun…
Öyle görülüyor ki “organize” olan, Türkiye Mimarlar Odası değil ama bizdeki bu gürültünün ta kendisidir.
Kardeşim bu diplomalar mimarlar odasına verildi mi? Verildi… Onlar da sahte olduğunu saptayıp, ilgili yerlere bildirdi mi? Bildirdi… Herifler ifade verip, bunları para karşılığı aldıklarını söylediler mi? Söylediler…
Ne “organizesi”?
Bunlar nasıl, neden ve kimler tarafında satılmıştır bu adamlara diye soruşturma açıp, sorumluları hapse göndereceğinize, nedir bu salak söylem? Kim inanacak size? Sorumluları bulup cezalandırınca mı güvenilir olursunuz, yoksa somut deliller ortada dururken, tevil-inkâr, komplo teorileri düzenleyen “organize” adamları ortalığa salınca mı?
Yoktur başka çaresi! Ya bu dolap açıklığa kavuşur, kurumsal bir sorumluluk olmadığı mahkemede kanıtlanır, ve mesulü her kimse ceza evine gönderilir; veya bu dedikodu bir felâkete neden olur! Organize olsanız ne, olmasanız ne? Kim işitir sizi Türkiye’de?
Türkiye buraya üniversite kampusları kuruyormuş da, bizimkileri batırıp, onları egemen kılacakmış! Beş senedir bu konuda yazıp çiziyoruz. Aklınız nerdeydi? Şimdi mi Kıbrıslı oluverdiniz?
Bu haber geldiğinde, bir yerel TV’nin kameraları karşısında günün haberlerini yorumlamaktaydım. Bakan’ın açıklaması da üstünden “bubasto“geldi… “Politikacılığı bıraksın da devlet adamı olsun” dedim… Kürsüde “Beratlı’nın görüşlerine aynen katılıyoruz” demek, kolay… Hadi “sayın bakan”, yap gereğini o zaman…“Diplomayı satın aldım” diyor herif! Hapis yatmak için yalan mı söylüyor?
Üstünü örterek, bu rezalet kapatılamaz! Üniversitelerimiz mahvolur, evet… Çare derhal meydana çıkarıp, cezasını vermektir…
Türkiye Mimarlar Odası, mesleğinin saygınlığını korumak için, yasanın kendine verdiği görevi yaptı… Siz de üniversitelerimizin saygınlığı ve ülkemizin selameti için görevinizi yapsanıza… Organize olacağınıza…
OTUZ AĞUSTOS
Yalnız bizde değil, hiçbir yerde de resmi tarihin, geçmişte olanları tastamam doğru anlattığı söylenemez. Bizde hayda hayda böyledir. Anadolu Savaşı her gün terennüm edilir ama olup bitenleri doğru bilenlerimiz, nerede ise tarihi meslek olarak seçenlerden ibarettir. Örneğin Doğu Cephesi!’nde olup bitenler, hep flûdur, insanların zihninde… Güney Cephesi de öyle… Antep, Maraş, Urfa ile geçiştirilir. Özellikle Kurtuluş Savaşı’nın başları da öyledir. Ta İnönü Savaşları’na kadar. Ondan sonra, Kütahya Eskişehir Savaşları genellikle sessiz geçiştirilip, Sakarya’ya atlanılır. Neden?
Ya muharebe kaybedilmiştir söylenilsin istenilmez, veya bugün savunulan politik tez ile olaylar uyuşmaz, duyulsun istenilmez. Örneğin, İzmir’in işgali ile başlayan olaylar, nasıl oldu da ta Sakarya önlerine kadar geldi? Neden geldi? Gölgededir… Çünkü, İstanbul Meclis’i Mebusan’ı İngilizlerce basılıp dağıtıldıktan ve mebusların bir kısmı Malta’ya sürülüp, geriye kalanlar da Ankara’ya kaçtıktan sonra, Ali Fuat Paşa kuvvetleri Geyve Boğazı’nı tutmuş, Kuvayi Milliye ile İstanbul Boğazı arasında, başka bir güç kalmamıştı. Çetelerin, Beykoz’u basıp, Boğaz’daki İşgal Kuvvetleri Karargâhı karşısında, havaya silah sıkacak hale geldikleri, bilinen bir şeydi. Yıl, 1921dir henüz. İngilizler, kendi kamuoylarının baskısı ile askerlerini terhis ettiklerinden, ellerindeki kuvvet, Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı kuvvetlerin, İstanbul’a girmesine engel olacak güçte değildir. Kemal Paşa ile boğaz arasına bir başka kuvvet sokabilmek için, ellerinde kullanabilecekleri bir tek güç vardır Anadolu’da: Yunan İşgal birlikleri… Loyd George, bu koşullarda Gunaris’e “Yürü ya kulum, boğazın kontrolü bende olsun da varsın Anadolu’yu da sen al” demiştir. Aslında kendi çıkarına bakıyor, altında kalanın boynu kopsun… Umurunda değil… Yunan birlikleri yürüdü… İnönü’lere bakmayın! Birkaç ay içinde Afyon, Kütahya, Eskişehir, Bursa, İzmit ellerine geçti. Türk kuvvetlerinin, boğazla ilişkisi kesildi.
Bu olanlardan bir yıl önce, Mustafa Kemal henüz ülkedeki dengeleri tartarken meydana gelen bir olay, paşanın ufkunu anlatmak bakımından önemlidir. Mete Tunçay ve Eric von Zürcher’in bir çalışmalarından öğrendiğimize göre, (Milliyetler ve Sınırlar, İletişim yay.) Osmanlı döneminden beri, devam eden kilise içindeki tutucu ve milliyetçi kanatların ayırımı, o günlerde bile devam ediyordu. Milliyetçi kanadın temsilcisi Trabzon metropoliti, bağımsız, Helen karakterli bir Pontus Devleti için çalışırken, eski tutucu kanadın temsilcisi Giresun metropoliti, Osmanlı içinde kalmaktan yanaydı. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki temsilcisi ile görüşen metropolit, paşaya bir tür federasyon önerir. Yerel özerklik, yerel polis v.s. Paşa bu önerilerin tümünü kabul ederek, Karadeniz’de bir Türk/Rum federasyonunu kabul eder. Zavallı metropolit, bir şey başardığını zannederek, Atina’ya Venizelos’a haber uçurur, “ Ankara bu şartları kabul ediyor, gelin anlaşalım!” Venizelos ne cevap verir bilir misiniz? “ Ben bir seneye kadar, Erzurumu da alacam! Sen kimsin be adam da onunla bununla görüşme yapan? Haddini bil…” kaynak yukarıda yazılı!
Yâni İngiliz kendi oyununu oynuyordu ama Yunan da pürü pâk değildi… Savaş karşıtı Gunaris bile bu çarkın içinden böyle çıkamadı… Polatlı önüne böyle gelindi… O sille böyle yenildi…
Kendisine başka hiçbir olanak tanınmayan bir askeri deha, 30 Ağustos gününe bunlardan dolayı, zorla geldi. O zafer akşamında savaş meydanını gezerken, “düşman” ölülerine bakıp, “Zavallı yavrucaklar, sizi analarınızın kollarından koparıp, bu kadar uzaklara kimler getirdi?” dediği söylenir. Naturasına da uygundur bu sözler! “Savaş, bağımsızlık için olmadıkça, cinayettir!” sözleri de ona aittir…
Balkan romantizmi, yalnız küçücük Yunanistan’ı mahvetmekle kalmadı, Anadolu ve Pontus Rumluğu’nu da yok etti… Yazık etti…
PEKİ YAPALIM DA…
Dün de bahsettiğim gibi, hemşerimiz Milliyet Gazetesi köşe yazarı Metin Münir, Kuzey Kıbrıs’la ilgili bir dizi yazdı. Birçok doğru tespitin yanında, cumartesi günü yayınlanan yazısında, sevgili Münir, bir de önlemler paketi sundu. Alınmasını önerdiği önlemler, şunlar:
1) Ülkenin iki ana siyasi partisi, yani Ulusal Birlik Partisi ve Cumhuriyetçi Türk Partisi bir koalisyon kurmalı, bir reform programı üzerinde anlaşmalıdır. ( Peki diyelim…)
2) Anaysa değiştirilmeli, başkanlık sistemi getirilmelidir. ( Prensip olarak doğru ama Partiler Yasası değişmeden bu olamaz. )
3) Başbakanlık kaldırılmalı, bakanlık sayısı azaltılmalı, üst düzey siyasi atamalardan vazgeçilmeli, memur sayısı tedricen indirilmelidir. (Evet)
4) Küçük partilerin çoğu UBP’den kopmadır. Bunlar UBP’ye geri dönmeli, sistemi güçlendiren değil zayıflatan bir unsur olan çok partililik sona ermelidir. (Evet)
5) Bu olduktan sonra seçim sistemi değiştirilerek Meclis’e iki partinin egemen olması sağlanmalıdır. (Nasıl? )
6) Köhnemiş yasalar yenilenmeli, vergi reformu yapılmalı, yatırım ortamı iyileştirilmeli, adanın sahip olduğu mukayeseli avantajlara dayalı öncelikler belirlenmelidir.(Ayrıca değineceğim…)
7) Kamu maliyesi dengeye oturtulmalıdır. (Evet)
8) KKTC süratle kendine yeter bir hale gelmelidir. (Nasıl)
9) Kıbrıs mallarının TC’ye gümrüksüz girmesi sağlanmalıdır. (Zurnanın zırt dediği yer )
Bütün bu önlemler, dünya ile ticaret yapabilen, normal koşullarda bir ülke için çaredir, aynen katılırım ama burası öyle bir yer değil ki! KTHY battı, ulaşım maliyetleri dörde katlandı (Rum kesiminin 8 katı ), zaman açısından da en azından üç katı, örneğin! Nasıl turizm yapacaksınız? Türkiye dahil, hiçbir ülkeye, ürettiğiniz hiçbir sanayi ürününü satamıyorsunuz, meselâ! İmalât sektörünüz nasıl gelişecek? “IMF’in Türkiye’ye yaptığını, Ankara da yapmalıdır” diyor sevgili Münir! Dünya finans sektörünün dışında, nasıl ticaret yapacaksınız? Kendiniz sektörün dışındayken, burayı nasıl Off Shore finans merkezi haline getireceksiniz? Adanın internet bağlantısı, bir tek fiber optik kabloya bağlı, yol kazısında bile net bağlantınız kopuyor! Nasıl bilişim sektörüne gireceksiniz? Dış ticaret açığımızın %80’ini karşıladığımız üniversite sektörü, bilinçli olarak Bologna Süreci’nin dışında bırakılmış durumda örneğin! Nasıl rekabet edeceksiniz? Brezilya’nın portakal konsantresi Avrupa’da tonu 600 dolara satılırken, bizimkinin Güzelyurt’taki maliyeti 2000 dolar örneğin… Nil nehrinden, Amazon’dan sulanan bahçelerde yetişen narenciye ile yeraltından çok pahalıya çekilen suyla yetiştirilen meyveyi, nasıl rekabete sokacaksınız? Burada ithalat yapmak çok kolay ama ihracat yapmak nerede ise olanaksız.Çünkü siyasal durum nedeniyle bir TC limanından çıkış almadan, hiçbir şey satamıyorsunuz, o da maliyeti artırıyor, rekabet koşullarınızı ortadan kaldırıyor. Bu denklemle nasıl ekonomi yönetimi sağlayacaksınız? Doğal sebepler ve siyasi durumun sonucunda, sürdürülebilir olmayan bu çok pahalı enerji politikası ile nasıl rekabet edebilir bir üretim süreci yaratacaksınız?
Bu halde nasıl istikrarlı vergi toplar, kamu maliyesini nasıl düzenlersiniz?
Sevgili Münir, asıl bunların çarelerini yazmalı! Çünkü bizim derdimiz ekonomik değil, siyasidir. Başkanlık sistemine geçsek, dünya artık bizi tanıyacak, malımızı alacak mı? Şimdi “KKTC mallarına gümrük kalksın” diyor sevgili Münir! TC, AB ile Gümrük Birliği esnasında, KKTC ile de Gümrük Birliği anlaşması yapmamış mıydı? AB; “bu AB mevzuatına aykırıdır” denilince, anlaşma uygulanamadı, rafta kaldı, unutmadık… Anlaşma orada rafta duruyor, uygulansın… Uygulanabilirse… Şimdi ne değişti?
“Kusursuz bir çıkmaz. Bırakamazsınız, ilhak edemezsiniz, anlaşmasına izin veremezsiniz, tanıtamazsınız da…”
Siyasetiniz “kusursuz bir çıkmaz”sa, ekonominiz nasıl olabilir? Bu “çıkmaz”a varan siyaset oluşturulurken, bu halkın görüşleri soruldu mu ki şimdi bedelini onun ödemesi isteniyor?
ROCK MÜZİK VE KÜFRETMEK
Önce Facebook’ta konu oldu, sonra sevgili Erdinç Gündüz köşesine taşıdı. Müzik’te küfür olur mu? Özellikle protest tavırlı müzikte, benim bildiğim ta 12. Yy’dan beri küfür vardır. Türk Halk Müziği’nde hem de… Bol, ferah ferah küfredilen sayısız deyiş, nefes ve türkü vardır. Önceleri Ruhi Su ve Cem Karaca’nın söylediği, sonradan Kıraç’ın da seslendirdiği o “anasını, avradını…” diye giden nefesi yazan Kazak Abdal’ı napacağız? “Eşeği saldım çayıra, otlayıp karnın doyura, gördüğü düşü hayıra yoranın da avradını /Münkir münafığın soyu, yıktı harab etti köyü mezarına bir tas suyu dökenin de avradını /Derince kazın kuyusun, inim inim inlesin, kefen dikmeye iğnesin verenin de avradını /Dağdan tahta getirenin, ıskatına oturanın, talkınını bitirenin, namazını kıldıranın, imamın da avradını… “ 15.yy’dan beri söylenen bir nefes bu… Silelim mi?
Halk müziğinde küfür vardır. Çünkü halk küfreder… Aristokrasi ile taslaklarıdır küfretmeyen…
Denilebilir ki:” tartışılan, halk müziği değil, rock”…
Bizde insanlar ya farkında değil, ya da unuttular ki rock, aslında kaynağını, batının “çevre” kültüründen alır. Ve hatta daha da öteye gidersek, “blues”dan gelen, aşağılanmış, dışlanmış bir alt kültür üzerinden ürer. Ve bu bakımdan aslında rock, çağdaş batının halk müziğidir.
Rock, kendi kültüründe, alt sınıfların müziğidir ama, Türkiye’de bir garabetin temsilcisidir. Türkiye’de rock müziği dinleyip, anlayıp sevenler, Istanbul ağzıyla söylersek, “kolej çocukları”dırlar. Yani üst sınıflara mensupturlar. Cem Karaca Robert Kolej, Barış Manço Galatasaray, Erkin Koray Alman Lisesi kökenlidirler örneğin. MFÖ’den tutun, Yeni Türkü’den geçin, Bulursuzluk Özlemi’nden uğrayın, Moğollar’da durun… Hepsinin de kökeninde, yabancı dilde eğitim veren, özel liseler, yani belirli bir varlık düzeyinin üstünde olmak vardır. Belirli bir armoni kalıbını sevmek başka bir şeydir; batıda o kalıbı doğuran kültürün içinde olup onu hissetmek, kendi kültüründe senkronunu tutturmaksa, bambaşka bir şeydir. Onun için, bizde, şehir varoşuna ait protest tavır, arabesk’i doğururken; “Türkçe rock” Anadolu’ya, halk müziğine, daha doğru bir tanımla zaten protest olan Alevi deyişlerine dalmıştır. Gerçek kaynağı, halk müziğine! Bir küçük farkla: Kente değil, köye… Erkin Koray, arabeske neden yöneldi sizce? O köyde değil, batıdaki gibi şehir varoşunda arıyordu kaynağını. Bulduğu söylenemez, şehirleşmenin tarihi, henüz çok yeniydi… Şehirli bir rock, Türkçe’de şimdi doğuyor… Zira şehirleşme, şimdi oturuyor…
Var olan her türlü değere karşı çıkan “Türkçe rock” Türkiye’de zaten yaşayamazdı. Onun için Türk rock’unun bir Jim Morrison’u yok! Cem’i bile çekemediler… Asım Can Gündüz şarkıda “bok” dedi diye, aforoz oldu… Bildiğim bir o “askerliğe karşı” parça var, bir de bizim Arda’nın da çok sevdiği o “ta…” Diye giden şarkı! Rock beste olarak… Geriye kalanlar, halk deyişleridirler… Batılı alt sınıfın başkaldırı müziğini, batılı olmayan bir halkta, üst sınıfın çocukları yaparsa, bu kadar yapabilirdi… Olacaksa, şimdiden sonra olacaktır. Yoksa olan örneklere, aslında rock’tan çok, “etnik müzik” diyebiliriz…
Rock sevmek zorunda değilsiniz! Ama “küfürsüz olsaydı” demek gibi bir lüksünüz yok! Çünkü bunun felsefesi her değere karşı çıkacak, esecek gürleyecek, sövecek sayacak, kural tanımayacak… Onun için var. Bunları duymayı sevmeyebilirsiniz! Rock dinlemeyin o zaman… Itrî’nin Şadaraban makamındaki Saz Semaisi’ni dinlersiniz, ya da Bach’ın Opus bilmem nesini… Veya klâsikle hiç alâkası kalmamış “san’at musikisi” denilen, gazino parçalarına hayran olabilirsiniz… Hakkınız…
Ağzı olan konuşunca, soruveriyor insan:
Kazak Abdal’ı da tarihten mi sileceksiniz?
“Delete” mi edeceksiniz?
Dostları ilə paylaş: |