YORGACİ’Yİ KİM ÖLDÜRDÜ?
Yakın tarihin gizli kalmış bazı olaylarını öğrenmek, insanın aklını durduruyor… Son günlerde, Makarios Druşotis’in, Türkçeye çevrilen bir kitabını okuyorum… Cunta ve Kıbrıs…
1967’de, siyasete hevesli bir çocuk olarak, ilgi ile izlemeye çalıştığım bir takım olayların perde gerisini, şimdi bu yaşta öğrenince, şaşkınlıklara gark oluyorum. Bilindiği gibi 21 Nisan 1967’de Yunanistan’da bir grup albay, yönetime el koydu. Başlarında da bir süre önce hapiste ölen, Albay Papadopulos vardı… Bu albay, o zamanlar Kıbrıs İçişleri ve Savunma Bakanı olan Polikarpos Yorgacis’in gizli örgüt arkadaşı olduğu için, adada nerdeyse Makarios’tan sonra ikinci adam olan bakan tarafından, darbe memnuniyetle karşılanmıştı. Eski arkadaş, Yunanistan başbakanı oluyor… Bunlar o kadar arkadaş ki Yorgacis, Papadoplulos’tan çocuğunun vaftiz babası olmasını bile istemiş, zamanında…
Hatırlayan bilir, Yorgacis, EOKA’nın ünlü eylemcilerinin başında gelir… İngiliz hapishanelerinden defalarca ve efsanevi bir biçimde kaçmakla meşhur, aslında cahil bir faşisttir… Yunan cuntasının Kıbrıs politikasını beğenmediği için,( Cunta, TC hükümeti ile görüşmüş!) bir süre sonra, Yunanistan’dan kaçıp Kıbrıs’a gelen, sol görüşlü bir eylemci ile bir olup, şahsi arkadaşı Papadopulos’un öldürülmesi için, bir tezgâh kurar! Suikast girişimi akamete uğrayıp da eylemci Panagulis yakalanınca, Kıbrıs ile Yunanistan yönetimi arasında, bir kriz doğar. Yunanistan’ın baskısı ile İçişleri ve Savunma Bakanlığı görevinden, istifa etmek zorunda kalır. Buna çok bozulup, bu defa da cuntanın adada görevlendirdiği iki Yunanlı subayla bir olup, kendisini savunmadığı için, Başpiskopos Makarios’u öldürmek için, başka bir komploya yelken açar… Cumhurbaşkanı’nı öldürüp, darbe yaptırtacak ve tekrar gücü eline alacaktır… Kimle? Cunta’yla… Kendini bulunduğu yerden kim attırdı? Cunta… Neden? Cunta’nın liderini öldürmeye kalktığı için! İşbirlikçileri, cuntanın görevlendirdiği, Makarios’un yakın korumasından sorumlu iki Yunanlı subay… Akla bakınız!
Birkaç defa eylem girişiminde bulunulup, vaz geçilir ve sonunda, Başpiskopos’un helikopterine ateş açılır ama sadece pilot vurulabilir. Makarios saldırıyı yarasız atlatmak bir yana, yaralı pilotu hastaneye kaldırıp, tedavisini yoluna koyduktan sonra, günlük programını uygulayabilecek dirayeti de gösterir. Yanında, suikast’ın planlayıcısı iki Yunanlı koruması ile birlikte… Yunanlılar, Makarios’u, ikna ederler ki suikastı düzenleyen, Yorgacis’tir… Doğru ama eksik… Yalnız başına değil… EOKA’nın öteki ünlü tetikçisi Nikos Sampson, mecliste “Yorgacis puştu, başpiskoposu öldürmeye kalktı…” diye konuşur… Grivasçılar da başka telden çalarlar… Her biri, bir başka fraksiyonmuş meğer…
Yorgacis, bu defa korkup, ada dışına kaçmaya kalkar ama o iki Yunanlı subay tarafından engellenir. İki Yunanlı’yı Makarios kendinin, Yorgacis ise kendinin adamları zannetmektedirler. Onlarsa, Makarios’a karşı düzenledikleri suikast başarılı olmayınca, Yorgacis’in kendilerini ele vermesinden korkup, başpiskoposu onun üzerine kışkırtırken, onunla da bir darbe yapmanın yollarını konuşup, Makarios’u devirip, iktidara Yorgacis’i getireceklerine inandırmışlardır… Neticede, darbeyi konuşmak üzere, Yorgacis’i bugünkü Haspolat’tan Değirmenlik’e giden toprak yola çağırıp, kafasına altı, gövdesine de üç kurşun sıkarak, onu “infaz” ederler. Yıl, 1970… Daha birkaç gün evvel, bir olup, Makarios’u öldürmek için, ortak infaz timleri kuruyorlardı… O günden beridir, “faili meçhul”! Herkesin bildiği bir “sır” olarak kaldı EOKA “kahramanının” infazı…
Tetikçiler, Papapostolu ve Puliças, Yunanistan’a geri alınırlar…
Dört yıl sonra, Yunan subayları, bu defa Makarios’u öldürmeyi gene başaramazlar ama darbeyi başarırlar. Kiminle bir olup? Dört yıl önce Makarios’a suikast hazırlayan Yorgacis’e mecliste “puşt” diyen, Nikos Sampson’la…
Bunların hepsi de faşist ha… Ama galiba, asıl ortak noktalarını, Samson söyledi: Tümü de “..şt”…
Bu, Kıbrıs Tarihi’nden bir sayfadır…
ZATEN ARTIK “EKŞİ”DİYDİ!
Bazan konu bolluğu da bir köşe yazarını yüzsüz ediyor… Şunu mu yazsam bunu mu demekten, bir türlü yazıya başlayamıyorsunuz… Dün sabah, bugünün yazısını yazmak için klâvye başına geçtiğimde, resmen o duruma düştüm. Pek çok konu arasında bugünkü eylemler, özellikle KTOES grevi, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun Ankara ziyareti, Üçlü Görüşme, Oktay Ekşi’nin bu yaştaki rezil saldırganlığı, Aplıç Kapısı v.s. say sayabildiğin kadar. Hadi, seç birini bakalım!
Oktay Ekşi denilen adam, gazetedeki “başyazarlık” görevinden istifa etmiş… Yazarlığa devam edecek anlaşılan. Tevil yapıyor… “Çevir kazı” durumu yâni… Bilmeyenler için tekrarlayalım: Hazret, 29 Ekim günü yazdığı bir yazıda, TC başbakanı ve birkaç bakanının, “analarını bile satabilecek bir zihniyete sahip olduklarını” iddia etti… Yer yerinden oynayınca, sonraki baskılarda yazının sonunu değiştirdi… Baktı olmuyor, ertesi günü özür diledi. Tabii kendisinin kurduğu ve kayd-ı hayat şartıyla da başkanlığını sürdüreceği anlaşılan Basın Konseyi Başkanlığı, sürüyor. Oradan gene sağa sola fetva verip, genç gazetecilere “basın etiği” konularında kendince ders vermeyi de sürdürecek! 1960 İhtilâl Meclisi’nde tayinle görev yapıp, o gün bugündür “emekli milletvekili” maaşı ve ayrıcalıklarından yararlanmayı, sürdürdüğü gibi…
Bilen bilir… İstanbul’da hele eski deyimle Bâb-ı Âli’de böyle tipler vardır… Bir yandan entelektüel olmaya özenirler, ama öte yandan da eski İstanbul sokaklarının tulumbacı’larına haset ederler… Bunlar, “ağır abi” dirler… “Eski kulağı kesik”tirler… Vurdular mı oturttururlar… Ama öte yandan da “hepsi de okumuş çocuklar”dırlar… Entelektüel midir, lümpen midir karar verememiş adamlardırlar. Bazı gazeteler de “halk itibar eder” diye, bunlara sütun verir… O kontenjandan ömürlerini tamamlarlar… Şu sıralar, Hürriyet’te sürüsüne bereket…
Annan Planı günlerinde, ben de bu adamla e mail yoluyla tutuştuydum. Ben yazarım, o cevap verir… Planı okumamış belli… İngilizce metni, buna bilhassa attım… Elifi görse mertek sanacağını biliyorum. Hiçbir şey anlamadığından, beni terbiyesizlikle suçlayıp, Türkiye düşmanı olduğumu ve kadın doğum uzmanı olduğum için, dünyaya uzmanı olduğum yerin “zaviyesinden” baktığımı yazdıydı… Hem cahil, hem iddialı… Keşke saklasaydım… “Başyazar” olmanın derinliğini anlatmak için güzel bir mektuptu… Ayni üslûpla yanıtını verince de şaşırıp, çünkü alışkın değil, beni Mehmet Ali Talât’a şikâyet edeceğini söylediydi… Kendisi Talât’ın arkadaşı imiş… Ne demezsiniz? Eminim ki Gorbaçev’in de ahbabıdır, Kennedy’nin de… Brejnev ya da Kim İl Sung meselâ, mutlaka buna sormadan hiçbir şey yapmazlardı… Sonradan biz de “milletvekili” olduk… Bir defasında İstanbul VİP salonunda karşılaşmaz mıyız? Arkadaşım buna selam verip, sohbete durdu… Ben, yürüdüm… O salonda, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ile bile, gözlerinden hiç de hoşlanmadığını göre göre, terbiye gereği el sıkışmak zorunda kalmış biri olarak, buna selam vermeyi, zûl addettim…
Diyeceğim, bu adamın adını görüp de kendini bir şey zannedenler, iki kelâm etmeden ne mal olduğunu zaten anlarlar da… Hayıf, bunu okuyana…
Eleştiri başka bir şey, insanlara Kadırga ağzıyla sövmekse bambaşka… “Anasını bile satabilecek zihniyete sahip olmak” ne demektir, allahaşkınıza? Sokakta söyleseniz birine, bizde kesin kavga; Türkiye’de kesin kan çıkar… Üç defa halkın onayını almış, ülkenin başbakanına söylüyor… Düşüncesinin derinliğini, görüyor musunuz? Bu derinliğe danışılıp yönetilmeli ülke… Yoksa size haddinizi bildirir bunlar… Seçim de ne? Siz o meclise girmek için oya mı gerek var sanıyorsunuz? İşte efendi hazretleri, oysuz moysuz girdi… Darbe olsa, gene girer…
Meğer bu patronu için başbakandan randevu istemiş, o da vermemiş! Niza çıkarmasının nedeni buymuş… Lâ havle…
ZİHNİYET VE FİLİSTİN
Bir defasında Engin Ardıç yazmıştı. İngiliz elçiliğinden bir diplomatla konuşuyorlarmış. Konu elbette ki “Ne olacak bu Türkiye’nin hali?” İngiliz demiş ki: “Yahu Engin bu sizin tartıştığınız şeyleri, İngiltere’de biz de tartıştık. Ama 600 yıl önce…”
Hristiyanlık’ta kaç mezhep ve tarikat bulunduğunu saymadım bilmem. Ortodoks, Katolik, Protestan, Gregoryen, Süryanilik, Nasturilik… Ve böyle gider! Tarikatlara girersek, ucunu bulamayız. Bunlar Avrupa’da uzun savaşlar yaşadılar. Yüzyıl Savaşları, bunların başında gelir. Ama 1648’deki Westfalya Andlaşması’ndan beri, ne aralarından su sızar, ne de birinin ötekini “hristiyanlık dışı” diye suçladığı görülür. Bir Almanya gezisinde, Ozan Ceyhun’la Frankfurt’tan Köln’e giderken, Ren Nehri üzerindeki köprüde ona neden Köln Katedrali’nin bu kadar ihtişamlı ama Frankfurt’takinin tevazu sembolü olduğunu sorduğumda, bana “Çünkü Köln Katolik, Frankfurt ise Protestan” demişti. İki komşu şehir, buyurun! Benim haberim bile yoktu…
Dört sene, KKTC’yi temsilen İslâm Konferansı Örgütü Parlamentolar Arası Birlik toplantılarına katıldım. Tanımadığım Müslüman ülke kalmadı. Konferans’ın başını çeken üç ülke var: Türkiye, İran ve Mısır… Üçü de İslâm dünyasının lideri olmak politikasını inceden inceye uygularlar. İşin doğrusu, Türkiye/İran ekseni karşısında Mısır, çok daha zayıf kalıyor. Oysa Türkiye ağırlıklı olarak Sünni, İran ise bütün olarak Şii…
Geçtiğimiz günlerde burada İran’da recmedilme cezası verilen Sakine ile ilgili bir yazı yayınladım. O yazıda, “İslam’da muta nikâhı diye bir şey var” diye bir cümle kullandım. Aldığım bir mesajda, “ İslâm’da öyle bir şey yoktur. Hiçbir Ehl-i Sünnet mezhepte, yok öyle bir şey” deniliyor. Canım kardeşim, zaten daha Hz. Muhammet’in cenazesi toprağa girmeden, adamlar bu konuda ayrılmışlar. Bir kısmı demiş ki “bundan sonra sünneti uygulayacağız” (yani peygamberin sağlığında yaptıklarını taklit edeceğiz), bir kısmı da demiş ki “hayır, yorum yapıp, içtihat yapacağız”! İkici iddia, söylendiğine göre, peygamberin en yakın arkadaşı, amcası, damadı ve ilk Müslüman olan kişiye ait! Hz. Ali’ye… Yâni daha ilk anda bunlar, “Ehl-i Sünnet” olmayacaklarını açıklamışlar. Kim? Peygamberin damadı, kızı ve torunları… “Ehl-i Sünnet’te yok!” E tabii yok… Adam zaten ehl-i sünnet değil… Bunu doğru bulmadığını açıklamış ta başından. “ O zaman Müslüman değil!” İzninle, onu Allah bilir…
İran, Irak’ın yarısı, Türkiye’nin %20’si, bütün Kuzey Afrika (Fatımî’dir onlar da), Suriye’nin önemli bir kısmı, Ayetullah Humeyni, Müslüman değil mi yâni!
600 sene önce, böyle bir tartışmayı anlardım. Ama günümüzde bu neye yol açıyor biliyor musunuz? Bir İKÖ toplantısında, Kıbrıs ile ilgili kararı, biz yazdık. Filistin ile ilgili kararı da Filistinliler yazsın dedik. Ne yazarlarsa, herkes kabul edecek. Genel Kurul toplandı. Kararlar okunup, oy birliği ile geçiyor. Sıra geldi Filistin hakkındaki karara. Heyet başkanı, kürsüde kararı okudu. Salondan bir itiraz bayrağı yükseldi. Baktık, kimmiş itiraz eden? Aaa! Filistin bayrağı! Adam akşam yazdığı karara, sabah genel kurulda itiraz ediyor! Neymiş? El Fetih ile Hamas, ip çekişiyorlarmış! Bütün dünyanın önünde, bunu deklere ediyor, bütün halkın kaderi ile ilgili bir kararı, yine kendileri engellemeye kalkıyorlar. Allahtan başkanlık kürsüsünde, çok deneyimli biri vardı: Bülent Arınç! Öyle bir diplomatik fırça atıp oylamaya sundu ki öneriyi, ben şaştım. Bir devlet, bir başkasına böyle fırça atabilir mi diye… Gazze sokaklarında başbakanının posterleri dolaştırılıyorsa… Demek ki atabiliyorsun…
Kendinden başka herkesi dışlayıp “başkalaştıran” o zihniyet, Avrupa’da 600 yıl önce aşıldığından, onlar dünyayı yönetiyor; biz ise aşamadığımızdan, Filistin oluyoruz.
Dostları ilə paylaş: |