«Dışarda güzel bir hava var,» dedi Bilge. «Yıldızlar var. Çıkıp biraz yürümek ister misin?»
«Çıkalım,» diye mırıldandı Hikmet. Boş bir kibrit kutusunu, tırnağıyla çizmeğe başladı.
Havanın dışarda soğuk olup olmadığı soruldu Hik-met'e. Kalın giyinmeyi tavsiye etti. Bilge, kalmtılan kavradığı gibi bir çırpıda mutfağa götürdü. Hikmet de vazoyu, sehpanın üzerindeki eski yerine koydu. Konuşurken farketmeden ucunu kıvırmış olduğu halıyı düzeltti. El-
162
uzaklaşan küller, tembelce, oraya buraya kondular. Bir sonuca varmadan dağılan binlerce konuşmanın acısı çöktü içine. Ölü doğduğu için, kimsenin içine işlemediği için hemen unutulan binlerce sözün ağırlığını duydu. Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki.
Taze bir havayla girdi Bilge içeri. Giyinmişti. Ben, bin yıl bu durumda kalırdım. Bilge'ye baktı: Bir zamanlar aklında kalan bir iki elbisesi vardı Bilgenin. Kürk yakalı mavi bir palto, siyah bir elbise. Kim bilir ne oldu? Yavaşça doğruldu, isteksiz adımlarla kirli pardesüsüne doğru yürüdü.
Sokağa çıktıklarında, kapanan iki kapının sesi kaldı yalnız aklında; biri hafif, biri sert. Bir su birikintisinin üstüne basmadan geçtiklerini hatırladı sonradan. Bir şeye şaştı galiba: Çöp tenekesinden fırlayan kediye. Bir süre iki yanına baktığına göre, caddenin birinde karşı kaldırıma geçmiş olmalıydılar. Kimseyi hatırlamadığına göre, sokaklar boştu herhalde. Pencerelerdeki ışıklara da baktı galiba. (Onlara her zaman bakardı.) Havadan sudan da konuşmadılar. Nereye gidelim de demediler. Ne düşüneceğini, ne diyeceğini bilemeyen insanlar gibi de değillerdi ki, hava soğuk bile demediler birbirlerine. Binalara yakın yürümüş olmalılar ki, zemin kat duvarlarının mermerlerini hatırladı Hikmet sonradan. Uzun süre konuşmadıklarına göre, içlerinden bir şeyler geçiriyorlardı herhalde. Hikmet, sonradan bunu da düşündü.
Bilge ile yürürken bilemediği birçok şeyi, sonradan da bilemedi. Mesela, yıldızlara baktığını hatırlıyordu. Peki, binalara neden öfkelenmişti sonra? Oysa, sigara tab-lalari odadan çıkanlırken yatıştığını hatırlıyordu. Bilge' nin teklifiyle sokağa çıktıklannı da aklından geçirmiş olmalıydı. Bu düşünce ona, muhakkak biraz heyecan vermişti. Korkulu bir heyecan, içinde yanılma payı büyük olabilen bir heyecan. Belki de heyecanlandığını düşünmeğe
163
hissederek, durumu kolayca açıklamak için, hava soğuk diye düşünmüştü. Sonra neden ana caddeden sapmışlardı peki? Hem de, Bilge'nin sokağına çıkmadığını çok iyi bildikleri bir sokağa girmişlerdi. İşte tam o sırada binalara öfkelenmeğe başlamıştı. Ana caddeye dönmüşlerdi yeniden. Demek bazı şeyler, düşünüldüğü gibi sonuçlanmamıştı. Bilge, birden utanmış mıydı? Yani, Bilge mi sürüklemişti o karanlık sokağa onları? Belki de Bilge, gereken cesareti veremediğini düşünmüştü Hikmet'e. Ya da Hikmet, birden Bilge'nin utandığını ve sokaktan çıkmak istediğini anlamıştı. Evden çıkarken yarım kalan öfkesine sığınmakla, bütün olup bitenleri anlamazlıktan gelmişti. Herhalde, Bilge'nin bu kadar yakınında olmasını yorumlamaktan daha kolay bir işti öfkelenmek. Öfkelenip de binalara hemen saldıracak değildi ya. Oysa bu yakınlık, hemen çözümlenmesi gereken bir meseleydi. Ah bir bilebilseydi bütün bunları!
İkisi de ellerini yana sarkıtmış yürüyorlardı. Ara sokaktan çıkarken, sağ elini —Bilge'ye dokunmak isteyen elini— bütün gücüyle yumruk yaptığını hatırladı sonradan. Mermer kaplamalı zemin kat duvarma da aynı eliyle vurmuştu. Allah kahretsin! Bu davranış da çok çok kolaydı, îşte o zaman Bilge'yi istediğini ve bütün bunları, korkusundan yaptığını sezmişti herhalde; anlamasa da sezmişti.
Sonra, olaylar birden hızla gelişti.
«Bütün hepsini yıkmak istiyorum,» diye söylendi Hikmet. «Yıkılabilir miyim dersin?»
«Gerçekten yıkmak istiyor musun?»
«İstiyorum,» dedi. «Çok istiyorum.»
«Çok istersen olur,» dedi Bilge. «İstersen yaparsın.»
Sen istersen yaparsın. Sen istersen her şeyi yaparsın. Karanlık sokağın başına gelmişlerdi gene. Köşeyi yavaşça dönerek sokağa girdiler. Bilge çok yakındı Hikmet'e; köşeyi dönerken kollan birbirine çarptı. Sen istersen her şeyi yaparsın.
164
di. Hikmet, boğuk bir sesle, «Koluma girer misin lütfen?» dedi. Bilge hemen sokuldu, başını Hikmet'in omzuna dayadı. Hikmet hafifçe eğilerek onu saçlarından öptü.
Birbirlerine sarılarak yürüdüler. Hikmet durdu; eğildi ve Bilge'yi ağzından öptü. Bilge, vücudunu ona doğru bastırdı.
Bir parkın önüne geldiler; kapının yanındaki ağaçların arkasında Bilge'ye sarıldı. Bilge, kollarının bütün gücüyle onu sıktı. Bacaklarında genç kadının baskısını duydu; onu iyice kendine çekti. Bilge'nin oooh oooh diyen nefesini duydu; sonradan hiç unutamadığı iki iç çekmesi. Ayak sesleri duydular, ayrıldılar. Bir adam onları görmeden geçti. «Bize gidelim,» diye fısıldadı Bilge. «Babam burada değil.» Konuşmadan yürüdüler. Bilge, yumruk yaptığı elini, Hikmet'in avucunun içine bırakmıştı. Hikmet, ileriye bakıyordu görmeden. Kapıda Bilge anahtarları ona verdi. Dış kapıyı açmak biraz güç oldu. İçeri girince, merdivenin ışığını yakmadan, Bilge'yi bir daha öptü. (Küçük hesaplar. Parkın kapısında da çevrene bakmıştın. Biliyoruz.) Çok uzun süre beklemiş olmalıyız.
Kirli pardesüsünü nasıl astığını hatırlamıyordu. Oturma odasına girmediklerini ve sarılarak yatak odasına doğru yürüdüklerini hatırlıyordu. Soyunmadan önce, Bilge'nin eteğini kaldırarak ona sarıldığını hatırlıyordu. Soyunmak için ayrıldılar. Hikmet, bir sandalyenin üstüne çöktü: Bilge'yi seyretti. Bilge ona arkasını dönerek hemen soyundu, çıplak kaldı birdenbire. Sonra yatağa uzandı. Onun çıplaklığı, Hikmet'i telaşa düşürdü. Kemerini çözdü aceleyle ve ayağa kalktı. Ayakları, ters dönmüş pantalonun içinde kalınca, ayakkabılarını çıkarmadığını hatırladı. Pantalon, don çorap ve pabuç, ayaklarının dibinde birbirine karıştı. Elini paçasından içeri soktu; ayaklarını kurtardı. Yatağa bak- , madı. Ayağa kalkarak, yığını hafifçe itti. Bilge'nin çıplaklığını seyretti; kendi yarı çıplaklığından utandı. Üstünde kazağıyla garip bir durumu vardı; yarı karanlıkta pen-
165
keklere benziyordu.
Geriye, sandalyeye döndü. Herhalde çok geç kalmış olmalıydı. Hemen gömleğinin yakasını ve kol düğmelerini çözdü. Büyük bir torbayı çıkardı başından. (Yarabbi! Ne kadar çok şey giymişti üstüste.) Kısa bir süre bu çuvalın karanlığında kaldı. Sonra, yerdeki yığının yanma bıraktı onları. Çekingen adımlarla yatağa yürüdü. (Önce yanına yatmalıydı tabii. Aceleciliğinden utandı.) Bilge ona yer verdi. Neredeyse teşekkür edecekti Bilge'ye. (Here I come desene. Şimdi olmaz.) Kararsız kollarıyla ona sarıldı. Bilge ne kadar değişik kokuyordu. Tam çıplak olmadığını hatırladı birdenbire: Saatini çıkardı. Sonra bir süre kendini unuttu. Kendisiyle birlikte, kafasında daha önce yaşamış olduğu birçok Bilge'yi de unuttu: Evli Bilge, ayrılmış Bilge, genç kız Bilge, hizmetçi Bilge, fahişe Bilge, ihtiraslı Bilge, soğuk Bilge, otuz yaşında Bilge, yirmi yaşında Bilge, saf ve bilgisiz Bilge, kurnaz ve baştançıkarıcı Bilge, karısının arkadaşı Bilge, arkadaşının sevgilisi Bilge, mutlu olduğu halde baştançıkarüan Bilge, mutsuz olduğu halde baştançıkarılan Bilge, kendiliğinden gelen Bilge, zorla elde edilen Bilge, öğrenci Bilge, siyah çoraplı Bilge, müdür Hikmet'in sekreteri Bilge ve bütün kitapların Bilgesi. Eski Hindistan'dan günümüze kadar gelmiş bütün sevişme oyunlarının Bilgesi. (Ük gece hangi Bilge ile seviştiğini hiç bir zaman bilemedi.)
Bilge'nin yanma tekrar uzandığı zaman, genç kadının üstünden pencereye baktı: Karanlık camdan seyretti boşluğa düşen iki insanı. Elini uzattı, Bilge'ye dokundu. Beyefendi yapmayın deseydi Bilge; ya da bana neden öyle sözler söylüyorsunuz gibi bir şey. (Bütün Bilgeler geri dönmüştü.) Ya da eski Bilgelerden biri, sekreter sıfatıyla, 'Canım daha yeni yattık, siz de ne kadar... Sonra başka şeyler konuştular, geçmiş günlere döndüler. Sonra, sigara içtiler, Sonra, çıplak olduklarını farketti Hikmet'yeniden. Bilge'ye sarıldı. Sonunda, Bilge'nin yanma yüzükoyun uzan-
166
lerden nefret ederim. Daha önümüzde'üzun ^karanl* var daha yaşamalıyız, boşluğa düşmemeliyiz. Sevişmesek de düşmemeliyiz, iki dakika sonra uykuya daldı
167
İk
SEVGİ VESAİRE
Sevgi, Süleyman Turgut Beyin kızıydı. Süleyman Turgut Bey, elektrik mühendisiydi. Gençliğinde, bugün büyük şehir sayılan, fakat o zamanlar taşra diye adlandırılan bir yerde oturuyordu. İlk mektep muallimesi Leyla Nezihi Hanımla da, taşrada tanışıp evlenmişti. Süleyman Turgut Bey, tahsilinin bir kısmını Berlin'de yapmıştı. Diplomasını jıe surette aldığı pek belli değilse de —bazılarına göre, onu pek seven nafıa vekili Sunullah Beyin, Süleyman Beyi de düşünerek açtırdığı kısa bir kursu bitirmişti sadece— kendisini üniversite, karısını da lise mezunu sayardı. Leyla Hanımı, müşterek aile dostları miralay Nazım Beyin evinde tanımıştı. Münevver bir tüccarın biricik kızı olan Leyla Hanım, Süleyman Turgut Beyle tanıştığı sırada, babasının mali vaziyetinin bozulması üzerine yerleşmek zorunda kaldığı küçük bir evde oturuyordu; taşrayı da sevmiyordu. Evin geçimine yardım etmek gayesiyle, Muallim mektebinin imtihanlarını vererek, bir ilk mektepte iki sene kadar evvel çalışmaya başlamıştı. Daha evvel de, bir fransız mektebinden mezun olmuştu. O senelerin gözde mesleklerinden birine sahip sayılmamakla birlikte, Nafia Vekâletinde iyi bir mevkii olan ve ailesinden birkaç parça mirasa konan Süleyman Turgut Beyle evlenmek Miralay Nazım Beye göre, Leyla Hanım için mükemmel bir izdivaç olacaktı. Ufak tefek, solgun yüzlü Leyla Nezihi Hanım ile, daha genç yaşta saçları iyice dökülmüş olan esmer
171
mantik - realist, taşralı - büyük şehirli, - hastalıklı - sağlam, çekingen - atılgan, muğlak-kafi gibi birçok bakımdan, zıt kutupları temsil ediyorlardı. Leyla Hanım bu izdivacı hiç istememişti; Süleyman Turgut Bey çok istekli görünüyordu. Ve bu zıt kutupların telifini, hepsinden daha çok, Miralay Nazım Bey arzu ediyordu galiba. Nitekim, düğünden hemen sonra, yeni evlilerin yanından ayrılmaz olmuş-, olur olmaz saatlerde yemeğe, yatıya taşınıp durmuştu. Hele tekaütlüğüne sekiz ay kala, artık paşa olamayacağı endişesine kapılınca, zamanın nafıa vekiliyle arası iyi olan Süleyman Turgut Beyin başının etini yiyerek, Süleyman Turgut Bey -nafla vekili- nafıa vekiliyle arası iyi olan millî müdafaa vekili tavassutunu temin maksadıyla gece yarılarından sonra bile Süleyman Beyi rahatsız etmeğe başladı. Ortalıkta lafı geçmemekle birlikte, Süleyman Turgut Beyin evliliğine tavassut etmiş olduğu için, sanki onun da kendisine paşa olması hususunda bir tavassutta bulunmasının icap ettiği gibi bir şeyler ima etmeye çalıştığı anlaşılıyordu - halbuki, artık bu izdivacın ilk büyüsü çoktan sona ermiş ve Süleyman Turgut Bey, beceriksizliği ve büyük şehirli tavırları yüzünden karısına tarizlere başlamış ti ama, Leyla Nezihi Hanım, almış olduğu terbiye sebebiyle, bu vaziyeti miralay Nazım Beye kafiyen açamıyor du. Sevgi, bir yaşındaydı.
Tek katlı büyük bir evde oturuyorlardı. Süleyman Turgut Bey mimarlığa da meraklı olduğu için, tanıdığı bir kalfaya, kendi zevkine göre yaptırmıştı evini. (Aslında Süleyman Bey, mimar olmak istiyordu; fakat, Almanya'ya devlet hesabına ve münhal bulunan tek elektrik mühendisliği bursunu kazanarak gidebildiği için, Berlin'deki büyük binaları hayranlıkla seyretmekten ve bazı kitapların fotoğraflarına bakmaktan başka, mimarlıkla ilgili bir çalışma yapmamıştı.) Evi, altı metre yüksekliğinde büyük odalar ve salonlarla doldurmuştu. Kapının önündeki sundurmayı, Bergama'nın girişindeki saçağı süsleyen sütunlar ta-
172
bebiyle sütunlar, ahşaptan yapılmıştı. Sundurmanın gerisindeki ön cephe, kısmı âzamıyla, baklava şeklindeki renkli arnuvo camlardan meydana geliyordu. (Süleyman Turgut Bey, evini, bütün ayrıntılarıyla anlatmayı pek severdi.) Marsilya tipi kiremitler, girişin haşmetini her ne kadar gölgeliyorsa da, sarmaşıkların, üç seneye kalmadan bu uygunsuzluğu örteceği tahmin ediliyordu. Daha evin temelleri atılırken getirilen mermerlerin Bergama tipi sütunlarda işe yaramayacağı anlaşılınca, bütün ev, salonlar ve odalar dahil, beyaz mermerle kaplanmıştı. Evin muhtelif yerlerinde büyük kömür sobaları yakılmakla birlikte, bu mermerler yüzünden, taşranın kışı evde bütün so-ğukluğuyla hissediliyordu. Leyla Nezihi Hanım daima üşüyordu. Onu, büyük berjer koltuklardan birine gömülerek salma sarılı bir vaziyette gören Süleyman Turgut Bey, gülümsemekten kendini alamazdı. Sevgi daha bir yaşındayken, karısının bu müdafaasız ve zavallı vaziyetine sadece gülümserdi. Yıllar geçtikçe bu tebessüm, yerini istihzaya bıraktı. Sonra da, karakterinde zamanla müsbet bir inkişaf kaydedemeyen bütün evli erkekler gibi Süleyman Turgut Beyin de şahsiyetinin tek renkli taraf] cimriliği olmaya başlayınca sobaların sayısı azaldı. Leyla Hanım da, bu yüksek tavanlı ve beyaz mermerli evde, omuzlarına daha çok sayıda şallar örterek, babasının evinden getirmiş olduğu avrupa malı battaniyeyi bütün kış müddetince sarınarak, elinden düşürmediği fransızca romanlar arasında gittikçe küçüldü. Sevgi beş yaşma basmıştı.
Süleyman Turgut Bey, ciddi bir adamdı. Karısına takılmasının dışında onun tebessüm ettiğini pek gören olmazdı. Süleyman Turgut Bey eviyle de ciddi bir şekilde uğraşırdı: Mermerleri cilalatır, sütunları boyatır, kaç yıldır bir türlü yaptıramadığı ve cimriliği yüzünden gittikçe yaptırmaktan vazgeçtiği fakat resimlerini durmadan değiştirerek çizdiği ve büyük salonun duvarında kocaman bir delikten ibaret olan şöminesiyle ilgili planlar kurardı. Deliğin
173
m
OI1U, OBVgl UV jajıııuaji^u, uj),.
kapatıldı. (Süleyman Turgut Bey, şömine için sevdiği renkte bir mermer bulamıyordu.) Leyla Hanımın bu konudaki çekingen alayları homurtuyla karşılanıyordu. Osmanlı ve gotik tarzı mimarilerini telif edebilecek bir şömine detayı çizmek, Süleyman Turgut Beyin kafasını ciddi bir şekilde işgal ediyordu.
Sevgi, babasından ciddiyeti, annesinden de üşümesini aldı. Tüylü ve insanın bütün vücudunu saran büyük şalları, vitrinlerde her zaman hayranlıkla seyretti. Babasından, aynı zamanda belki de tereddüt ve hafif bir cimrilik aldığı için, çoğu zaman sadece seyretmekle yetindi. Üşü-mesiyle, babasına karşı bir davranışta bulunduğu sanıldığından, Süleyman Turgut Bey, altı yaşından sonra Sev-gi'yi de Leyla Hanım gibi görmeğe başladı. Uzun kış gecelerinde, büyük salonun koltuklarına birer tespih böceği gibi büzülmüş bu iki cansız varlığı seyretmeğe tahammülü olmadığı için, evde oturamaz oldu ve Sevgi yedi yaşma basmadan, Leyla Nezihi Hanımın tabiriyle; 'sokak dişilerine' dadandı. Annesinin uzun şallarıyla ayak bileklerine kadar örtünen Sevgi, soğuk mermer denizinin ortasındaki koltuğunda annesinden Fransızca öğrendi ve babası onu, ilk mektebi, bitirince, İngilizceyi iyi öğrettiği söylenen yabancı bir okula yazdırdı. Sevgi itiraz etmedi. Yalnız, mektebe başlamadan iki gün önce, gece yatağına yatarken, annesinin babasından daha çok yaşaması için yarısı fransızca bir dua okudu. Piyano dersinden de 'fazla masraf olduğu esbabı mucibesiyle' vazgeçildiği gün, gene sesini çıkarmadı. Piyanonun üzerindeki ellerine bakarak bir süre düşündü. Ellerini ve ayaklarını çirkin buldu; erkeklerin onu beğenmeyeceğini, hiç bir zaman evlenemeyeceğini düşündü. Odasına gitti ve yatağının altında sakladığı ruju, renksiz dudaklarına ilk defa sürdü. Oniki yaşındaydı.
Babasından ilk tokadı, aynada kıravatmı bağlayan bir Süleyman Turgut Beyi seyrederken yedi. Süleyman Turgut Bey, gece dolaşmalarından birine, sokak dişilerinden biriyle
sının nereye gittiğini bilen, mahzun ve küçümsemeye kararlı bir ifade gördü aynadan. Süslenişiyle, kokular sürünüp ipek gömlekler giymesiyle alay edildiğini, durgun ve donuk bir istihza ile karşılandığını sezdi: Üşüyen yaratıkların soğuk istihzası. Annesinin gözleri. Sobaları kaldır-tarak bizi üşüten bir cimrinin, sokak kadınlarına para yedireceğine inanmıyorum gözleri. Sen, ciddi görünüşlü, gülünç bir çapkınsın gözleri. Aynadan kızma baktı.- Diz-icapaklarmı örten kalın, çirkin çoraplar giymiş; kalın ayakkabılar. Erkeğe benziyor. Annesinin elbisesinden bozma, bol bir entari. Sizin şıklığınızla alay ediyorum baba kılığı. Birden elini kaldırdı Süleyman Turgut Bey. Boşuna atılmış bir tokat. Gözler, aynı gözler. Sevgi ağlamadı. Süleyman Bey, bir türlü yapılamayan şöminesinin, saçsız başının, Alnıancayı üç senede unutmasının ve daha bir sürü gülünçlüğünün şuurunu yaşadı bu gözlerde. Sevgi'ye bakmadan odadan çıktı.
Babası bir ahlak düşkünüydü Sevgi'ye göre; tanıdıkları da gülünç ve beceriksiz insanlardı. Sevgi, bütün bu özelliklerden nefret etti. Çok üşüdüğü için ve güzel olmadığı için ve daima o sırada söylenecek sözü hemen bulup söyleyemediği için kendinden de zaman zaman nefret etti. Çevresinde beğenmediği şeylerin değişmesini, beğenmediği insanların ceza görmesini bekledi. Miralay Nazım Bey —annesinin evlenmesinde meş'um bir rol oynadığı halde, babasının bir zamanlar Leyla Hanımla evlenmeyi hakikaten çok istemesinin bir bedeli olarak— Süleyman Turgut Beyin, nafıa vekiliyle klüpte bilardo oynarken laf arasında bu mevzuyu açması ve nafıa vekilinin de briç oynadığı sırada milli müdafaa vekiline ikinci vidoyu çekerken deli miralayın bu delice iptilasmdan bahsetmesi sayesinde, tekaütlüğüne üç ay yirmi gün kala paşa oldu. Mermerlerin üstüne hiç olmazsa mantarlı muşamba kaplanması için annesinin Süleyman Beye yalvarmaları bir netice vermedi. Deli Nazım Paşa, artık iyice kendinden geçtiği için, eskiden^
f^^
174
175
deki düzen gittikçe gevşediği için, artık Sevgi'yi eskisi «gibi, misafir gelince yatak odasına göndermedikleri için, salonun bir köşesine sığman genç kız, ellerini sallayarak ve Leyla Hanımın sırtına vurarak konuşan Nazım Paşayı, yüzünü buruşturarak dinledi. Nazım Bey de, Sevgi'nin babası gibi dökülen ve beyazlaşan saçlarının boşluğunu doldurmak için pos bıyık bırakmıştı. Sevgi, sobanın yanına oturur ve anlamakta güçlük çektiği matematik ya da fizik kitabına dalgın gözlerle bakardı. Soba çıtırdar, Nazım Paşa birden yerinden fırlayarak Sevgi'ye doğru koşar ve 'Ou est ton prince ma Cindrella? diye kulağına bağırırdı. 'Sevgi, ihtiyarın yüzüne ümitsizlikle bakarak kitabı kapatırdı. Ba-lıası da, ne fizikte ne de matematikte ona yardım etmiyordu. Bir iki kere, Sevgi'yi çalıştırmak için masaya oturmuş, sonra terimleri anlayamadığını bahane ederek bırakmıştı. Matematik öğretilemezdi. Bu, bir kabiliyet mesele-siydi. Annesi gibi onun da hesaba aklı ermiyordu. Babasını mahcup etmesi için Allaha bütün gücüyle yalvardığı halde, iki dersten de ikmale kaldı. Karnesini aldığı gün, odasına kapanıp saatlerce düşündü. Tepelerinde (annesiyle onun) bir uğursuzluk, bir lanet dolaşıyordu. Babasıyla para için evlendiğinden annesinin ve dolayısıyla onun sevgili kızının ¦cezalandırılması gerekiyordu. Temiz ruhların, saf kalabilmek için, herhalde dünyanın pisliklerine bulaşmaması •gerekiyordu. Bir daha hiç kürk istemeyeceğim Allahtan diye söz verdi kendine. Böyle küçük istekler insanı şaşırtıyor. Babamdan da nefret etmemeliyim. Hepimiz, büyük bir kaderin oyuncaklarıyız. Yeni düşüncelerin kalbine yerleşmesi, onları benimsemesi için gerekli olan bütün gizli işaretlerini yaptı; yatık duran kitapları düzeltti, matematik ve fizik kitaplarının son sayfalarından küçük birer parça kopardı ve çiğneyerek yuttu.
Üç gün sonra annesiyle gittiği bir evde, büyünün dine karşı bir hareket olduğunu duyunca hemen eve koşarak odasındaki büyü düzenini bozdu: Kitapları dağıttı, yata-
176
nıç bir zaman, evin önündeki dört basamağı ikişer ikişer çıkma meselesine önem vermemeğe çalıştı.
Bütün çabalarına rağmen Nazım Beyi sevmeyi bir türlü başaramadı. Nazım Bey babasıyle tavla oynarken, onun pullan büyük bir gürültüyle vuruşunu, zarı salla-yışmı, kazandığı zaman bir zafer kahkahası atarak, kaybettiği zaman durmadan homurdanarak tavlayı hırsla kapatmasını soğuk gözlerle seyrederdi. Hele, salonda bulunan kadınlardan —Sevgi ile annesi— özür dileyerek küfür etmeğe başladı mı, olduğu yerde küçüldüğünü, öfkeli bir kirpi gibi büzüldüğünü hissediyordu. Nazım Bey de, Sevgi'nin bu duygularını farketmiş gibi, her kazandığında ona dönerek, «İşte vurduk babanı yere!» diye bağırdı. Bütün pulları, zarları sanki Sevgi'nin kafasında inletirdi. Gürültüye hiç dayanamayan Sevgi, iki-birler ve altı-ikiler arasında kendini kaybettiğini sanıyordu. Babası ne kadar kazanırsa kazansın, ihtiyar askerin bir sayı alışı bile salonu savaş alanına çevirmesine yeterdi. Sevgi, pullara nefretle bakardı. Yanyana, karşı karşıya durmadan dizilen bu soğuk taşlar, babasını dört duvarın arasına sıkıştırır; zarların ümitsizce çabaları, hapsedilen pulların karşısına çıkan aşılmaz duvarların önünde erirdi. Nazım Paşa, kırdığı taşlan, gözleri kötü bir hırsla parlayarak —ya da Sevgi'ye öyle gelirdi— Süleyman Turgut Beyin kucağına atardı. Sevgi, böyle anlarda, babasına duyduğu acı hisleri unutur, tırnaklannı kemirerek, babasına nasıl yardım etmek gerektiğini, bu soğuk, bu kör taşlara nasıl hükmedileceğini çözmeğe çalışırdı. Neden istenilen zar gelmiyordu? Oysa, işte Nazım Beyi kazandıran üç-iki, bu anlayışsız zarların yüzünde birden nasıl görünmüştü? İşte Nazım Paşa, taşını kaldmyordu; şimdi bütün gücüyle babasının zavallı taşının üzerine indirecekti. Sevgi, yüzünü buruşturarak gözlerini kapardı; o sesi duymamak için neler vermezdi o anda? Tırnaklannı avucuna bastmr —piyano dersini bıraktığından beri tırnaklarını uzatıyordu— artık büyü yap-
177
nasıı
uıı tunu
Evet, bu duruma bir çare bulmak gerekiyordu. Sayılarla arası düzelmişti: Bazı hesaplara aklı eriyordu artık. Bütün oyun, zarların baskısı altında geçemezdi. Bazı kurallar olmalıydı. Bir gün, evde yalnız olduğu bir sırada, tavlayı alarak odasına kapandı. Pulları dizerek uzun uzun seyretti onları. Babasıyla Nazım Beyin oyunlarını aklına getirmeğe çalıştı. Hayır, çok dikkatsizce seyretmişti onları; sadece duygularına kapılmıştı. Soğukkanlı olmak gerekiyordu. Sonra, kendi kendine oynadı saatlerce. Her hareketi, uzun uzun düşündü. O günden sonra da gözlerini ayırmadı onların oyunlarından. Önce, kapı yapılan önemli yerleri ezberledi; sonra hangi zarların bu kapılar için gerekli olduğunu öğrendi. Odasında her gün gizlice, öğrendiklerini bıkmadan uygulamağa çalıştı. Karşısında Nazım Bey varmış gibi oynadı onunla. Onun gürültülerine sinirlenmedi, oynarken hiç acele etmedi. Zamanla, babasının ve Nazım Beyin hatalarını bulmağa başladı onlar oynarken. Hiç karışmadı. Bütün dikkatini oyuna verdiği için, Nazım Beyin kahkahalarını ve küfürlerini duymaz oldu. Bazen, yapılan çok açık bir hatayı göstermek isteğiyle kıvrandı yerinde; kendini tuttu, Nazım Beyin tatsız bir şakasına kızmış gibi yaparak salonun uzak bir köşesine gitti. Oysa, babası kaybediyordu, yaptığı hatayı ona göstermek gerekirdi. Acele etmemeliyim, diye düşündü. Neden acele etmemek gerektiğini düşünmedi, neyi beklediğini anlayamadı.
Bir gece, babası gene sokağa çıkmış olduğu için, anne kız, Nazım Bey için erken sayılan bir saatte —dokuz buçuktan itibaren— onunla birlikte uzun bir süre geçirmek ve paşanın sıkıcı hatıralarını dinlemek zorunda kaldılar. Nazım Bey, bütün çatışmalarının sonunda, nasıl 'öyle bir bağırdığını' ve rakibini yerle bir ettiğini, anlatıyor; hikâyenin etkisini artırmak için de aynı sesle bağırarak kendi taklidini yapıyordu. Bazen öfkeleniyor, bazen de alaycı bir
178
üşümeğe başladığından, bir an önce yatağının sıcak mağarasına kapanabilmek için, Nazım Beyi durduracak bir çare, onu bozguna uğratarak çekilip gitmesini sağlayacak bir plan kurmağa çalışıyordu. Düşüncelerinin dalgınlığı içinde, üzerinde katlanıp kaldığı divanın yanındaki sehpanın üstünde duran tavlanın taşlarıyla oynuyordu; onları yavaş hareketlerle okşuyordu. Düşüncelerinden sıyrılmağa başlayınca, parmaklarının ucundaki taşları ve onların arasında iki küçük sığıntı gibi duran zarları gördü; onlarla yaşadığı gizli maceralar aklına geldi. «Üşüyorum,» diye, mırıldandı. Eski şövalyelerin kadınlara kibar davrandığını duymuş olduğu için, onlara her zaman özenen Nazım Bey, bir sıçrayışta yerinden kalktı. (Şövalyeler de herhalde böyle yapardı.) Ağır ve büyük adımlarla Sevgi'ye yaklaştı. (Biraz tanıdığı Battal Gazi de, isminin gerektirdiği gibi, böyle yavaş yürürdü herhalde.) «Sizi canlandıracak, kanınızın deveranını sağlayacak ne gibi bir hizmette bulunabilirim?» Sevgi toparlandı, elleriyle şalını düzeltti. İhtiyarın gözlerinde, hemen karşılık bekleyen ve şövalyelerin kibar saboyla hiç ilgisi olmayan bir ifade vardı. Oysa Sevgi, hemen cevap veremezdi; düşünürdü. Kendisinden ne istenildiğini anlamak için, karşısındakinin gözlerine bakardı. Acele kararların uğursuzluğuna inanışı; ıstırap, acı, sefalet gibi, uzakta belirsiz duran ve insan acele etmedikçe orada sadece birer kelime olarak bekleyen kavramlara karşı ürkekliği; üşümek gibi, vücudunun kaçınamadığı felaketlerin belki de düşünceyle ilgili bir talihsizlik olduğunu hissetmesi onu tutuk, bekleyici ve her dinlediği sözün üzerinde sanki uzun uzun düşünen bir insan yapmıştı. Oysa, pek düşünemezdi. Derinliklerinde bir yerde, beklemesini bilirse bütün tuzakların ortaya çıkacağını ve kötü insanların konuşarak sonunda kendilerini ele vereceklerini hissederdi. Her söze atılan insanların telaşından rahatsız olurdu. Kendisini koruması gerekiyordu: Hayatta güçlüklerle karşılaşıyordu. Okulda aceleyle söylenen yanlış sözler, alaylara yol açıyordu. Durgun, tutuk ve suskun insanlar, bir •
Dostları ilə paylaş: |