KESİM : 6
Genişleyen çember
Kuantum ve takyon teoremleri bize gösteriyor ki, tüm evren ve varlıkları bir bütündür, hiçbirinin arasında bir fark, uzaklık, ayrılık yoktur. İşte bu bütünlüğe bizler "AKIL" (BEŞİNCİ BOYUT) adını veriyoruz.
Aklın "Kişi ile varlık başına pay edilmesi" için NEFİS (Nefs, özkimlik denen birer kişiye özel KAVRAMA MERKEZİ ya da algı odağı) oluşturulmuştur. Akıl, Rabbine yönelirken (Hünnes= Merkezcil kuvvet); Nefis, Rabbine ters dönen TERS BİR AKIL oluşturur (Teklikten çokluğa eğilimli Künnes=Merkezkaç kuvvet).
İkisinin impuls=moment=süredurum denen bir ORTAK DENGEDE buluşmasıyla da VARLIK ortaya çıkar. Bizler bir bütün AKLIN ve zâlim, bencil, kurnaz ve zekâ olan NEFSİN, Süper uzaydan tüneller ucuyla On boyutlu kuantlar dizgesi olarak, yeryüzünde bedenlendiği birimler ve biçimleriz!..
Her birim, kendini (Özbenliğini, süper ego'sunu) evrenin merkezi olarak görür. Zaten bencillik, kibir, saldırganlık ve diğer şeytanî taşkınlıklarımız bu süper egonun daha da yoğunlaşmasından ortaya çıkar. O yoğun odağa da "NEFS" diyoruz.
Asıl yaratılışımızdan itibaren, doğum öncesine kadar idrak yoksunu boş bir hafıza (Programsız) bandı olarak bekleriz. Allah'ın RAHİM isminin tecellisi olan ana rahminde, bütün bir evrimin sırlarını yaşarız: Parmağımızı emeriz (Beslenme içgüdüsü), tekmeleriz (Savunma içgüdüsü) ve cinsiyetimiz oluşur (Üreme içgüdüsü). Bu hâlimizle masum hayvanlarla eşit duyguları paylaşmaktayız (Nefsi hayvanî).
Doğarız: Ağlar, nefes alırız. Ağlamayı ve solumayı öğreniriz. Ağzımız, süt veren çeşmeyi hemen keşfeder. Daha sonra ışık, ses gibi değişiklikleri fark ederek, onların "Neyin nesi" olduğunu anlamlandırmaya ve hafızamızın boş bantlarına hatıra olarak yazmaya çalışırız. Aylar boyunca, bu kez, anne-baba gibi bize en yakın olanları, canlı renkli şeyleri ilgi alanımıza alırız. Giderek bu verileri tanımaya, öğrenmeye, birbiriyle benzerliklerinden yeni bağıntılar çıkarmaya, yeni durumlar ve yeni dengeler, yargılar, yorumlar edinmeye başlarız. Ateş bir kere elimizi yakınca, o "CEHENNEMİ" hatırlar ve bir daha elimizi ateşe sürmeyiz. "ÂKİL=Akılca yetişkin ve sorumlu olduğumuz" güne kadar SABİİ'liğimizi yaşarız. Büyüdükçe bedenimizi kullanmayı ve bunun yanında yeni bir şeyler öğreniriz. Önce kıra-döke, evimizin bütün eşyalarını keşfederiz. Sonra, yaşıtımız komşu bebeklerle oynar, mizaç farklarımızı buluruz. Daha sonra bize dört mevsim eşliğinde, cam ardından engin bir dünya gösterilir. Çocuk parkına gitmek için can atarız. Böylece, her zaman anne-babaların gözü önünde olmak kaydıyla, artık dışarıda da oynayabileceğimiz yaşlara zaman asansörü ile tırmanırız.
Yeni oyunlar, yeni arkadaşlar, TV alıcısı önünde masallardan belgesellere, ilkokuldan liseye doğru bilgi dağarcığımızı genişletirken, her an yeni bir şey, yeni bir çevre öğreniriz. Deneyerek-yanılarak-sınayarak doğruyu bulmaya yöneliriz.
Önce sokağımız ve okul yolundan başlayan "Çevreyi genişletme harekâtımız", daha sonra kaçamaklarla ya da erken gelen özgürlüklerle başka sokaklara, mahallelere taşar. Bulunduğumuz semtten dışarı genişleyen halkalar çemberlerle keşfederiz. Köy-kasaba-kentler arası verilerle ufkumuzu engin kılar...
Er ya da geç hayatla tanışırız; kimi zaman tek başımıza kalır ve her zaman nazımızın geçebileceği anne-baba ve yakınlar yerine "Otoriter" olan öğretmen, patronlar, yönetici ve rütbelilere de tıpkı anne babamız gibi itaat etmemiz gerektiğini öğreniriz. Okuyabildiğimiz en yüksek okuldan düşe-kalka mezun oluruz. Cinsiyetimizi keşfettikten sonra "Karşıt cinsin" keşfine çıkarız. Asker oluruz, erken anne oluruz ve buluğ (Vücut erginliği) dönemi psikozlarımız bizi "Ayrık kimlik sahibi, daha az denetlenebilen, daha kendi başına buyruk kimseler" yapmaya iter. Değişen kendimizdir dünya değildir. Değişiklik bizde olmuştur. Ama sanki anne-babamız değişmiş gibi, isyan kokan serzenişlere girer ve "Kuşak çatışması" lâfları etmeye başlarız. Anne-baba'dan aldığımız özgürlükten hemen sonra, başka otoritelere tutsak oluruz. Hepimiz Esirizdir! Ne insanın hürriyeti, ne milletlerin istiklâli vardır, hepsi lâftır!..
Sonunda "Çok şükür" özgürlüğümüze kavuştuğumuzu sanırız: Ya asker olmuşuzdur ya evlenmiş ya da yaşımız gereği "Oto-kontrolü" ve özerkliği elde etmişizdir.
Bu sırada sürekli teorik bilgi ile bilgilenmenin yanında, uygulamalı deneyimler de ediniriz. Ülkemizi tanırız, komşu ülkeler ve turistlerin geldiği diğer ülkeler ya da bizim turist, gurbetçi diye gittiğimiz başka ülkelerin insanları ile dolu bir dünyada hayran olunacak bir başka millet, felsefe, doktrin ya da ideolojisinin uydusu-tutsağı oluruz.
Bu dünyayı keşfe çıkarız. Ya TV alıcısı başında onları izleriz ya onlarla arkadaşlıklar kurarız (Mektuplaşırız, ağırlaşırız vb.) ya OKUR ya da GEZER öğreniriz. İnsanın kendi merkezinden giderek genişleyerek büyüyen bu KEŞFE ÇIKMA eylemi günün birinde, giderek genişleyen çemberler sonucu, dünyanın "Ekvatoru" ile eşleşince dünyanın işi "Tamam" olmuştur sanırız!..
Dünya ile ilgili evrensel olmayan bilimlerin bir dalını seçeriz. Eğer bizim için dünya değil de İNSAN (toplum) önemliyse, sosyal bilimlerin ârif bilgesi oluruz. Eğer dünyanın yapısı önemliyse, yarı-evrensel hey'et-fen bilimleri önem kazanır. Kısaca ilgi alanları çoğaldıkça, bunlardan birinde profesyonelce ihtisaslaşmaya ya da amatörce hobi edinmeye yönleniriz.
Dünya ile ilgili tanıma, biriktirme, değerlendirme ve gözlemleme yeteneklerimizden "Hayat tecrübesi (Yaşam deneyimi) " oluşur. Türlü felsefeler ve inanç ağı eşliğinde dünya mekânının sakinleri olan insanların davranış bilimleri, ekonomik-politik ve sosyal-psikolojik yapısına ilişkin görüşler ediniriz.
Dünya zevkleri, cinsel ve sefahate yönelik tutkunluklar, günlük hayatın gaylesi, yaşama telaşı, mülti-kanallı TV programlarına ek olarak binbir kanal oluşturan video kasetler, kahvehaneler, meyhaneler, dedikodu partileri eğer bize izin verilirse, eğer zamanımız biraz artarsa, "OKUMA" ya da "İBADET" ya da başka bir CİDDİ EYLEME fırsat doğar.
Teknik de böyle bir oyalayıcı ilgi alanı olup, BİLİM değil, meslek ya da heva-heves verir bize... Teknik, tefekkür ettirmeyen pahalı bir oyuncaktır, oyalar. Sadece tekniği yaratanlar tefekkür eder, bilim adamı ya da ona azmeden mütefekkir (düşünür) daha ârif (Bilge) belki de âlim (bilgin) oluverir. Ârif ile âlim burada yol ayrımına girer.
İnsanoğlunun öğreneceklerini kapsayan ve genişleyen çember, eğer ekvator (eşlek) çemberini de taşarsa, o zaman, zihince bir büyüme ya da genişleyen evreni ile yarışan bir akıl genişlemesi oluşur. (Âlim budur!) Dünyaya tam bağlanan bu fasit çemberde kalırken, Âlim de tam evrensel olarak evrenle genişleme yarışına girer.
Geçmiş atalarımız, geceden ve karanlıktan korkmuşlardır. Bunun için önce ateşe; sonra karanlık ve bomboş uzayda gündüz Güneş'i, gece Ay'ı, yıldızları görerek, onlara tapınmaya başlamışlardır. Bu esirce tapınma, dinlerin ve bilgilenmenin etkisiyle terk edilmiştir.
Artık bilim ile güneşin hakkından gelinmiş, yani güneşe gidilmiştir. Güneşin sırrı olan Çekirdek parçalanması (Fission=Atom bombası yapımı) ve Çekirdek erimesi (ya da birleşmesi, Fusion=Hidrojen bombasının bulunuşu) ile doğrulanmıştır. İnsanoğlu, nükleer endüstriyi bularak, gitmediği halde "Güneşe gitmiş" yani onu da sırlarıyla birlikte "Emrine, hizmetine, halifeliğine" almıştır.
Romantik Ay da insanın "Şöyle geçerken uğradığı" ilk atlama taşı gezegendir. "Ay'a ayakbastı ücreti alanlar ya da yerlileri olmadığı için" insanın en kolay, en büyük sömürgesi olmuştur. Ay ve gezegenler, hammadde rezervleriyle dünyanın tükenmeye iyice yüz tutmuş kaynaklarının yerini doldurmaya yönelik, ALLAH'tan bize verilmiş pek büyük bir lütuftur.
Ay işletmeciliği sayesinde, maliyet ucuzlamaları gözlenecektir. Eğer ay ve uzay prodüksiyonlarında soylu, eşit ve eşgüdümlü ve bütün milletlerin ortak olarak paylaştıkları soylu bir işbirliği programı yapılırsa, insan konfor ve refahına yönelinmiş olur. İnsan ise en temel değerdir.
Ekolojisi iyice kirlenen dünyada, böylece rahatça nefes alınabilecektir. Dünyayı kirleten ağır sanayiler "YUKARI" aktarılırsa, insanoğlunun yaşlı ve yorgun dünyası, hep içine edilen bir tuvalet ve kokuşmuş mezar olduğu yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük çöplük olmaktan kurtarılacaktır.
Dünyanın her iğne ucu kadar yerinde trilyarlarca ölü (Mikrop, mikroorganizma, bitki, trilyarlarca hayvan, bunun bir çok katı bitki, türlü leşler) ve bir o kadar da canlıların dışkıları bulunmaktadır. Dünya bu nedenle, hem mezar hem tuvalet hem de mezbeledir.
İnsanın insana yaptığı sömürüyle dolu olan tarihten ders alınmazsa, gelecek kuşaklar da (geçmişte ve şimdi olduğu gibi) "Dünya Ekonomi imparatorlarının emrinde yoksul köle" olmaktan (uzay çağına rağmen) kurtulamayacaklardır. Çünkü Ay-Uzay ve sıradaki diğer gezegenlerin istismarı, yeniden haksız kazancın kesesine, çirkin paranın kasasına akıtılırsa; o soylu milletlerarası işbirliği, kişisel çıkarlara, bozuk askerî ve politik art niyetlere kurban edilecektir.
Uzay çağımız, "Babil kulesi yaparak, uzaya tırmanmaya çalışan" nemrûd suratlı insanların komik düşüncelerinden farklı gelişmiş, 1400 yıl önce islâm ile verilen "Ciddiyet" içinde gerçekleştirilmiştir. Oysa insanoğlu, Kur'an'ın ve hadislerin [?] uzay yolculuğunu ilk bildirdiği yıllarda, ancak iki metre yukarı sıçrayabiliyordu. (*)
(*) Resulullah'tan 2 yüzyıl kadar sonra Abbasi Fernas [Abbas Firnas] uçan bir "Araç" gerçekleştirdi. Müslüman-Türk bilim adamı Cevherî (1002) şehit olmasına rağmen ilk dev uçurtmayla uçmayı başardı. Bizans kaynakları, ilk paraşütü bir Selçuklu Türkünün İstanbul'da denediğini kayda geçtiler. Her ikisi de IV. Murat zamanında yaşayan Hezarfen Ahmet ilk planörü ve Lagerli Hasan ilk roketi pilotlar kendileri olduğu halde başarıyla denedilerse de taassubun kurbanı olarak idam edilmekten kurtulmayı başaramadılar. Fakat Avrupa, taassubu yenmiş olmanın rahatlığı içinde, geç de olsa, ilk balonu (Mongolfier kardeşler) ve ilk uçağı (Wright kardeşler, 1903) buldular. İkinci dünya savaşı içinde ilk roketler ve jetler bulundu. Savaş bitimi tutsak bu bilginler sayesinde insanoğlu, uzaya ve aya taşınmayı başardı (Von Braun).
Böylece insan denen HALİFENİN emrine ve hizmetine, evren dolusu nimet veriliyordu. İnsanın Halife olması BİLİM sayesinde mümkün olmuştur. Çünkü öteki canlıların yarattığı bir uygarlık, bilim yoktur. (Bitki-hayvan, melek-Huri, Cin-Şeytan ve diğerleri.) Fakat insanın bir medeniyet, bilim-teknoloji yani BİLİM gücü vardır. İNSAN BUNUN İÇİN HALİFE OLARAK SEÇİLDİ! İnsan bilimi oluşturarak, şu âyetin sırrını gerçekleştirmiştir:
"VE ALLAH ÂDEM'E BÜTÜN (var olanla, var olacak, ileride isimlendireceği her eşya ileri teknoloji ve mânâyı ifade gibi) İSİMLERİ ÖĞRETTİ." (Bakara-31)
Resulullah bir hadisinde (Muhammed İ.Âli) gelecekteki keşifleri sunuyor:
"BİZDEN GELECEK MEHDÎ'NİN GELECEĞİ ZAMANA İLİŞKİN İKİ İŞARET VARDIR. BU İKİ İŞARET, ALLAH'IN SEMALARI VE YERİ YARATTIĞI ANDAN BERİ HİÇ VUKU BULMAMIŞTIR. BUNLARIN BİRİNCİSİ RAMAZAN AYININ GECESİNDEDİR Kİ, O ZAMAN AY KEŞF OLUNUR. DİĞERİ İSE MEZKÛR AY'IN (Aynı Ramazan) ORTASINDADIR Kİ O ZAMAN DA GÜNEŞ KEŞF OLUNUR." (*)
(*) Hz. Mehdi, Resulullah soyundan [?] son Müceddid olup, gelmesi beklenmektedir. Güneş ve Ay ile ilgili olarak "Keşf" kelimesi yazılmıştır. Ancak, bunu imlâ yanlışıyla KEŞF (Tutulma) yerine Keşf=Keşfetme biçiminde yazıldığını ileri sürenler de olmuştur. Oysa Güneş ve Ay tutulması çok olağandır. Evren yaratılalı beri ilk kez olacak bir olay ise KEŞF ile bağdaştırılır.
Bu, "Ay'ın keşfi, yerleşimi, iskânı" anlamındadır. Nitekim diğer bir hadis konuyu kuşkusuz açıklamaktadır:
"İNSANOĞLU AY KARINDA (Yüzeyinin altında) İKAMET ETMEDEN (koloni kurmadan) KIYAMET KOPMAYACAKTIR."
Yine Resulullah, gökteki bir parlak yıldızı (Muhtemelen Venüs, Jüpiter) işaret ederek, müslümanların da dinlerini ve ibadetlerini gezegenlere götüreceklerini bildirir:
"NEFSİMİ ELİNDE TUTAN [?] ALLAH HAKKI İÇİN, GECE VE GÜNDÜZ OLUŞU BİTMEDEN (Güneş batıdan doğmadan önce) BU DİN MUTLAKA 'ŞU YILDIZIN' VARACAĞI YERE KADAR ULAŞACAKTIR."
Ebu Hureyre kaynaklı bir hadiste de Resulullah, Arap olmayan ecnebi müslümanları kastederek şöyle buyurmuştur:
"EY FERRUH OĞULLARI (Arap olmayan müslümanlar) YAKLAŞIN. EĞER BİLİM SÜREYYA YILDIZINDA KALMIŞ OLSA, İÇİNİZDEN ONA ULAŞIP BİLİMİ ALACAKLAR BULUNACAKTIR."
Dolayısıyla Resulullah, önce Arapların değil; diğer milletlerin bu uzay yarışında başarılı olacaklarını haber vermiştir. Aynı zamanda o dönemde çıplak gözle 3 tane olarak görünen bu yıldızın 7 tane olduğunu da önceden bildirmiş, doğrulanmıştır.
O dönemlerde bu kehânetler "İmkânsız" gibi görünürken, günümüzde tam onbin uzay aracının (ve artığı olan uzay çöplerinin) cirit attığını görüyoruz. Kısaca Allah vaadi ve Resulullah kehanetleri açık ya da gizlice MUTLAKA HABER VERİLMİŞTİR. Bu bildirimlerin bir kısmı gerçekleşmiş olup kıyametin ortanca ve gizli alâmetlerindendir. (*)
(*) Yazarın "Çeyrek kala-çeyrek gece kıyamet" isimli eserinde, kıyametin küçük, büyük, ortanca, gizli alâmetlerini okuyabilirsiniz.
***
"Andolsun siz tabakadan tabakaya (Dünyadan, uzayın etaplarına, uzay araçlarıyla) bindirileceksiniz."
İKİNCİ BÖLÜM
ARZ'DAN YAKIN SEMÂ'YA...
İLERİ BİLGİLER - 1
CİFİR VE UZAY FETHİ
Çoğu okurumuz, "Kur'an matematiğini" duymuş, okumuş ve şaşırmış olmalıdır. Kur'an'da genellikle 19 sayısına bağlı bu sayısal düzeni de içine alan CİFİR sistematiği, Kur'an'ın başka sayısal düzenlerini de kapsamaktadır. Arapça kökenli olan Cifir, batı dillerine Şifre (Chifree) adıyla geçmiştir. Cifir, fal dışında kalan her şeyi (Burçlar, tılsımlar, yıldızname, Remil kehânetleri gibi fantaziler yanında) Batınî, ezoterik, Ledünnî, Havas ve bütün gizli bilimleri kapsamaktadır.
Mükaşefeye başvurmadan özel matematiğiyle NET sonuçlar ile bulunabilen Cifir bilimi, mükaşefe gibi müphem, muğlâk değildir. Aslında Cifir, bir beşinci işlem matematiği öğretisi olup, bunun kullanım alanı LEVHİ MAHFUZ'un tüm sırrını içeren KUR'AN'ı konuşturabilmesidir.
Önceki Cifir anlayışı, küçük çapta sırlara kullanılabiliyordu. Günümüz öğretisinde (Matematik beşinci işlem sayesinde) sırların geniş çapta çözümlenmesi mümkün olmaktadır. Dünyanın en zor sistematiği olan (ve bir bilgini olmayan) Cifir'in varlığı, Kur'an'ın ASIL İNDİRİLİŞ SIRASI ile ŞİMDİKİ TERTİP SIRASI arasındaki "İlahi fark"tan doğmaktadır. Çünkü Kur'an, indirilme sırasına göre değil, ilahi buyrukla [?] şimdiki sure sıralamasına göre tertip edilmiştir. Kur'an'ın bir tek harfinin bile değiştirilmeksiniz, sonsuza kadar, olduğu gibi "KORUNACAĞINA" ilişkin, bizzat ALLAH (c) VAADİ ve güvencesi verilmiştir. Fakat, vahy sırası, Hz. Cebrail tarafından yine "İLAHİ BİR HİKMET" [?] OLARAK DEĞİŞTİRİLMİŞ, tam Kureyşçe yeniden okunmuş kontrol edilmiştir. [?] Böylece, Rabbin en büyük ismi olan "İsmi Âzam" Kur'an içinde saklanmıştır. Bu en büyük isim, o kadar güçlüdür ki, bu ismi kullanarak bir kayaya altın olması emredilirse, o kaya som altın kesilir! Gerek bu ismi âzam'ın, gerekse "AP-AÇIK BİR KİTAP OLAN" Levhi Mahfuz'daki kaderimizin kötü emeller ve bedavacılar eline geçmemesi için ve pek çok hikmet olarak Kur'an tertibi değiştirilmiştir. [?]
[*] Üstteki, "İlahi fark'tan doğmaktadır" ile başlayan ifadeler, yazarın bilgisi haricinde yayınevi tarafından eklenmiştir.
Kur'an'ın "AP-AÇIK BİR KİTAP OLUP, içinde hiçbir şeyin eksik bırakılmaması" uyarınca, CİFİR devreye girmiştir. Cifir, Levhi Mahfuz sırasına göre inen âyetlerle, sonradan başka biçimde sıralanan âyetler arasındaki "Yer değiştirme göstergesi olan matematik bilimi"dir.
Cifir'e yalnızca "Matematik" demek mümkün değildir. Çünkü Cifir, sayının sese (ya da rakamın harfe) dönüştürülmesidir ve bu da "Rabbimizin Hz. Âdem'e eşya ve kavramların isimlerini öğretmesi" sırrını taşır. Ses-sayı dönüşümü, Cifir'in ABCD aritmetiği (EBCeD Hesabı) konusu olup, çok eski melekût kaynaklıdır. Kur'an ile konuşmak ya da konuşturmak için öncelikle ABCD Aritmetiğini bilmek gerekmektedir. Bu demektir ki, Kur'an'da her harfin (Dördü rahmani ve dördü karanlık) 8 bekçisi olan varlık vardır. Bunlar, HECE bekçisinin (Pastofor) buyruğundandır. Hecelerden de "KELİME" bekçisi olan müekkil bulunur. Daha sonra yan cümleler ve sonra da ana cümlelerin müekkilleri bulunur. Bunu yaparken, harflerin değeri sayı cinsinden yazılır ve toplanır, sonra da bu toplu sayı yeniden harflere çevrilir ve bir kutsal İSİM çıkar. Bu matrisin (Vefkin) ana sayısıdır (Determinant).
Bu ön bilgiden sonra, Cifir'i nasıl kullandığımızı "Uzayın fethi" konusunda örnekleyelim. Cifir'in kullanımı için önce beşinci işlem (Üç boyutlu Matrix) sistematiğini bilmek gerekir (ki, bu hiç abartmadan birçok cilt tutacak ayrı bir konu oluşturur; dolayısıyla, Cifir'in karmaşık yöntemini şimdilik göz ardı ederek, onu nasıl uyguladığımızı gösterelim).
Uzayın fethinden söz ederken, Kur'an'ı konuşturmak için, "Uzay cisimlerinin yörüngelerinde yüzmeleri ile uzay araçlarının rotalarında yüzmeleri" arasındaki analog ve benzeşim (Heibit) dolayısıyla, Seyir=Yüzmek kelimesinin Kur'an'da 19 kez geçtiğini buluyoruz. Bütün bu âyetlerin EBCeD hesabı yapılınca toplamın en küçük ASAL sayısı bulunur. Bizim örneğimizde bu sayı 83'dür. Meleklerin ortak son eki (takısı) bir tür soyadı olan Yail ail (Rukyail, Anyail, Azrail, Cebrail, Mikail gibi) ekin karşılığı olan 41, bu sayıdan çıkarılır. 83-41=42 bulunur. EBCeD hesabında M=40 ve 2=B harfidir. Öyleyse "Seyir, hareket" eyleminin görevli meleğinin adı MEBYAİL Aleyhisselâm'dır.
Her ulvî (Yüce) müekkilin bir de YERYÜZÜ temsilcisi vardır ve bu bir insandır. Onu bulmak için 83'den 19'u çıkarıp. 64'ü buluruz. 64 ise Hz. NUH'un isminin EBCeD toplamıdır. Üstelik eski semavi kitaplar ve veriler Hz. Nuh'un gemisine (Kendi eşi, çocukları, gelinleri, torunları dahil) 83 mü'minin bindirilip tufandan kurtulduğu yazmaktadır ki, Cifir bunu DOĞRULUYOR. Hz. Nuh, dünyanın ilk dev aracının transatlantik kaptanı, gemiciliğin piri, insanların da ikinci Âdem'idir. Dolayısıyla, bu tür muazzam araçların yönetiminin pirliği ve sırrının Hz. Nuh'a verilmiş olduğu ortaya çıkar.
Bulduğumuz 83 sayısını bu yöntemle sürekli teyid alarak bulduğumuzda onun Asal olup olmadığını kontrol ederiz. Gerçekten de 83, kendisinden başka hiç bir sayıya bölünmez, ASALDIR. Buna emin olunca, 83'ü kullanarak Kur'an'ı konuşturmak için bir çift arayışa gireriz:
1. Kur'an'da içinde 83 âyet geçen bir SURE ararız.
(YASİN SURESİ indirilme sırası itibariyle 41. sure, diziliş itibariyle 36. suredir.)
2. Kur'an'ın (Diziliş değil) İNİŞ sırasına göre 83. SURESİNİ ararız.
(İNŞİKAK SURESİ, diziliş sırasında 84. suredir.)
Şimdi bu tespitlerimizi sırayla inceleyelim:
İLERİ BİLGİLER - 2
CİFİR VE YASİN
Yasin 41. sırada olduğundan, onun 41. âyetini açarız ve orada ARADIĞIMIZ KONUNUN, olup-olmadığına bakarız: Gerçekten de "ONLARIN ZÜRRİYETLERİNİ (Önceki atalar ve sonraki torunları) YÜKLÜ BİR ARAÇTA TAŞIMAMIZ YİNE ONLAR HAKKINDA KUDRETİMİZİN BİR GÖSTERGESİDİR" yazılıdır. Dolayısıyla doğru iz sürdüğümüzün teyidini almış oluyoruz. Bu da CİFİR diliyle, Kur'an ile konuşmamızın sağlanmış olması anlamına gelen bir SAĞLAMA'dır.
Bundan sonra yapılacak işlem, surenin varsa en baştaki mukatta harflerini bulmak, eğer bu yoksa sureye isim veren âyetin yerini araştırmaktır. Yasin suresinin her iki özelliği de vardır: Hem surenin ismi hem de Cifir harfleridir. (Yâ-Sin Y ve S harflerinin, Kur'an'ca okunuşudur.) Bu iki harfin toplamı EBCED hesabıyla 70 olduğundan aynı surenin 70. âyeti bulunup okunur: Bundan amacımız, aradığımız sırra "Evet" ya da "Hayır" izni almaktır.
"(Bu Kur'an Muhammed'e verildi ki) DİRİ OLANLARI UYARSIN VE VERİLEN SÖZ DE İNKÂRCILARIN ALEYHİNE ÇIKSIN..."
Burada geçen Hayye=Diri sözü sırrı, tıpkı Hz. Nuh'un gemisine seçilen, seleksiyona alınmış kimseler gibi TARİHİN YENİDEN TEKERRÜR EDECEĞİ gelecekteki yolculuklarda DİRİ KALMAYA UZAY YERLEŞİMİNDE YAŞAMAYA İZİN sırrıdır. Uzayda yaşanacağına ilişkin bir "Evet" ve "ALLAH VAADİ"dir.
Çünkü 41. âyette "Zürriyet" yani önceki ve sonraki kuşaklarla dolu türlü taşıtlarla yolculuk yapılmaya cevaz verildiğini biliyoruz. Hz. Nuh'un zürriyeti olan bizlerin de devasa deniz, uzay-havacılık araçları yapabileceğimizi, Hz. Nuh varisleri olan bizlerin başka gezegenleri fethedeceğini bildirmektedir.
Rabbin 99 [?] isminin hiçbiri Y harfi ile başlamaz. Y harf, gökte YAİL (yani 41 değerindeki) MELEKLERİN genel çağrılışıdır; ismen tanışmayan farklı kat melekleri birbirine "YA-İL" (Ey Nurlu) diye hitap ederler. Yerde ise bu kelime YA (Ey!) hitap ünlemiyle temsil edilir. Ya Rabbî, Ya Âli, Ya İmân edenler gibi...
Demek ki, Y harfinde genel bir HİTAP vardır. Kime hitap edildiğini anlamak için yukarıdaki 41 ile 19 toplanır ve 60 sayısı bulunur. Bu sayı S (Sin) harfinin karşılığıdır ki Ya-Sin'in "S"sidir.
Gerek Arabî, gerek Süryanî, gerekse Hindî (Sanskrit) tılsımlarının tamamında S harfi Seyir=Yüzme ve Sefine=Gemi (Seyreden araç) ve Seyyare=Gezegen ile Sankritçe Sûwari=Gemi Süvarisi harflerinin sembolüdür.
Böylece Ya Sin, "Ey seyreden (yüzen) sefinelerin (Gemilerin, taşıtların) ve araçların pilot, kaptanları, süvarileri ve seyyârelerin (Gezegen kolonisi) yöneticileri..." hitabıdır.
Cifir böylece, bizlere soruşturduğumuz konuda doğru yolda olduğumuzu sürekli teyid ederek, KUR'AN İLE KONUŞMAMIZI sürdürür. Kur'an'daki SEYİR (Yüzmek) SEFİNE (Deniz, hava ve uzayda giden her taşıt) sonucuna getirmektedir. Nitekim Hz. Nuh, ilk KAPTAN'dır ve kendi ismen geçmediği hâlde (PİRİ olduğu için) ismi Kur'an'ın kalbi olan YASİN suresinde dolaylı geçmektedir.
Yasin suresinin de kalbi 41. âyetidir. Çünkü iniş sırasına göre 41. suredir. Bunu teyid etmek için 83 âyetli bu sureyi tam ikiye böleriz. 83 tek sayılı olduğu için, ortası (yani ikiye bölümü buçuklu) çıkar. Bu da 41 ve 42. âyetlerdir. Bu belkemiği âyet içinden "Bize gerekli âyetlerin limitini bulmak" için, 83 sayısını tıpkı Arapça'nın sağdan sola yazılması gibi ters yazar ve 38 olduğunu görürüz: Bu demektir ki, 38, 39 ve 40. âyetler, merkezi âyetler olan 41/42'nin ÖNCESİNDE kalmaktadır. Aynı simetri ile bu kez sonrasına yine 3 âyet daha yürürüz (43, 44, 45).
38. âyet birden "Güneş" ile ilgilenip, galaksi içinde seyrettiği, bir yörüngesi olduğunu, bu işlevini (Âlimlerin âlimi olan) Rabbin takdiri ile sürdüreceğini bildirmektedir. Bunun anlamı da "Güneşe de gidileceği" olup, önceden değinmiştik.
İzleyen 39. âyette ise AY'dan söz edilir:
"AY! ONA DA BİR DİZİ MENZİLLER TAKDİR ETTİK. SONUNDA URCÛNİ KADİME DÖNDÜ."
Kur'an'ın içindeki semantik (Anlamlandırma) kozmik bir prizma gibi ışık tayfının (Spektrum) 7 ışığına karşılık iç-içe katlanmış 7 anlam vermektedir. Cifir bilen birinin görevi bu yedili gökkuşağının tümünü soruşturmaktır. Şimdi bu tatbikatımızı yedi taneden birine örnek vererek yapalım:
Örneğin "MENZİL" sözü, Burç davranış bilimlerinde ya da İlmi Havas denen Gizli Bilimler günlüğünde temel sırlardan biridir. Ay'ın (her biri, bir hafta süren) dört hali vardır. Bu nedenle insanlar Ay'ın ilk dördün, son dördün, dolunay ve hilâl oluşlarına bakarak "HAFTA" ve toplamı olan "AY" kavramını oluşturmuşlardır. Bu dört evre toplam 28 gündür ve Ay'ın çevremizde bir turunu tamamlama süresidir. 12 ay -adı üzerinde- AY'ın ölçütüdür.
Gizli Bilimlerde bu 28 menzilin, yani her gün başına düşen yay derecesinin, birbirinden farklı, iyi-kötü (Suud ve Nahs) ruhanî etki yayımı ve yayınımı vardır. Bilindiği gibi Ay, gündüz de vardır. Dolayısıyla günün her saati, içinde bulunduğumuz döneme (Burca, tarihe ve kendi burcumuza bağlı değişkenlere) göre türlü etkiler yaymaktadır. Canlılara, bir tür "KOZMOLOJİK" yansıma etkisi vermektedir. Ay'ın gözle görünen ve bütün dünya canlılarını (Biyosfer) yöneten GEL-GİT (Meddü cezir) kabarmaları, canlıların davranışlarına da etki etmektedir. Hidrosfer (Su küre) gibi biyosfer (Hayat küresi) de bu gel-gitlerden etkilenmektedir. Kozmik ve psikolojik görünmez gel-gitler, canlıların "ELEKTROMAGNETİK IŞIMA YAPAN" bedenlerinde biçim, renk ve ışıma şiddeti değişmelerine yol açarak GÖRÜNÜR olmaktadır. İnsandaki NEFSİN, bedenimiz ve bilincimiz arasında TEĞET olarak iki yanlı geçirgenliği sonucu, o etkilerin, magnetik alanda fotoğrafı çekilebilen, bir Esîrî (Aura) bedenin varlığı ortaya kondu. Günümüzde bu teknoloji, bilgisayarlarla birleştirilince, laboratuar düzeyinde kozmik "AY ÇEKİM" etkisi de kanıtlanmıştır günümüzde... (*)
(*) Kirlian fotoğrafçılığının tespit ettiği "Enerji bedenimiz" ya da Nefsimizin yüksek magnetik alanlarda kendini girişim yaparak göstermesi sonucu çekilen biyoelektromagnetik ve psikolojik bedenimiz, Cinler'in enerji yapısının tıpatıp aynısıdır. Cinlerde bu enerji beden vardır. İnsanda yine bu bedene ek olarak fizik GÖVDE bulunmaktadır. Madde ve enerjinin iki ayrı tip yaratık oluşturması bir fizik yasadır. Kirlian fotoğrafçılığı yanında, BİYORİTM teorisini de burç mizaçları hakkındaki bilgilerle birlikte, "CAN-İNSAN" isimli izleyen bandımızda sunacağız.
Ay menzilleri ise Kur'an alfabesinin sırayla 28 harfine karşıdır. Biyoritm teorisindeki 28 günlük "Duygusallık" eğrisi ile de TAM UYUŞUM içindedir. Ay menzilleri, bütün İslâmi Gizli Bilim mensuplarının (Muhyiddinî Arabî, İbni Haldûn, Geylânî vb.) değerli CİFİR eserlerinde de yer almaktadır. Ay gelgitlerinin denizlerdeki etkisi neyse, aynısını "Çamur" olan insan unsurunun sıvı bölümünde de uygulaması beklenir. Vücudumuzun % 90 kadarı sitoplazmik sıvı ve diğer akışkan sıvılardan (Kan, Lenfa vb.) oluşmaktadır. Bunun başını ise kan çekmektedir. Özellikle şeytanın vesvese vermek üzere kanımızda gezindiği hadisle bildirilmiş, ayrıca DOLUNAY'ın da kanda kabarmayı körüklediği ortaya konmuştur. Güneş ışığının tam yansıtıldığı (yani Güneş'in dolaylı olarak gözlendiği) dolunayda, enerji bedenimizin biyomagnetik ışımasının saçaklı, renkli-desenli yapısı ve ışıma şiddetleri değişmektedir. Eğer kötü (Nahs menziller) güdümler söz konusu ise, had durumlarda Licontrophi vakaları ortaya çıkmaktadır. (*)
(*) Werewolf da denen "Kurt adam" fantazilerinin doğması, öncelikle Ay ile ilgilidir. Ay, Gümüş metalinin, Yengeç burcunun ve DUYGUSALLIĞIN ya da Romantizmin olduğu kadar, Biyoritmlerde de 28 günlük duygu eğrisinin yönetmenidir. Kurt Adam olaylarına, geçmiş çağlardaki "KUDUZ" kudurmaları ikinci bir etken olarak yol açmıştır. Kuduzlar, ses ve ışıktan kaçındıkları için, geceleyin ortaya çıkarlar, beslenme içgüdüsü gereği bilinçsizce saldırırlardı. Bu verilerden yararlanan Cinler de metamorfi (Biçim değiştirme) özellikleri olan doğal becerilerini kullanarak, Kurtadam efsanelerini pekiştirmişlerdir. Bütün bunlar yanında, Ay evreleri kanımızdaki vesvese, vehim (Paranoya vb.) gibi kabarmaları coşturduğunda, zayıf yapıların dizginlenemez basınç altında biçimsiz saldırganlıkları ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Koç burcunun az gelişmiş mensupları söz konusu dönemde cinsel suç işlemeye (tecavüze vb.) yönelmektedirler. Yengeç burcunun insanları ise dolunayda nedensiz kahkaha atmakta, giyinip süslenmektedir. Örneklediğimiz bu tespitleri, Kirlian fotoğrafçılığı (deşifre edebildiğimiz) lezyon ve desenler ile ortaya koymaktadır. Can-İnsan isimli izleyen bandımızda sözünü ettiğimiz bilgiler iyice sunulacaktır.
Ay menzillerinin bize verdiği dinamik değişkenlikler Batın (İçre) anlamda bir yorumdur. Zahir (Aktüel) anlamda ise "Menzil-Erişim mesafesi" ya da bir şeyin atıldığı (ivmenin sıfır olduğu başlangıç) andan sonra giderek hızlanıp, sonra yeniden itici gücünü kaybedip (ivmesinin yeniden sıfır olduğu) düşme-konma anına kadar geçen aralıktır. Taşı atarız ve sonunda bir yere "nazil" olur, yani konar ya da iner. Yine bu kökten konmak, konulan yer, konaklanan yer anlamındaki "Münâzil" türevi vardır. Bu konaklama "Ay İskânı" anlamındadır. Menzil de erişilip de konduğumuz yer anlamında fizik mekanik ivmenin bir tanıtımıdır. Özellikle balistik (Top güllesi, mermi, askeri bir roket, füze, uzay aracı vb.) her nesne, bir erişim mesafesi kat ederek, bir konum noktasına ulaşıp konar. Bu nedenle tabanca mermisinden kıtalar arası balistik roketlere kadar her ivmelenen cisim için "Menzil" terimini kullanırız. Her menzilin bir de yörünge yolu vardır. Yörüngeye oturttuğumuz uydular ile bütün gök cisimleri, bu menzil içinde, birbirlerini tedirgin etmeden "Yörüngelerinde YÜZERLER".
Ay menzillerinden söz edilerek, Ay'ın Dünya çevresinde döndüğü ve yörüngesinin elips olduğu da bildirilmiştir.
Bütün bunlar çok ileri bir yorum sonucu "Ay menzillerinin KONULACAK, KONAKLANACAK, Kolonize edilecek" istasyonlar olduğunu gösteriyor. Ay iskânı, Yasin-39'da 7 anlamda birden verilmiştir.
Aynı âyetteki Ay'ın "Urcûni Kadîm = Yaşlanmış, diriliğini kaybetmiş ve aşağı doğru süzülmüş hurma ağacı dalının kavisli görüntüsüne, yarım ay biçimindeki kavisli salkımına" benzerliğine işaret etmektedir.
Urcûn'un kelime kökü "Rücu = Geri dönmek, geriye bükülmek, aslına çevrilmek"den gelmektedir. Yaşlanan hurma dalı, diriliğini yitirdiğinde, püskülleri alta gelir ve sırtı DÜZGÜN olarak tam bir kavis çizerken, iç yüzeyi ise düzensiz sarkık, eğridir. Bu gölgeyi denedik ve KRATERLERİN Ay'ı delik deşik etmesine bir haberci olduğunu gördük; ilk Ay astronotları kraterleri daha yakından gördüklerinden, âyet onlara yakın planda tecelli etmiştir. Bu zahirî anlamın altında daha köklü anlamlar da vardır:
Urcûni Kadim, eski haline dönmek, rücu etmek demektir. Diğer anlamları "Zamanda geriye gitmek", eski bir yolculuğu yeniden tekrarlamak, eskiden "Ayak basılan bir yere yeniden gitmek, yeniden döndürülmek" demektir. Örneğin, daha önce Ay ve Dünya "Güneş gibi" sıcaktı. O dönemin cinleri, giderek "Dünyanın soğuduğunu" görmek istemiyorlardı ve gerçeği saptırıyorlardı. Oysa cinleri uyaran cinden peygamberler ve bilgeler, "Dünyanın giderek soğuduğunu, Ay'ın çoktan söndürüldüğünü, sıranın dünyaya geldiğini" söylediklerinde, asi cinler buna inanmak istememişlerdi. Allah katından, özel bir "izin" çıkarılarak, Salih bir Cin-astronot grubu Ay'a, korunarak "Korunmuş bir NESR" ile götürüldüler. Böylece Ay'ın söndüğünü ve onun gece mehtap ışımasının "Güneş yansısı" olduğunu anlamış oldular.
Urcûni Kadîm, bu eski yolculuğa sonradan "İnsanların da çıkacağı ve orada konaklayacağı" anlamını taşımaktadır. Münâzil bu "Konaklamak" ve "Konmak" demektir.
Gerçekten insanoğlu, Ay'a ilk KONDUĞUNDA, Ay'ın dünyadan görünüşü, "Eski bir hurma dalı" biçimindeydi! Üstelik Dünya da Ay'dan dört evreli (Dolun-dünya, Hilâl-dünya, dördünlü-dünya) olarak görünmektedir. O sırada Ay'dan çekilen fotoğraflarda, dünyanın biçiminin, Naziat-30'da verildiği gibi, kutuplarından basılmış yani, DEHAHA benzerinde olduğu açıkça belli olmuştur. Dehaha, devekuşu yumurtası, hamile kadın karnı, su toplamış sarkmış sirozlu hasta karnı anlamındadır.
Menzil, bilindiği gibi "Nüzul=İnme, felç / Nezle=Gripte akıntının burna inmesi / Tenzilat = İndirim" örneklerinden anlaşıldığı gibi çok çeşitli anlamlara işarettir. Menzil, böyle konaklama yerlerine "İndirileceğimiz yer" anlamına gelmektedir. Böylece uzay-Ay-gezegenlerin iskânı, kolonizasyonu ve istasyon ve konaklar kurulması gibi ileri anlamlara varmaktadır. Urcunî Kadim de, daha ileri anlamlarda "Eskiden dinozorlar gibi yaşamış, soyu tükenmiş bir tür hurma, hindistan cevizi ve palmiyenin ORTAK ATASI'nın" bildirimini taşır. Erkeği ve dişisi aynı ağaçta olmayan HURMA ağacı tek eşeylidir, yani dişi ve erkek hurma ağacı diye bizi şaşırtan yegâne ağaç hurmanın, Hz. Âdem'in yaratıldığı topraktan yaratıldığı cennette de onun dibinde ruh üflendiği söylenmiştir [?]. Bu ağacın DİŞİSİ olduğunu, Resulullah "Halanız olan Hurma ağacı" diye bir hadisinde bildirmiştir. Bilindiği gibi Hala "Babanın kız kardeşi" demektir.
Dostları ilə paylaş: |