«İnsan korksa da sonuna kadar seyreder,» dedi Hüsamettin Bey. «Ben sizin bildiğiniz insanlardan değilim al-yım, hiç değilim. O kadar değilim ki, şimdi yapacağım gibi sonunu anlatsam bile değilim.» Yüzünü buruşturdu: «Beni dövmek istediler albayım. Üniformalı kapıcının otelinden esmer bir adam çıktı: Beyaz çizgili lacivert bir elbise giymişti, yağlı bıyıklan ve büyük pltm yüzükleri vardı. Ben neyi sevmiyorsam albayım, bu adamda vardı. Adam beni yanma çağırdı, hemen unuttum onu sevmediğimi. Ben ilgi görünce, hemen unuturum her şeyi albayım, biliyorsunuz.»
264
-uuıjuıui,' uıye ilinııuanaı aıoay. «iki adam dana çık ti kapıdan. Beyaz ceketlerini hatırlıyorum. Evet, bunlar garsondu. Bana doğru geliyorlardı. Heyecanlanmıştım: Gar-sonlan sevmediğimi de unutmuştum. Ben de onlara doğru yürüdüm ve yarı yolda beni dövmek istediklerini anladım. Kim bilir gene ne olmadık bir olay çıkarmıştım? Bu münasebetsiz böceğe haddini bildirmeğe geliyorlardı. O zaman anladım nasıl bir yaratık olduğumu, bütün çirkinliğimle gördüm kendimi; bana bakarken yüzlerini buruşturmalarından anladım bunları. Ve kendi çirkinliğime yüzümü buruşturarak uyandım. Her fırsatta, küçük bir zayıflık sezdi mi mesele çıkaran, sonra üzerine yürününce de kendine acındırmak için sahte duyarlıklara başvuran zavallı 'ben'i gördüm. Kendime acındırmayı bir sanat haline getirmeğe çalıştığımı anladım.»
«İnsanlan, yalnız iyi olduğu için sevmezler,» dedi emekli albay.
«Kendimi gördüm,» dedi Hikmet. «İlk defa açıkça gördüm. Neredeyse otelin kapısından içeri girecektim: Kü-çümsediğim insanlann beni küçük duruma düşürmesine fırsat verecektim. Bakışlarıyla beni küçülttüler bile. Bütün suç bende, bütün olaylarda suç bende.» Ayağa kalktı, albayın yanında durdu: «Emirberiniz olmak istiyorum albayım: Bütün gün çarşıda pazarda sizin için alışveriş etmek istiyorum. Herkesten özür dilemek istiyorum.»
«Yeter Hikmet! Oyunumuza dönelim.» Hikmet'in gözleri parladı: «Dönelim, albayım. Oyunumuzu kanımızla yazalım. Istırabımızı sanatımıza gömelim. Sanat bizim için ekmek parası değil, sanat bizim için bir ustalık meselesi değil, sanat bizim için... sanat bizim için nedir albayım?»
«Eğer yazabilirsek iyi bir oyun,» diye homurdandı emekli albay Hüsamettin Tambay.
«Oynayalım albayım. Tekrarlara düşmekten korkmadan oynayalım. Asıl, tekrarlara düşelim ki, içimizi kemiren şeytanı her fırsatta rezil edelim. Hemen başlayalım. Yazalım albayım. İşte kalem, işte ıstırap albayım. Benden başlaya-
265
nuşurum. Soldan girerim albayım. Akşam olmaktadır albayım. Bütün güzel oyunlarda, heyecanı artırmak için akşam olur albayım: Işıklar yavaş yavaş söner. Güneş demek istiyorum albayım. Parantez içine yazılır albayım 'hava kararmaktadır' diye. Aynı parantezin içinde Hikmet de soldan girer albayım. Parantezin içine italik yazılır albayım. Uzatma Hikmet, denir ona gerçek hayatta. Oyunda ise denmez. Oyunda, tiyatronun kurallarına uygun olan güzel sözler söylenir. Bütün tanımlar parantez içinde verilir. Kimse o sözleri söylemez sahnede. Hikmetin soldan girdiği görülür sadece. Sahnede, hayattaki gibi öyle aptalca gülümsemek olmaz. İnsan evindeki gibi de olmaz orada, evindeki biçimde canı sıkılmaz. Bazen seyirciyle de konuşur oyuncu; ama, herkes bilir onun gerçekten konuşmadığını: Can sıkıcı karşılıklar vermezler ona. Oyun yazarının canı konuşmak istemiştir o sırada. Herkes bunu anlar, onu hoşgörür. Hayata dayanamayan her insan gibi yapılır oyunda: Mış gibi yapılır. Ayağını, pantalonunun ütüsünü bozmadan iskemlenin kenarına dayarsın; sekreter rolündeki kıza, 'Patron içerde mi şekerim?' dersin. Herkesi atlatan gazeteci rolüdür bu. Oyundaki bütün gazeteciler gibi sevimlidir bu oyuncu, kıravatını hafifçe gevşet-miştir. Herkesin iç yüzünü ortaya çıkarır. İnsan, seyrettiği yerden onu alkışlamak ister. Ama olmaz: Perdenin sonuna kadar beklemek gerekir. İnsan, oyunlardan hiç anlamayanların sözüm ona gerçekçi yorumlarını unutur da, ah şu çocuk bütün namussuz heriflerin hakkından gelse diye oturduğu koltukta tepinir. Ah ben de gazeteci olsam ¦da dirseğimi masaya dayayıp şu güzel sekreterle konuşsam diye içini çeker. Ben de albayım, hem o aptal seyircilerden değilim, hem de öyleyim. Anlıyorsunuz değil mi albayım?»
«Vazifemiz anlamak,» dedi albay. «Bu görevle bulunduruluyoruz burada.»
«Fena mı ediyoruz albayım?» diye sevinir göründü Hikmet. «Sizinle çalışmadan önce, doğru dürüst bir role çıka-
266
etmeyeceksiniz bana, değil mi albayım?»
«İpin ucunu kaçırdık bir kere,» diye homurdandı Hüsamettin Bey. «Bütün şahsi meselelerini ortaya dökmene göz yumduk.»
«Başka hangi mesele var ki canım albayım?» dedi Hikmet heyecanla. «Merak etmeyin; biz gene gizlenmesini biliriz. Şunu şurasında kime zararın dokunuyor ki?»
«Kendine,» dedi albay. «İlme de bir hizmetin dokunmuyor. Girişlerle oyalanıyorsun. Bir türlü esas mevzuya giremiyorsun.» Birden öfkelendi: «Yahu şu piyesi hiç yazamayacak mıyız oğlum? Bir başlasaydık hiç olmazsa. Ben oynatacak yer bulurdum. Fakat senin niyetin tarih değil maskaralık.»
«Komediye hakaret ediyorsunuz albayım. Dokunaklı-acıkh-gülüçlü bir oyuna kimsenin bir diyeceği olamaz.»
Hikmet, çekmecesinin gözünden biraz kâğıt çıkardı; albayın getirdiği kitapları ve hazırladığı notlan, masanın başında, birlikte okudular. İşe nasıl başlanacağını bir süre tartıştıktan sonra Hikmet'in yazmasına ve yazdıklarını aynı zamanda yüksek sesle okumasına karar verildi. Hikmet, bazı tanımlar ve yorumları parantez içinde yazabilmek için albaydan izin istedi. Çaydanlık gaz ocağının üstüne konuldu; dul kadının ortanca oğluna biraz bisküvi ve krikkrak aldırıldı. «İnsanın asıl hoşuna giden bu ön hazırlıklar!» diye sevinçle bağırdı Hikmet. Sigaraları da vardı. Tablaları çöp tenekesine döktüler, eski sigara dumanlarının kokusunu gidermek için pencereyi ve sokak kapısını açtılar, biraz ceryan yaptırdılar. Oyun üzerinde yoğunlaşmalarını engeller düşüncesiyle küçük Salim'in yanlarında kalmasına izin verilmedi. Hikmet bu arada, 'deniz kıyısında bir kulübe yaparak orada çalışmaları gibi' kırsal bir özlemi dile getirdi. Albayın romatizmaları düşünülerek bu tasarıdan hemen vazgeçildi. Kitapları ve notları masada düşey olarak karşısına dizen Hikmet, yazdıkları biraz ilerledikçe albayına okudu. Albay keyiflendi: Artık
267
x^xxx y uiuix» £> _
arada yarım paket Gelincik içti. Çaydanlığı unuttukları için su taştı ve ocağı söndürdü. Neyse ki suyun hepsi ziyan olmamıştı. Üstüne biraz daha su koyup, çayı demlediler. Hikmet, ilk çaylarını içtikleri sırada, yazdıklarını yeni baştan okumağa başladı ve kısa aralıklarla bu durum böylece sürüp gitti:
«Oyun içinde oyun olur mu?» diye sordu Hikmet önce. «Olmaz, onu sonra deneriz,» karşılığını alınca bazı satırları çizdi. Biraz heyecandan, biraz da albayın merakını körüklemek için, okumadan önce öksürerek boğazını temizledi ve bardağından üstüste bir iki yudum çay içti:
(Austerlitz yakınında bir düzlük. İmparator Franz'm karargâhı. Piyade birliklerinin çadırları. Akşam karanlığı. Yüzbaşı Heine, çadırının önünde gezinmektedir.)
HEİNE (kendi kendine): Bu savaşı kazanmalıyız. Fakat içimden bir ses, yenilgiyi haber veriyor sanki.
(Rüzgâr çıkar. Heine, çadıra girer, ceketini giymiş olarak tekrar görünür. Soldan binbaşı Hroboviç girer.)
HEİNE: Merhaba dostum. (Çenesini kaşıyarak gülümser.) Kaybedeceğiz gibi geliyor bana. Ne garip.
HROBOVİÇ: Savaşı, kendi yenilgilerinle karıştırıyorsun galiba. (Sahte bir kahkaha atar.)
HEİNE: Bilmiyorum. İçimde garip bir önsezi var. Karşı tarafın ne yaptığını bilemiyorum. Bizi bir kuyuya doğru çekiyorlar sanki.
HROBOVİÇ (Heine'nin sırtına vurur): Biz Ruslarda sizin gibi romantik bir milletizdir azizim. Fakat bu soğuk Fransızlara yeneceğiz, göreceksin. Millî karakterlerimiz bunu gerektiriyor.
Albay Hüsamettin itiraz etti: «Oğlum Hikmet, burada romantizmin ve milli karakterin ne yeri var?» Hikmet durdu: «Daha sizin gibi albay olamadıkları için karıştırıyorlar albayım.» Hüsamettin Bey yatışmadı: «Muharebe öncesinde bir yüzbaşıyla bir binbaşı böyle sohbet etmez. «Fakat albayım,» dedi Hikmet, «Muharebe usulleri el kitabı
268
ğin?» «Çok geride kaldı albayım,» dedi Hikmet ve okumağa devam etti:
HEİNE: Belki de haklısın. Belki ben, hayatımı bu büyük olaydan ayırmasını beceremiyorum. Ama sen bu durumu anlarsın. (Güler.) İngiliz danışman albay Mills gibi, sen de garip bir yaratık olarak görme beni.
Hüsamettin Bey, «İngilizler de nereden çıktı?» diye sordu. «İngilizler her yerden çıkarlar albayım, her yerde bulunurlar. Olayların dengesini sağlamak için muhakkak bulunurlar. Her şeyi onlara danışmak gerekir.»
HROBOVİÇ: Genç yaşta albay olmayı hazmedememiş bir ukala bu Mills. Kendini beğenmişin biri. İskambili, matematik metodlarla oynadığını sanan bir sahte Newton. Oysa ben kâğıt çalıyordum, Mills ukalası metodlannı anlattığı sırada.
HEİNE: Senin gibi hile yapmayı bir türlü beceremiyorum. Seni kıskandığımı itiraf ederim. Ben oyunun heyecanına kapılıp, çıkan kâğıtları saymayı unutuyorum.
HROBOVİÇ (Onu teselli eder): Hiç birimiz senin kadar zevk almıyoruz. Ben, kazanma endişesi içindeyim her zaman.
HEİNE (Atılır): Ben de kazanmak istiyorum, hem de nasıl! Yarın sabah savaşı da kazanmak istiyorum. Fakat, herhalde o uğursuz önsezimden olacak, daha masaya otururken kaybedeceğimi biliyorum sanki. Belki de önsezime inancım yüzünden kaybediyorum. (Hroboviç'in yüzüne endişeyle bakar.) Yarın kazanacak mıyız dersin?
HROBOVİÇ (Güler): Aslında ben de senin kadar bağlıyım saplantılarıma. Bir aydır metresimden mektup almıyorum. Son posta da dağıtıldı; artık savaşa kadar hiç mektup gelmez. (Bir taşın üstüne oturur, düşünceye dalar.) Sanki mektup geliyor da ne oluyor? İki dakika sonra gene aynı top sesleri, aynı koşuşmalar. Mektup beklemenin heyecanı daha ilginç: Günlerce sürüyor. İnsan gözünde büyütüyor, büyütüyor; sonra... savaş gibi canım işte. Bili-
269
neralim ben istifa ediyorum mu diyeceğim?
HEİNE: Yarın akşam gene oturup kadınlardan bahsedebilecek miyiz dersin?
HROBOVİÇ (Yalandan kaşlarını çatar): Sen mi kadınlardan bahsedeceksin?
Hüsamettin Bey, «Bu ne biçim muharebe piyesi?» diye sordu.
Hikmet, «Acele etmeyin albayım,» dedi. «Austerlitz'i kazanırsak sizi general yapacağım. Kazanacak mıyız dersiniz?»
«Hiç tahmin etmem,» dedi albay.
«Ben de, albayım. Fakat gene de Heine ile birlikte heyecanlanmıyorum desem yalan olur.»
«Ne demek istiyorsun? Ne olacağını sen de bilmiyor musun?»
«Bilmiyorum albayım. Ne olacağını ben de bilemiyorum.»
HEİNE: Bu akşam bahsetmeliyim. Belki yarın... Böyle konularda söze nereden başlanır binbaşım? Birdenbire ondan söz etmeli miyim? Yoksa, önce kadınlar hakkında genel sözler söylemek, ne bileyim, onların vefasızlığı, vazgeçilmezliği konularında mı konuşmalı? Ya da albay Mills gibi, hiç bir şey söylemeden çok şeyler ifade eden bir tavır mı takınmalıyım? Bu kadının herkesten ne kadar başka olduğunu anlatmama lüzum var mı?
HROBOVİÇ: Yok. Bu, genel bir konudur.
HEİNE: Ben yalnız savaşmasını öğrendim, binbaşı Hro-boviç. Biliyorum, bu da genel bir konudur. Başka bir şey öğrenmedim demek istiyorum. Monika'nm da başını talimlerle, manevralarla şişirdim durmadan. Savaşta aslanlar gibi nasıl çarpışacağımı anlattım. Oysa, albay Mills olsaydı, savaşın anlamsızlığından söz ederdi.
HROBOVÎÇ: Kadınlara her konudan söz edilebilir. Yeter ki konuşmasını bilsin insan.
270
dedi.
Hikmet, «Görünmeden etki ediyor,» diye açıkladı. «İngilizler öyle yaparlar.»
«Yazık,» dedi albay. «Kendisiyle tanışmak isterdim.» «Görünmeden sizi de mi etkiledi albayım? Buyrun o-halde: Büyüyü bozalım.»
(John Mills, burnunun üstünü kaşıyarak sağdan girer. Gözlerini yere diker, bir süre konuşmaz.)
MİLLS: Biraz içkiniz var mı diyecektim?»
Hikmet, «Bu da söz mü albayım?» dedi. «Üstelik demez de, diyecektim, der.»
Albay, «Tam yerinde bir söz,» diye karşılık verdi. «Muharebenin haleti ruhiyesine daha uygun.»
Hikmet, «Bilsem söyletmezdim,» diye üzüldü. «Ben Hei-ne'den yanayım da, albayım.»
«Anlaşılıyor» dedi Hüsamettin Bey.
«O halde gitsin, içkisini kendisi alsın,» diye homurdandı Hikmet.
(Heine ile Hroboviç, çadırın içini işaret ederler konuşmadan. Mills, bir şey söylemeden çadırı aralar, içine girer.)
HROBOVİÇ: Kötü bir işaret daha.
(Mills, çadırdan bir şişe ve üç bardakla çıkar.)
Hikmet homurdandı: «O karanlıkta nasıl buldu şişeyi? Benim hiç ümidim yoktu.»
MİLLS: Siz de içmek ister miydiniz?»
HROBOVİÇ (Bardakları işaret eder): Siz zaten bizi düşünmüşsünüz albayım. (Mills'in doldurduğu bardağı alır.) Heine ile son sözlerimizi konuşuyorduk, her ihtimale karşı. (Heine, sıkıldığını gösteren bir hareket yapar.) Bu yüzden, bizim de ihtiyacımız var içkiye.
Hikmet, «Ben bu adamdan sıkıldım albayım,» dedi. «Konuşmayan adamın tiyatroda ne işi var? İzin verirseniz, içkisini bitirince gitsin.»
271
çıkar.)
HEİNE (Elini yanağına dayar): Evli ve benden yaşlı bir kadın bu. Rhein üzerinde bir vapur yolculuğunda tanıdım onu. Soğuk, bir gündü; kahverengi bir kürk giymişti, çirkin ve ufak tefek bir kadınla güvertede oturuyordu. Kadınlara yaklaşmasını bilmem Hroboviç, Pervanedeki arıza olmasaydı, konuşma fırsatını da bulamayacaktım.»
Albay itiraz etti: «Austerlitz savaşında pervanenin ne işi var oğlum?» «Neden olmasın albayım?» Hüsamettin Bey, hiç bir şey söylemeden yerinden kalktı, odadan çıktı. Kısa bir süre sonra elinde bir kitapla döndü: «Dinle bak: KAMUSU BAHRİ (Matbaa-yı Bahriye) 1919, sayfa 49. USKRUV PERVANE. Sefaini sevk ve tahrik etmek üzere uskruv —demek ki ingilizcedeki screw daha sonra uskur olmuş— hesabı üzerine yapılmış muhtelif şekilde pervane. 1802 senesinde mevki-i tatbike vaz'olunarak davlumbaz pervanelerine her veçhile rüçhan görülmüş ve pek sür'atle taammüm etmiştir. Bilahare iki ve üç pervaneli gemiler yapılmıştır. İki, üç ve dört kanatlı olarak imal olunurlar.» Hüsamettin Bey, yakın gözlüklerini alnına kaldırdı: «Demek ki 1805' te yapılan Austerlitz muharebesinden önce Rhein nehrinde pervaneli gemi bulunduğu söylenemez.» Hikmet, heyecanla alkışladı: «Bravo albayım! Oyunlarımızın tek gerçek bölümünü oynadınız.» Hemen kâğıtlarına eğildi:
...Hepimiz güvertenin korkuluklarına yaslanmış, endişeyle bulanık sulara bakıyorduk. Genç kadın yanımda duruyordu. Birden mesleğimi sordu. Ben karşılık vermeden de beni bir şaire benzettiğini söyledi. Yanıldınız, dedim. Kürküne sarındı, bir şey söylemeden uzaklaştı. Sonra, 'Evet, şairim' demediğim için pişmanlık duymağa başladım. Edebiyatı seviyordum, şiir de yazıyordum. (Hroboviç'e bakar. Binbaşı onu ilgiyle dinlemektedir.) Gece, yemek salonunda bir eğlence düzenlenmişti. Uzun bir masada genç kadının karşısına oturmayı başardım. Ona, durmadan edebiyattan bahsettim. Pek anlamıyordu; uydurma bir iki ki-
etmeye zorladım. Bütün gece onu eğlendirmeğe çalıştım, sonunda başardım. Çok sarhoş olmuştum. Ertesi sabah uyandığım zaman yaptıklarımdan utandığımı hissettim. Bir kadına eğlenceli hikâyeler anlatarak, onu uzun yalvarmadan sonra dansa kaldırıp, ona sokulmağa çalışmak, bir kadını böyle bir şekilde elde etmek bana... (Durur, gülümser.) romantik gelmedi binbaşı Hroboviç. Bütün gün güverteye çıkmadım bu yüzden. Akşam üzeri Monika beni merak etmiş: Kamaramın kapısına vurdu, nasıl olduğumu sordu. Hangi kamarada kaldığımı öğrenmek için gemicilerle konuştuğunu, bakmarak koridorlarda dolaştığını düşünerek dehşete kapıldım. Kapıyı açmadım: İçkiden hastalandığımı söyledim. Çekingen bir sesle, 'Geçmiş olsun,' dedi. Yolculuğun sonuna kadar da Monika'nın yanına yaklaşmadım. Vapurdan çıkarken soğuk ve öfkeli bir selam verdi bana. Bir ay sonra tiyatroda gördüm onu. Kocasının bir arkadaşıyla gelmişti. Gülümseyerek yanındaki erkekle tanıştırdı beni. Çok yalnızdım. Hemen ümitlendim. Onunla yalnız kaldığım bir sırada, arkadaşını atlatıp benimle çıkmasını söyledim. Titriyordum, bayılmak üzereydim. Ümitsiz gözlerle yüzüme baktı, başını önüne eğerek kabul etti. Tiyatronun kapısında onu yarım saat bekledim. Kaç kere kaçıp uzaklaşmayı...
Hüsamettin Albay, «Hikmet!» dedi.
Hikmet, «Şimdi, albayım, geliyor albayım. Neredeyse toplar atılacak,» diye acele karşılık verdi. «Austerlitz'in nasıl sonuçlandığını biliyoruz albayım, fakat tiyatroda olanlardan haberimiz yok henüz. Bu daha heyecanlı değil mi?»
«Fakat benim bildiğim, insanın bütün trajedisi, tarihî bir olayla birlikte, olayın gürültüsü ve haşmeti içinde verilir.»
«Peki albayım.»
(Uzaktan top sesleri duyulur. Gökyüzü, yer yer aydınlanır. Hafif bir kar yağmağa başlar. Nal sesleri, bağırmalar.)
272
273
Genel Kurmayının bir çadırı görünür.)
Hikmet, «General Schlick'in çadırı albayım,» dedi. «Mo-
nika'nm kocası.»
Albay Hüsamettin, «Senin canlandırman doğru olmayacak bu adamı: Heine'nin tesirinde kalacaksın,» diye itiraz etti. «Hem de binbaşıdan yukarıdakileri anlayamazsın.
sen.»
Hikmet, kalem tutan elini yukarı kaldırdı: «Siz de tarih adına araya girin albayım. Tarihin heybetini duyurun
bize.»
«Yazacak mısın?» diye sordu Hüsamettin Bey. Hikmet kâğıdın üstüne eğildi: «Parantez açayım mı albayım?»
(General Schlick masanın başına oturmuş, yüzünü ellerine dayamış, düşünmektedir.)
SCHLİCK (yüksek sesle düşünür): Böyıe mühim bir hâdisenin arifesinde, nasıl oluyor da şahsi dertleri kafamdan söküp atamıyorum? Bütün gece haritaların üzerine hep beraber eğilip, anlamadığım bir şeyler karaladık. Na-oldu da erkânı harbin diğer zabitleri vaziyetimi farketme-di? Fransız ordusuna saldıran mütecaviz kırmızı okların titrekliğinden ıstırabımı hissetmedi?
Albay Hüsamettin durdu, «İşte tarih, askerlik ve ıstırap böyle imtizaç ettirilir,» diye öğündü.
Hikmet yerinde duramıyordu, «Anladım albayım!» diye bağırdı. «Ne olur ben devam edeyim. Böyle bir olayı hatırlar gibi oluyorum. İçinizden geçenleri okuduğumu sanıyorum. Ne de olsa, Heine vasıtasıyla Schlick'i daha yakından tanıyorum.»
Albay biraz nazlandıktan sonra, bir şartla razı oldu: Hikmet yazarken birlikte gözden geçireceklerdi. Kâğıdın üstüne eğildiler. Hikmet ara sıra başını kaldırıp Hüsamettin Beyin yüzüne bakıyordu. Bazen, daha emekli albay bir şey söylemeden, 'Anladım albayım, şimdi değiştiriyorum' diyerek telaşla bazı kısımları silmeğe başlıyordu. Bazen de albay, Hikmet'in sırtını okşuyor, Hikmet de heyecanla
274
yi yırtıp yeni baştan yazdılar. Sonunda Hikmet, «Yüksek sesle bir okuyalım da etkisini görelim albayım,» diyerek doğruldu.
(Tarihin sesi duyulur.)
TARİHİN SESİ: General Schlick o tarihte kırk altı yaşında bulunuyordu. Askerlik ve matematik sahalarındaki incelemeleriyle imparatorun dahi teveccühünü kazanmıştı. Parlak bir kurmay subayıydı. Eserlerini bastırmak için 'Emekli Albaylar İlim Sanat Felsefe ve Edebiyatı Yayma Koruma Teşvik ve Yaşatma Derneği'nin yardımıyla teşebbüse geçmişti. Fakir bir köylü ailesinden gelmekle birlikte gururluydu. Karısı barones Monika von Hochenzeit'ın asaleti, Schlick'ten çok, genç kadını rahatsız ediyordu. Fransa ihtilalinin tesirinde kalan General, karısının asaletini onun yüzüne bir kırbaç gibi vurarak, barones Monika'yı taciz ediyordu. Bununla birlikte, Gustav Schlick de birçok konuda karısından daha muhafazakâr sayılırdı. Napolyon'u büyük bir ihtilalci olarak selamlamakla birlikte, matema-tikçiliğinin ve köylü cetlerinin tesiriyle, Luther'in yobaz dindarlığından izler taşıdığı için karısına bir manastır hayatı yaşatmağa çalışıyordu; bir yandan da toplantılarda, balolarda, güzel kadınları, gençliğinde böyle çevreleri tanımamış olmanın hasretiyle süzüyordu. Üstelik karısına taptığını söylüyordu. Monika yanma oturmadan çalışamıyor, düşünemiyor, hiç bir şey yapamıyordu. Bir yandan imparatorun teveccühünü kazanarak İlimler Akademisine kabulünü sağlamağa çalışırken, bir yandan da Napolyoncu subaylarla ilişki kuruyordu. Karısını daima yanında dolaştırıyor, onun gizli bir ilişki kurmasından şüphe ediyordu. Son günlerde geceleri hemen hiç uyuyamıyor. Şimdi de, karışık ve çelişik duygular içinde uykusuz, sabahı bekliyor.
SCHLİCK: Kendimi kuruntulardan sıyıramıyorum. Napolyon'u ve imparatorumu düşüneceğim yerde, içimi şüpheler kemiriyor. (Ayağa kalkar.) Evet, biliyorum artık.
275
Ey yabancı! Bilinmeyen auşmanı cana, »un wtuiuoum UUu-ne doğru ilerler.) Onunla konuşmalıyım. (Bağırır.) Beni duyuyor musun görünmeyen düşman?
Hikmet, «Albayım, böyle yazalım diye çok ısrar ettiniz ama, bizim seyirci burada general Schlick'e cevap verir,» dedi. «Kaç kere şahit oldum.»
Albay «O halde şöyle bir not koy,» dedi:
(General, gözlerini tavana diker.)
SCHLİCK: Hayır, böyle olmayacak. Beni nasıl duysun? Kim bilir nerede? (Masanın başına oturur.) En iyisi, ona bir mektup yazmalıyım. (Elini alnına vurur.) Allahım! Böyle bir gecede neler yapıyorum! Oysa, yarın sabah bu savaşta önemli bir payım olabilirdi.
TARÎHİN SESİ: Zavallı Schlick, görünmeyen düşmanını Fransızların arasından seçseydi, ertesi gün yaman bir savaş verebilirdi. Ne yazık ki, başka insanlara duydukları tepkiden yararlanarak başarıya ulaşmayı yalnız sanatçılar becerebilmiştir.
(Schlick yazar ve yazarken yüksek sesle okur.)
Hikmet, «Bu tiyatro sahte bir şey albayım,» dedi. «insan, tek basma, yüksek sesle yazar mı?»
Hüsamettin Bey, «Başka çaremiz yok,» diye karşılık verdi. «Seyirci merak eder. Mektubu okumayacaksak, yazıldığını neden gösterdik?»
SCHLİCK (Okur): Sayın görünmeyen düşman: Biliyorum, senin durumun, Monika'nm kalbini kazanmak bakımından daha elverişli. Ben seni tanımıyorum; tuzaklarına karşı tedbirler alamam. Fakat sen benim bütün düzenlerimi boşa çıkarabilirsin. İstediğin anda Monika'ya yaklaşabilirsin. Belki de bu anda onun yanmdasm. Belki savaşın, eziyetin, endişeler içinde çırpınmanın dışında olduğun halde, yani ona benden daha az ihtiyacın olduğu halde onun yanmdasm. Belki de benim gibi buhranlı, çaresiz değilsin; görünmeyen düşmanla ümitsizce savaşan bir çılgın değilsin. Orada, binlerce kilometre uzakta, Monika'yı
276
deliliğimin dalgalarından koruyan emniyetli bir liman gibisin. İkinize de lanet olsun! (Kalemi bırakır.) Sayın Barones köylüler gibi küfrettiğimi duysaydı, yüzünü buruş-tururdu. (Son cümleyi çizer.) Bana acıyın alçaklar! Bunu da çizelim. Sayın ve sevgili düşman! Beni her ne kadar tanıdığını sanıyorsan da aklanıyorsun.
Albay, «Her ne kadar tanımak iyi değil,» dedi. «Belki Almancada iyidir albayım.»
...Monika'nm benim için ne demek olduğunu hiç bir zaman bilemeyeceksin. Bütün istikbalimin, eserlerimin Monika'ya bağlı olduğunu, nefes alıp vermemin bile onun elinde olduğunu görebilsen, bilemediğim gölgeni aramıza salmaktan hemen vazgeçerdin. Gülünç duruma düştüğümü biliyorum. Allah benim belâmı versin; Hayır, kendine de hakaret edemezsin. Sevgili karının kulakları incinir. Ah görünmeyen düşman! Sen karşımdaki orduda olacaktm da, yarın ben sana gösterecektim.
TARİHİN SESİ: İşte biraz aklı başına geldi. Düşmanına bir kişilik kazandıracak kafasında. Bu hırsla kim bilir nasıl çarpışacak yarın, diye düşünüyor insan.
SCHLİCK: Evet, neden olmasın? Fransız inceliği, karımın hassas ve asil ruhuna uygun düşer. (Karanlığa doğru yumruğunu sıkar.) Ey iki yüzlü fransız zabiti:
Hikmet, «Neden burada subay demek varken zabit dedik albayım?» diye sordu.
Albay, «Önceki kelimelerin sesi bunu icap ettiriyor,» dedi.
Hikmet: «Sağduyunuzun hayranlarmdanım albayım.»
SCHLİCK: Savaştan önce sana söylenecek bir iki sözüm var. (Sandalyesine oturur.) Küçük rütbeli züppenin biridir. Ona bu kadar uzun yazmak olmaz. İki satır yazıp, emirberimle gönderirim. (Çadırdan çıkar, dışarıya seslenir). Fritz! Her Fritz!
Hikmet, «Beni dinlemediniz albayım. Emirber gibi önemsiz bir almanın adı Hans olur. Zaten bizim seyirci de Hans'ı
277
t
û
müstehcen fıkralardan tanır,» diye yeni oır ıurazaa omundu.
Albay, «Schlick de o zaman, Hans! diye bağırınca herkes güler,» dedi.
«Haklısınız albayım, vazgeçtim.»
(Fritz girer.)
FRİTZ: Beni mi çağırdınız generalim? SCHLİCK (Şaşkın): Geldin mi? (Duraklar, düşünür.) Bir mesaj gönderecektim seninle; fakat vazgeçtim. Acelesi yok, yarın kendim versem de olur. (Bir el hareketiyle Fritz'i gönderir.) Beni rezil edecektiniz: Şu kâğıdı fransız hatlarına götür oğlum, diyecektim. General Gustav Archibald Schlick'in sevgili karısı Monika'nm sevgilisine verilecek; bütün ordu tanır bu... Aman yarabbim! (Gözlerini boşluğa diker.) Bunu ödeteceğim sana Monika.
Dostları ilə paylaş: |