Tehlikeli Oyunlar



Yüklə 1,34 Mb.
səhifə11/32
tarix20.11.2017
ölçüsü1,34 Mb.
#32393
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   32


149

terek beni gösteriyorlar. Sivaslı Mustafa o kadar bağırıyor ki, tayyarede olmasak, tutup kapıdan dışarı atacaklar onu. Uçağımız, gerçekten inişe geçiyor. Çok kalabalık geldik Bilge. Hepimize birer kahve yap.

«Bize basit bir oyun yaz,» dedi Bilge, kahveleri getirirken. «Anlayabileceğimiz bir oyun.» Bilge ve kahve, hayalleri eritti. «Size şiddetli bir oyun yazacağız,» diye karşılık verdi Hikmet. «Yalnızlığımızın ve horgörülmüşlüğü-müzün bütün şiddetiyle hepinizi, yerden yere vuracağız.» Bilge, kahvesinin üstüne biraz süt koydu: «Siz kimsiniz?»

Ona meyhaneyi anlattı; Mehmet Bey, tombalacı Arif. Muhsin Bey ve Sivas ekibiyle oldukça kuvvetli bir birlik kurduklarım açıkladı. Sayıları gittikçe kabanyordu. Bütün iş, dört tane atla biraz kıyafet bulmaya kalmıştı.

Bilge, «Ne olur beni de alın,» diye yalvardı. «Ben hiç bir işinize karışmam. Ortalığı toplayıp sökükleri dikerim. Yemek için nasıl olsa birine ihtiyacınız var.»

Hikmet, kaşlarını çattı: «Olmaz; sen bizi yumuşatırsın. İstediğimiz kadar şiddet gösteremeyiz sonra. Az şiddet, şiddetlerin en kötüsüdür. Her atlı, tek başına davranmak, kendi başına cezalandırmak zorundadır; şiddet için insan tek ve yalnız olmalıdır. Sen, aramıeda hemen ortak taraflar bulmağa başlarsın.»

Bilge direndi, «Benim kadın olduğumu anlamazlar ki,» dedi. «Saçımı toplarım, kasket de giyerim. Beni, şu uzun saçlı delikanlılardan sanırlar.»

Hikmet, başını salladı: «Sen, giyimini de yumuşatırsın. Yalnız bir erkeğin giyinişindeki acımasız sertliği beceremezsin. Hitler'e bak, Musolini'ye bak: Kılıkları ne kadar beceriksiz ve zevksiz bir düzen içindedir. İhmalcilikleri ne kadar gerçektir. Elbiseleri üstlerinden sarkar. Evlerini bile ne vahşi bir görgüsüzlükle döşerler. Yalnızlığın görgüsüzlüğüdür bu. Sınıflarını bulamamış insanların derbederliği içindedirler. Birbirlerini sevmeyen evlilerin de gö-

150

J-zagilıın.



yoktur. Tek başına düşünme katılığının kokusu her tarafa sinmiştir. Ağır bir günün bunaltıcı, öfkelendirici yaşantısı bitince eve dönen evli ve yalnız bir erkek ne yapacağını bilemez; horgörülmelerin, aşağılanmaların intikamını alma susuzluğuyla yanarken çevresinde yatıştırıcı en küçük bir ayrıntıyla karşılaşamaz. Hırsla çekiştirerek çıkardığı elbiselerinden alır intikamını. Apokalipsin Dört Atlısı, dünyanın en kötü giyinen erkekleridir.»

Bilge vazgeçmedi: «Sizin elbiselerinizden birini de ben giyerim. Seferlerinize de katılmam. Uslu uslu evde oturur, dönmenizi beklerim. Öteki arkadaşların burada olsaydı, beni hemen kabul ederlerdi.»

Hikmet güldü: «Bizi daha başlangıçta birbirimize düşüreceksin. Olmaz. Sen bizi bir düzene sokarsın. Her istediğimizi, aradığımız yerde buluruz sonra. Sen bizi evde bekliyorsun diye, işimizde gevşeklik gösteririz. Belki canımız evden çıkmak istemez bile. Çekilmez bir tatlılık duygusu içimizi sarar. Eski öfkelerin acısını unuturuz. Sen de bu oyundan, günün birinde bıkarsın. Çünkü kadınlar uzun süre oyunlarla oyalanamazlar, çünkü gerçekçidirler. Bir gün bizi eski horgörülmelerimizle, aşağılanmalarımızla, hiçe sayılmalarımızla, adamdan sayılmamalarımızla, haklı ya da haksız küçük görülmelerimizle ve daha kötüsü bütün bunların intikamını alamamış olmamızla başbaşa bırakıp gidersin. Üstelik senin, söküklerimizi dikip yaralarımızı sarar görünmen yüzünden biz bütün bunların intikamını almış olduğumuzu düşünürüz. Sen bizi bu durumda bırakıp gidersin. Affedersiniz yanlışlık oldu, dersin. Özür dilerim: Öfke değil öksedir. Bunu da tam söylemezsin. Bir süre sonra aklımız başımıza gelir; Apokalipsin Dört Atlısı, yalnız bırakılmıştır. Çirkin kılıklarımızla, gözyaşlarının yüzümüze akıttığı boyalarımızla birer melodram oyuncusu olarak, kısa bacaklı zavallı atlarımızın üstünde öylece kalırız. Perde bile üstümüze kapanmaz: Bir arıza olmuştur.»

Bilge itiraz etti: «Fakat bütün bu gösterişi kadınlar için

•İL HALK

NESİ


değil mi? Oysa ben sizi hep beğenirim; ellerimi acıtmca-ya kadar alkışlarım sizleri. Benim gibi seyirci bulamazsınız.»

Hikmet öfkelendi: «Olmaz. Siz seyirci kalamazsınız, oyunlara; hemen katılmak istersiniz. Ve oyunları istediğiniz biçimde değiştirmek istersiniz. Sökük dikmekle .başlarsınız, sonra baş rollere geçersiniz. Bizim öfkemizi, intikamımızı ve bütün gürültümüzü gülünç duruma düşürürsünüz. Biz Kirkor'un meyhanesinde Apokalips takımını kurduk, herkesin yeri belli. Salonda ceza yarışları oynayacağız. Bu bizim için bir ölüm kalım meselesidir. Kadınlarla oynanmaz; hemen canları sıkılır. Bir kere, rollerini ezberlemezler; sonra, 'Sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?' diyerek insanın aklını karıştırırlar. Her oyunu bir tartışma konusu yaparlar; akılları yatmadan rollerini katiyen oynamazlar. Biz onları kafamızdaki oyunlara uydurmağa çalışırken onlar —kafaları olmadığı için— bizi hayata uydurmağa çalışırlar. Oysa bizim hayatla görülecek hesabımız vardır. Biz HAYAT'ın karşısında dört numaralı ÖLÜM atlısını oynatmağa çalışırız. ÖLÜM'le oynamağa çalışırız; bırakmazlar. Sonsuz sorularla bunaltırlar bizi: Gerçekten ölümü isteyip istemediğimizi sorarlar durmadan. Sonunda ÖLÜM'ü bile gözümüzde gülünç duruma sokarlar. Yazdığımız oyundan bizi kuşkuya düşürürler sonunda. Tam bu sırada başka oyunlara kaptırırlar kendilerini. Her gün değişik oyunlar isteyen şımarık seyircilere benzerler. Oysa bizim takımın tek bir oyunu var: Durmadan aynı cılız atları, aynı dumanlı salonlarda koşturmak zorundayız biz.»

Bilge güldü: «Romantik oyunlardan vazgeçmek istemiyorsun. İyiler hep iyi, kötüler hep kötü olsun istiyorsun. Hem ceza vermek, herri de kendine acındırmak istiyorsun.. Tek başına cezalandırmak istiyorsun aslında; fakat saldırılardan korunmak için, yanma zavallı yardımcılar alıyorsun. Tombalacı Mehmet...» Hikmet düzeltti: «Tombalacı;

v.ıı~u ^n hi. ı.ıgıiiucı, uc, ıvicuıııeı, uegıı, ıvıenmeı jcseyaır. Tiyatroda perdecilik yapardı.» «Evet, Tombalacı Arif de belki benden iyi değildir. Neden hepimizi yargılıyor? Belki de yargıç olunca eski durumunu unutur. Bence yargıçları ve sanıkları yeni baştan gözden geçirmelisiniz.» Bacak bacak üstüne attı.

Hikmet, «Yargılama filan yok,» dedi. «Biz ceza vereceğiz. Sen neden işimizi bozuyorsun canım? Çekil aradan; biz: de, defterimize yazdığımız kimselerin hesabını rahatça görelim. Göze göz, dişe diş. Gözünü kaybetmeyen anlamaz bunu. Biz anlarız. Biz Musa'dan yanayız. Bütün romantik oyunlarda olduğu gibi şiddeti haklı gösteren bir serüvenimiz yaşanacak: Şiddeti düşünmekle başlayacağız ve şiddetle bitireceğiz.»

Bilge, kaşlarını çattı, «Seni de, hepinizi de ön yargılı ve dar kafalı buluyorum. Bunu tombalacı Arif Beye de, perdeci Ahmet Beye de söyleyeceğim.» Hikmet düzelttir «Mehmet Bey.» «Evet, Mehmet Beye de söyleyeceğim. Bence, sen bu adamları kullanmak istiyorsun. Onlarla tanışınca senden sakınmalarını söyleyeceğim hemen. Sen onları, bitkin bir durumda savaşa sokmak istiyorsun. İstersen, önce bir yemek verelim onlara; yesinler, içsinler, içlerinden geldiği gibi kendilerini ortaya döksünler. Meyhaneci Artin'in hazır yemeklerinden bıkmışlardır.» Hikmet, «Önce isimlerini öğren,» dedi. «Artin değil Kirkor.» «Onların da böyle her kusurlarını düzeltiyorsan, seni pek sevmiyorlardır.»

Hikmet suratını astı: «Hayır, bütün kusurlarıyla seviyorum onları. Belki de bu kusurları yüzünden seviyorum.» Bütün tartışmaları kaybediyorum Bilge.

Bilge, «Belli olmaz,» dedi. «Belki de sana, içlerinden, ukalanın biri, diyorlardır. Belki de seni beğenmiyorlardırr kendileri adına konuşmanı istemiyorlardır.»

Hikmet direndi: «Ben onları yanlış ve kötü bulmuyorum ki. Gördükten sonra ne değeri var? Ben hoşgörüden yana değilim. Onlarda, kendime uygun bulduğum bir ta-

I

152



253

raf var belki.» Bir sure sustu; sonra, «oen uumtuı ttuıaju-mazsın. Bu yüzden, onlarla tanışmağa hakkın yok,».dedi.

Bilge, ayaklarını altına topladı: «Bana kalırsa, sen onların beni tanımalarından korkuyorsun. Senin şiddetinle pek ilgili değil onlar; bunun ortaya çıkmasından korkuyorsun.»

Hikmet, «Onlarla senin bir alışverişin olamaz,» dedi. «Kadınca bir oyun sanıyorsun bu şiddeti; çünkü onları, sana güzel gösterdim anlatırken. Belki sana yaranmak için, çizgilerini yumuşattım. Çünkü seni seviyorum. Beni ve çevremi beğenmeni istiyorum. Birden heyecanlandı: «Aslında biz, herkesle birlikte, kendimizi de cezalandırmak istiyoruz. Bizim yaşamaya hakkımız yok, çünkü topluma bir katkımız yok; öldürmek istiyoruz. Derler ki, bu ülkede, büyüklerimizin yaptırdığı bir yağmada, ortalığa dökülen yaratıkları, vatandaşlarımız ilk defa görüyorlarmış. Onlar da vatandaşlarımızı ve vatandaşlarımızın yürüdükleri caddeleri ve vatandaşlarımızın seyrettikleri vitrinleri ve bu vitrinlerdeki eşyaları ilk defa görmüşler. Eşyadan gözleri kamaşmış, düzgün yolda ayakları birbirine dolaşmış. Onlara alması öğretilmediği için, parçalayabilmişler ancak; vahşetten değil, görgüsüzlükten. Buz dolabı karları yağmış-, kumaş selleri akmış sokaklardan. Sert kaplamalı caddeler ayaklarını acıtmış olmalı ki, sadece yeni ayakkabıları almayı akıl edebilmişler; ayaklarını saran paçavraları, dükkânların temiz mermerleri üzerine bıraktıkları gibi insanın ayağını okşayan ayakkabılar giymişler. Apo-kalipsin Dört Atlısı, o gece oldukça yorulmuş. Oysa şimdi-sakin görünüyorlar ve sen de bu görüntüye kapılıyorsun.» Bilge, «Bunlar senin atlıların olamaz,» dedi. «Bu kadar şiddeti sizin içiniz kaldırmaz. Siz, salonda at yarışları oynayabilirsiniz ancak.»

Hikmet birden duruldu, «Doğru,» dedi. Ben de, gölge-siz ve beyaz rüyalar görüyorum. Beyaz atlarla yarış alanına çıkıyoruz. Eski zamanlarda geçen filimlere benziyoruz. Aslında serseri ve ayyaş ve çapkın oyuncuların, çimenleri

154


gıoı ıoegyourpardonladıklan renkli filimler çeviriyoruz. Bütün leydiler, çimenlere kadar inen çiçekli beyaz elbiseleriyle oldukları yerde dalgalanıyorlar. Silindir şapkalı ve bar kapıcısı suratlı figüranlar, tabii görünmenin telaşı içinde. Her yerde bir rejisör korkusu seziliyor. Serseriler, kendilerinin olmayan elbiseler içinde, objektif ebakmıyormuşçasına bir gülümseme tutturmuşlar. Yarış alanını ayıran beyaz parmaklığa, elbiseleriyle sürünerek geçiyorlar önümüzden. Dürbünleri boyunlarına asılı, dürbünleri zarif fildişi sapların ucunda. Tribünler, kat kat gökyüzüne yükseliyor. Utanmasalar, tavandan da çe-koslavak kristal avizeler sarkıtacaklar. (Gerçeğe uygun olmaz diye yapmıyorlar.) Kadınların, arkası kalkık elbiseleri çimenlere süründükçe tatlı bir hışırtı duyuluyor; silin-dirşapkalıların, anlaşılmak mırıltıları gibi. Fakat onlar figüran, beş dolar alıyorlar günde en fazla. Biz daha önemliyiz: Bir kere, haftalık esası üzerinden çalışıyoruz. Yüz •dolardan fazla para geçiyor elimize haftada. Atları koşturmak gibi zor bir işimiz varsa da, tehlikeli sahneleri zaten Amerikan kovboyları oynuyor. Kılık kıyafetimiz lüks değil; fakat, onlar gibi gardroptan giyinmiyoruz. Hepsi ısmarlama. Çekimden sonra, Holivut kantinde biraları da biz ısmarlıyoruz figüran kızlara. Gene de heyecanlıyız tabii; çünkü seyredileceğimizi biliyoruz. Rolümüzü samimiyetle oynuyoruz, rolümüze bütün kalbimizle bağlıyız. Onun için daha çok para veriyorlar bize. Haftada yüz...»

Bilge söze karıştı: «Hayallerini, başlangıçta da böyle gülünç durumlara düşürüyor musun?» Hikmet utandı: «Belki, başlangıçta biraz romantik düşünmüş olabilirim.» Hemen ekledi: «Fakat, gerçeklikleri hakkında size teminat veririm.» Kızdı: «Canım, ötekilerden biraz başka türlü hissettiğim muhakkak. Fakat senin karşında da romantik gö-rünemem ya.»

«Sen bana bakma,» dedi Bilge. «Bildiğin gibi anlat.» Ben sana bakıyorum; fakat, dönülmez bir yola girdik artık. «Ucuz hayallerin anlatımı da ucuz oluyor,» dedi. Ken-

155


™™
Clİni KOtUie DİUİ.İU.LU1. UUiauaıı uu jv,*~ o----~____ ------„_

ruz.) «Düşünürken ucuz gelmiyor; kelimelerle düşünülmüyor çünkü, resimlerle düşünülüyor. Sonra, resimlerin de ucuz kaynaklardan alındığı anlaşılıyor: Amerikan kaynakları daha iyisini vermiyor. Beyaz renk de işi bozuyor. Ondan daha beter bir renk olan pembe ile hafif ve iç bayıltıcı gölgeler vurulabiliyor ancak. Bütün milletler romantizmden bıktığı için, bu alanda Amerikan sermayesi at koşturuyor. Onlar da, durup dururken şarkı söylüyorlar filimlerde. Belki Almanlar, daha ciddi bir şeyler yapabilirlerdi. Onlar da mizahtan anlamıyorlar: Kırmızı yanaklar ve hep birlikte heimat şarkıları. Rezalet! Fransızlar biraz idare ediyorlar: Başından sonuna kadar sarkılıyorlar bizi alıştırmak için. Sofrada tuzu bile şarkıyla istiyorlar. Piyano eşliğinde durumu kurtarıyorlar. Bizim seyirciler de, başından sonuna kadar ıslıklıyorlar filmi. Evet, nerede kalmıştık?»

«Kapıcıkılıklısilindirşapkalüarda kalmıştık,» dedi Bilge, tabii görünmeğe çalışarak. Tanrım! Beni dinliyor benim gibi konuşuyor. Buradan nereye gidilir?

«Evet, tam biz yarış alanına çıkıyorduk. Kimse bize aldırmıyordu. Öyle görünüyordu. Zenginler, hiç bir şeye aldırmama, hiç bir şeyden heyecanlanmama lüksüne sahiptirler; bu nedenle çok yaşarlar. Beyaz seyirciler içinde ancak, zenginlerin satın aldıkları ucuz ve güzel sokak kadınlarıyla paraları bitmiş sahte silindirşapkalılar yarıştan heyecan duyarlar. Biz, araya sıkışıp kalmıştık. Ne başrollerdeydik, ne de birgüniçintutulmuşlardandık. Stüdyonun kantininde kızlara bira ısmarladığımız da yalandı. Bizim önümüzde ancak zahmetli ve tekrarlı bir evlilik yolu vardı. Gündüz, çevremizde dolaşan bir sıcaklık ve gece yatağımızda bir rahatlık ya da gündüz, çevremizde bir rahatlık ve gece yatağımızda dolaşan bir sıcaklık uğruna bütün hayallerimizden vazgeçmemiz gerekiyordu.

«Zengin seyircilerin de ilgisini çekemiyorduk. Varlığımızı duymaz görünüyorlardı. Kimseyi de varlıklarıyla te-

15$


diler. Bulutların yağmuru, sokakların tozu ve çarpan insanların dirseklerinin ötesindeydiler. Kapıdan çıkarlarken üstlerine şemsiye tutuluyordu; zaten, arabaya kadar iki adımlık bir yoldu. Bu nedenle, ince zarif pabuçlar giyebiliyorlardı. Nedense bizim ince pabuçlarımız, hemen nasır yapıyordu ayaklarımızda; üstelik bulutların yağmuruna ve sokakların tozuna dayanmıyordu. Bizler, birer zengin karikatürü gibi dolaşıyorduk ortalarda. (Onlar, görünmeden dolaşıyorlardı.) Ayakkabılardan nasırlarımız, gömleklerden kıllarımız, daracık pantalonlanmızdan mendillerimiz ve paralarımız ve cepdefterlerimiz fırlıyordu. Ayakkabılarımızın burnu taşlara takılıyordu. Onlar, kapıdan arabaya, arabadan kapıya, rıhtımdan motora bir rüya gibi kayarak gidiyorlardı. Sanki bir tünelin içinde, bize görünmeden dolaşıyorlardı. Yarış alanının kenarına da acaba nereden gelmişlerdi? Kaç kat elbiseleri vardı ki, panta-lonlannın dizleri hiç buruşmuyorlardı? (Biz içine astar koydurduğumuz halde boru gibi olmuştu.) Terlemez miydiler/* Burunları akmaz mıydı? Tırnaklarının içine kirler dolmaz mıydı? Konserde hiç gıcık tutmaz mıydı onları? Öksürmez miydiler? Çok sık yıkandıkları ve her yıkanışta çamaşır ve gömlek ve hatta elbise değiştirdikleri söyleniyordu. Peki, mesela Kirkor'un tezgâhına dayadıkları dirsekleri yağlanmaz mıydı? Söylediğimiz bu kabil sözlere gülüyorlardı onlar. Biz de onların bu kabil efsanelerine aldırmıyorduk; gülüp geçiyormuş gibi yapıyorduk. Bahçede otururlarken, sivrisineklere de söz geçiremezlerdi ya. İşte biz, böyle rüyalar görüyorduk Bilge. Ve bu rüyalara inanmamış görünmek için, insafsızca eleştiriyorduk onları.»

Sustu. Çevresine baktı. Hiç bir şey görmüyormuşum. Ne devetabanını, ne de koltuklan. Yabancılar arasmdayım. Eşya ile birlikte yaşamasını bilemiyorum. Bilge beni ne yapsın? Sehpalar, perdeler, pencereler ve tavan yavaş yavaş yerlerini alıyordu odada. Daha kim bilir neleri görmüyorum? Geçici delilikler geçiriyorum. Korkarak kol-

157

galiba.) Eşyanın sürekliliğinden çekiniyorum. Bu sürekliliğin kendisine bulaşmasından korkuyordu. Yaklaş onlara, dokunmağa çalış. Onlarla uyuşmağa çalış. Hayır, kaybolurum sonra, eşyanın içine düşerim. Bilge de onların arasında. Bilge'ye ulaşmak için, onların arasından geçmek zorundasın. Olmaz, ben yalnız Bilge'yi istiyorum. Bilge her yere kök salmış, ayıramazsın Bilge'yi onlardan-, sonra çok acı duyar. Bilge beni dinliyor. O başka. Yüzünde, ilgiye benzer bir şeyler var. Senin gibi değil Bilge: Eşyayı ve seni birlikte seviyor. Fakat ben eşya gibi olamam. Eşyanın belirli kuralları var: Ne zaman ne yapacağı belli. Ben, istesem de, bunu beceremem. Böyle olduğumu Bilge'ye anlatsam mı? Sakın ha. Ya anlarsa? Deli misin? Eşya, seni eleverecek değil ya. Ya sorarsa? O kadar biliyorsun. Nasıl biliyorum? Biliyorsun işte: Devetabanı ne renk? Neresi? Yaprakları canım. Yeşil. Gördün mü? Sen, kaldığın yerden devam et sözlerine. Bu duraklamanın neden olduğunu anlamadı, değil mi? Duraklama bile olmadı. Sen konuş.



«Bir türlü sonuna gidemiyorduk rüyalarımızın. Korku yorduk. Korkuyordum. Hayallerinde bile korkar mı insan? Hayallerinde bile kadınlar, insanı azarlar mı? Hayallerine bile hükmedemez mi insan? Böyle yerleri atlıyordum neyse; bazı ayrıntılara girmiyordum. Oysa, ayrıntılara inilmezse sonuca nasıl ulaşılabilir? Hiç bir yere ulaşamıyordum. Başarısızlığın yarattığı öfke yüzünden hayallerimin düzeni bozuluyordu: Pusuda bekleyen kötü hayaller, eziyet eden görüntüler birden saldırıyordu üstüme. Yarım kalmış işkenceler, artık sıralarının geldiğini düşünerek ortaya çıkıyordu.»

«Nasıl işkenceler?» dedi Bilge; sorusunun karşılığını beklemiyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde.

«Yarım kalmış hayaller gibi, yarım kalmış insanlar, tekerlekli kutularının içinde sahaya çıkıyorlardı. Bellerinden aşağısı olmayan bu işkence insanları, tahta sandıklarının küçük demir tekerleklerini elleriyle çevirerek yeşil

158


bınbır emekle hazırladığım çimenlerin üstünde. Kolları uzun olanlar, avuçlarını yere sürterek yürütüyorlardı arabalarını. Avuçları nasırlaşmıştı. Bizim birtürlü at koştura,-madığımız yeşil sahada, çiğ parlak renkli formalarıyla bir futbol takımı gibi yayılmışlardı. Telaşlı hareketlerle maç hazırlıkları yapıyorlardı. Bazıları da, çimende avuçları kaymasın diye, elleri aşınmasın diye, takunyalar geçirmişlerdi nasırlı ellerine. Tekerlekli iskemleler içinde onlar gibi yarım idareciler, yardımcılar, gazeteciler ve fotoğrafçılar da sahaya dolmuştu. Yarım futbolcular, alçak kalelerin önünde çalışıyordu: Islak çimenlere hızla sürttükleri takunyalı ellerinden biriyle arabalarını koştururken, öteki elleriyle de topa vuruyorlardı hırsla. Yalnız, demir tekerleklerin ve çarpışan arabaların gürültüsü duyuluyordu sahada. Luna parklarda çarpışan otomobillerin içinde eğ lenen çocuklar gibi gülüyorlardı. Arabaların her çarpışmasında, yarım vücutlarıyla bir topaç gibi sallanıyor, arabadan düşecekmiş gibi oluyorlardı; fakat düşmüyorlardı. Belki de alt taraflarından arabaya bağlıydılar. Henüz maç başlamadığı için beni de arabalarına alıp gezdiriyorlardı. Benimle konuşurken arada bir, önlerinden geçen bir topa kafa atıyorlar, ya da yere düşmek üzere olan bir topa saldırarak arabalarının burunlarıyla vuruyorlardı. Onların ustalığına imreniyordum. Ben onlarla konuşmağa daldığım halde, onlar beni dinlerken bir yandan da geçen her topu gözlüyorlardı. Maç başladıktan sonra da beni arabalarından indirmediler. Çizgi kenarından dışarı çıkan bir topu izlerken, bazen saha dışına çıkıyorduk ve hemen sahaya girmiyorduk. Kurallara çok aldırılmıyordu. Bisikletli hakem, her durumu hoşgörüyle karşılıyordu. Bir gol, yarım gol sayılıyordu. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordu. Benim biraz içim bulamyordu.»

Bilge içini çekti. «Oh!» dedi. Ah! deseydi. Sen buraya niçin gelmiştin Hikmet? Sonunda nereye ulaştın? Bununla birlikte, sinirli sinirli gülelim. Güldü. «Ne yapalım?»

i 59

nayabildik maçı. Biraz sonra saha kalabalıklaştı. Beni arabasına alan oyuncu, hava serinledi diyerek ceketini giydi ve iç cebine saklamış olduğu müstehcen resimleri, herkesin gözü önünde satmağa başladı. İşportacılar sahaya doldu. Çakmaklara benzin dolduruldu. Yarım oyuncuların bir kısmı da ayakkabı bağı ve jeton satmağa başladı. Takım elbise yaptırmış olan yarımlar, pantalonlarını sattılar, bu arada yanlışlıkla ayakkabı bağı alanlar yan fiatma geri verdiler bunları. Bu süre içinde atılan goller sayılmadı. Herkes transistorlu radyolarını açarak öteki sahalardaki maçları dinlemeğe başladı. Spor-toto kâğıtları çıkarıldı.

«Anlatma,» diye yalvardı Bilge. «Onları bu zavallı durumda mı bırakalım?» «Bırakalım,» dedi Bilge. «Kadınlarla yola çıkılmaz. Daha önce de belirtmiştim.» Biraz bozuldum albayım. Belki de hiç dinlemedi beni. Daha önce dur-saydım, belki böyle olmazdı. Fakat oh! derken ne güzeldi değil mi yüzünün ifadesi? Ah! deseydi, kimbilir daha da güzel olurdu belki. Ağzının, güzel dudaklarının kenarında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. Kendinden veriyorsun ve durmadan eksiliyorsun. Oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak, elde ederler istediklerini. Ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum. «Beni bu yarım adamlardan kurtarmayacak mısın?» diye sızlandı Bilge. Senin için her şeyi yaparım: Gecekonduyu ve dul kadını ve albayı ve oyunları, hepsini silerim bir kalemde. Kadınlarla bile yola çıkarım. Öfkelerimi unuturum. Yaşantımın size iyi gelmeyen yanlarını kendime saklarım. Çünkü sizi seviyorum Bilge. Bütün hayatımı, hayır bütün hayatımın sadece güzel oyunlarını, yerdeki terliklere doğru çekingen hareketler yapan ayaklarınızın dibine seriyorum. Oysa, birikmiş alacaklarım vardı bu dünyadan. Çün-

160


6 g e ^mae yaşaaıgı

dünya unutulmuştu. Bu yaşantının sonu kötü bitecekti. Kitaplar da öyle yazıyordu. Bu yaşantının da sonu kötü bitecek albayım. Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde sahneye •çıkarlar. Kötü bir yaşantı, fakat iyi bir oyun. Ben de, benden önce gelmişlerin ve geçmişlerin bütün tecrübelerini hiçe sayarak sahneye çıkıyorum işte Bilge! Tarz-ı selefe te-iaddüm ettim, bir başka lügat tekellüm ettim. Yeni sözlere güveniyorum. Evet, ben geldim Bilge. Here I come. Come come come. Ey kalem! bu eser senin değildir. Ey gece! bu seher senin değildir.

«Orada dudaklarını oynatıp, parmaklarınla ne sayıyorsun?» dedi Bilge. «Evet, bu yanm adamların zaten açık havada çalışma izinleri yokmuş,» diye karşılık verdi aceleyle. «Zaten belediye zabıtası da gelmek üzereymiş. Apo-kalipsin Dört Atlısı da neredeyse sahaya çıkacakmış. Hem de gerçek atlılar. Atilla, Gengiz ve Hülâgû ile birlikte, amerikan kovboylannın uzun bacaklı atlanna binerek hışım gibi sahaya fırlayıp dağıttık hepsini. Öyle Apokalipsin İkinci takımı olarak değil, millî takım olarak yer aldık sahada. Atlarımızın kenarından sarkıttığımız büyük süpürgelerle polo oynar gibi sahadan süpürdük onlan. Portakal sandığından arabalarıyla, arabalannm üstüne kurduklan dört direkli meşin gölgelikleriyle, rozetleri - ayakkabı bağlan -telefon jetonlan - bir liralık kararmış aynalan - çakmaklara benzinleri - karamelalan -file içinde sayı hesabıyla sat-tıklan portakalları-nazar boncukları - kibritleri - filtreli si-garalan - müstehcen resimleri - plastik toplan - pal tıraş bıçaklan - hediyelik kartpostallan - piyango biletleri - prezervatifleri - isveç çelik madeninden jiletleri - ilaveli gazeteleri - yazmaz dolmakalemleri - bir bardak içine doldurulmuş silgili kurşunkalemleri - sağır dilsiz kör levhalan - güvercinlere atılan mısırlan - titreyen ellerindeki karanf illeriyle birlikte 'bu kadar acıma bu dünyaya çok' diyerek sildik

161


madı. Ayağımızla da, şöyle şöyle düzelttik ezilmiş çimenleri. Oldu bitti. Her şey eski durumuna geldi. Ben hızımı alamadım: Para zoruyla ayakta duran bütün yapılan yerle bir etttim. (Cengiz de bana yardım etti.) Çoktandır özlemi çekilen bir yönetime kavuşturdum dünyayı. (Altı ayda memleketi adam ettim.) Çirkin yapılan süpürerek gelincik tarlası yaptım. (Oysa ben gelincik sevmem.) Yüksek kütlelerin hapsettiği küçük ahşap evleri, tek selvili mezar-lıklan, yıkılmış duvarlann kenannda büyümüş çimenleri, otlan ve çiçekleri meşruten tahliye ettim. Kıyılan kapatan yüksek duvarlı yığmlan denize ittim. (İçindekilerin akibe-tinden bir haber alınamadı.) İki yanı keskin kılıcımı iki yana da salladım. (Hürriyet ve istibdadı birlikte yürüttüm.) Kahvelerde, dairelerde, üniversitelerde ve özellikle dolmuşla yapılan yolculuklarda ele alman bütün meseleleri çözümlediğim için bu gibi sohbetleri kesinlikle yasakladım. Taşıt araçlannda şoförle konuşarak bütün meselelerde onu haklı çıkaran yolcuları tutukladım. Ülkeyi baştanbaşa dolaştım. Yıkmakla başa çıkamayacağımı anlayınca büyük kumandanlara istifamı verdim.»

Bilge, terliklerine uzandı, ayağa kalktı. Mavi dumanlı havayı yararak geçti; tepsinin içine izmarit dolu sigara tablalarını koydu. Bir iki parça kül havaya savruldu. Sonra gitti, balkon kapısını araladı; kapı, perdenin basıncıyla biraz sallandı. Hiç bir şeyin önemi yok, geriye biraz izmarit kaldıktan sonra. Sonunda temiz havaya dönülür.


Yüklə 1,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin