247
namayacağı için oturdular. Hikmet, yorgun bir hakem gibi, iki tarafı da boş gözlerle seyrediyordu. Aslında sadece bir seyirci olmak istiyordu. Bütün düzenlemeleri Sevgi yapmalıydı, Hikmet de onun bakışlarına göre hareket etmeliydi. Dumrul'un dediği gibi aşk bir tembellikti. Sevgi, bir çalar saat gibi onu uyandırmalıydı yalnız; Hikmet boş bulunmamalıydı, habersiz yakalanmamalıydı. Peki, şu anda ne oluyordu? Kim haklıydı? İyi bir şey mi oluyordu, yoksa kötü bir şey mi? Hikmet ayrıntılarla ilgilenmiyordu. Bilge'nin ortadan kaybolduğunu görmüyordu. Arabalıdostla-rın Bilge'yle yanındaki 'arkadaşına' meraklı gözlerle baktıklarını ve içlerinden geçirdikleri 'Bilge o adamla evli mi?' sorusunu farketmiyordu. Dumrul'un ince alaylarını duymuyordu. Dünyanın sonu gelmişti. Sevgi'yle Hikmet bu kıyametten korunmalıydı. Hikmet bir seyirciydi, onun eğ-lendirilmesi gerekiyordu sadece. Çaylar konuluyordu, bardaklar yetişmiyordu, Bilge mutfaktan çıkmıyordu, küçük Demir bile yatağından kalkıp gelmişti, uykulu gözlerle onları seyrediyordu. Bize kâğıt ve kalem verin, diye düşündü Hikmet; resim yapalım biz.
Herkes evine gitti, onlar da yalnız kaldılar. Arabalı dostların evlerinde, Hikmet'in yapmış olduğu bazı. resimler —Nursel Hanımın onu yetenekli bulması yüzünden kısa bir süre yaptığı resimler— kaldı duvarlarda. Deniz kıyısında bir evleri olsaydı, belki onlara daha sık gelinirdi. Hikmetle Sevgi'ye o kadar söylenmişti: Aynı paraya, uzak da olsa, şartları biraz daha elverişsiz de olsa, önünden deniz geçen bir yer bulunabilirdi. Üstlerine vazife olmadığı halde, böyle evler bulanlar da çıkmıştı. Sevgi, her zaman üşüdüğü için, denize pek meraklı değildi. Hikmet de yorulurdu, işine uzak yerde oturmamalıydı. «Genç yaşta emekliye ayrıldınız,» demişti Dumrul, Caddeye yakın diye bu gün görmez yere tıkılıp kalmışlardı. İnsanın içinden gelmiyordu bu güneşsiz eve uğramak. Sevgi de, bütün gün koşuştuğu halde, her yer dağınıktı; mutfaktan çıkmadığı
248
de hareket yoktu; Hikmet'in yaptığı bir iki resmin de arkası gelmemişti. Sevgiyle Hikmet yalnız dinleniyordu. Dinlenmek için ne yapmışlardı? Yıllar boyunca neler yaşamışlardı ki şimdi böyle bitkin görünüyorlardı? Bilinmiyordu. Geçmişlerini bile anlatmıyorlardı.
Onlar da yalnız kaldılar. Birbirleriyle de konuşmuyorlardı. Akşam eve dönünce Hikmet'i sessizlik karşılıyordu. «Neyin var kancığım?» diyordu Hikmet. «Hiç,» diyordu Sevgi. Bakkal da evlerine uğramasa, belki alışveriş de etmeyeceklerdi. Bir şey alırken de öyle isteksiz görünüyorlardı ki, herkes onlara pahalı satıyordu malını bu yüzden. Onlara ucuz alışveriş edilen yerler, o kadar tarif edilmişti. Dinlemiyorlardı ki. Hiç dinlemiyorlardı. Belirsiz hastalıkları ve sürekli bitkinlikleri de ilgi çekmiyordu artık. Tavsiye edilen ilaçlan almıyorlardı, doktorlara gitmiyorlardı. Ay-nca, durumlanndan yakınmıyorlardı bile; sorulursa söylüyorlardı. Kolayca içini döken bunca insan varken, doğrusu kimsenin zorla onlann ağzından laf almağa niyeti yoktu. Ne sanıyorlardı kendilerini?
Onlar da yalnız kaldılar. Deniz kıyısındaki evi tutma-dıklan için, kimse denize girmek için mayosunu alıp, onlara gelmedi. Bahçeleri olmadığı için, içkimizle gelip bir sofra kuramayız mehtaba karşı, dediler. Aynca, onlar mutluluklarını yalnız yaşamak istiyorlarmış, Sevgi öyle söylemiyor muydu, bırakalım yaşasınlar, dediler. Bırakalım istedikleri gibi yaşasınlar. Ve bıraktılar.
Onlar da yalnız kaldılar. Bu, sözün gelişi bir yalnızlık değildi: Kelimenin, sözlükteki anlamıyla bir yalnızlıktı: Yan-lannda başkalan bulunmuyordu. Anne, baba, kaynana, kayınpeder gibi uzaktan bu yalnızlığı gideren kimseleri de yoktu. (Süreyya Hanım, bir trafik kazasında vefat etmişti. Kederli eşi de birkaç ay sonra amansız bir hastalıktan ölmüştü. Bu kısa, acıklı olaylan da kimse duymamıştı.) Herkes büyüklerinden yakınırdı; herkes büyüklerin baskısından kurtulmak isterdi. Onlara böyle bir baskı yapılma-
249 İL HALK KÜTÜPHANESİ
r
mediklerini bilmeden bağımsız kalmışlardı. Pelki de büyüklerin görünmez, hissedilmez bir yardımı ne bileyim, bir ilgilenmesi olurdu. Çocuklar istemese de onlara bir iki parça bir şey alınırdı —mesela bir halı— ve hiç olmazsa insan, söz arasında büyüklerinden yakmabilirdi, çocuklarımızın terbiyelerini bozuyorlar, çok şımartarak filan diyebilirdi. Kelimenin bütün anlamıyla yalnızlık biraz garipti. Bununla birlikte Sevgiyle Hikmet, yalnızlıklarını yaşamağa çalıştılar. Bir torbanın içine, bakkaldan manavdan aldıkları yiyecekleri doldurdular; kırlara, ağaçlıklara, deniz kıyılarına gittiler. Yazın, herkes gibi açık renk elbiseler giydiler; Hikmet'e beyaz bir pantalon bile alındı. Araçlara bindiler, araçlardan indiler. Yorgun argın, bulabildikleri boş bir ağacın altına oturdular —iyi ve gölgeli ağaçlar, erken gelenler tarafından kapılmıştı— katı yumurtalarını kırdılar, tuzu unuttukları için yumurtaları tuzsuz yediler, yiyeceklerin hepsini bitiremediler, dönerken bir de onları geri taşıdılar. Bitkin bir durumda kendilerini koltuğa, divana attılar. Deniz kıyılarında, güneşten rahatsız oldukları için, gölgeli taşların üstüne oturdular; gözlerini kırpıştırarak, denize giren ve top oynayan ve kumları sıçratan ve koşuşan kalabalığı seyrettiler. Yorgunlukları büyüdü.
Sonra, sinemalara gittiler sıcak yaz günlerinde: Sevgi uyudu, Hikmet terledi. Geceleri, abajursuz ve avizesiz ve çıplak elektriklerin altında, konuşmadan uyku vaktini beklediler. Hikmet, gittikçe artan bir isteksizlikle, «Neyin var kancığım?» diye sordu. Sevgi de, gittikçe artan bir halsizlikle, «Hiç,» diye karşılık verdi. Bazı zamanlarda sessizce ağladı: Hikmet, ne söyleyeceğini şaşırdı, neden olduğunu bilmeden bir suçluluk duygusu kapladı içini. Evin düzensizliğinden, dağınıklığından kendini sorumlu saydı-, Sevgi'nin bir şeyler beklediğini, bir şeyler istediğini sezdi. Onu kucağına oturttu, saçlarını okşadı. Sevgi, ağlamasını kesti bir süre sonra. Konuşmadan öylece oturdular; bir süre sonra Hikmet'in kollarından sıyrıldı Sevgi, yatak odasına yürü-
250
huysuzlaştığmı düşündü, işini sevmediğini düşündü, arada dostların hatırı olmasa patronun belki de kendisini işten çıkaracağını düşündü, evli bir erkek diye düşündü, sorumluluklar diye düşündü. Kalktı, yatak odasına gitti: Sevgi'nin uyumuş olduğunu gördü. Yatak odası takımına ait bitirilmiş tek parça eşya olan yatağın bir köşesine kıvrıl-mıştı Sevgi, yerde küçük defteri duruyordu. Hikmet, defteri aldı ve açık duran sayfayı okudu:
BİR TAKIM İNSANLAR
Onlar mutluluklara düşmandır. Karanlıkta gözleri dat ha iyi gören yarasalar gibi, mutlak bir gecenin olmasını' beklerler. Bizi de şaşırtmak istiyorlar. Yorgunum, fakat her şeyi seziyorum. Artık bir roman yazacak kadar yaşantım var. Oturup yazmak için sadece,
Hikmet, salona, koltuğuna döndü.
Başkaları gibi yaşamasını bilmeyenler, başkalarını taklit etmeliydi. Onlar da ellerinden geleni yapıyorlardı: Deniz kıyısında bir kahveye oturuyorlar, ah ne kadar güzel! diyorlardı. Deniz havası bize iyi geldi, diyorlardı. Önlerinden takalar geçiyordu: Ne sıcak renklere boyanmış tekneler! diyorlardı; o renkle o rengi hangi ressam yanyana getirmeye cesaret edebilir? (Bunları Nursel Hanımdan öğrenmişlerdi.) Sağlam deniz havasını içlerine çekiyorlardı; insanın temiz havaya ihtiyacı var, diyorlardı. (Bunu da Bilge'den öğrenmişlerdi.) Bütün bu temiz havaya rağmen, gece iyi uyuyamıyorlardı. Deliksiz bir uyku çekecek kadar yorulmadık da ondan, diyorlardı. Ertesi gün tepelere tırmanıyorlardı. İkisi de bu işte oldukça güçlük çekiyordu; Sevgi'nin ayakkabıları ayağından çıkıyordu. Sonra, bir dik yamacın zor bir noktasında kalıyordu Sevgi: Ne ileri ne geri gidebiliyordu. Hikmet de, elleriyle topraklara tutunarak güçlükle karısının yanına ulaşıyordu: Erkek olduğu için daha kolay yürüyordu ne de olsa; Sevgi'yi, takılıp kal-
251
dinleniyorlardı sonra. Buraya kadar çıkmak zor oldu ama, manzara da hiç bir yerden böyle görünmez, diyorlardı. Belki de kimse böyle yüksek bir noktaya çıkmamıştı şimdiye kadar. Hikmet, çocuklar gibi hür hissediyordu kendini. Ne yazık ki, bir keresinde ayağı kaydı, bir çukura girdi. Bileği burkulduğu için bir ay topalladı. Bir de, ısırgan otlarından kurtulmasını bilemiyorlardı; her seferinde bacaklarına saldıran bu arsız otlar yüzünden kaşınıp duruyorlardı. Dönerken, ucuz olduğunu düşündükleri bir gazinoya giriyorlar, biraz içiyorlardı. Ne yazık ki Hikmet, her mezeyi ısmarlarken yeniden hesap yapıyor, yol parası dışında cebinde ne kaldığını sayıyordu. (Yol parası ayrı bir cepte taşınıyordu). Sevgi pantalon cebini dikmeyi unuttuğu için, bir keresinde bu para düşürülmüştü. Allahtan, hesap beklenilenden az gelmişti. Biz serseri değil miyiz? diye tekrarlıyordu Hikmet: Böyle şeylere aldırır mıyız?
Böyle şeylere aldırmıyorlardı; zaten, aldıracak çok az şey kalmıştı. Sevgi, hiç bir şeye aldırmadığı halde, erkenden uyukluyordu. Hikmet de, eşyalarının bir türlü dolduramadığı salonda bütün gece yalnız başına düşünüyordu. Sonra bu zaman, düşünmek için ona fazla geldiği için okumaya başladı. Bazen, bir iki arkadaşın da yanılıp uğradığı oluyordu. Sevgi'nin uyumuş olduğunu ve Hikmet'in tek başına okuduğunu görenler, yeniden bu evle ilgilenmeğe başladılar. Üstelik Hikmet, okudukları üzerinde fikir yürütmeğe de başlamıştı. Yavaş bir sesle —karısı uyanmasın diye— kitaplar hakkında değişik sözler ediyordu. Galiba Hikmet artık dinlendi gibi sözler ediyordu Hikmet'e duyurmadan. Bilge de geç vakitler uğruyordu. Daha çok, vşleri yolunda olmayanlar geliyorlardı. Artık Hikmet'in de bazı itiraflarda bulunması bekleniyordu. Söz arasında, onun da işlerinin yolunda olmadığı, üstü kapalı bir biçimde söyleniyordu. Herhalde söze nereden başlanacağını bilemiyordu. Belki Bilge'ye bir şeyler söyleyebilirdi; fakat Bilge de konuşmuyordu.
252
hissetmiyordu. Selim amca ölmüştü ve tahminlerin tersine Sevgi'ye biraz para bırakmıştı; Sevgi, bu parayla bir iş kurulmasını istiyordu. Oysa Hikmet, o günlerde, yanında çalıştığı tüccarı bırakmış ve memur olmuştu. Anlamadığı kâğıtların bütün gün ortada dolaştığı bir yazıhaneyi artık görmek istemiyordu. Memurluk başkaydı: Kâğıtlar kaybolsa bile bu durumdan kimse sorumlu tutulmuyordu. Belirli günlerde muhakkak belirli yerlere vermesi gereken belgelerle insanın ilişiği yoktu memurlukta. Bazı günler, bu 'serbest iş' meselesi konuşulacak korkusuyla Hikmet eve dönmek istemiyordu: 'serbest' olmaktan korkuyordu. Yanına Dumrul'u alıp geliyordu eve. Karısıyla yalnız kalmak istemiyordu. Bir gece de eve geç döndü: Sevgi yatmıştı. Ertesi gün bu olayın üstünde çok durulmadı. Hikmet bazı geceler, karısı yattıktan sonra da sokağa çıkmağa başladı. Sevgi'nin sinirleri bozuktu: Evde gürültülü bir kalabalık görmektense kocasının çıkmasına katlanıyordu. Meyhanelere gidiyordu Hikmet ve orada konuşulanları evde anlatmıyordu; meyhanede de karısından söz etmiyordu. Hafta sonlarında gene tabiatı görmeğe gidiyordu Sevgi ile birlikte. Tepelere tırmanıyorlardı; güzel manzaralar için eskisi kadar eziyete girmiyorlardı. Deniz kıyısında oturuyorlardı ve Sevgi, kurulacak yeni işi anlatıyordu. Hikmet de denize, yapraklara, geçen kadınlara bakarak başını sallıyordu. Hikmet'e babasından biraz para kalmıştı; nedense bu parayı saklamak istiyordu. Bir gün, bir yerlerde bir şeyler yapacağını hissediyordu. Sevgi'nin sözlerine başını sallarken, bu parayla çalışmadan nasıl yaşanabileceğini kuruyordu kafasında: Bir evde en ucuz kaça oturulabilirdi? Bir günlük yiyecek kaç para tutardı? Sevgi de iş yeri olarak kullanacakları binayı tarif ediyordu: O gün çok elverişli bir han görmüştü; tam istedikleri gibi. Tam kaça çıkar böyle bir yaşantı diye aklından geçiriyordu Hikmet.
Hikmet, bir gece eve çok geç döndü: Sabah oluyordu. Dumrul'u da getirmişti. Karısını uyandırmadan salona gir-
253
uı; uumrui Sctntınctra.K., suk.uk. jutipiaiiiua, yarım naıaiı sucunu bitirmeğe çalışıyordu, «Sen yazmalısın artık azizim,» diyordu. Bir sandalyeye çöktü: «Asıl sen yazmalısın bu evde.» «Hikmet, gülümseyerek, Sevgi'nin 'Mücevherleri çoktan bıraktığını söyledi. Dumrul, dili dolaşarak, «Sen bitirmelisin mücevherleri,» dedi. Hikmet güldü: «Ne yapabilirim durup dururken?» «Hayır!» diye bağırdı Dumrul. «Artık kendine yazık edemezsin. Bu evde çürüyemezsin!» Seslerinden uyanan Sevgi kapıda göründü. İnce geceliğinin önünü elleriyle kapamıştı. Hikmet baktı: Sevgi'nin gözleri, 'Yabancıların beni bu kılıkta görmelerine nasıl katlanıyorsun?' diyordu. Sevgi'nin, gözleri ile anlattıklarından artık yorulmuş olan Hikmet, başını çevirdi. «Bu evde benim de yaşadığımı düşünerek, biraz daha az gürültü edebilirsiniz,» dedi Sevgi. Hikmet yerinden kalkmak, ona sabahlığını getirmek, divanın üzerinde uyuklamaya başlayan Dum-rul'u hemen uyandırıp göndermek, başını önüne eğip suçlu suçlu bu süre dolaşmak, bu arada özür dilemek, belki de Sevgi'yi öpmek, gülümsemek, sonra da Sevgi'nin gözlerine bakmak, yapamayacağı bazı işler için söz vermek, gecenin suçunu Dumrul'un omuzlarına yüklemek, serseriliği kötülemek ve o anda toparlayamadığı daha bir takım davranışlarda bulunmak için bir güç bulamadı kendinde ve «Uzatma,» dedi, «Uzatma.» Başmı geriye attı, koltuğa yaslandı. Sevgi hiç bir şey söylemeden çıktı.
Dumrul, divanın üstünde uyudu, Hikmet düşündü. İçerden bir ses gelmiyordu; Sevgi tekrar yatmış olmalıydı. Yerinden kalktı, uzun aramalardan sonra Sevgi'nin küçük defterini buldu, boş bir sayfasına yazmağa başladı:
YALNIZLIK
İkimiz de bu dünyanın insanı değildik. İyi kötü bir şeyler yapmağa çalıştık. Ben suçluyum: Sevgi'den farklı olduğumu gizledim. Gene de bizi yargılayanlara karşıyım. Ne yazık, sonunda haklı çıktılar. Onlara göstermeliydim.
254
ğil. Neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. Bir fırsat daha kaçırdık. Sevgi, kendisini ve olanları hiç anlayamayacak. Ben bir şeyler yapabilseydim. Başım ağrıyor, yorgunum. Boşu boşuna denecek, boşu boşuna. İşte buna dayanamıyorum.
Dumrul'un omzuna vurdu, «Kalk,» dedi. «Çıkıp biraz dolaşalım.»
Dumrul, gözlerini oğuşturarak doğruldu: «Ne var?» «Karımla büyük bir kavga ettik,» dedi. «Biraz temiz: havaya çıkalım.»
255
in
1)
11
YALNIZLIĞIN OYUNCAKLARI
«Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'Yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'İnsanlık öldü mü?' ya da 'İnsanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes, insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler, ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgama-mışlardır. Fakat, insanlık âleminin bu büyük kaybı, birçok yürekte derin yaralar açmış ve onlan ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir; o kadar ki, bazıları artık insanlık olmadığına göre bir âlemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre, böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile, hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden, bir zamanlar insanlığın olduğunu, bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü ben de görür gi-
250
Dİ UlUJuıum. u>vcuu
larda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de, onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü; onun bu kadar uzun yaşamasına şaşılıyordu. Yıllarca önce küçük bir kasabada dünyaya gelen insanlık, dünya savaşlarından birinde, çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra, hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık, önceki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar, insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük yaşta öksüz kalan insanlığa, doğru dürüst bir miras da kalmamıştı; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık, başkalarının yardımıyla geçinmeğe çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz, boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz, insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not: Merhumun cenazesi, önce, uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet Caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı Ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.»
«Biraz uzun olmuş,» dedi Hüsamettin Bey. «Sonuna doğru kuvveti kayboluyor; tekrarlara düşüyorsun.»
«Haber şeklinde girdiği için ilan parası vermiyoruz albayım,» diye acele karşılık verdi Hikmet. «Yalnız birinci sayfada yayımlamayacaklar: Bugün demeçler çokmuş. Yedinci sayfanın en görünen yerine koyacaklar. İlan gibi gö-rünmeyeceği için etkisi daha büyük olur dediler.»
Albay Hüsamettin güldü, «Hepimizi rezil ettin,» dedi. «İnsanın bu uydurmalara inanacağı geliyor. Biraz düşün-mese, neredeyse böyle yaşamak isteyecek insan.»
Hikmet, elinizdeki kâğıdı uzattı: «Kendinizi bu akışa
260
sanlık da öldü.»
«Bence bir perdelik dram şeklinde yazmalıydın: 'İnsanlığın Ölümü!'»
«Haber şeklinde daha inandırıcı değil mi albayım? İnsanlık Öldü!»
Hikmet'in odasında oturuyorlardı. Kahvelerini içiyorlardı. İlkbahar gelmişti: Pencerenin önündeki ağaç, daha koyu bir gölge veriyordu. İnsanlık üzerine uzun bir tartışmaya giriştiler. «Parçayı oyun biçimine getirirsek, ayrıca yalnızlığa da bir rol vermek gerekecek albayım.» Hüsamettin Bey de konuyu dağıttığını söyledi Hikmet'e. «İnsanlığın yalnızlıkla birlikte anlatılması güçtür oğlum.» Hikmet, hararetle karşı çıktı: «Siz bilmezsiniz albayım: İnsanlık tek başına kollarımda can verdi. Yanında kimseler yoktu.»
«Ben derim ki insanlık böyle oyunlara gelmez.»
Hikmet dufgunlaşti: «Elimden başka türlüsü gelmiyor albayım; ortaya rezillikten başka bir şey çıkaramıyorum.»
Hüsamettin Bey sözü değiştirmek istedi: «Şimdi bırakalım bunları. Hanım kızımızdan ne haber?»
Hikmet biraz sıkıldı: «Birbirimizi seviyoruz albayım.»
«Allah belanı vermesin,» dedi Hüsamettin Bey. «Onunla da mı böyle konuşuyorsun?»
«Her zaman değil albayım. Siz yabancı değilsiniz; bazı duygulu anlar geçirdiğimi itiraf edebilirim size. Fakat göz göze gelerek elele tutuşmak da tehlikeli oluyor. Bu yaştan sonra deli derler adama: Çocuklar peşimize takılır sonra.»
«Sen adam olmayacaksın,» dedi albay. «Ben de Bilge' ye her zaman bu sözünüzü tekrar ediyorum albayım, fazla ümide kapılmasın diye. Gönlünün rüzgârına kaplılıp gitmesini istemiyorum. Artık bizim gibi emeklilere yakışmaz albayım böyle şeyler. Aslında bu yaştan sonra insan, bizim gibi, dünya ile ilişiğini kesip kendini tarih ve tiyatroya vermeli. İhtiyar damarlarımdaki yorgun kan, bu aşka isyan ediyor albayım; her an nefes nefese yaşamaya bünyem dayanmıyor.»
261
de hep söylüyorum ona. Uzaktan size çok hayran. İnşallah bir gün getirip elinizi öptüreceğim.» Sonra birden kızdı: «Sevgilisi olan bir arkadaş kadar çekilmez yaratık yoktur. Hep bir esrar havası yaratırlar, değil mi? 'Senden çok bahsediyoruz,' derler. Allah belamı versin benim! 'İlerde inşallah tanıştırırım ikinizi. Seni çok merak ediyor.' Ben belamı buldum albayım! İnsan bir de, sevgilisi yüzünden kendini bir şey sanıyor. Biliyorsunuz süt dökmüş kedi gibiydim eskiden.»
«Bilmiyorum,» dedi albay. «Seni ve süt dökmüş kediyi yanyana düşünemiyorum.»
Hikmet duymadı: «Şimdi aslan kesiliyorum albayım.» «Kızı üzmüyorsun ya Hikmet?» diye mırıldandı Hüsamettin Bey.
«Üzüyorum albayım. Sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'Neyin var canım?' filan diyorum. Daha neler söylüyorum. Gözlerine filan bakıyorum. Siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: Ben adam olmam. Ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. Dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi.»
«Kediler,» dedi Albay, «Miyavlarlar.» Hikmet gülümsedi: «Sizi de bu mizah duyusu kurtarıyor albayım.» Ellerini iki yana açtı-. «Ne yapalım? Şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor. Kendime engel olamıyorum: Yanımda sıcak bir varlık bulunca bencil oluyorum. İnsan, sevdiğini üzmek pahasına ondan yararlanmağa çalışıyor. Bu arada benim gibi, aşağılık durumlara düşüyor. Çünkü neden? Çünkü yalnızlık ve karanlık onu vahşileştiriyor. Gün ışığına ve insana alışamıyor. Derler ki kurt köpeklerini karanlık bir yere kapatırlarmış hırsızlara karşı yetiştirmek için; hayvan takımı bile başka türlü ısırmayı öğrene-mezmiş.» Ayağa kalktı: «Hemen gidip getireceğim onu.» «Otur,» dedi Hüsamettin Bey, «Anladım.» «Haklısınız albayım.» Oturdu. «Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özle-
262
ki oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: «Nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılma zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım. 'Canım, bugün üzgün görünüyorsun,' demek istemiyorum. 'İstemiyorsan buluşmayalım,' dedi geçen gün. Buy-run bakalım. Ben de çekilmez huysuzluklar etmiştim; bu sonuca katlanmalıydım. Ben ne yaptım? Neyse, geçelim albayım. Fakat beni anlıyor: Bütün geçmişimi anlattım ona, hep haklı çıktım. İşte böyle anlarda çileden çıkıyorum albayım: Kendimi unutup zafer sarhoşluğuna kapılıyorum. Oysa bütün bu ilişki bir can sıkıntısı yüzünden başlamıştı.»
«Kendini yakıp bitiriyorsun oğlum Hikmet,» dedi Hüsamettin Bey. Hikmet atıldı: «Değil mi albayım?» Kâğıdı sehpadan aldı: «İnsanlık öldü. Belki de hiç yaşamamıştı. Belki de benim insanlığım diye bir şey yoktu. Ben hücremde yanlış hayallere sürüklenmiştim. Korkaklığımı insanlık sanmıştım. Yalnızlığı insanlık saymıştım. Batıda böyle şeylere önem vermiyorlar albayım. Biliyorlar bütün bunları: İnsanın ruhunu okuyorlar. Fakat onlar da mutlu değil albayım. Ne var ki, boş hayallere kapılmamayı biliyorlar. Kaç asrın tecrübesi, kolay mı?» Düşünceye dalmış gibi yaptı: «Dün geceki rüyamı nasıl yorumlardı bu adamlar acaba?»
«Bu oyunu biz hiç yazamayacağız,» dedi Hüsamettin Bey. «Neden, albayım?» «Şimdi de rüyanı anlatacaksın. Bazen düşünüyorum da, hangimiz ihtiyar diye, bulamıyorum. Söyle bakalım.- Ne oldu dün gece?»
263
mıyorlar albayım. Bizim üniversitede bir hoca vardı; adı 'sosyalle başlayan bir derse geliyordu. Rüyama girdi albayım. Fare olmuş ama, başı gene kendi başı. Masanın, yatağın altından, 'Bütün hesaplarını biliyorum,' diye sırıtıyor, benimle eğleniyordu. Çok hızlı hareket ediyordu. O • yaşta bir farenin bu baş döndürücü koşuşmasını kıskanıyordum. Uzun yıllar hareket etmeden beklemesini bilmeye borçluymuş çevikliğini: Öyle söyledi. Onu şişlemek istiyordum; fakat bu ihtiyar fareden korkuyordum. Onunla konuşurken saygılı bir dil kullanıyordum. Yüksek mevkilerde tanıdıklan vardı. Ben de Sevgi'yle yeni evliydim, iş anyordum. Bana yaran dokunabilirdi. Fakat beni tersledi: Sözüm ona, hakkımdan fazlasını bile almışım. Yaşlı bir fare olmasaydı onu hemen öldürürdüm. Galiba benden korkuyordu, polis çağırmak istiyordu. Üniformalı bir adam yaklaştı. Oradan uzaklaşmak gerektiğini düşündüm; fakat bir otel kapıcısıydı bu üniformalı adam. Onu payladım, üzerine yürüdüm. Bana aldırmıyordu. Neden böyle aşağılık rüyalar görüyorum albayım?» Sustular.
«Rüyanın sonunu anlatmadın,» dedi albay bir süre sonra. «Belki de bu rüyayı hiç görmedim albayım. Belki de, hiç bir şeyin sonuna katlanamadığını gibi, bu rüyanın sonuna da katlanamadım ve seyretmedim sonunu. Küçükken, korku filimlerinin de yansında çıkardım. Belki de bu rüyanın tam burasında uyandım.»
Dostları ilə paylaş: |