Tehlikeli Oyunlar



Yüklə 1,34 Mb.
səhifə31/32
tarix20.11.2017
ölçüsü1,34 Mb.
#32393
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32

lacı Arif, taburelerini biraz daha ortaya çektiler, «birbirinizden sıkılmazsınız herhalde beyler,» dedi, Hikmet. «Özür dilerim.» Behçet kâğıtları karıştırırken, «Ukalalık etme» diye karşılık verdi, «Herkes birbirinden memnun.» «Merak etme Rıza Bey,» diye bakkala teminat verdi Hikmet, «Sadece iskambil oynanmayacak. Birinci sınıf konuşmalar da yapılacak. Ülkede bir daha eşini göremeyeceksin.» Çırak Süleyman da her sözü dikkatle dinliyordu. Tombalacı Arif, Bakkal Rıza'nm ve Ergun'un karılarına birer tombala çektirdi. «Kumarına değil bayanlar,» diye rica etti, «Ne çıkarsa çıksın birer Pall Mall kazanıyorsunuz.» İki kadın da biraz sıkıldıkları için bir kenarda duruyorlardı. Kirkor, kumar oynayanları rahatsız etmeden, tabakları ve bardakları dizdi. Nursel Hanım, «Bu masaya sığılmaz,» dedi. «Herkes tabağını alsın, bir köşede yesin.» «Öyle soğukluk oi-maz,» diye itiraz etti Hikmet. Bakkal Rıza'nm dükkânından bir iki boş sandık getirdiler, dikine koydular: Yemek ma-sası küçük odaya doğru uzandı. Masanın bir ucu görünmez oldu. Hüsamettin Bey, «Ben ev sahibiyim, olmaz,» diyerek masanın başına Sennet Beyi oturttu. Evde bulunan bütün sehpaları masanın yanına dizdiler; sigara tablalannı sulan, içki şişelerinin bir kısmını ve kuru yemişleri bunların üzerine koydular. Kirkor'un peçeteleri yetmeyince, Hüsamettin Beyin uzun süredir sakladığı renkli bir kâğıt peçete demeti getirildi. «Bir din adamının böyle uzun bir masada, bir takım sakallılarla birlikte yemek yediğini görmüştüm,» diye bilgiçlik tasladı Bakkal Rıza'nm karısı. Rıza Bey kansını payladı: «Aptal, o son yemek. Allah göstermesin.» Kadın kızardı, yeni yaktığı Pall Mall sigarasından bir nefes çekerek başını çevirdi. Hüsamettin Bey, evinden tavlasını getirdi. Sermet Bey itiraz etti: «Hanımların başını ağ-ntınz.» Sebzeleri ayıklamış olan Sevgi onlara yaklaştı, «Ben hepinizi yenerim,» dedi. «Yalnız bir kusurum vardır: Oynarken sayanm.» Ergun da açılmıştı. «Bir isteğiniz varsa, araba emre hazır.» Şoför Tahsin atıldı: «Ne demek ağabeylerim! Siz emredin, meyva v© sebze halini buraya taşıyalım yavaş yavaş.» Bu 'yavaş yavaş' sözü, özellikle ka-

430


dınla arasında çok tutuldu: Bir süre gülmelerini kesemediler. Mutfakta hummalı bir faaliyet vardı: Konserveler açılıyor, taze zeytinyağlı yemekler pişiriliyordu. Kirkor'un etkisi bütün işlerde görülüyordu; bütün hazırlıklarda meslekten birinin ustalığı göze çarpıyordu. Salatalar başka türlü hazırlanıyor, mezeler tabaklara başka türlü diziliyordu. «Ben sanatımı bugüne kadar göstermedim sana evladım Hikmet,» diyerek mutfakla masa arasında koşuşup duruyordu Kirkor. «Dikkat et çarpmasın! Sen bizi meyhanede tanıdın Hikmet evladım. Garson kısmı iyi yerde de çalışır, kötü yerde de. Yeter ki sen kendini lüks hissedesin.» Gerçekten de Hikmet, kendini lüks hissediyordu; özel olarak verdiği bir yemeğe, dışardan garson çağırmış bir yeni zengin gibi gurur duyuyordu Kirkor'la. Kumar oynayanlann konuşmalan, mutfaktan gelen sesler ve tavla gürültüsünün ortasında biraz başı dönüyordu. İnsandan sarhoş oldum, diye düşündü. Çoktandır bu kadar insan içmemiştim. İnsanın hayal bile edemeyeceği büyük bir oyunun sarhoşluğu içindeyim. Sonra, bu 'oyun' sözünü unuttu; seslerin akışına kaptırdı kendini. Biralar içiliyordu, fındık fıstık yeniyordu, zeytinyağlı yemekler su dolu kapların içinde soğutuluyordu, koridorda yavaş yavaş boş şişeler birikiyordu. Karnınızı sakın doyurmayın beyler, yemeklerimiz geliyor, evet dokunmasın yağlı boya deniyordu. Birlikte yemek hazırlamanın getirdiği demokratik ortam gelişiyordu. Herkes için bir ucundan tutuyordu. İşler tüy gibi hafifliyordu. İşler havada uçuyordu. Hiç bir şey yere değiniyordu. Sigaralar hemen tablalardan boşaltılıyor, çöp tenekesi ikide birde kapının önüne konuluyor, oradan da sanki görünmez eller tarafından aşağı taşınıyordu. Hiç uğramadığı halde, çöpçü bile o gün kapıda görünmüştü. Çöpçüye de bahşiş verildi bir şişe birayla birlikte. Öyle ya bayramdı. Bundan iyi bayram olur muydu? Patlıcan kızart-malan, zeytinyağlı biber ve patlıcan dolmaları, fasulyeler Kirkor'un getirmiş olduğu büyük kayık tabaklannm içinde sofrada yerlerini alıyordu. Her tabak, bir öncekini biraz ileri itiyordu. Domates, biber, soğan, hıyar ve yeşil sala-

431


talıktan meydana gelen şekilsiz yığınlar, Kirkor'un usta elleri altında hemen güzel tablolar haline geliyordu. Yemek vakti yaklaştıkça odadaki uğultu artıyordu. Pencerelerin açık olmasına rağmen odanın ısısı gittikçe yükseliyordu. Hava çok sıcak olmadığı halde ceketler, hırkalar çıkarılıyor ve odanın bir köşesinde, gittikçe büyüyen yığınlar halinde yükseliyordu. Her şey çok boldu: Sigara tab-lalarmdaki izmaritler, gözle görülür bir şekilde büyüyor-du: Tablayı izleyen bir göz, izmaritlerin yükselişini kolayca görebilirdi. Ev dışına çıkışlar durduğu için, oda bütün yükünü almıştı. Koridordaki buz sandığı, dolu ve boş şt şeler, yerlere dizilmiş kavun ve karpuzlar, odadaki sehpalar, ceket- hırka yığını, birleşik masa, divanlar, sandalyeler arasında hemen hiç boşluk kalmamıştı. Herkes, kalabalığın verdiği hareket etme isteğine rağmen, her adımını, yavaş gösterilen bir filimde olduğu gibi sanki yer çekimi yokmuşçasına atmak zorunda kalıyordu. Hikmet bağırıyordu: «Herkes birden oturacak sofraya; mutfak köleliğine son verilmeden hürriyet yemeği yenmeyecek!» Kızaran börek, patlıcan, biber, kabak, köfte, patates ve benzeri yiyecekle rin iştah açıcı ortak kokusu odayı dolaşıyor ve zeytinyağı ı-larmkiyle birleştikten sonra kısmen pencereden uçup gi diyordu. Mehmet Bey, Muhsin Bey, Tombalacı Arif ve Tahsin gibi gerçek içiciler, kibar görünmeğe çalışarak içtikleri biraların üstüne, kimseye belli etmeden yerde hafif itişlerle dolaştırdıkları votka şişesinden takviyeler yapıyorlardı. Sermet Bey, tavlada Sevgi'ye yenildiği için, hırsını Hüsamettin Albaydan alıyor ve pulları büyük patlayışlarla yere indiriyordu. Tombala çekilişleri de hızlanmıştı: Er-gun, iki paket Pall Mall kazanmakta birlikte, otuz liraya yakın içeri girmişti. Yemek tabaklarının üzerine dağıtılan kâğıtlar ve Nurhayat Hanımın büyük eteğinin üzerinde biriktirilen paralarla oynanan pokerin birinci seansı sona ermek üzereydi. Hidayet, tiyatroda ustası ve büyüğü olan Hikmefin yanında sessizce oturuyor, onun sorduğu sorulara saygılı karşılıklar veriyordu. Tombalada ortak oynayan Ergun ve şoför Tahsin, bu arada son model ara-

432


balar konusunda bilgi alışverişinde bulunuyorlardı. Rıza Beyin karısı Hasibe Hanım, Hikmetin son yemek konusundaki açıklamalarını dikkatle dinliyordu. Hikmet de kadının adını yeni öğrenmişti; demek ki o güne kadar Rıza Beyin karısı olmaktan öteye geçemeyen bu kadın, kalabalığın içinde kişiliğini bulmuş ve Hasibe Hanım olmayı başarmıştı. Bakkal Rıza ve çırak Süleyman da Hikmefin açıklamalarını, başlarını sallayarak dinliyorlardı. «Bir kişi ihanet etmişti onlara,» diyordu heyecanla Hikmet. «Onunla birlikte on üç kişi oluyorlardı. On üç sayısının uğursuzluğu da buradan gelir.» Yeni bir şey öğrendiği için çok sevinmesine rağmen bakkal Rıza itiraz ediyordu: «İsa, bütün büyüklüğüne rağmen bu hainin niyetini nasıl anlamadı Hikmet Bey?» «Hiç anlamaz olur mu Rıza Bey? Ne var ki, kadere karşı konulamayacağını biliyordu. Sen bakkall.'-ğmın ötesine geçebiliyor musun?» Hasibe Hanım başmi salladı. «Böyle büyük kaderlerin önüne geçilmez.» Bir süre tartışıldıktan sonra Hasibe Hanımın, büyük kader sözüyle, kocası Rıza Beyin bakkallığını kastettiği anlaşıldı. Çırak Süleyman da söze karıştı aylardan sonra, «Ben olsam o yemeğe gelmezdim,» dedi. «Durumumun anlaşılmasından korkardım.» Süleyman'ın da, İsa ile haini birbirine karıştırdığı anlaşıldı ve Hikmet duruma uygun bir söz etti: «Korkmak başka, bir işi yapmak başka.» Dışarı çıkmak isteyen Nursel Hanıma yol vermek için biraz açıldılar. «Sofraya çiçek lazım,» diye mutfağa doğru seslendi Nursel Hanım. Behçet, cebinden biraz bozuk para çıkardı, ayak altında dolaşan Salim'e verdi: «Bize bahçelerden, türbelerden biraz vahşi çiçek kopar bakalım,» dedi, Nursel Hanıma gülümseyerek. Behçet'in Nursel Hanıma gösterdiği ilgi de gözden kaçmıyordu. Hikmefin 'bir numaralı dul kadın' olarak ilan ettiği Nursel Hanımın yanından ayrılmıyordu artık Behçet. Hüsamettin Bey, oyununa karışan Sevgi'ye, «Beni de Sermet gibi acemi mi sandın?» dedi ve düşeş attı: Böylece, oyunun başından beri pulları gürültüyle vuran Sermet Beye son karşılığını vererek tavlayı hızla kapattı. Sevgi bir an ürperir gibi oldu. «Sonuncu oldum,» di-

433


I

ye manzunıaşan oermeı db>, ucuuu». ^uu.uuıUv. ~~___..

Tombalacı Arifin Pali Mall'lan bittiği için tombalaya son verildi. Şoför Tahsin'in zar atma teklifi oy birliğiyle reddedildi. Hikmet anlatıyordu: «İsa'ya kimse ihanet edemezdi. İhanet eden aslında kaybedecekti. Nitekim Yahuda da, bazılarına göre çevrenin baskısı, bazılarına göre de vicdan azabı yüzünden sonunda intihar etmek zorunda kalmıştı. İsa'ya ihanet etmek, kimsenin haddi değildi: Canım hiç öyle şey olur muydu? Mesela, buraya gelmeyen biri, nasıl bizim yargılarımızdan kurtulamazsa, Yahuda da son yemeğe gelmeseydi bile ihanet etmekten kurtaramazdı kendini. Bu, onun kaderiydi; ihanete uğramanın da İsa'nın kaderi oluşu gibi. Yahuda, üstesinden gelemeyeceği bir işe girişmişti yalnız. Bunu anladığı zaman, yani İsa'nın büyüklüğünün yükünü taşıyamayacağını sezince, kişiliğini ortaya koymak için tek yol kalıyordu: İhanet!» Dumrul, «Pas,» dedikten sonra Hikmet'e döndü: «Hepimiz burada seni korumak için toplanmış bulunuyoruz. Sen merak etme.» Herkes birbirine o kadar yakındı ki, sanki herkes birbiriyle konuşuyor, birbiriyle kâğıt oynuyor, birlikte içiyordu. «Yahuda ne yaptıysa kendine yaptı,» dedi Hikmet, «İsa içini üzücü olan, Yahuda'nın ihaneti değildi: Neden yaşadığını hiç bilemeyen bu zavallı hain, neden intihar ettiğini de anlayamadan ölüp gitmişti. İsa, işte buna üzülüyordu. Yahuda, ölürken bir günahın kefaretini ödediğini sanıyordu. Aslında bir günah vardı ortada; fakat bu günah, Yahuda'nın düşündüğü gibi bir ihanet suçundan doğmuyordu. Aslında günah, İsa'nın zahmetli ve katlanılmaz yolundan dönmekti. Belki tam bu bile değildi. İsa, Yahuda'nın bu ağır yüke katlanamayacağını biliyordu. Fakat dünyada bir kişinin —hiç olmazsa bir kişinin— kaldıramayacağı bir yükün altına girmesi gerekiyordu, bunu insanlara göstermesi gerekiyordu, dayanamayacağı yolda yürümesi gerekiyordu. Ne İsa, ne de öteki havariler bu konuda insanlığa örnek olamazlardı. Çünkü onlar kuvvetliydi, çünkü onlar sorumluluklarını biliyorlardı, çünkü onların sonuna kadar dayanacağını herkes biliyordu. İnsanlığa bu konuda ancak

434


«h*

ranuda gibi bir zavallı örnek olabilirdi. Bu yüzden bütün ümit, Yahuda'daydı. İşte Yahuda bunun için insanlığa ihanet etmişti ve önemli bir fırsat kaçırılmıştı. İşte benim de felsefem buydu.» Dumrul söze karıştı: «Eskiden yaşamış bir insan gibi bahsediyorsun kendinden. Sanki geçmişin malı gibi konuşuyorsun.» «Çünkü ben geçmiş, modası geçmiş biriyim. Burada kendimi temsilen bulunuyorum.» Tam bu sırada Kirkor ve yardımcıları —Mehmet Beyle Nurha-yat Hanım— ellerinde sıcak yemeklerle kapıda göründüler. «İşte geldik,» dedi Kirkor, gülümseyerek. «Öyle demeyeceksin!» diye bağırdı Hikmet. «Here 1 come diyeceksin here I come.» Kirkor güldü: «İngilizlere mi hizmet ediyoruz?» «Hem de en iyilerine. İngilizden daha İngilizlere.» «O halde here I come,» dedi Kirkor. «Here sıcak yemekler come.>-Hikmet ayağa kalktı, «O halde let there be light,» dedi. Er-gun'un karısı, «O ne demek?» diye sordu. Hikmet, «Adınızı söyleyerek konuşun hanımefendi,» dedi. Kadın öksürerek boğazını temizledi: «Ayşe.» «O halde ışık olsun demek, Ayşe Hanım.» Sıcak yemeklere de her nasılsa bir yer bulundu sofrada. Bütün bardaklara yeniden içkiler konuldu. Kirkor ve yardımcıları, bir kere daha mutfağa gittiler.- Yemeklerin kalan kısmını getirdiler. Kapıda son göründükleri zaman, bazıları tarafından ayakta alkışlandılar. Hikmet, tekrar ayağa kalktı ve bardağını kaldırdı. Bütün bardaklar kalktı. Masanın, büyük oda tarafındaki ucunda oturanlar karanlıkta kaldıkları için ışık yakıldı. Hikmet, «Böyle seçkin bir kalabalığı insan, hayatında bir kere bile toplayabi-lirse, ömrünün geri kalan kısmını bu toplantının hatırasıy-la idare edebilir,» dedi. Bardağı havada, öylece duruyordu. «Evet idare et!» diye bağırdı Behçet. Sarhoş olmuştu ve Nursel Hanımın yanına oturmayı başarmıştı. Kirkor ve yardımcıları, ellerinde yemeklerle heykel gibi duruyorlardı. «Böyle bir toplantıyı hayal bile edemezdim,» dedi Hikmet. «Bu benim son yemeğim bile olsa...» «Allah göstermesin,» dedi Nurhayat Hanım. «Bardağımı dostlarımın şerefine kaldırıyorum,» diye devam etti Hikmet, «Bütün dostlarımın.» «Bizim başka dostlarımız da var,» diye hatırlat-

435

ipil


ti Hüsamettin Albay. «Teşekkür ederim albayım. Evet, burada olmayan ve aklımızda yaşayan dostlarımız da var, dostlarım! Oyunlardaki dostlarımız var. Önce, bu dostlarımızı akıllarında yaşatan dostlarım, yani emekli albay Hüsamettin Tambay ve genç istidat Hidayet Kardeşin şerefine kaldırıyorum bardağımı.» İki yazar, kendilerine yapılan tezahürata, başlarını önlerine eğerek mukabele ettiler. «Kendisi de bir oyun kahramanı olan, yarı tanrısal ve tam düşünür Mütercim Arifi de anıyorum.» Bu müellife yapılan tezahürata da tombalacı Arif mukabele etti. «Onunla birlikte Sezar, Kleopatra ve özellikle Antonius'un hatıraları önünde eğilirim. Dostlarımız Heine, Schlick, Hroboviç, Dan-ton, Marat, De Gaulle, Rousseau ve adını sayamayacağım daha birçok kahraman ve Selim Bey, Rüstem Bey ve annem, babam ve Safiye Hanım ve adını sayamayacağım birçok kişi ve askerler, asiller, polisler, komiserler, bir yabancılar, bir genç adamlar ve adını sayamayacağım daha birçok figüran da, bize ancak şeref verirler.» İçkiler içildi ve sandalyelere oturuldu. Sermet Bey, «Bu Yahuda İskariyot hakkında Mütercim Arifte bir bölüm vardır; bilmem okudunuz mu?» diye sordu Hikmet'e. «Hayır,» dedi Hikmet ve hemen albayına seslendi: «Albayım! Mütercim Arif getirilsin.» Bir süre kimse konuşmadı, yemeklere verdi herkes kendini. Sadece eller ve tabaklar, çatallar, bardaklar konuştu. Bazen bardakların karıştığı oldu; önem vermediler, özür dilemediler. Sonra, yemeklerle ilgili küçük konuşmalar başladı: Tuzluğu uzatır mısın? Patlıcan kızartmasını bu tarafa geçirin, Kirkor da bu zeytinyağlı fasulyeyi doğrusu güzel yapmış, ben bir tarihte deniz kıyısına yakın kör bir meyhanecinin yaptığı bir pilaki yemiştim, çocuklar sıcak mezeleri daha önce yiyelim ki hem ötekilere yer açılır hem de soğumadan yemiş oluruz. Konuşmalar büyüdü, uzadı, sigaralar yakıldı her seferinde en az on sigara birden yakıldı, tabaklara her uzanışta en az on el birden hareket etti, her şey bu ölçüye göre oldu. Kalabalık içinde her işten bir anlayan çıktı. Hikmet, «Kendi cumhuriyetimizi kurduk artık,» diye sevincini belirtti. «Ben, gerçek demokrasiden bu-

436


çekilsin.» «Kırallık da olabilir,» dedi Sermet Bey. «Olabilir Yalnız, kimseyi küçümsemesinler, kimseye yukardan bakmasınlar; bir de, köleliği kaldırsınlar.» Sonra düşündü, «Olmaz» dedi. «İşi gücü olmayan kırallar, kötülük yapmadan duramazlar. Kötülük yapmasalar bile, başkalarına yukardan bakıyormuş gibi davranırlar. Demokrasiye aykırıdır bu.» Nazmi'ye yemeğin ağırlığı çökmeğe başlamıştı; yerinden kalktı Nazmi biraz hava almak için. Dumrul'la birlikte kapının önüne çıktılar. Albay, Mütercim Arifi getirmek için yukarı çıkarken ona katıldılar. «Albayım, sizin balkonunuz da varmış,» dediler. Mutfakta karınları doyurulan çocuklar da onların yanına geldi. Hüsamettin Bey, «Hep birlikte çıkmayın balkona,» dedi. «İhtiyar tahtalar, sizin gibi gençlerin ağırlığını çekemez.» Gülüştüler. «Kim bu Mütercim Arif?» diye sordu Dumrul. «İhtiyar karıncanın biridir herhalde,» diye mırıldandı, ayakta sallanan Nazmi. «Nazmi oğlum, bilmeden doğruyu söyledi. Hakikaten yorulmak bilmez bir karıncaydı. Bütün hayatı boyunca yuvasına kelimeleri bir hamal gibi taşıdı durdu. Bu kadar çok sözün içinde hakikaten güzel parçaların bulunması bir mucize değildi.» Kitabın sayfalarını karıştırdı albay. «Sonunda bu manasız koşuşmadan usandı zavallı Arif Bey,» dedi ve okudu.- «Türkçeye terceme ettiği eserlerin vüs'ati nazarı itibare alınarak kendisine «Mütercim» lakabı vasf olunan Arif Efendi, muhterem bir ailenin tek evladı idi. Hiç bir fedakârlıktan içtinap eyle-meyen Edip Bey (Arif Efendinin pederleri, vefatı 1285) merhumu Avrupa'nın en mümtaz payitahtlarında tahsil ettirmişti. Arif Efendi bu tahsili muazzamaya ilave olarak da, Medresetülâsârıilmiyeyitedkikibeşeriyeyiosmanî'ye de kayd olunarak bu irfan ocağında dahi bir müddet tedkik ve tetebbuda bulunmuş idi. Osmanlı halkiyatının esasları üzerinde şerhler yazan Arif Efendi, insanı beşer üzerinde hassaten vukuf kesbetmiş idi. Rehavet bilmeyen bir şevk ile izhar ettiği Favust tercemesi, vezinli ve kafiyeli olduğu gibi, Garp lisanlarında dahi emsali görülmeyen bir sadakat

437


Mütercim Arifi, Verter'i de derin bir vecd içinde okumaya ve lisanımıza kazandırmaya sevk etti. «Heyhat bu gav-gaayı binihayet/âşıklardır eflâkte yek-heyet» mısraları bu tesirlerin muhasalasıdır. İki yüz kırk dokuz kadar muhtelif âsârı ecnebi terceme ettikten sonra, bîtap düşen Arif Efendi, bir müddet Cenubî Fransa'nın Kan eyaletinde istirahat buyurmuş ve inkıtayı müteakip mühim asarını telife başlamıştır. Mütercim lakabını almasına rağmen merhumun esas ehemmiyeti telifattadır. Yakin dostu edip Hüseyin Paşa bir gün merhuma, «Senin ismin Mütercim Arif değil, Müellif Arif olmalıydı,» diyerek bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir. «Fransız Ansiklopedisitle-rine Reddiye», «Devleti Mutlak Nazariyesine Reddiye», «Esareti Medeniyyeye Reddiye» gibi ki tablan ile edebî faaliyetine red ile başlayan Arif Efendi, bu âsârı müteakip bir müddet kitab telif edememiş ve yeniden faaliyete geçince müsbet bir raha müveccih olmuştur. «Edebi Alemimize Meçhul Olan Beşer» ve «Memleket Ehalisinin Kıymeti İptidaiyesi» isimli kitapları ile «Hayatı Hakikiyeden İbret Alalım Beyler» isimli risalesi bu arada zikr oluna bilir. Mütercim Arif Efendi istirahat maksadı ile Fransa'nın Ekslaşapel şehrinde ikamet etmekte iken, misafi-reten bulunduğu dairede, havagazı borusunu ağzına dercet-mek sureti ile hayatına kendi eli ile nihayet vermiştir. Allah rahmet eylesin.» «Aşağı inelim de Hikmet'i bekletmeyelim,» dedi Hüsamettin Bey. «Bekletilmekten hoşlanmaz.» Kapıdan girerlerken bir meyhane kokusu çarptı burunlarına. Nazmi derin bir nefes aidi: «Bu kokuya çoktandır hasret kalmıştım.» Odada hararetli konuşmalar oluyordu. Şoför Tahsin, «Adamın kaçışında bir gevşeklik vardı,» diye anlatıyordu. Muhsin Bey sordu: «Ne yaptığını anlayabildiniz mi?» «Vallahi ağabey, kaçtığına göre elbette bir şey yapmıştır diye düşündük. Ayrıca, peşinden kovalayanlar da vardı. Bizi şaşırtan, adamın yavaş kaçışı oldu. Kollarını, bacaklarını açarak, sanki yüzermiş gibi koşuyordu; sanki bir rüya adamıydı. Peşinden gelenler de

438


_ . u«jıo un suç ışıeyen adamın muhakkak hızlı koşacağını ve onu yakalayamayacaklarını ¦ ^ düşünerek acele etmiyorlardı. Ortalık çok kalabalıktı. Adam, bir duvara doğru koşuyordu. Sonunda muhakkak yakalanacaktı. Fakat, yavaş hareketleri, kendine güvenerek başını dik tutuşu, olayın çevresinde toplananları bir süre şaşırttı. Herhalde bir hesabı vardır diye önce çekindi herkes. Birden bir delikanlı, kaçanın bacaklarına doğru atıldı; yere yuvarlandılar. O zaman büyü bozuldu işte. Sekiz on kişi birden tuttu adamı. Fakat o, başını gene dik tutuyor ve herkese söyleniyordu. Ne dediğini duya-mıyorduk; ama, kendini haklı çıkarıyordu galiba. Fakat, sözlerinin ve hareketlerinin hiç önemi kalmamıştı artık: Yakalanmıştı. Bu arada kovalayanlar da yetiştiler ve adamı, tutanlardan devraldılar. Tuhaf iş yahu, hiç böyle kaçan adam görmemiştim. Hem de duvara doğru koşsun.» Muhsin Bey, «Deliydi belki de,» dedi. «Onlar, çoğu zaman böyle yavaş hareket ederler.» «Pek deliye benzemiyordu ağabey. Bakışlarından, kendisini kovalayanları suçladığı belli oluyordu.» Muhsin Bey ısrar etti: «Canım, akıllı bir adam böyle bir durumda kendini haklı görür mü? Kafasına bir şey saplanmıştı herhalde.» Tombalacı Arif de adama karşı çıktı: «Peki, haklıydı da neden kaçıyordu?» Bakkal Rıza Bey, «Belki de haklı olduğunu ispat edebilecek durumda değildi,» dedi. Ergun, «Yapmayın Rıza Bey,» dedi. «İnsan, haklı olduğunu bile bile kaçar mı?» Sevgi, «Kaçabilir,» dedi, kendine güvenen bir sesle. «Evet,» dedi Hikmet de, «Bu kadar haklı olduğu halde, böylesine haksız görünmeğe dayanamamıştır. Kaçmakla, bir bakıma bütün dünyayı suçlamaktadır belki de. Böyle bir topluluğun içinde yaşayamayacağını anladığı için kaçmaktan başka çare bu- -lamamıştır.» «Benim dediğime geliyorsunuz gene,» diye atıldı Muhsin Bey. «Bu, deli aklı.» Hüsamettin Bey, «Meselenin esasını bilmiyorum ama,» dedi. «Bana kalırsa, bir deli böyle kaçmaz. Ne yaptığını, kimin haklı olduğunu, kimin hesabına davrandığını bilmeden adamın bacaklarına atlayan genç, bence daha saçma bir hareket yapıyordu.»

439
mek için kaçıyordu diyelim. Fakat neden peşinden koşanlar vardı? Neden arkasından, tutun, yakalayın diye bağırı-yorlardı?» Sermet Bey, «Bizim millet herkesi hemen suçlamaya bayılır,» dedi. «Öyle bir cemiyette yaşıyoruz ki, herkes birbirinden şüphe ediyor.» Hüsamettin Bey tamamladı-. «Hele bir kaçmaya başla bakalım: Hemen peşinden kovalayanlar bulursun. Tahsin Bey kardeşimiz bile ne dedi? Elbette bir suç işlemiş ki kaçıyordu, dedi,» Muhsin Bey ümitsizlikle başını salladı: «Bence bu tartışmayı burada keselim: Bir sonuç alamayacağız.» Muhsin Beyin geri çekilmesine, en çok Mehmet Bey sevinmişti: «Ba... km azizim,» dedi, «Siz bile, hak...lı olduğunuzu dü...şündüğünüz halde, bir bakıma kaç...tınız.» Bu söz üzerine gürültüler artrı, kimin ne dediği duyulmaz oldu. Behçet, bu karışıklıktan yararlanarak, Nursel Hanımı biraz daha sıkıştırmaya de vam etti; Nursel Hanım da, bu saldıralara gevşek bir tepki gösterdiği için, gözlerini Sevgi'den kaçırıyordu. Hikmet, onları seyrederek, toplantımızın hiç bir eksiği yok, diye düşünüyordu; insanlar bir araya gelince bütün ihtiyaçlarını giderebiliyorlar. Herkes durumundan memnundu: Kir-kor, bu kadar insana tabak çanak getirdiği ve ziyafeti düzenlediği için seviniyordu; meyhanesinde kalabalık bir topluluğu ağırlayan garsonların gururunu duyuyordu. Dumrul, «Size haber verdiğim ne iyi oldu çocuklar,» diyordu Behçet'le Nazmi'ye. «Başka türlü bir araya geleceğimiz yoktu.» Nurhayat Hanım, bulaşıkları sık sık mutfağa götürerek yıkıyor ve bu kadar kişiye yeter miydî hiç tabaklar, misafirlerine Hikmet Bey mahcup olmasın aman diye koşuyordu. Hüsamettin Bey, «Mütercim Arifi dinleyecektiniz,» diye hatırlattı. «Boş yere mi taşıdık kitabı yukardan? Susun bakalım.» Sermet Bey, «Kimse dinlemezse, sen de bana okursun Hüsamcığım,» diye teselli etti onu. Hüsamettin'i benden başka müdafaa edecek kalmadı mı yahu? diye düşündü. «Beyler dinleyelim! Birçok mesele aydınlığa kavuşacak.» Behçet, «Biz de dinleyelim, değil mi Nursel?» diyerek sandalyesini dul kadına biraz

440

__, „.„„„.!„**. Vc v i canıuö niç duş yer



olmadığını bir an için unutmuştu. Hüsamettin Bey, «Yahü-da İskariyot üzerine bir mütalaa,» diye yüksek sesle okudu:"" «Hazreti İsa* mürai Yahuda'ya itimat etmekle son de-rece ;.. vahim bir hata işlemişti. Her ne kadar Hazretin -başka bir çareye müracaat imkânı kalmamışsa da, iüjtün esrarını böyle bir şahsa ifşa etmekle, beşeriyetin bir fırsatını daha, heba etmiş oluyordu. Hazreti İsa, ikinci vahim hatasını, Yahuda beşerî zaaflarla mahmuldür ve bu sebeple fiilinde bir kusur yoktur, şeklinde düşünmek suretiyle işledi. O İsa ki, kendisinde en küçük bir tereddütü bile afvetmezdi; nasıl olmuştu da böyle bir fikri sabite duçar,, olmuştu? Kanaati acizaname göre, Hazreti İsa da burada beşerî bir zaaf göstermişti. Yahuda İskariyot'un büyük bir • te-hallük ile İsa'nın nazariyesine iştiyak göstermesi, onu bu hatalı tefsire maruz bırakmıştı. İsa da,, Allah ile, olan bütün yakinliğine rağmen, O'nun bedende bir tecellisi olduğu için, müddei hayatında asgari bir insan' tarafından takdir ve alâka görmek arzusuna mail olmuştu. İnsaniyetin tamarûı tarafından terkedilmek, onun dahi .tahammül edemeyeceği bir muamele idi. Filhakika, çarmıhta, .. «Allahım.-Allahım, beni hangi sebeb ile terk ittin?» diye feryad ederek, bîkesliğini veciz bir şekilde ifade eylemiş idi. Yahuda ise, vazifesinin cesametini idrak etmekten aciz bulunan .»bütün nev-i beşer gibi, Hazret'in nazariyesine, daha evvelki havariyunun izhar eylemediği bir heyecanla ram olmuştu. Hazreti İsa, daha iptidada, bu heyecanın ifrat biç mertebede oluşundan, muvakkat bir merbudiyet olduğunu fark etmeli idi. Filhakika, kısa bir müddet sonra, nazariyenin ağırlığından şikâyete başlayan ^Yahuda, «Muhterem muallim, zatı aliniz adeta bizleri meşakkat ve zahmetin ebedî olduğuna inanmaya ve tabiatın nimetlerini terke icbar ediyorsunuz,» demişti. İnsanların her .aksül amelinde bir hikmet bulunur. En küçük bir kelamı ihmal, gayrı kabili içtinap neticeler tevlid eder. İsa da, Yahuda İskariyot'un bu nevi sözlerine muhatap olduğu zaman, bunları kıymetlendireceği yerde, daha büyük bir şiddet,


Yüklə 1,34 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin