Tedbili mekânda ferahlık vardır


BİZANSLI VALİ VE SİYATİK AĞRISI



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə3/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

BİZANSLI VALİ VE SİYATİK AĞRISI


Belden başlayıp, kalçanın tam ortasından geçerek, bacağın arkasından diz altına doğru uzayıp giden, ve genellikle, bel omurlarının daralıp, omurilikten çıkan sinir köklerini baskı altına almasıyla ortaya çıkan ağrıya, Siyatik Ağrısı denir. Bu ismin nedeni, bacağı uyaran ve tıbda Nervus İsciadicus, yani İsias'ın Siniri’dir. Tıp Fakültesinde okuduğumuz yıllardan beri, bunu biliriz de, İsias'ın kim olduğunu merak etmek, nedense aklımıza pek gelmezdi. Meğer bu İsias, Kıbrıslı imiş... Bizim Lefke'ye bağlı olan Maratasa'dan olmakla, hemşehrimiz de oluyor. Bu girizgahtan sonra, herhalde okur da bizimle birlikte, İsias denilen "ben-i adem"in kim olduğunu, merak edecektir.

Ünlü Kıbrıslı tarihçi Maharias'tan öğrendiğimize göre, vaktin birinde, Bizans'ın ünlü asılzadelerinden biri, Lord Manuel Voutoumitis, Kıbrıs valiliğine atanır. Kendisi, bir gün sabah, bizim de çok iyi bildiğimiz Maratasa vadilerinde ava çıkar. Dağlar arasındaki patikalarda av peşinde dolaşırken, valinin karşısına bir keşiş çıkar. Valinin yolunu kesen bu keşiş, çekilip yol vermeyince, Manuel Voutoumitis, buna bir tekme yapıştırır. O anda, lordun bacağına bir ağrı saplanıp kalır. Ağrıyla birlikte, gözleri önünde beliren bir görüntüde de gidip keşişten af dilemediği takdirde, hiçbir hekimin, bu ağrıyı geçiremeyeceği, kendisine tebliğ edilir.

Ayni anda, keşişe de bizzat Meryem Ana'nın kendisi görünür. Ona da tebliğ edilir ki; vali af dilemeye gelecektir ama, onu affetmek için, kendisinden, Bizans sarayındaki bir tabloyu Kıbrıs'a getirip, keşişe teslim etmesi istenmelidir.

Zavallı vali, keşişin peşine düşüp, onu durdurur ve gözyaşları arasında, af diler. Keşiş, Manuel'i affeder ve ağrı, anında geçer. Daha sonra, bizim Mariefti, Manuel'e Meryem Ana'nın isteğini bildirir.

Manuel, durumu imparatora aktarmak üzere Bizans'a gittiğinde, bir de bakar ki; imparatorun kızı, ölüm döşeğinde. O kadar hasta ki, hiçbir hekim, derdine deva bulamıyor. Bu koşullar altında, imparatora bir resimden bahsetmek, imkansız. Ne var ki, keşişten söz etmek mümkün.

Kıbrıs Valisi, Bizans imparatorunun karşısına çıkıp, adada böyle marifetli bir keşiş tanıdığını, onu şehre getirirlerse, belki de prensesin iyileşebileceğini arzeder. İmparator, hemen adaya bir gemi gönderip, keşişi Bizans'a getirttirir. Manuel'in tahmin ettiği üzere, prensesin iyileşmesi için, keşişin ellerini cübbesinden çıkarıp, yatan kızın üzerine uzatması, yeter.

İmparator, keşişi hediyelere boğmaya hazırlanırken, o dizlerinin üstüne çökerek, ondan sarayındaki o resmi ister. İmparator, resmi, Maratasalı keşişe verir.

Resmi yapan, St. Luke'dur... Ayios Lukas... İsa'nın havarilerinden biri...

Keşiş, adaya döner. Maratasa dağlarında bir yere, bir kilise yaparak o resmi içine koyar.

O kilise, bugünkü Cikko Manastırı'dır. O Resim ise, şu anda da manastırda duran, Hristiyanlık dünyasının en kutsal üç ikonundan, biridir.

Cikko Manastırı'nı kuran, St. Luke ikonunu alıp buraya getiren ve bacak ağrılarını kâh getirip, kâh tedavi eden bu Maratasalı keşişin adı:

Keşiş İsias'tır...

Nervus İsciadicus... Ya da İsias'ın Siniri... Siyatik ağrısının adı, meğer bizim Maratasalı'dan gelme imiş…

Yedidalga’da oturduğum ev, Kambo Deresinin denize döküldüğü yerde idi. Dağlardan hışım gibi inen kar soğuğu, bir boğaz oluşturan dere yatağından uğultularla inerek, vadinin öte yakasındaki Cikko'nun havasını getirir. Siyatik ağrımı da bir azdırırdı…

Rahip İsias'ı, Manuel Voutoumatis'i, Maharias'ı anımsardım. Bacağım zonk zonk attıkça, vadinin yukarılarına bakar, İsias'ın dolandığı orman kuytularına gidebilmek mümkün olsaydı, ve onu patikalardan birinde öylesine dururken yakalayabilseydim, önce bir tekme atar, sonra da peşine düşer af diler miydim, diye düşünürdüm...

Bir voltaren yutar, yatırdım…

(Adı Cemile İdi’den…)

FİKİR TAMAM DEĞİLSE ZİKİR NASIL OLUR?

Geçen haftayı, günlük gazete okuru açısından, son derecede sıkıcı olabilecek bir ekonomi tartışması ile kapadık. Kıbrıs Türk Solu, 1990’lardan beridir, ilerici, toplumcu, şu bu olmayı, basit bir “çözüm” söylemine endekslemiştir. “Teori olmadan pratik olmaz”, “ilerici olabilmenin ilk şartı, o bilinci geliştirmektir”, “ideoloji üretilmesi ve her gün yeniden üretilmesi durursa, sol olamazsınız” diyen bir düşünürün yolunu yürüdüğünü varsayan bizim solumuz, zaten başından beri, teorik konuları konuşmaktan sıkıldığı için, uğruna öleceğimiz Leylâ diye ilân ettiğimiz “çözüm”, 2004 Nisan’ında akamete uğrayınca, ancak o zaman; düşünmeye başladı. “Yoldaş” bizi ortada bırakıvermişti… Devlet ve ülke de camii avlusuna terk edilmiş bir “veled-i zina” gibi, kollarımızda yatmaktaydı. Ne yapacaktık?

Son otuz yılı sadece “çözüm” lâfına endeksli geçirdiğimiz için, “çözüm” istemiş olmak, her şey diye tanımlanmaya yetmek bir yana, her konuda ahkâm kesmeye de hak veriyordu. Çünkü, son otuz yıldır, ortaya bir dirhem teorik çözümleme koymamayı bırakın, yürüdüğümüzü öne sürdüğümüz yolun başındaki teoriyi de ya hiç okumamış, veya büyük çoğunlukla okuduysak da unutmuştuk. Bunu gizlemek için de her kim ki teori konuşur, onları “entel, geveze, karierist v.s.” ilân edip, durumumuzu korumakla yetiniyorduk!

Bu satırlara neden gerek duyuyorum? Çünkü bu memleketin “solcu” diye bildiği, bizim çevremizde önde gelen bir yeri olan bir arkadaşım, bana bir mail attı ve sordu:

“ Karl Marx’ın, Adam Smith ile çeliştiğini gösteren bir kaynak gösterebilir misin bana?”

Bütün dünya, Adam Smith’in serbest rekabet ve özel teşebbüs erbabını; Karl Marx’ın da plânlı ekonomi ve emeğini satarak geçinenleri savunduğunu, bilir. Biri “en yüce değer emektir” der, öteki bütün değerleri, “girişimci emeğin” yâni “hür teşebbüsün” ürettiğini savunur. Das kapital’in birinci cildi bu tartışmaya ciddi bir yer verir. Ekonomi Politik’in Eleştirisine Katkı’da ise Marx, “ Adam Smith’in değer konusundaki bilgisi, Mısır’daki Hz. Musa’dan fazla değildi…” diye yazar. (Sol Yay. 3.baskı.s. 57)

Bir gazete köşe yazısını, düşünürlerin fetvaları ile doldurmak istemem. Ancak, bir yandan “sol” politika yapmak, öte yandan da “Marx ile Smith’in ne çelişkisi vardı ki?” diyebilmek, aslında zemin kaymasının boyutlarını göstermesi açısından, son derecede önemli ve anlamlıdır.

Bizde politik fikir mücadelesi yapmanın ne kadar zor olduğunu çok iyi bilenlerdenim. Çünkü ne dediğinize bakılmaz, size ne yom edildiğine bakılır. 20 yıl önce de “BU AKEL ile barış falan yapılamaz, bunlar milliyetçidir” dediğimizde, derin devletin adamı olduğumuza kadar, yığınla safsata işittiydik. Şimdi de “bu dinazordur, devlet sektörünü savunur” denilecektir. Marx’ın bir sözü vardır: “ Bir konuda bir çözüm önermek için, her şeyden önce o konuda bir sorun olduğunu fark edebilmeniz lâzımdır! İnsanlar ancak, farkında oldukları sorunlara çözüm üretebilirler!”

Devlet ile toplum, farklı şeylerdir. Devletleştirme de toplumsallaştırma değildir!

Devletin, ekonominin içinde bir aktör olarak rol almasına, ben de karşıyım! İki sebepten: Önce devlet egemeninidir! Ve sonra egemenin politik müdahaleleri, ekonomiyi alt üst ediyor! Ancak, değil bizimki gibi bir ülkede, genelde de devlet yönetimi solun eline geçtiğinde, sosyal ihtiyaçları daha uzunca bir süre devlet düzenlemeli, kendi elinde değilken de hükümeti zorlamalıdır!

Burada ilginç olan AKP ile UBP, karma bir ekonomi modeli üzerinde çalışırken, ayni günlerde bizim “sol”umuzun, “Serbest Pazar Ekonomisi” (Sosyal makyajını bir tarafa bırakın) üzerinde tartışmasıdır.

“ Marx ile Adam Smith’in ne çelişkisi var ki?” diyecek hale geldiysek, bu garabet olmaz da ne olur?

BU KADAR KÖTÜ OLMADIK HİÇ…

Usül her sene yılbaşında gelmekte olan yıldan, yeni ümitler beklemektir. Ama 2011 yılı Kıbrıslı Türkler’e hiç de ümitler vererek gelmemektedir. Gazete yorumlarına, televizyon konuşmalarına bakanlar, kıyas yaparlarsa, ne 1890’larda İngiliz Yönetimine terk edildiğimiz ve varlığımızın unutulduğu günlerde, ne 1955-60 arasındaki o yalnız başımıza bütün dünya ile kapıştığımız günlerde, ne de 1964’ün o karanlık günlerinde, böylesine karamsar yorumlar yapıldığına tanık olamazlar.

Özellikle 1964 sonrasını iyi hatırlayacak yaştayım… Günler kan haberleri ile gelirdi… Ayvasıl’da canlı canlı gömülenler, Arpalık’ın o duman tüten fotoğrafları, banyodaki anne ve çocukları…

O kış, erkekler yakalarını kaldırdıkları gabardinlerinin altından, omuzlarına stenlerini asar, kadınlar ola ki direniş bir noktadan kırılır diye, çocukları eski konakların hanaylarına toplar, evlerdeki kasap palalarını bileyler, şişleri sivriltir, kazanlarda su kaynatırlardı. Cephe delinirse, kasaba içinde savaşmak, kapıya gelebilecek olanı haşlamak, olmazsa sufla şişleri ile deşmek, daha da yakına gelene pala ile saldırmak üzere…

Bahara doğru, Dillirga taraftarından havan sesleri gelmeye başlamıştı… Yaza doğru, bizi de askere aldılar… Yaşımız 13-14 arasıydı… Gündüz nöbetleri, bize aitti ilk sene… Ertesi yıl, bir gece saat tam 12’de, hiç bilmediğim bir dağ başına götürüp bıraktı beni ağabeylerim… “Bak” dediler, “karşı tepede düşman var… Ona aldanma çünkü arkandaki mersin ağaçlarının arkasında da düşman var… Ona göre…” Gittiler… Şimdi bazen gider oraya bakarım… Bulunduğum yerden karşı tepeye elli, arkadaki mersin ağaçlarına, yirmi beş metre varmış meğer… O gece orada yalnız kalınca, üç tane savunma el bombamın kutularını açıp, ünüme dizmiş; namluya mermiyi sürüp, sabahı beklemeye başlamıştım… Gün ışırken, tepe de mersinlik de bana ulaşılamayacak kadar uzak görünmekteydi… Yukarı Cengizköy dediğimiz yerdir… Gidin bakın… Mersinler de orda, tepe de… Bulunduğum yer de… Yaşım on beş olmuş muydu? Hatırlamam… Milli Muhafız birlikleri arada bir işgal etmeye kalkışır, püskürtülürlerdi… O çatışmalardan birine katılma fırsatım, olmadı… Rastlantı…

O günlerde bile, moralimin böyle bozulduğunu hatırlamıyorum…

1974’te o köyde, Milli Muhafız’a bir felâket yaşattık… İki bölükleri bir takım karşısında perişan oldu, bir zırhlı keşif araçları, bir de personel taşıyıcıları vurulup devrildi… Takım komutanı, A4’ün mermileri bitince, tabancası ile savaşıp, takımını zayiatsız geri getirdi… Teçhizatları ile beraber… Cephane zaten kalmamıştı… Adını vermiyorum… Ne olur, ne olmaz… Şimdi kapılar açık… Çünkü Rumlar üç ay sordulardı: “Peristeronari’de kim vardı?”… Esir kampındaydık… O takımın komutanı, KTHY çalışanı idi, biliyor musunuz? Devleti kurtardınız şimdi… Bir Takarof ile iki bölüğe saldırdıysa, saldırdı… N’apalım? Devlet kurduk? Kim kurdu? Siz?

O gün karşı tepede, kafamıza obüsler yağarken, şimdi Lefke Belediye Başkanı olan Takım Komutanımız Mehmet Zafer’e, sigaramın bittiğini söyledim. “Git” dedi bana, “Mr.Mat’ın evinin önünde tam siper yaptım demin, mermi çok yakında patladı. Beni kaldırıp bir daha yere vurdu. O esnada gömlek cebim söküldü. Sigara ile çakmak galiba orda kaldı… Al da gel…” Gittim, ordaydı dediği gibi… Aldım, geri döndüm… Nerden bulduysa bir termos çıkardı, içinden bana bir fincan kahve koydu… Karşılıklı “üçbeş”leri yaktık… Kafamızda 105’lik obüsler patlarken, kahve-sigara tartıştık… “Şarapneller, insanın altından da geçer mi? Yoksa sadece basınç mı söktü cebi?” diye… Seçim olunca öldürünüp, sonra Girne’de baş başa balık yiyip, şarap içmeye nasıl gidebildiğimizi, bunu bilmeyenler anlayamazlar… Biz! Kıbrıslı Türkler, neleri paylaştık? Nasıl bir “halk” olduk?

O anda bile, moralim bugünkü kadar bozuk değildi…

Zamanında Erenköy Mücahitleri’nin yazdığı mektubu mu yazalım?

BU MEMLEKET BİZİM…

Kıbrıs, ilginç bir memlekettir. Yedi göbek burada doğup büyümüş, bize bile karışık gelir buradaki ilişkiler. Zamanın birinde, daha kapı yok ortada, Lidra Palas otelde iki toplumlu bir toplantıya davetliyim. Aylardan Şubat… Barikattan geçtim, gidip otelin kuzey kapısının önünde beklemeye başladım. Ne gelen var, ne giden! Dondum…

Güney’e yürüdüm… Barikatta bekleyen Rum polislere, “yasu” dedim, otelin güney kapısına ulaştım. Kapıda Kanadalı bir asker… Dedim ki, “Böyleyken böyle… Otele girecem…” Allahın Kanadalısı, “Dur” dedi…”Listeye bakayım…”

“ Listeye bakma çünkü benim adım yok o listede! O, Rumlar’ın listesi…” Asker şaşırdı:

“ Sen Rum değil misin?”

“ Yoo… Ben Türküm…”

“ E bu kapıya nasıl geldin? Kim bıraktı seni da geldin? Geçen hafta Rumlar aradı sınırı delsin kuzeye doğru, bir taraftan sizin askerler, bir taraftan biz, analarını ağlattık! Şimdi sen nasıl geçtin bu tarafa?”

“ Ben geçerim… Polise yasu dedim, geçtim… Aha suratları! Sor istersen…”

“ E onlar niçin geçemez?”

“ Haaa… Bak… Şimdi ben KKTC vatandaşıyım ama aslında Kıbrıs vatandaşıyım da! Bunlar bana dur diyemez; çünkü burası benim da vatanım, onlara göre… Ama, onlar KKTC’yi tanımaz! Kıbrıs vatandaşıdırlar ama KKTC vatandaşı değildirler… Onun için bizimkiler onları bırakmaz, kuzeye geçsinler…” Asker gözlerini kıstı, yüzüme bakıp, anlamaya çalışıyor!

“ Peki madem siz onları bırakmazsınız kuzeye geçsinler, bunlar geri zekâlıdır da onlar sizi bırakır güneye geçesiniz?” derken, bir de Rum katılımcı geldi… Baktı Kanadalı beni sorguluyor, kızdı:

“ Ne soran durun be emperyalizmin uşağı?” dedi… “Kendi memleketimizde nere gideceğimize sen izin verecen? Yürü be badriodi… Ne konuşun buna?”

Kanadalı garip asker, eşekten düşmüş karpuza döndü… Barikatı açıp yoldan çekilirken;

“ You blady Cypriots…” dedi… “Biriniz günde beş defa minareye çıkar bağırır, ötekiniz Allahın günü çan çalar! On sekiz aydır memleketinizdeyim… Ne halt ettiğinizi anlayamadım… Biriniz ötekinden korkar, ötekiniz berikinizden… Biriniz nere gider? Ötekiniz nerden geçer? On sene de kalsam anlayamaycam… Fuck off all… Madem istediğiniz kapıdan istediğiniz gibi gireceksiniz, bize ne listeler verirsiniz… Ne haliniz varsa görün… Bir gün birbirinizi vurursunuz, başka gün bir olup saldıracak beni mi buldunuz?” , ellerini göğsünün üstünde birleştirdi, silahını da duvara dayadı…

Bizim Lidra Palas avlusuna girişimiz, pek bir şanlı oldu doğrusu… Anti emperyalist ve anti kolonyalist bir nosyonla, otelin avlusunu say ki işgal edeceğiz! Bir Türk, bir de Rum… “Asıla Gibriaga…”

Avluda yürürken, Kanadalı askerin söyledikleri düştü aklıma, başladım gülmeye… Rum dostuma döndüm:

“ Vallahi çocuğun söylediği her kelime doğrudur ha” dedim… “Biz bile ne halt ettiğimizi bilmeyik… Nerden anlasın Allahın Kanadalısı bizim karmakarışık kafamızı? Lâkin tam balligarilik ettin yani! “

“Balligarilik’ten bahsetme… Sizin yüzünüzden, bizde o da kalmadı…” dedi, bir de küfür salladı… Anglo Amerikan Emperyalizmi, Kapitalizm ve dahi Kolonyalizm’e…

Bizi anlamak öyle kolay değildir… Fıkradaki gibiyiz… Hep birlikte şarap içer, üstünden beraberce çana pisler; sonra da din iman uğruna birbirimizi kırmaya da girişebiliriz, birbirimize sahip çıkmaya da… Hangi durumda hangisinin olacağını da ancak biz kestirebiliriz…

Bu memleket, Türkler’in isyan etmesini ve isyanı bastırmak için adaya gelen Osmanlı birliklerini kilisenin finanse etmesini de gördü, (1804 İsyanı); sadece on yedi yıl sonra, Rumlar isyan edince, adaya gelen Osmanlı birliklerine yardım eden Türkler’in taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamasını ancak, padişahın önleyebildiğini de… (1821 İsyanı)

Burayla ilgili olan, birazcık tarih öğrenmeli. Yoksa hiçbir şey anlayamaz…

BUGÜN ARİFE…

Herhalde orta okul yıllarımdan beri düzenli gazete okurum… O zamanlar İstanbul gazetelerine günlük olarak ulaşmak imkânsızdı. Birkaç gün önceki nüshaları, LTSK lokalinde elime alır, adeta hatmederdim. Burhan Felek ile Ecvet Güresin’in Cumhuriyet’te yazdıkları günleri hatırlarım. Bedii Faik ile Refik Halit’i ya yetiştiremedim, veya o gazeteler bize ulaşamıyorlardı o zamanlar.

Bizim yerel basın da elimden kurtulamazdı. İsmet Kotak’ın Bozkurt’taki yazılarını hatırlarım örneğin… Bilbay Eminoğlu acar bir genç muhabir, Ahmet Tolgay gencecik bir köşe yazarıydı. Soyadını unuttuğum ama adı aklımda (Tekin) bir spor yazarları vardı, sonra ne oldu bilmem… Diyeceğim, elli yılı geçiyor ki Türkçe yazılı basına “muttaliyim” eski deyimle…

Bu hafta sonu hayretle fark ettim ki “gündemi yazmak” deyince, meğer biz elli yıldır ayni konuları yazmaktaymışız, üç aşağı, beş yukarı… “Ah anam da bu gahbe analı Urum”… Şimdilerde “Rum/Yunan İkilisi” oldu, “sinek ikilisinden galat…

“Maaşlar az, geçinemiyoruz” muhabbeti, nispeten yenidir. 1970’li yılların başlarına dayanır. Ondan önce yoktu öyle bir babayiğit, gelirinden şikâyet edebilecek… Adamın kafasına torbayı geçirir, Hamit Mandrez ovalarına öldü diye atarlardı, alimallah… Bu memleket, değil yalnız burada, bütün dünyada Türkçülük’ün bayraktarları arasında yer almış Ahmet Raik Çağlar’ın damadını da Rumcu ilan edebilip, kovmuş bir toprak parçasıdır. Üstelik adam, Ulus Anıtı açılırken, her ilden biraz toprak dökülen temeline, “Kıbrıs toprağı bizim değil İngiliz’indir. Alın toprağınızı da gidin…” denilince, “Toprak İngiliz’inse, bu kan da mı İngiliz?” diyerek, kanını dökmüş bir adamdı! Geçen gün facebooka düşen ilk Türkiye büyükelçisi Emin Dırvana’nın mektubunda da hesabı sorulan o ünlü 1.5 milyon sterlin hakkında birkaç kelam edince, “vatana ihanet” kalemine düşüverdiydi, Mahir Adataş… Kolay değildi her zaman para konuşmak bu memlekette… Siz bakmayın… “Urum…” der, yürürdünüz… Garanti…

O zamanlar, Ahmet Belevi Çağlayan’da , Bayrak Kuarted Mücahitler Parkı’nda, Arman Ratip Saray Otel’de çalarlardı… Zafer Sineması’nda Hıçkırık, Şahin Sineması’nda Çalıkuşu vizyona girerdi… Sean Connery, James Bond idi daha o zamanlar, Charlton Heston Ben Hur, Kirk Douglas da Spartacuse… Ya Kleopatra? Menekşe gözlü Liz Taylor… Hani Richard Borton’a sevdalandıydı da ne skandal yaşandıydı, akıllara seza!

O günlerdeydi… Amerikan Başkan yardımcısı Lyndon Johnson’un Kıbrıs’a geleceği tuttu… Girne Caddesi’nde, üstü açık cadillac durunca, eşi Lady Bird (öyle anılırdı) Deniz Kitabevi’nin önünde koyu renkli bir adam görüp sormaz mı:

“Helloooo… Where are you from?” Yanıt, tarihi değerdedir:

“ Episkopi…”

Amerikalı “leydi”, renkli adam sadece kendilerinde var sanmıştı zaar…

Mida çoktan asılmış, Aynalı köşeciğinde “ikbal” çektirmekten vazgeçeli çok olmuştu ama Çoronik halâ geleni geçeni koskoslamaktaydı, Saray Önü’nde… Guşo karşı kaldırıma bir iskemle atarak oturmuş Dr. Küçük’le lûgatına uygun hasbihaline başlamak için beklemekteydi ki “gaşgararsın”! Galâdari, öğlen sıcağında ayran içmeye gelenleri tazelemekteydi, o zamanlar…

Paparazzi sayfalarında gelen giden sanatçı deyince, işte Aylâ Dikmen’di, Erol Büyükburç idi, Berkant’dı… Barış Manço, Lidra Palas Barikatı’nda deveye binerdi…

Piknik Restorana gidilip, Macar Gulaşı yenilirdi… Şarap müesseseden ve sınırsız… Akşam yemeğine giderseniz, kaliteli müzik de dinleyebilirsiniz…

Ya da Hammalı’n Mustafa’ya gidilirdi, kifaf-ı nefs eylemeye… Tek yıldızlı Hacı Bavlo eşliğinde…

Çetinkaya, Dinamo Bükreş ile maç yapar, yenerdi… Bizim hisar takımını yenemeyen Romanya şampiyonunun iki elemanı, sonradan Fenerbahçe’nin yıldızları olurlardı: Kaleci Datcu ile “senterhaf” Nunweiller… “Muhacimler” muhabbetini yetişmedim ama “kapucu”yu hatırlarım…

Yarın bayram ya? Eski bayramlar’dan önce, eski arifelerden bahsetmek gerekmez mi?

GELİN CANLAR BİR OLALIM…

Dün yine Aşure Günü idi… Kerbelâ’da Hz. Muhammet’in torunu, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in öldürülüşünün yıl dönümünde, 12 günlük Muharrem Orucu’ndan sonra, bu gün Alevi canlar hep birlikte aşure yiyerek, matem tutarlar. Bu yıl, aramızda Araştırmacı yazar Ahmet Koçak ve kendisi de bir dede olan Aşık Dertli Divanî vardı... Cumartesi akşamı AKM’de içerik bakımından bayıldığım bir panel yaptık. Ben de panelistlerden biriydim. Bu vesile ile, geçtiğimiz yıllarda yine bir Aşure Günü ertesinde, katıldığım bir Cem’i anlattığım yazıyı, bir daha yayınlıyorum… Buyrun:

İlk başta, cem ayininin görevlileri seçiliyor: Gözcü (Karaca Ahmet Sultan makamıdır), bekçiler, çerağcı, saka, peşkirci… Dede ile beraber, 12 kişi… 12 İmam’a gönderme yapılıyor… Saka ile peşkirci, dededen başlayarak, herkese abdest alması için su dağıtıyorlar… Bu arada, çerağcı da ayini aydınlatmak üzere, ortaya bir çerağ getiriyor. Aydınlanmak için çıra’nın çağı geçeli beri de dede postunun tam önüne, bir mum yakılıyor. Söylemek lâzım ki bütün bu görevliler arasına girmek için, sadece ikrar almış bir yetişkin olmak lâzım. Cinsiyet ayırımı yok… Dede abdestini alınca, namaz kılınıyor… Sonra bütün canlar abdestini alıp, bir defa daha namaza geçiyorlar… Gerçi Sünni abdesti, Sünni namazı değil ama, abdest ve namaz işte…

Önce “ikrar vermek” lâzım… İkrar vermek için, yetişkin, evli ve yolu yürüyecek namus sahibi olmanız lâzım! İkrar vermek demek, cem törenine katılacak düzey sahibi olduğunuzun kabul edilmesi demek… Ondan sonra, dede cemaat içerisindeki küsleri huzura çağırıp, barıştırıyor. Kusurlu olana, cezasını veriyor. BU son derecede demokratik bir yöntemle yapılıyor. Cemaate mensup herkes, fikrini açıkça söyledikten sonra, dede kararını veriyor. Ondan sonra, geçen bir yıl içerisinde, “koymadığını almayacağına, görmediğini söylemeyeceğine, zina etmeyeceğine” dair söz vermiş olan canlar, sözlerini tuttuklarını beyan ediyorlar. Buna da cemaatin her üyesi, çocuklar dahil itiraz edebiliyorlar ve eğer iddialarını kanıtlayabilirlerse, o can, düşkün ilan ediliyor! Yâni belli bir süre veya devamlı cemaatten atılıyor. Eğer birine borcu olup da o sene içinde gerekli ödememiş olan bir can varsa, o da alacaklısından “rıza” getiremediği sürece, ceme katılamıyor. Tekrar namaz kılınıyor… Bu arada zâkir, yani yol gösterici, belli aralarda büyük alevi ozanlardan deyişler okuyarak, ayine yol açıyor… Örneğin Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Sultan Abdal, Şah Hatayi, Kul Himmet, Kaygusuz Abdal v.b.

Bundan sonra semah başlıyor… Semahın anlamı dans etmek değil… Gökten gelip, toprağa gideceğimizi sembolize eden hareketlerle, ışığın etrafında dönen pervaneler gibi, dönerek; zakir’in okuduğu ilahilerde anlatılan inancı yaşamak. İlahiler gibi, dualar da elbette ki Türkçe… Ne dendiğini, kime ne için niyaz edildiğini anlayarak… Bu arada Muhammet, Ali, Hasan, Hüseyin, Hacı Bektaş, Hatayi, Pir Sultan, Nesimi, gibi isimler geçtikçe, sağ elinizin başparmağını ağzınıza götürüp, sonra da avucunuzu kalbiniz üzerine bastırıp, “eyvallah” diyerek, niyaz ediyorsunuz…

Semah’tan sonra “Lokma” dağıtılıyor… Dede duasını okuduktan sonra, bütün canlar lokmalarını hep beraber yiyorlar. Dede duasını okumadan yemek yasak… Çünkü eğer dağıtım ile yemeğe başlama arasında, ceme başka canlar da katılırsa, onlara verilecek lokma kalmayacağından, eşitlik bozulmuş olacak…

Lokma’dan sonra, dede dua ediyor… Canlar zakirin önderliğinde ilahiler okuyorlar… Secdeye varıp namaz kılıyorlar… Ve dedenin ilahisi ile tören sona eriyor… Dağılmadan önce de mum söndürülüyor… Çünkü artık ışığa ihtiyaç yok!

“Mum söndü” işte bu…

Kıbrıs Pir Sultan Derneği’ndeki bütün canlar ve başkan Server Kaya canıma, Gülağ Öz ve Cemal Mutluer Dede’lere, beni kendilerinden sayıp, Cem’e davet ettikleri için, şükranlarımı sunarım. Hacı Bektaş-ı Veli Kültürünü Yayma Derneği’nin bütün canlarına ve başkan Özdemir Gül canıma da sevgilerimi sunar, iki derneğin işbirliği için önümüzdeki Birlik Lokmasını beraber düzenlemeğe davet ederim.”

Dediydik ama dün gene iki ayrı Aşure kaynatıldı… Yukarıdaki yazı Pir Sultan Abdal Derneği etkiniliğnde gördükerimdi… Bu yıl, Alevi Kültür Merkezi ile birlikte oldum. Yetmiş iki milleti bir araya çağıran bir inancın sahiplerinin, bölünmüş durması, aşureyi bile ayrı kaynatması, yakışmıyor! Dün canlar bana sitem ettiler: “Niye araya girmiyorsunuz? ”

Canlar istedikten sonra, can baş üstüne… “Gelin canlar, bir olalım!” Hiç değilse, böyle günlerde, ayrı gayrı olmasın…

LÜTFEN HOŞ GELİNİZ CEMİL BEY…

“ Cemil bey üstüne alınmasın” dedik ama alındı demek ki…

E tabii, “şükran”dan protestoya uzanırsanız, alınır adam… Kendi açısından, haklı. İlgimi çeken, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı’nın, bula bula herhangi birinin de söyleyebileceği bir yanıt vermesi:

“ Kendimi yeşil hattın güneyinde sandım…”

Buna asıl da “Vay yahuuuu!” denilir… Çevresindeki bütün komşuları ile sıfır problem politikası uygulayan AKP hükümetinin başkan yardımcısı, illâ ki sadece bizimle “problem” yaşamaya uğraşıyor sanki de…

Buyrun işte yıllardır söylediğimizi, şimdi sektörün kendisi söylemeye başladı: Senin, fiziksel olarak haftada kaç adet yolcu getirme kapasiten var da canım kardeşim, 20bin turist yatağı oluşturmak için devletin kaynaklarını rüzgâra savurdun? Şimdi ekonominin “karadeliği” diyorsun ama CYPFRUVEX’i, Telekomünikasyon Dairesi’ni, Elektrik Kurumu’nu, Toprak Mahsülleri’ni, ben mi kurdum, Ziya Müezzinoğlu mu? Az kaldı bütün Omorfo bahçeleri de kooperatif yapılıp, KİT haline getirilecekti, unuttunuz mu? “Sizi domatese boğarız” denildiği zaman, bu muhterem o hükümette de bakan değil miydi? O zaman da “yapmayın tarım çökecek, köylü de devlet kapısında memur olacak” diyenler gene bu sendikalar değil miydi? O zaman da bunlara adres olarak yeşil hattın güneyi gösterilmemiş miydi? Elimizde kalan son üretim kalesi Yeşilırmak’ın da suyun altına gömülmesi için, sayın Türkiye Büyükelçisi’nin işi gücü bırakıp, köy yolarına düşerek orada istiskal edilmeyi bile göze aldığını, ne çabuk unuttuk? Güzelyurt Derivasyon Projesi diye, Lefke’den Omorfo’ya kadar, tarım arazilerinin istimlâk edilmeden bölünüp tarımın içine edilmesi, benim mi marifetim idi? Dünya finans sisteminin dışında kalıp, “finans merkezi” olmayı; dünya iletişim sisteminin dışında kalıp “üniversite merkezi” olmayı; çifte gümrükle boğuşup, “ticaret merkezi” olmayı, ben mi aklettim? Her “olmaz” denildiğinde, “açığınızı karşılarız, dayanın” diyen ben miydim? Ben mi kurdum bu düzeni? Ahmet Kaptan mı? Benim hatırladığım her adımda akıl fikir Ankara’dan geldi dendi, bunlar da karşı çıkıp, adlarını Rumcu yazdırdılar…


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin