Tedbili mekânda ferahlık vardır



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə7/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   19

“KIBRIS'IN OLUŞUMU


Bundan yüz milyon yıl önce, dünyada sadece solucanlar ve kuşların yaşadığı bir dönemde, bugün Avrupa'nın bulunduğu alan, sular altındaydı. Bu büyük okyanusun dibi, şimdiki okyanuslarda olduğu gibi, kabuklu yumuşakçaların kabukları ve balçık çamurla kaplıydı.Karaların birbirlerine karşı hareketlerinin yarattığı basınç, bu tabanın zamanla yükselmesine ve deniz kabuklularının kabukları, bugünkü kireç taşı tepelerin oluşmasına yol açtı. Deniz dibindeki balçık ise, bugünkü sert kayaları meydana getirdi. Bu bileşime, patlayan volkanların lavları da eklenince, mermer tabakaları ortaya çıktı.

Bu dönemde, Kıbrıs adasının ne biçimi şimdiki gibiydi ne de yüzeyi. Yüzey, kireç taşları ile kaplanmış olup, alan çok daha dar idi. Bu dönemde, yeni bir çökme yaşandı. Karaların yüzeyi, yeniden deniz dibine kadar indi. Bu dönemde deniz dibinde giderek sertleşen mermer tabakaları, yeni bir sıkışmanın etkisi ile yer kabuğunda büyük çatlaklar oluşmasına yol açtı. Bundan sonraki dönemde, kuzey ve güney yarım kürelerinin birbirine karşı sıkışması, deniz dibinin kıvrılarak yükselmesine, bu da Alp, Himalaya ve Karpat Dağları ile, Atlas Okyanusunun ortaya çıkmasına yol açtı.Bu dönemde, Trodos ve Girne Dağları, ortaya çıktı. İki kütle arasında, sığ bir deniz bulunmakta olup, bu da dağlardan gelen suların taşıdığı toprakla dolarak, Meserya'yı meydana getirdi.

Bunu izleyen çağ, Avrupa ile Afrika'nın Sicilya üzerinden birleştiği ve bu eşiğin doğusu ile batısında iki büyük gölün oluştuğu zamandır. Bu zamanda, doğuda kalan iç denizin doğu kıyısını, Trodos kütlesi oluşturmakta olup,bugün adamızın bulunduğu yer, batısı ve güneyinden su ile çevrili, Asya'nın burun tarzındaki bir uzantısından ibarettir.Yani, bugünkü Anadolu ve Suriye ile bağlantılıdır.

Buzul Çağı'na gelindiğinde, Kıbrıs, Anadolu ve Suriye ile geniş ovalarla bağlanmış durumdaydı. Bu çağ, bir milyon yıl sürdü. Dünya tarihine göre çok yeni bir zamanda, ellibin yıl önce, Dördüncü Buzul Çağı'nda, henüz Britanya Adaları, Rusya ve Kuzey Avrupa buzlar altında iken, o koşullara uyabilen bazı bitki ve hayvan türleri ile birlikte, ilk insan da dünyada görüldü. Bu dönem insanının kemikleri, Girne dağlarında bulundu. Bu bilgiden adadaki varlığı bilinen, cüce filler ve hipopotamların da adaya bu dönemde yani, Kıbrıs henüz bir ada değilken geldiği ileri sürülebilir

Daha sonraları, atmosferdeki sıcaklığın artması üzerine, Rusya steplerindeki buzullar erimeğe başlayarak, büyük bir sel halinde, ta Pamir'den, İran'a kadar olan yöreyi bastı. Hazar ve Kara Deniz taştı ve bu büyük nehir, bugünkü İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nı oluşturarak, Ege Denizi'ne akmaya başladı. Bu büyük akıntı, Akdeniz'in seviyesini yükseltti. Böylece, bu iç deniz, Cebeli Tarık'tan taşarak, Atlas Okyanusu ile birleşti, Sicilya eşiğini aşarak, Avrupa ile Afrika'yı ayırdı ve Kıbrıs'ın Asya ile bağlantısını kopararak, bir ada haline gelmesini sağladı.

Eski Sümer efsanelerinden kaynaklanan Tevrat'taki Nuh Tufanı Efsanesi, belki de budur. Zira bu olayın ilkel insan türlerinin tanık olabileceği bir çağda gerçekleşmiş olması, muhtemeldir.

Dünya üzerinde, Kıbrıs diye bir ada olmasının, jeoloji biliminden yararlanarak, bizim anlayabileceğimiz bir tarzdaki hikayesi, işte budur.”

Adı Cemile İdi isimli kitabımın ilk yazısı budur…

Acaba şimdi ben, ne demek istedim? Bazı okur var, hem aklı az hem iddiası fazla… Bütün dünyanın sorunu olan Göçmen İşçiler ile ilgili son yazımı, bir tanesi, son zamanlarda Tunus’ta yaşananlara atıf yaparak, milleti hükümete karşı isyan etmeye çağırdığım biçiminde anlamış! Çünkü konu ettiğim yazar, Arap! Başka bir yüksek düzeyde zekâ sahibi de “CTP’ye ganmayık artık” türünden bir inci yumurtlayarak, ötekinden daha açıkgöz olduğunu kanıtlıyor!

Amin Malouf’un derdiydi çünkü…

KIBRISLI ÇÖZÜM

Dimitri Hristofyas, Kıbrıs Sorunu’nun çözüm sürecine, AB’nin aktif katılımı konusundaki fikir jimnastiğini, veto etmiş! Şaşılacak bir şey yok… Durmadan dile getirdiği Kıbrıslı Çözüm’e ters bir durum, gerçekten de AB’nin sürece müdahil olması…

Arada bir yazma gereğini duyuyorum:, Kıbrıs Sorunu’nun doğrudan iki tarafı olan Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler’in orijinal tezleri, treni kaçırmış tezlerdir. Bu adadaki iki halk, koca bir ulus devletler çağını kaçırırken, ne burada bir ulus devlet kurabilmiş, ne iki küçük ulus devletçiğe ulaşabilmiş, ne herhangi bir anavatana (asıl ulus devlete) adanın bütününü ya da yarısını bağlayabilmişlerdir. Her iki tarafın da ana tezi, ulus devlet ideoljisine göre şekillenmiştir ama ne adada bir ulus vardır ne de iki ayrı halk, kendi mutasevver uluslarına eklemlenebilmişlerdir. Yüzelli yıla yakın zaman bu çekişme içinde geçerken, dünya ulus devletlerinin önemli bir kısmı, Fransız İhtilâl-i Kebir’inin ürünü olan bu politik antiteyi aşmak üzere, arayışlara girmiştir. AB, bunun ifadesidir… Zaten AB’ye varan yola sebep olan 2.Dünya Savaşı sonrası dünya nizamına çeki düzen veren ABD ve SSCB de ulus devletler değildi… AB, işin başında murat edilen Avrupa Birleşik Devletleri’ne varır mı, yoksa varamaz mı şimdiden bilinemez ama bence, varır… Ama öyle de olsa böyle de AB, ulus devletler üzerinden “ulusötesi devlet”e varma denemesidir ki bu en azından, tarihsel bir gerçek olan, ulus devlet modelinin ebed müddet olmadığının teslimidir.

Kıbrıs, ulus devlet olmaya fırsat bulamadan, bu ulusötesi projeye dahil olmuştur. Anavatanlar’dan biri işin göbeğinde! Öteki de 1960’tan beri, girmeye uğraşıyor…

Bırakın imparatorlukların parçalanmasıyla ortaya çıkmış olan “ulus devlet”i, doğrudan doğruya “devlet” denilen politik örgütlenme ortaya çıkışından bu yana, kendini belirleyen iki güç vardır: 1) Güvenlik, 2) Para basma…

“Kıbrıslı Çözüm” diyerek tafra basan Hristofyas’a bakın. Güvenliği için, İngiliz Üsleri yetmedi, ortağı olduğu AB yetmedi, Yunanistan ile var olan Ortak Savunma Doktrini yetmedi, Avrupa Silahlı Kuvvetlerine katılma girişimi yetmedi, Fransa ile yaptığı ortak savunma işbirliği anlaşması yetmedi; şimdi de Kanada’dan medet ummaya başladı! Para basma yetkisini ise zaten Brüksel’e devretmiş durumda! Klasik devlet tanımının iki esasını bile uygulamaktan aciz bir “ulus devlet”, söz konusudur. Ulus devlet’in değil; bizatihi devletin kendisinin, klâsik egemenlik anlayışına ters olan bu girişimler bir yanda, “Kimse işimize karışmasın, biz Kıbrıslı çözüm bulacağız” havalanması öte yanda… Karışılmamış kulağımızın arkası kaldı oysa… Ve bu durum yani egemenliği, karşılıklı bağımlılıkla dengeleme konsepti ise bugünün politik gerçekliği olarak, karşımızda duruyor. Çünkü hazret, yaşadığımız dünya ile zihnimizde yatan özlemler arasındaki kopuşu, yabancılaşmayı bir türlü kabullenemiyor. Treni kaçırdığımızı kabullenmek, ağırına gidiyor. Dünyayı algılamak bakımından, bizim o kadar karşı çıktığımız sayın Eroğlu, ondan daha başarılı… Ama gönüllüdür, ama zorla böyle yapıyor… Ama samimidir, ama rol yapıyor!

Meşhur özdeyiştir: Yaşamı fikirlerinize uyduramazsınız, fikirlerinizi yaşama uydurmalısınız! Lâfın sahibini de söyleyeyim de, neme lâzım: Lenin… Yâni Hristofyas’a da uyar; bizim solumuzun çoğuna da…

Böyle bir dünyada ve böyle bir ülkede, “Saf Kıbrıslı” bir çözümü bir yana bırakın, öyle bir hayat da kuramazsınız bu saatten sonra… Almanya bile “Saf Alman” değil artık… Bugünkü dünyada, adeta dünyanın kilit taşının üzerinde oturmaktayken, “kimse işimize karışmasın” demek, hiç de gerçekçi değil… Mesele, Kıbrıs Sorunu’na “giriftar” olan bunca çıkarın arasından, Kıbrıslılar’ın en çok çıkarla ayrılmasının yolunu bulmaktır. Hülyalara dayalı sloganlar atmak değil…

“Ben sözümden dönmeyeyim de varsın bölünecekse bölünsün” tavrını, tarih hayırla yadetmeyecektir!

İSTANBUL’LU DOSTUM ASLI DURAK’A

Bayram üstü sayın Cemil Çiçek geldi, ayarımızı bozup gitti… Hazretin dile getirdiği, “bu terazi bu sıkleti çekmez” ana fikrine karşı olmamakla beraber, üslubu hepimizi gerdi. Dostluk ve kardeşliğin yücelmesi gereken bir bayram gününde, bambaşka tellerden çalmamıza neden oldu.

Evet… Bugün bayram… Aslında üç gündür bayram. Ve biz eski bayramlar, nostalji, dostluklar, insanlar arası güzellikler üstüne yazmamız gereken iki günü harcadık.

İstanbul’da çok sevdiğim dostlarımdan biri de şair Aslı Durak’tır… Ahbaplığımızı, internet’e borçluyuz. Bir ara, uzun konuşurduk. Görüşmüşlüğümüz, bir defaya mahsus. Aslında, ayni yıllarda ayni mekânlarda bulunmuş olmaktan gelen, bir hayli ortak noktamız var ama nedense geçmişte birbirimizi fark etmemişiz o “ortak” mekânlarda. Bir ara, net’teki muhabbetimiz, şiir, roman, deneme: özetle edebiyat üzerine başını alıp gitmişti. O yoğun yazışmalar esnasında, rahmetli annesi de sohbetlerimize ortak olmuş, bir defasında beni Marmara Denizi’ne bakarak, kendi pişireceği Çerkez Tavuğu eşliğinde, rakı içmeye davet etmişti. Rahmetli, cumhuriyetin ilk kadın avukatı olmak bir yana, Halide Edip’in de kişisel dostu olmak bakımından, ne bir aydın olarak ne de bir edebiyat dostu olarak dikkate alınamayacak bir insan değildi ama heyhat… Bu adanın alelacaip hay huyu, o buluşmaya fırsat vermedi. İstanbul’a gidemedim… Onu kaybettik… Hayatta kaçırdığım fırsatlardan biridir diye, içimde ukde kaldı. Nitelikleri, yazdıklarımla sınırlı olmayan önemli bir insandı… Örneğin nikâh şahidi de Hamdullah Suphi idi… Artık örneği kalmayan gerçek bir Osmanlı aristokratı… Onunla oturup feyiz almak fırsatını kaçırdım…

Aslı ile dostluğumuz, netle sınırlı değil tabii ki… Birbirimize kitaplarımızı da gönderiyoruz elbette… Bu bakımdan onun benim yazdıklarımdan haberi var, benim de onun şiirlerinden… Geçen gün, ondan bir mesaj aldım. “Aşağıdaki şiiri, yeni kitabıma alabilir miyim?” diyordu. Bana yazmış! Bayıldım! Kim bayılmaz?

Yanıtımın olumlu olduğunu bilebilmek için, kâhin olmaya gerek yok tabii! İşte o şiir:

-kıbrıslı dostum nazım beratlı ‘ya-

sevdiğin
güldüğün


ağladığındı

hasretin hırsın zaafın


ateşler içinde sönme umudun
suya dalışın
avunamayışındı

her saniye görüp


her an özlediğin
denizden yeni çıkmış
utangaç bir yeni gelin…

hem hiçlikti hem her şeydi


bin yıllık efsane
adın cemileydi.

Aslı Durak 27.10.2010

“Adı Cemile idi…” isimli denemeler kitabıma yakmış bu şiiri… O yayınlamak için benden izin isteme nezaketini gösterdi ama ne yazık ben ayni inceliği gösterecek zaman bulamadım. Çünkü, Anadolu’da doğmuş olmayı bir üstülük olarak gören herhangi birine karşı söylenmiş her söz, bütün Türk insanına karşı söylenmiş gibi reklâm ediliyor ya? Dostluklarımızı da paylaşalım, dedim…

Ortak değerlerimizi…

Bayram günü düşünce ufku son derecede sınırlı bir takım adamlarla boğuşulacağına, insanların güzelliklerini paylaşarak geçirmek, elbette ki olması gerekendir. Gelip gelip, damarımıza basmasalar…

İyi bayramlar, sevgili Aslı…

Bu yazı bir defa yazıldı, beşinci defadır ki yayınlamak zorunda kalıyorum. TC Başbakanı Sayın Erdoğan’ın söylediklerinden sonra, demek ki yalnız köşe başı uyanıkları değil, artık en üst makamlar da tembel olduğumuzu sanıyormuş! Müstehakımızdır…

KIBRISLILAR TEMBEL!

Ayrıntıları, tarih kitaplarımda da vardır... Kıbrıslı Türk diye bir mahlûktan bahsedilmesi, adanın İngiltere’ye devri ile mümkündür. Ondan önce burada ya da Musul’da veya Kırşehir’de yaşayan herhangi bir Türkmen’in, birbirinden farkı yoktu. ll.Abdülhamit, elbette ki kimseye sormadan adayı İngiliz’e verdi ve buradaki vali ve ileri gelenlere de “Devlet-i Aliyye’nin çıkarları, İngiliz’e itaat etmenizi gerektirmektedir” diye bir mektup gönderdi. Garibim vali bile padişaha itaat etmek için, İngiliz’e boyun eğdi ve gidip altı aylık birikmiş maaşını, sömürgecilerden aldı... Yıl, 1878...Kıbrıslı Türkler, beklemeye geçtiler... Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi koca padişahın emrine karşı mı geleceklerdi?

1892’de, İngiliz bir anayasa yaptı ve müslüman ahalinin ada yönetimindeki söz hakkını, %50’den, %30’lara indirdi... Önde gelenler, hemen itiraz ettiler, çünkü ada halâ Osmanlı’ya aitti. Seçimi ve meclisi boykot edeceklerini söylediler... Ama İstanbul’dan bir emir geldi: “İtaat ediniz!” Onlar da uydu... Nasılsa ada Osmanlı’ya geri verilecekti... Merkezdeki önde gelenler öyle söylüyorlardı, inanıp, geri Osmanlı idaresine dönecekleri günleri bekleyerek, padişahın da emri uyarınca, İngilize zaptiye yazıldılar...



zaptiyelerzaptiyeler1912

1885... Kıbrıslı Türkler İngiliz 1912, fesleri ile Kıbrıslı Türk İngiliz polisleri...

Zaptiyesi...

(Altay Sayıl’dan)

Derken, Birinci Dünya Savaşı çıktı... İngiliz, adaya el koyduğunu açıkladı, Türkler’in adadan çıkışını ve hele Anadolu’ya gitmesini, yasakladı... Bizimkiler de burada bir isyan düzenlemeye giriştiler... Bütün önde gelen Kıbrıslı Türk’ler, Girne kalesine hapsedildiler... Ticaretle uğraşanlarının, tümü de battı... Dört yıl, hükümsüz yattılar...

Ardından, Kurtuluş Savaşı... Dedik ya adadan çıkış yasaktı... Millet burada atını ve hatta yumurtasını satıp, Donanma Cemiyeti’ne gönderdi... Önceden orada olanlarsa silaha sarıldı, bütün yurtseverlerle birlikte... Mustafa Kemal’in yanı başındaki Hikmet Bayur, Kıbrıslı idi... İlk TBMM Hükümeti’nin İktisad Bakanı Sırrı Benlioğlu da... Unutuldu...Söylenmedi...

Lozan’da, ada elden hepten çıkarıldı... Kıbrıslı Türkler’e, “isteyen Anadolu’ya gelsin” denildi... Hakk-ı Hıyar idi bunun adı... 5000 Kıbrıslı Türk, varını yoğunu satıp, gitti... Önemli bir kısmı, doğru dürüst iskân edilemediğinden geri geldi... Arada mülksüzleşmesi, cabasıydı... Adadakiler, gitmekle kalmak arasında denkleri çözemeden, beklemeye başladılar... 1934’te, Sırrı Benlioğlu adaya gelip, Ankara’nın isteğini iletti: “Burada kalın, Anadolu’ya göçmeyin, bekleyin...” Haydaa... Gidenlerden kalanlar da mülküzleşmeyi göze alıp, geri döndü, beklemeye, onlar da katıldı...

1939’da, İkinci Dünya Savaşı çıkmaz mı? Hadeee... Zaten yarı aç, yarı tok olan bütün üretici genç nüfus, İngiliz askeri oldu, darı tanesi gibi dünyaya yayıldı... 1946’ya kadar...



gadara makri sinekçi mustafa

1942... Elyeli Gadara, İngiliz Lefkeli Makri Mehmet Sinekçi Mustafa Dayı...

askeri...Gitti, gelmedi... Mısır’da, İngiliz askeri Faşizm’e karşı savaşta...

1946’da terhis olan gençler, daha köylerindeki nadasın tümünü süremeden, 1949/50 geldi... Rumlar’ın ENOSİS çığlıkları arasında, Plebisit yapıldı, Rumlar Yunanistan’a bağlanmaya kalktılar... Yardım istemek için Türkiye’ye giden heyetlere, Dışişleri Bakanları’nın ağzından “Bizim Kıbrıs diye bir meselemiz yoktur. İngiliz’e itaat edin, bekleyin” denildi... Onlar da geri gelip, İngiliz’e biat ettiler... Hoooop... Gençler bir defa daha İngiliz askeri oldular, 1955’e gelirken...EOKA ile kim mücadele edecekti? Üretim bir daha durdu... 1960’a kadar...



komandolar1

1958... Kıbrıslı Türk gençleri, Yunanistan’a bağlanmamak için elde silâh, İngiliz askeri... İş başa düşmüştü...

1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu...

Millet daha iskemlesini ısıtamadan, 1963 Olayları patlak verdi... Hürrraaaa... Sısamımızdan ufağımıza, hepimiz mücahid olduk... Ne çırak kaldı, ne usta... Ne de rençber...



asker

Yıl 1970... Bu çocuklar gece asker, gündüz lise öğrencisi idiler... İkisi haricinde tümü bu adadan göçtü...

Kızılay yardımları ile yaşamaya başladık, 103 köy de göçmen oldu... Tarım da öldü... Ekmeği, tuzu paylaştık... 1974’e kadar... Anavatan, “bekle” dedi, bekledik...

1974 oldu...İyi, ne güzel...

74’ten bugüne kadar da dünyadan izole bir mandrada, kendi yağımızla kendi ciğerimizi kavurmaya çalışıyoruz... Ürettiğini kimseye satamadığı için, Sanayii Holding battı... ABAD Kararı çıktı, narenciye dalında, yaş sebze elde kaldı... Rahmetli Özal geldi, “siz turizm yapın, biz sizi domatese boğarız, ne ekeceksiniz?” dedi... Tarımın tam canı çıktı ama, turist de otuz yılda direkt gelecek bir uçak bulamadığından, gelemedi... Anavatan, “herkesi memur alıp, uygun konjonkürü bekleyin” dedi...

İnandık, herkesi memur yazıp, bekledik...

Şimdi Türkiye’den gelen her baldırıçıplak kenar mahalle uyanığı, karşısına birkaç şerefsizle, biriki aptalı alıp, “Kıbrıslılar tembel” demeyi diline pelesenk ediyor ya, içimden “Ulan, yüzelli yıldır biz, savaşmaktan ne vakit çalışacak zaman bulduk da çalışmadık?” demek geliyor... Bölücülük olur diye dilimi tutup, söylemiyorum... Siz de söylemeyin...Ayıp olmasın... Dilinizi tutun...Bekleyin... Yukarıda beş kuşak “bekleyenin” resimleri var...

Beş kuşak daha bekleyin anasını sattığımın... Tohumunuza biri para mı verdi? O kadar soytarı sırtınızdan köşe oldu... Bekleyin, daha ensenizden para kazanacak, çok şaklaban var... Tembel herifler sizi...

KİMLİKSİZ KİŞİLİKSİZ YOZ YOK OLMAYA GİDEN BİR TOPLUMA

Christmas geceniz nasıl geçti efendim? Christmas Pudding de yediniz mi o gece? Yemediniz mi? Ne kadar ayıp? Hiç de moderen olamadınız demek ki… Allahın oğlu İsa Efendimiz, Kutsal Bakire Meryem Anamız ve Ruh-ül Kudüs şerefine, bir Christmas Pudding yapmaya üşendiniz mi? Ne kadar ayıp? Koskoca Christmas Yortusunda, Hz. İsa Efendimizin kanı ve etini sembolize eden, şaraba banılmış bir parça ekmek de mi sokuşturmadı ağzınıza, muhterem bir peder?

Ya dün gece? Santa Claus Babamız, sizin evi ziyaret etmedi mi? Hani kıpkırmızı giysileri, pembe yanakları, beyaz sakalları ile rabbimizin oğlu Hz. İsa Efendimiz cenaplarının azizlerinden Santa Claus canım! Sizin eve geyiklerin çektiği arabası ile gelip, bacadan girerek, Noel Ağacınızın dibine, çocuklarınız için hediyeler bırakmadı mı? Siz kâfir misiniz? Aforoz mu edildiniz Tapınak şövalyeleri gibi, engizisyon sizi de yakacak da koskoca Santa onu bildiğinden mi gelmedi zaar? Aman hemen koşup itiraf odasına konuşlanıp, günah çıkarın…

Kırk yıldır bu ülkenin basınında, okkaynan yazısı, polemiği, tartışması çıkan bir adam olarak, benim dinle işimin olmadığını, ateist olduğumu bilmeyen yok… Ama bir toplumun kültürünü oluşturan ilk öge dili ise, ikincisi de dinidir. Ateist de olsanız, sevdiğinizi ileri sürdüğünüz müzik, ya Osmanlı Sarayı’nın, ya tekkelerin veya alevi duazlarının bugün söylenen şekilleridirler. Din, bin yılı aşarak, beynimizin gözeneklerinden girerek yaşam biçimimizi etkiliyor ve ona da “kültür” deniliyor. Ve biliniyor ki, kültürü olmayan toplum, yoktur, kültürünü kaybeden de yok olur…

Noel ağacı meselesinin ne olduğunu bir kitabımda anlattım! Eski Frigya inancında, Afrodit denilen haspa, her ilk baharda, Attis denilen bir oğlana mızır olurmuş. O da bunun elinden bezince, kurtulurum umuduyla, tutmuş zekerini kesmiş. Ondan sonra Frigya’da Attis Rahipleri türemişler. Onlar da kendi kendilerini hadım etmişler… O zamana kadar yıl başı ilk baharda olduğu için, her yılbaşında, Sakarya vadisinin kozalaklı çam dallarını keserek, bilmem neyimiz yoksa, işte bu var elimizde diyerek, ellerinde çam dalları ile dolaşmaya başlamışlar. Kültür, dinden eskidir. Bu ritüel, Bizans döneminde hristiyanlığa geçti. Her yıl başında, binlerden beri Attis’in zekerini sembolize eden çam dalları ile evleri süsleme geleneği, sürdü gitti… Eve siz de diktiniz mi bu sene? Hayırlı uğurlu olsun…

O yetmedi, şimdi de Santa Claus’un geyiklerle dolanıp, çam ağacının altına hediye bırakması “geleneği” başladı… Bu ne? Modernlik mi? Paganizm’den arta kalmış, tarihin hiçbir döneminde bir parçası olmadığımız hristiyanlığa dair ritüelleri uygulayınca, modern mi oluyorsunuz?

Bakın tutuculukta, İslâm’ın belki de en ileri örneği olan Emeviler, Fener Patrikhanesi’nin; bugün bakıp bakıp sövdüğünüz Sakallı Ahmet Hoca da Papa’nın eline su dökemezler. Hristiyan ritüeli uygulamakla, modern falan da olamazsınız! Habeşistan, dünyanın en eski kiliselerinden birine sahip, modern mi?

Ne olursunuz biliyor musunuz? Kimliksiz, kişiliksiz, inançsız ve onursuz bir halk olup, tarih sahnesinden sittir olup gidersiniz…

Çocuk yerinmesin diyerek, hristiyan geleneklerini uygulamaktan hadi utanmıyorsunuz… Çocuğunuza bunları anlatmaya gücünüz yok! Veya düpedüz “moderen” olduğunuzu sanıyorsunuz sömürge olmak için dizlerinizin üstüne çöküp.

Ulan hanginiz, cenazeniz musalla taşından kalkarken, arkanızda duracak olan oğlunuza iki satır dua öğrettiniz? Duadan geçtim, kaç taneniz iki satır Yunus Emre öğretti çocuğuna? Hadi alnınız hiç secdeye değmedi, çıkıp “inanmıyorum” demeye de yüreğiniz yok; İslâm din de İsevilik değil mi?

Önümüzdeki Christmas’da, Katolik Kilisesine gideceğim… Bakayım kaç tane şerefsiz gizli gizli şarap ekmek yiyor… Ulan hayatınızda bir gün oruç tuttunuz mu da Santa Claus geleneği icat ediyorsunuz?

Mutlu yıllarmış! Hastirin… Sizden bir şey olacağı yok… Geçin çamın karşısına da akşamın mahmurluğunu alır belki…

KIZMA BİRADER

Cuma günkü yazıma iki tepki aldım. Biri Lefkoşa’dan “Ayşe” diye müstear adla yazan bir zatiye-i namuhteremeden, öteki de Abu Dabi’de yaşayan bir muhteremden… “Ayşe”yi, boş veriyorum çünkü basında benim özel hayatımı tartışmak istiyor, belli ki… Terbiyesizin biri… Abu Dabi’den yazan sevgili dostum, “kaşıkla verip; kepçeyle alıyorsunuz” dememe, bozulmuş, çünkü Kıbrıs’ı bilmeyen bütün Türkiye insanları gibi, belli ki üzüldü ve nankörlük eden bir Türkiye düşmanı olduğumu sandı…

Şimdi… Öncelikle bütçe yasamıza bir göz atın… Uzundur, sıkıcıdır ama bakın: Bize yıllık olarak Türkiye’den gelen yardım, borç ve hibenin toplamı nedir? Türkiye’den gelen ithalatın toplam maliyeti nedir? Sanırım meclisin internet sayfasında vardır, bütçe yasası… İthalatımız, gelen yardımın çok üstündedir… Bir ara yazdım, gene bazı “ağır ağabeyler”in betine gitti… Ama yasa gizli değil… Bir kaynaklar bölümüne bakın, yardımın toplamını görün… Bir de çevirin, İthalat bölümüne bakın, nerden ne kadar ithalat yaptığımızı inceleyin…

Buna 160 bin nüfusu olan ülkede yaşayan, izinli - kaçak 300 bin Türkiye vatandaşına yapılan okul, hastane, sosyal yardımlar gibi kalemleri ekleyin… Bu küçük bir kalemdir genel hesabın içinde ve dillendirmeye utandım bunca zamandır ama madem hesap yapıyoruz, konuşma kaçınılmaz oldu. Yoksa insana, insan gibi değer verilmesinin en önde gelen savunucularındanım ben… Ama 160bin kişinin sosyal yatırımları, 500bin kişinin sosyal ihtiyaçlarına yeter mi? İşte bir yıl için hastaneye alınan ilaç, iki ayda bitiyor… Eğitim bakanlığının okullarında, Kıbrısı öğrenci kalmadı. Çünkü devletin olanakları okulların kalitesini karşılamaya, yetmiyor…

Bunlara, Türkiye iş dünyasına bu otelcilik mavrasında tahsis edilen ve ekonomimize henüz tek kuruş kaynak olarak geri dönmeyen arsa fiatlarını ekleyin… Biliyor musunuz ki teşvik yasaları gereği bunlar vergi de ödemezler? Bunun üzerine ürettikleri artı değerin tümünü Türkiye’deki merkezlerine aktardıklarını da hesap edin…

Ve ayrıca bilinen bir gerçektir ki bu adaya Türkiye katkısı ile yapılan bütün alt yapı yatırımları, Türkiye’den gelen şirketlerce yapılmakta, oteller gibi bunların da Kuzey Kıbrıs ekonomisine ürettiği herhangi bir “girdi” bulunmamaktadır… “Hibe” bize mi değil mi, şüphe kaldırır…

Bitmedi, asıl büyük kaleme geliyorum: Ekonomist değilim ama siyasetle ilgili ortalama bir politikacının bildiği kadar ekonomi de bilmek zorundayım. Bir ekonominin sağlıklı çalışması için, tasarruf/yatırım dengesinin verimli olması gerekir. Bizim 6 milyar TL tasarrufumuzun 3 milyar’ı Türkiye bankalarında durmaktadır. Bu Almanya ve İran’dan sonra, üçüncü sırayı oluşturmaktadır… Nerdeyse Almanya’daki milyonlarca “gurbetçi” kadar, katkı yapıyormuşuz Türkiye ekonomisine… Helâl-i hoş olsun ama… Çifte vergilendirmeyi önleyen bir anlaşma dolayısıyla bu bankalar, bu ülkede vergi ödememektedirler. Vergiden geçtim, bunların kime ne kadar kredi verdiklerini bilen de varsa, beri gelsin! Tasarruflarınızın yarısı deyim yerinde ise “kör kuyu”ya gider, ekonominizin dışına çıkarsa, nasıl yatırım yapıp, istihdam yaratacak, üretimi artıracaksınız?

Tasarrufların yarısını elinde tutan bunu dışarı taşıdığından, diğer yarısının büyük kısmını toplayanlar, yatırım ihtiyacının tümünü karşılamakla yüz yüze kalıp, normalin çok üstünde kredi verdiler. Üstüne bir de vergi kaçıramayıp şampiyon oldukları için, haksız bir rekabetin muhatapları oldukları hiç dikkate alınmadan, “batıyor bunlar, kapatın” diye çığrışanlar, bir de mali kriz yaşamamıza neden oluyorlar.

İşin siyasi yanını da yarın konuşuruz ama çıplak ekonomik bakışla işte hendek, işte deve…

Mesele, Türkiye düşmanlığı değildir… Hasan Dağı’na, Sertavul Geçidi’ne, Karadeniz Kıyısına vurgunum… İstanbul’a hastayım… Antalya’da, Gökova Körfezinde ayin yapan bir inanmış gibi huşuya kapılırım… Süleymaniye Camii’ni her gördüğümde, Haliç’te secdeye kapanasım gelir…

Ama işte kaşık, işte kepçe…

Bizim kusurumuzu da yarın konuşalım…

KOFİ ANNAN MI? HRİSOSTOMOS MU?

Başpiskopos Hrisostomos, Annan Planı’nı okumadan karşı çıktığını itiraf etmiş… Papadopulos da okumamışmış! Bizim tarafta da okumadan karşı çıkanlar olduğunu bilirim… Hatta Profesör Zihni Sinir rolünü bıkmadan usanmadan oynayan Mümtaz Soysal’ın da o zaman kurulan komitelere alınan bazı çok değerli insanlara, “Boşuna oturup okumayın, reddedeceğiz zaten” dediğini de işitmiştim o zamanlar…

Bu ada ile ilgili gizli ajandası olanların tümü de zaten kafadan karşıydılar o plana… Okuyan kabul ederdi çünkü o güne kadar Kıbrıs hakkında ne konuşulmuşsa, plana dahildi ve her bir ayrıntıya uygun bir çözüm de önerilmekteydi. Onun için, okunmasını istemiyorlardı. Bizde okunmasına karşı olanlar, anında gerçeğe dayanmayan karşı propaganda ile karaladılar. “Her Rum gelip sizin evde üç gün kalma hakkına sahip olacak” denildiğini unutmayacaksınız herhalde…

Neden?


Bizimkileri çok yazdık dedik! Karşı taraftaki gizli ajanda ne olsa gerek?

Kıbrıs Kilisesi’nin bağımsız olmasının sebebi, 5.yy’da adada Hz. İsa’nın havarilerinden biri olan St. Barnabas’ın mezarı ve incilini bulmuş olmalarıdır. St. Barnabas, Salamis’li bir Yahudi’dir aslında… Adı da Joseph Levi… O zamanlar Kıbrıs ve özellikle adanın en parlak şehri olan Salamis’te, ciddi bir Yahudi topluluğu yaşamaktaydı. Salamisliler, yoldan çıktı diye St. Barnabas’ı taşlayarak öldürdüler. Bizim Rumlar da hristiyanlığa geçince, Agios’u öldürdüler diye, adada Yahudi kırımı yaptılar… Şimdi bakın bakalım, Kıbrıs’ta Yahudi var mı? Yok, dürütmediler…

Eski dostlarımız Ermeniler’e bakın… Yalnız Osmanlı İmparatorluğu döneminde değil, ondan çok önceleri daha 12.yy’da Mağusa’da ayrı bir Ermeni Kilisesi vardı, halâ ayakta… Lefkoşa’daki Ermeni Manastırı ve Kilisesi de şu anda onarımda… İkisi de bizim tarafta… Girne Dağları üzerindeki Ermeni Manastırı da sanırım tamir sırasındadır… Peki ama adada kaç adet Ermeni kaldı biliyor musunuz? 1963’lerde, 1915’in hatırasıyla, bizden korkup Rum tarafına göçmüşlerdi. Oysa Lefkoşa’nın en “asil” mahallesi nerdeyse Ermeni Mahallesi olmuş durumdaydı: Arabahmet Mahallesi… Rumlar, onları “kırmadı”! O sıralar, bizimle meşguldüler. Ondandır zaar… Assimile ettiler… Yeni kuşak Ermeniler, artık ya bir Rum ile evleniyor veya adadan göçüyor. Bin yıldır yaşadıkları bu adadaki sayıları, artık bin küsur kişiye indi, bittiler…

Kıbrıs’ın, bir de Latin azınlığı vardı… Hatırlayın İngilizler adaya ilk geldiklerinde kurdukları Kavanin meclisine, bir de Latin üye almışlardı: Mattei… Lüzinyanlılar ve hatta Haçlı Seferleri’nin bize bıraktığı bir mirastı… Güney’e gidip geliyorsunuz… Birceğez Latin’e rastladığınız oldu mu? Onların sayısı da binin altına düştü… Yok! Kelaynak kuşları gibi, bittiler…

Ne kaldı? Maronitler… 1974 sonrasında bizim de uyguladığımız ırkçı politikalar karşısında, o adamların oyu bile olmadı örneğin… Onlar da bütün yeni kuşak, gidip refah düzeyi daha yüksek olan güneyde yaşamayı denediler. Şu andaki durumlarını merak edeniniz var mı? Bitiyorlar… Rumlaşıyorlar… Assimile oluyorlar…

Kıbrıs Kilisesi, MS 4.yy’da toplanan İznik Konsülü Kararlarını takip etmeye devam ediyor. Her kim ki Ortodoks Hristiyan değildir, düşmandır. Düşmanla işbirliği yapan da dinden çıkar… Bizim echeli cühela takımının sandığı gibi, ortada bir hristiyan dayanışması da yoktur! Olsaydı, Yüz Yıl Savaşları’nı geçtim, son iki büyük savaşı yaşamazlardı…

Bu rezaletin içinde dayanan, bir tek biz olduk…

Şimdi mesele şudur:

Biz dünyaya zaten çok iyi bildikleri bu Roma/Konstantinapoli bölünmesinin kökenindeki Nikomedia Konsülü’nü hatırlatıp, bunların ne halt ettiklerini anlatabilecek miyiz? Yoksa onların İslâmofobi masalı ile bizi mahkûm etmelerini mi bekleyeceğiz?

Neden plan okusun adam? Onun 1600 yıllık planı zaten var…

KOSOVA “MODELİ”

Vulger milliyetçilik etmeye kalkan her Türk, Anadolu Savaşı’ndan başlar, lâfı Megali İdea’dan geçirip, gelir Elefteros Venizelos’ta durur… Modern Helen siyasetinin etkisi bugün bile süren önemli bir ögesidir dede Venizelos… Bilindiği gibi Anadolu’yu işgal edip, sınırları Erzurum’dan geçen bir “Yunan Devleti” hayalinin de babası değilse bile, en önemli girişimcisidir ki Mustafa Kemal kayasına çarptıktan sonra, dönüp onu Nobel Barış ödülüne aday gösterecek kadar da hazımlıdır… Hazret, Giritli’dir… Belki de aşırı milliyetçilik’inin altında yatan da bu “adalı” kimliğin kompleksi idi! Kimbilir? PASOK’un şahini Pangalos da Giritli’dir, yanlış bilmiyorsam… Türk milliyetçiliğinin bayraktarları da Rauf Denktaş ile Alpaslan Türkeş değil mi? Kıbrıslı…

Ya bilmezdim veya dikkatimden kaçmış, geçen gün ansızın elimdeki eski bir kitabı karıştırırken, Venizelos’un bir Osmanlı teb’ası olarak, lise döneminde İstanbul’da Mekteb-i Sultani’de okumuş olduğunu hayretle fark ettim. ( İnsanlar Tanıdım. Mihri Belli c.1 s.280. Doğan Yayınları) Yazarın lise öğrenciliği döneminde, Atina’ya düzenlenen bir barış gezisinde, zamanın muhalefet lideri Venizelos da evinde ziyaret edilmiş. Eski başbakan, Türkçe bildiği halde, Türk Heyeti’ne tercüman aracılığı ile Rumca konuşmuş… Türk heyeti başkanı Salih Murat Hoca ise aslen Yanya’ lı olup, anadili de Rumca olduğu halde, o da Venizelos’a tercüman aracılığı ile Türkçe karşılık vermiş! Liseyi İstanbul’da okumuş adamın Türkçe bilmemesi, elbette ki düşünülemeyeceği gibi, Selânik’li Mustafa Kemal’in de iyi Rumca bilmemesi, akla getirilemez… Bunlar ulusalcı ama şimdikiler gibi karşı tarafı bilmeden, tanımadan körü körüne bir düşmanlık sürdürmek değildi, izledikleri yol!

Türk ve Helen ulusalcılıkları birbirlerine karşı şekillendiklerinden dolayı, ayrıntılara girdiğiniz zaman acaip özellikler gösterirler.

Aynı kitaptan öğrendiğimize göre, Mihri Belli Yunan İç Savaşı’na katılmak için, Yunan Dağlarına çıktığında; kendinse bir “kod adı” gerekmiş… “Ne isim alayım?” diye düşünürken, Yunan Gerilla Lideri Lassanis, “Kemal olsun” demiş, “bu halk Kemal adını sever!” Yunanlılar, Kemal adını severmiş!

Türkiye’de kurulan ilk sol örgüt, Beyoğlu’ndaki Osmanlı Sosyalist Merkezi’dir örneğin… Kurucuları Rumlar’dır… İlk işçi hareketi ise Selânik Grevleri’dir ki onların lideri de bir Yahudi’dir: Benaroya… Helence yayınlanan ilk sosyalist dergi de İstanbul’da yayınlanmıştır: O Ergadis! “Irgadlar”! Yunan Solu mu diyeyim, Türkiye Solu mu (karıştırdım) İstanbul, İzmir ve Trabzon’da kurulup şekillenmiştir, meselâ! Yunanistan Komünist Partisi’nin lideri Zahariyadis de İzmirli miydi, Trabzonlu mu şu anda emin değilim ama Anadolu göçmeni olduğunu, kesin biliyorum.

Bulgar’ları ele alırsak, bu mesele öyle bir karışır ki işin içinden çıkamazsınız… Osmanlı Meclis-i Mebusan’da görev yapmış Bulgar siyaset adamları var örneğin… Ermeni de var, Iraklı, Mısırlı, Libyalı da… İttihat Terakki’de bile var… Emmanuel Karasu, önemli bir liderdir ve Yahudi’dir örneğin… Aziz el Mısri de hem Enver Paşa’nın yoldaşıdır ve hem de Mısır Savunma Bakanı olmuştur… İshak Sükûti Arap, İbrahim Temo Arnavut, Dr. Reşit de Kürt’türler örneğin… Kurucular…

Atatürk ile Venizelos anlaşmışlar, karşı taraftaki “soydaşlarını” değiş tokuş ettiler, malûm… Yunanistan’dan gelen “Türk” Rumca konuşuyor; Anadolu’dan giden Rum, Türkçe… Onlara orada “Türk Tohumu” diye hakaret ediliyor; berikilere Anadolu’da “”gâvur tohumu”, “macır” (muhacir) diye… Ulus devletler kuruyoruz… İnsanlar seksen sene “memleketim, memleketim” diye inleyerek, ölüp gidiyorlar… Kimin için kuruyorsak o devletleri?

Bir imparatorluğun mirasçıları olduğumuzu unutup, birbirimizi boğazlamaya kalkmışız; sonra da “Tayyip Erdoğan, Kosova’da Türkçe miting yaptı” diye hayret nidaları atıyoruz… Hakan Şükür’ün bile oralı olduğundan geçtim, Mehmet Akif Ersoy’un Kosovalı olduğu, hiç aklımıza gelmiyor…

MAAŞLARI KONSOLİDE EDELİM…

Dün sabah hafta sonu ya! Biraz geç kalkayım dedim… Kahvaltı masasına oturduk, karşıdaki BRT ekranında, üç tanıdık sima, bütçeyi tartışıyorlar. İkisi arkadaşım: Hasan Erçakıca ve Ahmet Uzun… Üçüncüsü, hepimizin hocası: Salih Coşar…

Geçtiğimiz dönem mecliste, başlangıçta Plan ve Bütçe Komitesi üyesiydim… Sonunda anlatmak istemediğim bir takım şeylerden bezip, istifa ettim! Gerek o komitede görev yaparken, ki az zaman değil, geçmiş iki yılın bütçesini de biz yapmıştık; gerek ondan sonra genel kurul salonunda milletvekili olarak, bir şey fena halde ilgimi çekiyordu: Cari giderler içindeki personel maaşları, her ay artmaktaydı. Öyle ki dönemin sonunda ödenen personel maaşları, dönemin başının nerdeyse iki katını geçmişti. Ve biz, bir yandan sendikalar tarafından yeterli zam yapmıyorlar diye sümsüklenirken, öte yandan da Ankara’dan gelen yetkililer ve elçilikten, “çok veriyorsunuz” diye eleştiriliyorduk. Hatırlarsınız bir yıl yaptığımız %7 zam, bir daha bütçeyi denkleştirmemize fırsat vermedi bana kalırsa! Çünkü enflasyon oranının üstünde, %12’ye gelmişti gerçek rakam… Buna katılmayan arkadaşlarım da vardır. Normal…

Dün sabah kahvaltısında, sayın Salih Coşar’dan ne öğrensem dersiniz?

Hatırlayacaksınız bizde eskiden maaş denilince, üçe ayrılırdı: Bir Kök Maaş vardı, Asli Maaş! Bu meselâ 100 lira olurdu diyelim… O dönem jet hızıyla giden enflasyona karşı orta sınıfı korumak için, bir de Hayat Pahalılığı Ödeneği vardı. Be her dört ayda bir, maaşlara o dört ayın enflasyonu oranında eklenirdi. Diyelim ki o yol %100 enflasyon oldu, artı 100 lira da bu eklenirdi maaşa… Bunlardan ayrı, bir de Tahsisat vardı. Örneğin hekimlere %40… Hepsi toplanınca, ele geçen maaş örneğin 240 lira olurdu… Okur hatırlıyor değil mi? Eşel Mobil vardı ama 4 ayda bir uygulandığından, aslında sene içinde iki defa tatbik edilir, üçüncüsü bir sonraki bütçeye kalırdı…

2002 yılında bir gün, ansızın bunların hepsi konsolide edildi! Eşel Mobil de 2 ayda bir uygulanmaya başlandı… Bu ne demek? Eskiden 100 lira üzerinden ödenen hayat pahalılığının, bu defa 240 lira üzerinden ve eskiden yılda iki defa yapılan zammın, bu defa altı defa ödenmesi demek… Hem de 240 lira üzerinden!

Bu uygulama sonucunda 2006 yılına gelindiğinde, sayın Salih Coşar’a göre bizim maaşlar, euro bazında 2002’ye oranla %104 zamlanmıştı! Şimdi Salih Coşar’a veriştirmeye başlamayın çünkü KTAMS’ın yaptığı bir de çalışma var elimde! O da dolar bazında %100’ün üzerindedir artış diyor…

Maaş hovardalığının hikâyesi bu! Ama o esnada maliye bakanı olan Salih Coşar, bunu şimdi neden anlatıyor? Diyor ki Çoşar Hoca: “Ben o konsolidasyona karşı çıktım ve katlanarak bu hale geleceğini söyledim!” Maliye Bakanı karşı çıkmış! Kim uyguluyor o zaman? Parti, hükümet ve daha da mühimi,” Yardım Heyeti ile Ankara onayladı…” diyor, eski bakan…

Ne olmuş, ne olmuş? Devletin maaş giderlerini ikiye katlayan bir uygulamaya, 2002 yılında hükümet kalkışmış, maliye bakanı karşı çıkmış, ama “Yardım Heyeti ile Ankara” onayladığı için, uygulamaya konulmuş…

Neden? Hatırlayın bakalım o günleri! Millet sokakta AB için çözüm ve barış için mitinler yapıyor, bazı çevreler de sinekten, para ile satılanlardan falan bahsediyor. Yani bu paralar o zamanlar, millet AB istemesin diye, rüşvet olarak bol keseden verilmiştir. 1990 seçiminde UBP kazansın diye, çifte maaş ödendiği, bilmem kaç seçiminde 13.maaş’ın ödendiği gibi…

“Yapmayın, altından kalkamayacağız” diyen kim? Maliye Bakanı…

“Yapın da korkmayın” diyen kim? Coşar’a göre, Yardım Heyeti ile “Ankara”! O da her kimse artık… Hesabımızı bilmiyoruz caanııımmm…

MAĞUSA’NIN FRESKLERİ

Geçen gün hazırladığımız kültür programı ile ilgili olarak çekim yapmak üzere, Mağusa’ya gittik… Programımızda eski Mağusa Kiliseleri’nden birkaçı vardı: Önce kentin en eski kilisesi olduğu söylenen, Saint George of the Latins… Orada işimiz bitince, şehrin kuzey batı kesiminde, İkiz Mazgal’ın yanındaki iki kiliseye geçtik… Karmelit Kilisesi ve Ermeni Kilisesi! Güya bu ikisini de kısaca anlatıp, devam edeceğiz…

Karmelit’te ben söyleyeceğimi söyledim, Murat ayrıntı çekimlerini yaparken, Ermeni Kilisesi’nin etrafında dolanıp, çekilecek ayrıntıları tespit ediyorum. Duvarlardaki Templar armaları, güneş saati, falan filân… Kilise 13.yy’dan kalma. Hristiyanlığı iyi bilmediğim ve neden bir Gregoryen Kilisesi’nin duvarlarında, Katolik simgeler bulunduğunu anlayamadığım için kahrediyorum.

Derken, yanı başımda bir kiralık araba durdu… İçinde, dört hanım var… Biri yaşlıca, biri çok genç, ikisi de orta yaşlı diyebileceğimiz yaşlarda… Direksiyondaki hanım bana dedi ki:

“ Dün de geldik biz buraya ama hiç kimse yoktu diye, inmeye korktuk… Şimdi siz turistleri görünce, cesaret ettik…”

Demek ki kuyruk bağlamanın böyle bir avantajı var: Turist sanılıyorsunuz! Bu hanımlar bu esere bu kadar meraklı olduklarına göre, onlara yardımcı olup, bedavadan rehberlik edeyim, dedim… “Bu binanın tarihini biliyor musunuz?”

“Biz bu binada 11 yıl oturduk…”

“ Haydaaaa…” dedim kendi kendime! “Nasıl oturdunuz?”

“Biz Mağusa’ya Yeşilköy’den göçmen geldiydik… O zaman burada oturacak ev falan yoktu… Biz de bu kiliseyi işgal ettik, 1974 Şubat’a kadar burada oturduk. Çocukluğumuz bu binada geçti…”

Şubat 1974’te babaları, Karakol’da bir ev tutmuş, taşınmışlar. Savaş çıkıp da sur içine girince, gene kiliseye sığınıp, çatışmalar boyunca, oradaki “Mağara”da saklanmışlar… Sonra kızlar evlenip, Londra’ya yerleşmişler. Anne halâ Mağusa’da…

Bir nefeste, kilisenin tarihini özetleyiverdim. “Demek” dediler, “onun için her gün bir turist gelir, bizim evi gezerdi?”

Binaya girdik… Girmemizle de şoklarımızı yaşamaya başladık! “Aman allahım” dediler… “Duvarlardaki fresklere n’oldu? Canlı insan gibi bakarlardı! Kim kazıdı onları? Ya pencerelerin renkli camları? Ya döşeme, hangi akılsız beton dökmüş buraya? Duvarlar gibi taştandır bu döşeme… Biz her gün moplar, yalbır yalbır ederdik o taşları! Ya ağır ahşap kapılar? Demir sürgüler? Bu kubbe, olduğu gibi resimdi… Ama neçin kazıdılar? Bu avluda, yerde mozaikler vardı! Kim geldi da üstüne toprak döküp kapadı? Allah allaaahhh… “

1974 Temmuz’da, mozaikler de duruyormuş, freskler de… Şimdi yok… Kim yaptı?1974’ten hemen sonra orası askeri bölge olup, kısa bir süre öncesine kadar giriş yasak olduğundan, bunu tespit etmemiz imkânsız… 700 yıl dayanan sanat eserleri, ortadan kalkmış! Benim nutkum tutuldu…

Birileri, milliyetçilik gayreti ile herhalde “Mağusa’nın göbeğinde Ermeni kilisesinin ne işi var?” demiştir ama cehaletinden 13.yy’da oraya o kilise yapılırken, Kilikya’ya da zaten Küçük Ermenistan dendiğini ya bilmiyor, ya da duvarları kazıyınca, tarihin de kazınacağını sanıyor! Örneğin Lüzinyan Kralları’nın bir diğer ünvanının da Ermenistan Kralı olduğunu, dünya unutuverecek, aptalın biri duvarları mahvedince… Mağusa’nın orta çağ boyunca dünyanın en zengin kenti olduğunu, bütün hristiyan mezhepleri ve tarikatlerinin, Mağusa’da bir kilise yaptırmasının prestij gereği olduğunu herkes unutacak ve kentin 15 Ağustos 1974’te kurulduğunu sanıverecekler… Surları, Süleyman Demirel yaptırdıydı! Othello’yu yazan da aslında Erzurumlu Emrah’tır,” Şekispir” diye bir İngiliz çaldı… Zannedecekler… “Bizimdir”!

Mağusa, dünya üzerinde, ortaçağ mimarisinin yaşamakta olduğu iki kentten biridir. Öteki Dubrovnik! Orası yılda 2.5 milyon turist çekiyor… Biz, geri zekâlı aptalların kompleksleriyle uğraşıyoruz…

“MARXİST” BİR ORTODOKSİ OLUR MU?

“ Materyalist tarih anlayışına göre tarihte nihai olarak belirleyici olan unsur, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Karl Marx ne de ben bundan daha fazlasını söylemişizdir… ”20

Freidrich Engels’in bu cümlelerini okuyanlar, “üretmek ve yeniden üretmek” bölümüne dikkat etmelidirler. Burada, hiçbir “gerçeğin” mutlak olmadığı, her günün kendi “gerçeği”nin olduğu ve üretilmesi gerektiğinin savunulduğunu anlayacaklardır. Düşüncesinin temeline, fikrin her gün yeniden üretilmesini koyan bir düşünür adına bir “ortodoksi” oluşturmaya kalkmak, var saymak, ya da olur sanmak, en azından düşünürün anlaşılmadığı anlamında ele alınmalıdır. Çünkü: ““…kesin hakikatler, mutlak olarak değişmez has hakikatler avına çıkan biri... Napolyon’un 5 Mayıs, 1821 de öldüğü gibi, en kötü cinsten yavanlık ve beylik düşünceler dışında, çok az avla dönecektir.”21 Mutlak gerçeği olmayan bir ortodoksinin olamayacağı, çok açık! Ama iki yüzyıl içinde, özellikle Lenin’in getirdiği örgüt anlayışı ile birilerinin “mutlak gerçeğin sahibi” rolüne soyundukları da bir o kadar gerçek! İşin basit yanını, küçük çıkar hesapları oluşturuyor. Ama bir yandan bu ciddi bir felsefik sıkıntıdan kaynaklanıyor. Çünkü, ideoloji edinilen bir şeydir. Oysa Mentalite’nin içine doğulur. Ve ayni mentalite ile değişik ideolojilere mensup olmak, mümkündür.

Engels, 22 Eylül 1890 tarihinde Bloch’a yazdığı mektupta der ki:

“… Ama ne yazık ki yeni bir teorinin ana ilkelerini her zaman doğru bir biçimde olmasa bile benimser benimsemez, o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni “marxist “ olmuşların bir çoğunu bu kınamaların dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor…”22

Marxizm, aslında eski dünyadan tam bir kopuşu ifade ediyordu. Oysa “teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar” aslında en son kopulabilecek bir değerden, yani mentaliteden kopamadan, bu teoriyi anlamaya çalışanlardı. Ve işin acı yanı, çoğunluğu da samimi idiler. Engels’in de dediği gibi, “saçmalık” ürettiler… Çünkü hem eski zihniyet ve hem de yeni “yöntem” bir arada olamazdı! “Dailektik” diye zımnen söylenen, bu idi aslında…

Bunun nedeni nedir? Çünkü bir yandan, “… Bireyin gerçek entelektüel zenginliğinin, tamamen, bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu, açıktır. İşte yalnız bu yolladır ki ayrı ayrı her birey, kendi çeşitli ulusal ve yöresel sınırlarından kurtulacak, bütün dünyanın üretimiyle …pratik ilişkiler içine girecek ve… her alandaki bütün dünya üretiminden yararlanma yeteneğini edinecek duruma gelebilecektir.”23 Öte yandansa, “ ... Doğrudan Marx’ı ya da onun eserlerinin akademik yorumlarını okumuş olan bir avuç denilebilecek insan dışında herkes, onu, insan tabiatına ilişkin koyu bir determinizm ve katıksız bir sinizm ile özdeşleştirir.”24diyen Lucién Febvre,


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin