Tedbili mekânda ferahlık vardır



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə16/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19

Sİ AMİGO MU DESEM?

Hemşerimiz gazeteci Metin Münir, nihayet Kıbrıs’a gönül düşürdü. Münir, Kıbrıs hakkında yazmaya, konuşmaya başlayıp, pek çok konuyu tartışmamızın, önünü açıyor. Geçen akşam, Işık Kitabevi Kitap Fuarı’nda bir panele katılan sayın Münir, demiş ki: “ KKTC’de özel sektör yok!” Bence, haklı. Özel sektör, devlete rağmen var olan teşebbüs tekelidir. Devleti de o yönlendirir.

Bizdeyse özel sektör dediğimiz kesim, hükümete geleni gözetler ve ona yakın durmaya çalışır. Neden? Çünkü aksini yaparsa, batar! Batırılır… Yâni ekonomiyi devlet yönlendirir. Hiç kusura bakılmasın ama bunun adına kapitalizm, teşebbüs özgürlüğü demek mümkün değildir. Sosyalizm, komünizm veya buna benzer başka bir şey de demek mümkün değildir. Bu kendine özgü, dünyada eşi menendi olmayan bir durumdur. İşte bundan dolayı, bir süre önce ayni yazarın köşesinde Kıbrıs ile ilgili olarak yaptığı eleştirilere katılmış ama çözüm önerilerine karşı çıkmıştım. Gerekçemi bir daha yazayım:

“ Bu durum, kötü yönetimle ortaya çıkmış bir kaza değildir. Bu durum, özellikle, böyle olsun diye bilhassa tasarlanmış bir durumdur. Dolayısıyla genel ekonomi kuralları ile açıklanamaz. Kendi özel kuralları ile açıklanabilir. Dünya finans sisteminin dışındaki bir toprağı finans merkezi, dünya ulaşım sisteminin dışındaki bir ülkeyi turizm cenneti, dünya akademik sisteminin dışındaki bir ülkeyi üniversite üssü, dünya ticaret sisteminin dışındaki bir ülkeyi off-shore beldesi, iletişim sisteminin dışında bilişim merkezi, yaparak kalkınmaya uğraşmak, suyu yerin yedi kat altından çıkaran bir ülkede sera çiçekçiliği yapmayı önermek, Franz Kafka’nın bile aklına gelemeyecek bir absürdlük şahikasıdır. Bu modeli dizayn edenler, ya Kafka’nın böceğe dönen adamından daha çok dünyadan kopmuşlardı veya bile bile bunu yaptılar. Kurtulmak için, oluştuğu şartları ortadan kaldırmak lâzım… Gerisi lâfı güzaf… “

Öte yandan biliyorsunuz ekonomik olarak kalkınıp, GSMH’ımızı Kanada düzeyine çıkarmak üzere beyin patlatanlarımızın bulduğu bir diğer seçenek de Kongre Turizmi’dir… Genellikle gelenleri biz bile tanımaz, söylediklerini de yalnız biz duyarız, ama olsun. Yerel basınımızdan öğrendiğimize göre, Nobel Ekonomi Ödülü'ne aday gösterilmesi beklenen Arjantinli iktisatçı Guillermo Calvo da Türkiye Ekonomi Kurumu tarafından, 1-3 Eylül tarihleri arasında Girne Acapulco Resort Hotel’de düzenlenen, 2. Uluslararası Ekonomi Konferansı’na katılanlar arasındaymış. Bir TV programına katılan Calvo, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kendi parasını basamadığını ancak arkasında Türkiye’nin olduğunu söyleyerek, demiş ki: “Aslında bu güzel ada, bir ada değil. Ada deyince izole bir yer algılanır. Kuzey Kıbrıs Türkiye ile çok bağlantılı. Türkiye ile ticaretiniz var. Aynı para birimini paylaşıyorsunuz.  Ve kendi paranızı basmıyorsunuz. Dolayısıyla konuşulacak bir para sisteminiz yok. Mesela İtalya’nın da para politikası yoktur çünkü kendileri para basmazlar, Euro kullanırlar. Euroyu da Frankfurt’taki ECB (Avrupa Merkez Bankası)’den alırlar. Para politikası açısından İtalya’dan çok farklı değilsiniz… ticari politikalarınız tek bir ülkeyle ticaret yaptığınız için çok sınırlı. Sizin zenginliğiz Türkiye’nin zenginliği tarafından belirleniyor. Banka düzenlemelerinde ve mali politikalarda çok dikkatli olmanız dışında söylenecek çok bir şey yok. Türkiye arkanızda oldukça hayatın keyfini çıkarın.” (Kıbrıs Postası 4 Eylül 2010) Günaydın! Bir bakışta gördü… Biz buradan bakınca göremiyoruz… Ormanla ağaçlar meselesidir…

Ben, Nobel’i verdim gitti… Bizim LAÜ’nün eski rektörü de Nobel veren komiteye seçildiydi ya!( (http://www.sabah.com.tr/2007/05/17/) Hani Rumlar da marazlarından yalınayak yattılardı geceleri! Söyletelim de sahip çıksın bu adama, yazıktır. Sayın Calvo da teşekkür babında bizim anlatamadığımızı, Türkiye medyasına da anlatır artık… Sen sağ, ben selâmet…



KEYFE BAK…

(Aşağıdaki yazı, 28 Haziran 2008 tarihinde Yeni Düzen’de yayınlanmıştı. Özetleyerek, tekrar yayınlıyorum… )

“ İki dünya savaşı, Avrupa’daki egemen güçlerin çıkar çelişkileri nedeniyle çıkmıştır… Ne var ki…sonuçları, Avrupa dışı güçlerin dünya egemenliğini ele geçirmesine neden olmuştur. ..

İki büyük savaşın sonucu, üç Avrupa dışı gücün, dünya egemenliğinde, Avrupa’yı sollamasından başka bir şey değildir. İki galip: ABD ve SSCB… Ve bir de mağlûp: Atom bombası yemiş Japonya! Yaşlı kıt’ada ayakta kalabilen güç ise… “mağlûp” olmuş, bölünmüş, genç nüfusunun yarısını kaybetmiş, bir nevi pretektora yönetimi altına alınmış, Almanya olmuştur…

…Büyük savaşın bitmesinden on beş yıl sonra, kıt’a Avrupası’nın ana güçleri, bu durumu saptamakta… gecikmezler. ABD ve SSCB’nin devasa güçleri karşısında, Almanya ve Fransa’nın bile çaresizlikleri, güçlerini birleştirmezlerse, yarışın çok gerilerine düşeceklerinin, aşikâr ispatı olarak ele alınır. Böylece beş yüz yıllık, çıkar hesapları masaya yatırılıp, mahsuplaşılır ve artık başka bir dünyada yaşandığı için, çıkarların muhataplarının da değiştiği görülür… Avrupa Birliği, işte bu büyük hesaplaşmanın ete kemiğe bürünmüş bir şeklidir...

…Ayrıntılar bir yana, özellikle üniversite sektöründe, bu kavramı dünyaya… hediye eden Batı Avrupa’da, yerel üniversitelerin de, gelişmekte olan anglo-saxon sistemi karşısında havlu atmış olduğu gerçeği, işte tam da bu momentte gündeme gelir. Amerikan ve İngiliz üniversitelerine eklemlenen, Japon yüksek öğrenim sistemlerinin aldıkları önemli mesafeler, bir anda Avrupa üniversitelerinin değerlerini de düşürmeğe başlar. Nitekim bugün, alınan onca önleme rağmen, halâ dünyanın en iyi ilk 20 üniversitesi sıralamasında, Amerikan üniversitelerinin yanına sadece iki İngiliz üniversitesi eklenebilmektedir. İlk yüz’de de durum daha bir açıktır… Bütün önemli Amerikan üniversiteleri, artı İngiliz üniversitelerinin ele avuca gelenlerinin tümü, artı Japonlar… Bunlara sos olarak bir iki Alman, Fransız üniversitesi ile birkaç Hindistan, şu bu üniversitesi… Avustralya’yı da unutmadan…

Bologna Süreci, işte bu durumu düzeltmek üzere çıkılan bir yoldur. Kırkı aşkın ülkenin, dört bini aşkın üniversitesi, ABD ve Japon üniversitelerinin karşısında, genel bir kalite yarışında dibe vurma tehlikesine karşı bir araya gelmiş ve önceden bu sütunda defalarca anlatmaya çalıştığım bir yolu yürümeye başlamışlardır. Bu, AB’den çok; Avrupa Konseyi’nin bir girişimi olarak da ele alınabilir ama sürecin içinde, her iki organizasyonun da dışında olan ülkeler de var. Bu bir standartizasyon programı… Bir nevi, kalite tasdik belgesi edinme süreci…

Çok mu lâzım? Hayır! Uganda’ya falan hiç gerekmiyor… Gabon üniversiteleri, bu sürece dahil değil örneğin… Ne onların böyle bir talebi var, ne de kendilerine böyle bir öneri sunan…

… Erasmus Programı, Bologna Süreci’nin ilerlemesinde, üniversiteler arası kalite eşitlemesinde önemli bir adımdır. Öğrenci ve öğretim üyesi değişimini düzenliyor. Bugüne kadar bunun dışında idik… Son alınan kararla, bir süre daha dışında kalmaya devam edeceğimiz anlaşılıyor…

Ne değişti? Şimdilik, hiç! Zaten dışındaydık ve henüz girebilmiş değiliz… Ve bu kelle ile de giremeyeceğimiz ortada…

Ne zaman değişir biliyor musunuz? 2010’da Avrupa Yüksek Öğrenim Alanı yürürlüğe girince… Türkiye sürecin üyesi, güney Kıbrıs da… Bütün doğu Avrupa da…

O zaman ne olur biliyor musunuz?

Bütün KKTC üniversiteleri, sürece dahil bir başka üniversitenin şubesi olmak zorunda kalır! … Yıllardır yazıyorum, karşılığında para yediğim de dahil olmak üzere bir sürü geri zekâlı saldırıyla uğraşıyorum. Bir sene kaldı… “

16 bin kontenjana, 3 bin müracaat mı varmış? Buyurun… Ya seneye ne olacak acaba?



SOLA GEREK VAR MI?

Ekonominin Yasaları, insan iradesinden bağımsızdırlar ama dünyada sol hareketler, çalışan sınıflar lehine, stratejik müdahalelerde bulunmayı da bir görev olarak algılıyorlar. Nasıl ABD’de inşaat sektörü batınca, devlet müdahale edip kurtarıyorsa finans sektörünü, onlar da çalışanlarımın lehine müdahale etmek gerektiğini savunuyorum. Onun tercihi finans sektörü; bunlarınki ise çalışan sınıflar!

Bu memlekette Pazar Ekonomisi olur mu?

Bir adım daha ileriye gidip, soracağım: Bu ülkenin kuzeyinde, batıdaki anlamında burjuvazi diyebileceğimiz bir sınıf var mıdır? Kimse kusuruma bakmasın! Türkten Türke kampanyası ile doğmuş; elli yıldır koruma duvarları arkasında yaşayan, bir türlü sermaye birikimini tamamlayıp burjuvalaşmamış, ekonomik anlamda küçük dükkân sahipliğini, burjuvazi sanmak, bir gaflet değil midir? Acenteliği mesleğinin doruğu sanan burjuva mı olur? Kullandığı iş gücü kaçak olan bir burjuvazi mi olur? Vergi vermeyi zul addeden bir burjuvazi mi olur?

İş sahibi olmak başka, burjuva olmaksa bambaşka şeylerdir. Sürekli devlet koruması talep eden bir “burjuvazi” ile, neyin “Pazar ekonomisi” allahınızı severseniz? Hangi Pazar? Hani “Pazar”? Yok ki serbest Pazar, ekonomisi olsun. İlk karşı çıkan da devlet yardımı talebini hiç ağzından düşürmeyen, iş dünyası!

İnsan iradesinin ekonomiye hiç karışmadığı ve ekonominin doğal yasalarının kendi haline bırakıldığı bir ekonomik sistem, bu ülkede uygulanabilir mi? Hadi biz karışmayalım, bırakalım kendi haline… Cemil Çiçek ne olacak? Daha iki gün önce neyin toplantısıydı o yapılan? Kendi merkez bankası olmayan, para birimi kendi yönetiminde olmayan, serbest ticaret yapamayan, serbest ulaşımın olmadığı bir ülkede, Pazar Ekonomisi! Buna fiziksel şartlar izin vermiyor bir yandan! Obür yandan sermaye sınıfımızın böyle bir talebi yok!

Adam Smith’den başlayarak, takipçilerinin de bütün o tahlilleri, serbest bir pazarın zaten kendiliğinden oluştuğu ekonomileri tarif eder. Uygulanmasını temsilcilerine, çıkarlarını da “burjuvazi”ye verir. Bizde ne serbest Pazar var, ne onun sahibi! Serbest Pazar’ın ilk karşıtı, onun sahibi olması lâzım gelen, “iş dünyası”! Çünkü, bu memlekette gerçekten de “Pazar”ı kendi haline bıraksanız, gerçek bir serbest pazarda, güney ve kuzey rekabetinde iş dünyamız ayakta kalamaz! Korumaya alsanız “serbest” falan diye bir şey kalmaz, almasanız iflas eder… Kitaplarda yazılı teorileri uygulamak adına, ülkeyi çökertmek de herhalde ekonomiyi yönetmek değildir. Peki bu koşullarda,“Sermaye” korunmalı, emek salmalık,” bir düzen mi savunulacak? Sermaye yardım istediğinde devletçi, emek yardım istediğinde “liberal” mi olacağız?

Bu söylemden murat edilen, hantal KİT’ler, sürekli bütçe açığına neden olan devlet işletmeleri, gerekli gereksiz, ulufe gibi dağıtılan subvansiyonlar, verimlilikten nasibini almamış kamu sektörü çalışanlarını verimli hale getirmek ve benzeri şeylerse, çare ülkenin kendi koşulları içinde aranmalıdır. Bir ekonomi kitabının, satırları arasında değil. Daha doğrusu, ekonominin kurallarını kendi ülkenize nasıl tatbik edeceğinizi bilmelisiniz. Moda lâflar edeceğinize…

Kapitalizm koşullarında, ekonominin yasalarına insan iradesi ile müdahale etmek, evet doğru değildir ama değil sadece böyle bir memlekette, dünyada da sosyal duyarlılıkları terk ederek, ekonomiyi, güçlünün zayıfı ekarte edeceği biçimde düzenlemek, ya da öyle algılamak, büyük mutsuzluklar getirecek bir yanlıştır. Kanıtı da sistemin merkezinde, ABD’de devletin finans sektörüne müdahale ederek, kurtarmasıdır.

Sol olabilmek için, yer çekimi yasasını bilip, ona rağmen aya da gidebilmeniz gerekir! Newton’u getirip, burada Yer Çekimi Yasası’nı anlattırıp ona sığınmanız, herkes aya giderken sizin yürüyor olmanızı ne temize çıkarır, ne de haklı... Yer Çekimi Yasası vardır ama onu doğru kullanarak, ona rağmen uçmak mümkündür…

İnsanlar zaten biz olmadan da yürüyorlar… Bize ne gerek var o zaman?

SICAK YAZDAN SONRA

Yaz biterken, ülkemizde siyaset ısınıyor. Sıcak bir sonbahar ve kış yaşayacağımız meydanda. Bir yandan adamızın bitmez tükenmez yılan hikâyesi, ömrünü buna harcayanları bile usandırmış “görüşmeler”in yeni boyutu, öte yandan iç siyasetteki gelişmeler.

Annan Planı’nı tartıştığımız günlerde, güneyden bir takım “solcu” arkadaşlarımız, “Neden yabancı bir plana evet diyelim? Yerli bir plan olsun, biz yapalım planı…” demekteydiler. İşin doğrusu ben bizim plan yapacağımızdan umudu keseli, çok oluyor. O kadar siyasi olgunluğumuz olsaydı, iki taraflı olarak, başımıza bu gelenlerin gelmesine gerek kalmazdı zaten. Yıl sonuna kadar, çözüm olur mu? Bence “dış güçler” isterse olacak! İstemezlerse, olmayacak! Kıbrıslılar’ın bunu belirleyecek ne insiyatifi, ne siyasi olgunluğu ne de niyeti yok! Ama öyle ya böyle, yıl sonuna doğru bir şeylerin pişirileceği ortada olduğuna göre, sonbahar sıcak geçecek, bu aşikâr…

İç politikaya gelince…

Örneğin DP’de olanlar, acaba gerçekten de bu partinin topu attığının mı kanıtı? Yoksa Serdar Denktaş’ı iyi tanıyan biri olarak öngördüğüm gibi, yeni bir sürece mi gebe? Şu kadarını söyleyeyim ki, Serdar kendi liberal görüşleri ile ortaya çıkmakla, aşırı sağı da soyadı ile arkasına takmak arasındaki kararsızlığını sürdürürse, bayrağı çekecek! Ya MAP’ın rolünü çalmaya kalkmaktan vaz geçip liberal bir parti olarak yaşamayı seçecek veya siyaseten bitecek… Tercih Serdar’ındır… Denktaş soyadı avantaj gibi görünür ama aslında çok ağır bir yüktür. Ya bunu aşacak veya işi çok zor…

Veya TDP nereye koşuyor? Hükümet ortağı olarak, ezeli politikası ile CTP’den kırpmaya mı? Yoksa, hükümette olmanın yıpranması ile büsbütün yok olmaya mı? Annan Planı’nın nasıl bir can simidi olarak geldiğini, hadi Çakıcı bilmez ama partinin akil beyinleri de mi unuttu? “Bakan olacam!” Ol, hayırlı olsun da meselâ Serdar’ı bakan olmak kurtardı mı? Avcı’nın başı göğüzüne mi erdi? Siyasi parti olmak, elbette ki iktidar talep etmektir ancak, sadece hükümette bakan olmakla parti olabilmek ayni şey değil. Ve parti olmak, hükümet olmaktan çok daha önemli siyasette kalıcı olabilmek için…

Ya hükümet partisi UBP? İçi boş sözler verip hükümet olmak, nispeten kolay! Ama ya Eroğlu saraya sıçradıktan ve yeni bir koalisyondan sonra, bırakın seçmeni parti içindeki çalkantıyı engellemeye, kurultay yetebilecek mi?

Ve CTP! Hazırlıksız gelinen bir hükümetten, daha doğrusu “çözümü buluyorum” zannıyla gelinen ama “sürdürülemez” diyerek geldiği bir düzeni kucağında bulduğu o hükümetten sonra, CTP halkın ihtiyaç duyduğu yeni yüzü yaratabilecek mi? Bir defa daha geldiğinde, bu kez eski hatalarını tekrarlamayacağına, seçmeni ikna edebilecek mi?

Bu türden değişimler, elbette ki önce düşüncesinin yaratılmasını gerektirirler. Ayni düşünce sistematiği ile farklı isimlerin ortaya sürülmesi, uzun vadede ayni sonucu verir. Ama öte yandan, çok açık bir gerçektir ki yeni düşüncenin vitrininin de farklı olması gerekir. Bu türden partilerde, devrim niteliğinde, tepeden tırnağa değişimler de görülmüştür siyasi tarihte ancak, bunun için, kişisel değil siyasi bazda yeni bir proje ortaya koyan bir alternatif kadroya ihtiyaç vardır. Ki bizde henüz böyle bir kadro ortaya çıkmış değil… Pilav daha bir miktar su kaldıracak belli ki… Ancak böyle bir değişim dinamizmini CTP düzeyinde ortaya koyacak başka bir partimiz de yok… Bunun da hakkını teslim etmek lâzım…

Tabii bütün bu söylemler, belki de yıl başından sonra hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Anlaşma olsa da, olmasa da önümüzdeki yıl siyaseti başka bir düzlemde sürdüreceğimizi de unutmayalım.



BİZİM BİR PAZAR’IMIZ VAR MI?

Geçtiğimiz cumartesi günü öğleden sonra, Yakın Doğu Üniversitesi’nde CTP Siyaset Akademisi’nin düzenlediği bir toplantıda konuşmacı idim… Konu, partinin 40.yıl tezlerinde yer alan bir terimin, “Sosyal Piyasa Ekonomisi”nin, içeriğinin ne olduğunun tartışılması…

Eskilerin bir lâfı vardı: “Maksat tek ama rivayet muhtelif” derlerdi…

“Sosyal” bir “Pazar ekonomisi” olur mu?

Olaya liberaller gibi bakarsanız, olmaz… Çünkü her bir “sosyal” düzenleme, aslında pazara bir müdahaledir…

Pazar Ekonomisi lâfı, yeni bir şey değildir. Ta Adam Smith’ten beri, bilinir ve onun “bırakınız yapsınlar” özdeyişinin kaynağıdır. Piyasanın kendi kuralları içinde, hiç müdahale edilmeden işletilmesini savunur. Ahlâk v.s. gibi birkaç sınırlama koyar ama paranın ne dini, ne bayrağı ne de ahlâğı olmadığı için, onlar da lâfta kalır… Çeyrek asır önce ABD’li ekonomist Freidman’ın Monaterizm düşüncesi ile, yeniden gündeme geldi. Sovyet tipi “sosyalist ekonomi” uygulamalarının çökmesi ile de bir ara “tek yol” olduğu ileri sürüldü. Ta ki gene ABD’de inşaat sektörünün kredileri emip, geri ödeyemeyerek, finans sektörünü batırıp, yeni bir dünya ekonomik krizi yaratması bir yana, bir de üstünden, devlet yardımı ile kurtarılıp, kendi kendini inkâr etmesine kadar… Devlet, piyasaya müdahale etmişti! Hem de “etme” diye, yeri göğü sarsarak; sonunda batanların lehine…

Aslında, ekonominin yasalarının insan iradesinden bağımsız olduğunu ileri süren düşünce, sanırım Adam Smith’ten önce, Karl Marx’a aittir. Sovyetler Birliği ve bağlı ülkelerinde olan, ekonominin kendi yasalarını göz ardı ederek, sadece politik irade ile ekonomiyi yönetmeye kalkıp, batırmaktı. Siz aya gitmeye fon ayırıyorsunuz ama halkınız, yiyecek domates, yıkanacak sabun bulamıyor! Bunu da içe kapanarak halletmeye kalkıyorsunuz! Ne olacak? Halkınız Doğu Almanya’da olduğu gibi, kaçacak! Rusya’da olduğu gibi, paralel bir yer altı pazarı oluşturacak. Sermayeye karşısınız ve güya yasakladınız ama karaborsada para sahibi olanlarınız, burjuvalaşamadığından, mafyalaşacak! Dönüp, politik sisteminizi de mafyalaştıracak… İnsanlar her yerde de iş bulabilsinler diye, Kursk’ta araba, Vladivostok’ta akü üretirseniz, akü gelene kadar elinizde kalan araba, daha piyasaya çıkmadan eskiyecek, müşteri bulamayacak! V.s. v.s.

Çöken, budur… Yoksa meraklısı bir göz atsın, Karl Marx’ın örneğin Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ne Katkı isimli eserinde ortaya koyduğu ekonomik teorilerin hiçbiri, yalanlanmış değildir. Ne Ücret teorisi, ne Değer Teorisi, ne Artı-Değer Teorisi, ne de kapitalizmin doğasından gelen kaçınılmaz krizleri ile ilgili söyledikleri, yazdıkları… Aslında sosyalist teori, ekonomiyi değil de ekonomi politik’i yaygın olarak ele alır ve işler. Üretimde rol alan sınıfların, birbirleri arasındaki ilişkiyi ele alır ekonomi politik… Kapitalizm’in ekonomi politiği olduğu gibi, sosyalimsin de kendi ekonomi politiği vardır. O apayrı bir mesele ama bizim tartıştığımız, adını koyarak söylemek gerekirse, kapitalizm koşullarında iktidara gelen bir sol partinin, nasıl bir ekonomi politikası izlemesi gerektiği idi… Bir örnek vermek gerekirse: Siz yer çekimi kanununu biliyorsunuz! Ama o kanunu kullanarak, uçmanın mümkün olduğunu da biliyorsunuz. Yer çekimi kanunu var diye, uzaya çıkmanın mümkün olmadığını ileri sürmek başka bir şeydir. Onu bilip kullanarak, aya gitmekse bambaşka bir şeydir. Ve mümkündür…

Politika yapmak, bir tercihtir… Üretim süreci içinde, kimin çıkarlarını korumayı öne alıyorsunuz? Tercihiniz kimdir?

Ancak, bana kalırsa bütün bu sistem tartışmalarının ötesinde, bizim tartışmamız gereken, “burada kendi kurallarını kendi oluşturan bir ‘Pazar’ var mıdır?” olmalıdır her şeyden önce…

Gerçek anlamda, bilimsel tarifte olduğu gibi bir işçi sınıfımızın olmadığı söylenir yıllardır! Peki o anlamda bir burjuvazimiz var mıdır ki pazarımız olsun?

YEDİLER TÜRBESİ DE Mİ KAYBOLSUN?

9 Eylül 1570 günü, Osmanlı ordusu Lefkoşa’ya girdiğinde, Bayraktar Burcu ile Saray arasında, Venedikliler ile vuruşa vuruşa ilerlendi. Bu çarpışma esnasında şehit olanlar, savaştan hemen sonra, öldükleri noktalara defnedildiler. Bu bakımdan, Lefkoşa sokaklarını dolduran “şehidalar” hep bu güzergâh üstündedirler. Ben, başka hiçbir şehirde, böyle sokak aralarında, ev duvarlarında, dükkân vitrinlerinde yatan ölüler görmedim. Yalnız bizde vardır ve dikkat buyurunuz, Costanza Burcu’ndan, Saraya’a kadar olan alanda vardır. Bir de ana kilise, Aya Sofya etrafında… Çünkü şehir içindeki asıl kırıcı savaş, buralarda cereyan etmiştir. Bugün güney Lefkoşa’da, ya da doğru dürüst söyleyeyim, Lefkoşa’nın Rum Semti’nde, şimdiki Ledra Caddesi dolaylarında yer alan üç şehid mezarı, 1960 öncesinde yol genişletilecek bahanesi ile yerlerinden, Girne Kapısı Mezarlığı’na taşınırken, kemiklere yapıldığı var sayılan saygısızlık, bizim tarafın 1960’da ayrı belediye isteminin, gerekçelerinden biri olmuştur. “Rum belediyesi, şehitlerimize bile saygı göstermiyor, bizi temsil edemez…”

Osmanlı ordusunun yapısını bilenler bilirler ki kuruluş dönemindeki örgütlenme, sonuna kadar devam etmiş değildir. Ama ordunun iskeletini oluşturan Gâziyân-ı Rûm ve Abdalân’ı RÛm, yâni savaşçı Rum Gâzileri, ile Rûm dervişleri, çok geç tarihlere kadar, ordu içinde yerlerini korumuşlardır. Buradaki Rûm da Hellen manasında değil, Araplar’ın verdiği isimle Roma Toprağı demektir. Yazalım da echel-i cühelâ, azıp kızmasın gene… Kıbrıs’a gelen Osmanlı ordusunda, çeşitli sınıflardan askerlerin inançları bir yana, bir Mevlevi ve bir de Bektaşi taburu vardı, örneğin…

O savaş esnasında, ölen askerler düştüğü yere gömülürken, bu türden dinî motifler taşıyanların gömüldükleri yerlerde, sonradan onların meşrebine uygun, dergâh, tekke, zaviye ve türbeler de oluşmuş ve onların adıyla anılır olmuştur. Örneğin, belediye pazarı köşesinde yer alan, Tabur İmamı Aziz Efendi Türbesi, biraz ötedeki Karababa Türbesi ki bir Rufaî Dergâhıdır, Tantinin Hamamın orda bulunan ve izi kalmayan Kadiri Tekkesi, Asmaaltı dolaylarındaki Kurt Baba Türbesi, Vakıflar binasının karşısındaki bir dükkânın vitrini içinde bulunup, vitrin daha değerli olduğunda şimdi yerinde yeller esen, Akkaş Dede Türbesi, Saçaklı Ev’in yanıbaşında, Yitik Dede Türbesi… En önemlisi de Costanza Burcu’ndaki Alemdar Baba Türbesi idi…

Şehit türbesini dağıtan Rum olunca, kötü bir şeydir demek ki ama biz dağıtırsak, mesele değildir. Yitip gidenlerin bir kısmını yazdık, kalanların bugünkü haline bakarsanız, birkaç yıla kadar, onların da rüzgâra savrulacağını ve bizim, yüzümüzden suratımızdan utanmadan, bu memlekete köklerimizin salınmış olduğu lâfazanlığını sürdüreceğimiz görülecektir. Örneğin, gidin bakın Kara Baba Türbesi, Yitik Dede kapalıdırlar…

Dolaşırken uğradığım, Lefkoşa’nın en Osmanlı Semti’nde, bölgeye adını veren Yediler Türbesi, kapalı olmanın da ötesinde, tecavüze de uğramıştır! Lefkoşa Yediler Mahallesi’nde yer alan Yediler Türbesi’nin duvarındaki, türbenin adını taşıyan tabelâdaki “L” harfi kazınarak, “Yedi Er Türbesi” haline getirilmiştir. Üçler, Yediler, Kırklar gibi rakamların, hangi mezhebin kutsadığı rakamlar olduğunu bilen bilir… Bunun anlamını da…

1878’de İngiliz adaya geldiği zaman, İstanbul Bâb-ı Maşihat’tan adadaki vakıf malların listesini istedi, aldı ve yayınladı… Orada Yediler Türbesi yazıyor! Hangi gafil kendini şeyhülislâm’dan daha Müslüman zannedip, “revize” etmeye kalkıyor bunları? Biri bomba koyar, camiyi yıkar; öteki dozeri dayar yüzyıllık mezarlığı ortadan kaldırır, beriki gelir caminin adını dedesinin adını koyacak utanmasa, daha öteki gelir, dergâhın, türbenin adını değiştirmeye kalkar. Neden? Bizi kurtaracaklar! Yahu sağ olun, biz beş yüz yıl, siz yokken de vardık… Gene de olacağız… Rahat olun…

Bunların bu memlekete verdiği zararı, İngiliz Evkaf Murahhası Newham vermedi… Toprağı bol olsun, kendisi bir papazdı…



APLIÇ KAPISI

Benim başıma gelmedi ama Lefke Belediye Başkanı Mehmet Zafer anlattıydı bir gün… Her Lefkeli gibi, delikanlılığında çarıklarının kaldığı Kalapanayot köyüne ziyarete gitmiş, kapılar açılınca! Ben de gittim… Kahvede otururken, yanına orta yaşlı biri yaklaşarak, nereli olduğunu sormuş. “ Lefke’li” deyince Urumoğlu’nun gözleri dolmuş. Bizim başkan da “Ne üzülün yahu? Ben oranın belediye başkanıyım. Atla gel seni misafir edeyim” demiş!

Kalapanayot’tan bir taş atsan, Aplıç’a düşer… “Yok” demiş, Urum… “Gelmem…” Sonra anlatmış ki şu anda LAÜ’nin bulunduğu yerdeki teknik okuldan mezundur. Her sabah köyünden bisikletine atlar, iniş aşağı on beş dakikada okuluna gidermiş, Ksero’ya… “Gidip, Lefkoşa’dan dolaşıp, kendi kasabama gelemem” demiş. “Yollar açılsın, bisiklete atlayıp, on dakikada gelirim sana…”

Şimdi… Yeşilırmak Kapısı da açılıyor! Zamanında Astromerit Kapısı açılırken söylediklerimizi hatırlayan çıkar mı bilmem. O kapı, kimsenin işine yaramayacak, gereksiz bir kapı idi… İşte mal meydanda! Hadi biri de çıksın da o günlerde söylendiği gibi, Güzelyurt çarşısının ayağa kalktığını anlatsın da alnını karışlayayım! Neyse, açıldı, arada bir Astromerit köyünde kahve içmeye gidiyoruz, bazen da Trodos köylerine kısa yoldan ulaşıp, sufla yeyip, zivaniya içmeye… O kadar… Şimdi Yeşilırmak Kapısı, bizim köye bir miktar yararlı olacaktır ama asıl yararı, Pirgo köyüne olacaktır, bunu da peşinen söyleyelim! Olsun ama… İnsani bazı sorunlar vardır ki kime ne kadar yararı olduğu tartışılmaz. Doğum yaparken yolda ölen genç anne adayının, Rum mu Türk mü olduğuna bakılamayacağı gibi… Yeşilırmak köyü, dünyanın sonu olmaktan kurtulur, Baf yolu bizim için kısalır, falan…

Ama o bölgede bizim asıl işimize yarayacak olan kapı, Aplıç Kapısı’dır… Anlatamadık, gitti… Gerek Maratasa, gerekse Solya Vadileri’ndeki elliye yakın köyün, tarihsel ve idari merkezi, Lefke’dir… O köyler, hele 1963 koşullarında, hiçbir merkeze ulaşamaz, bütün işlerini Lefke ile yaparlardı. İdari olarak da bu kasabaya bağlıydılar. Kasaba da onlara… Can damarımız su bile, Maratasa Vadisi’ne kazılmış sıra kuyulardan gelirdi. O zamanlar, bahçe sahipleri, her hafta münavebe ile görevi devralır, Lefke Deresi boyunca taa Trodos’a kadar kazılmış olan kuyuların bakımını yaparlardı. O kuyulardan gelen su, bahçe sahiplerinin tapulu malıydı! Bakım görevini üstlenene, “Haftabaşı” denirdi… Lefke’de bir ailenin adı halâ öyledir: “Haftabaşılar…” Su gene de geliyor, onu da söyleyelim! Ama Urumun himmeti sayesinde, bunu da ekleyelim!

Lefke’nin can çekişmeye başlaması, 1963’ten sonra, siyasi nedenlerle kasaba ile köylerinin bağının kopması üzerine başlar… Solya artık yoktur, Maratasa elden gitmiş, Dillirga lâğvolmuştur! Çocukluğumda hafta sonları sinemaya Solya köylerinden gelen akrabalarımı hatırlarım… Trodos köylerinde, yüzüme bakıp da dedemin torunu mu olduğumu soran, yaşlı Rumları! 74’ten sonra, Gemikonağı Limanı da elden gidince, garibim Lefke ne yapacaktı? Bölge elden gitti… Merkez olsan ne yazar?

Bayındırlık Bakanlığı’nda çalışan bir başka Rum arkadaşım anlatmıştı. Makarios adaya Fransa’dan bir heyet çağırıp, turizm konusunda en uygun yerin neresi olduğunu incelemelerini istemiş. Fransızlar, “Lefke” demişler… “On dakikada denize, on beş dakikada kayak pistine ulaşılıyor!” Papaz, “What a pitty!” demiş, “Ne yazık!”

Aplıç Kapısı, o bölgede bizim işimize yarayacak, asıl kapıdır… Her söylediğimde, yüksek makam sahiplerimiz, istifhamla yüzüme bakıp, bölge şovenizmi mi yaptığımı sorguladılar. Yüzünü güneye döndüğünde, on dakikada Lefkoşa’ya, otuz dakikada Lârnaka’ya ulaşacak Astromeritli Rum’un, neden kuzeye yöneleceğini izah edemediler ama eli mahkûm, başka yolu olmayan elli tane köyü, hiç düşünmediler…



Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin