GLOBALLEŞME BAĞLAMINDA
GİRİŞİMCİLİK ANLAYIŞINDAKİ DEĞİŞİMLER
ve AİLE GİRİŞİMLERİ
Timuçin YALÇINKAYA
Dokuz Eylül Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat Bölümü
Doktora öğrencisi (Araştırma Görevlisi)
Türkiye
timucin27@yahoo.com
Nergis Melis DURCAN
Dokuz Eylül Üniversitesi S.B.E.
Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri A.B.D.
Doktora öğrencisi
Türkiye
melisdurcan@yahoo.com
ÖZET
Globalleşme, tanımlanmasından çözümlenmesine kadar pek çok boyutunda belirsizlik ve paradoks taşıyan bir olgudur. Bir yandan, farklı alanlardaki uzmanlar tarafından globalleşmeye farklı tanımlar ve diğer alanları soyutlayan çözümlemeler getirilmekte; diğer yandan, globalleşme bağlamında birbirinin asimetrisi olan olaylar meydana gelmektedir. Bu süreç, kimi uzmanların globalleşmeyi herkes için yararlı ve güzel gösterdikleri savlara yol açarken, kimi reel yaşamlar için varlıkla yokluk arasındaki ince çizginin baş nedeni globalleşme olarak görülmektedir. Bu algı ve anlam farklılıkları bir köşede dururken, ekonomik, kültürel, teknolojik öğeler global çapta yer değiştirme, yerinden etme, yeniden yer edinme gibi deneyimlerden geçmektedirler.
Bütün bu süreçte ortaya çıkan karmaşıklıkların yansıdığı olgulardan biri de girişimciliktir. Girişimcilik, ekonomi biliminin rasyonellik ilkesinin ekseninde homo oeconomicus modeliyle kazandığı anlama, globalleşmenin etkisiyle kültürel ve politik anlamların da eklendiği bir kavram olmuştur. Bu durum, girişimci denilen kişinin yerellik ile globallik arasında sıkışmasına yol açmaktadır. Bu karmaşıklığın en açık görüldüğü toplumsal olgu aile girişimleridir.
Aile girişimlerinde, ‘aile’ olmak ile ‘firma’ olmak arasında sınırların geçirgen olduğu süreçler yaşanmaktadır. Ailenin duygusal bağları ile firmanın rasyonelliği çatışmaktadır. Bu süreçte genellikle gözlemlenen durum ise, globalleşmenin de etkisiyle, kapitalizmin bir kurumu olan firmanın ağır bastığı bir yapının ortaya çıkmasıdır. Aile ise, anlamlar ve değerler dünyası sosyolojik olmaktan ekonomik olmaya doğru başkalaşmış bir kuruma dönüşmektedir.
Anahtar Kelimeler
Globalleşme – Kültür – Aile Girişimciliği
JEL Sınıflandırması: D01 – F01 – L26
ABSTRACT
Globalization is a conception that includes uncertainty and paradox on its many dimensions from definition to analysis. On one hand, different definitions and analysis excluding other branches are brought up by specialists and scientists; on the other hand, some events that are asymmetric for each other take place in the context of globalization. This process causes some assertions that some specialists introduce globalization as a useful and beautiful thing; by the way, globalization is a main reason of thin line between existence and non-existence for some real lives. While there are some differences of comprehensions and meanings, some economic, cultural and technological factors attain great speed at global scale as a reality.
Entrepreneurship is one of the conceptions to which this complexity reflects in the globalization process. Entrepreneurship has got a meaning because of the model ‘homo oeconomicus’ in respect of the rationality principle of economics; in addition, it gets cultural and politic meanings via globalization. In this situation, entrepreneur’s minds confuse and entrepreneur compresses between locality and globality. Family entrepreneurship is a conception on which this complexity is seen.
In family enterprises, the processes of which the boundaries are pervious between being ‘family’ and being ‘firm’ are experienced. Sensual connections of family and rationality of family enterprise are in conflict. In this context, the institutions of capitalism predominate due to globalization. By the way, family transforms to an institution that experiences metamorphism from being a sociological conception to being an economic conception.
Key Words
Globalization – Culture – Family Entrepreneurship
JEL Classification: D01 – F01 – L26
GİRİŞ
Tarihsel ve sosyo-ekonomik bir fenomen olarak globalleşme kavramı, günümüzde birtakım köklü sorgulamalara doğru sürüklenmektedir. Globalleşme ve onun ideolojisi globalizm, yarattıkları yabancılaşma, yoksunluk ve eşitsizlik nedenleriyle gittikçe ilginç olmaya başlayan bir süreçten geçmektedir. Bu süreç, dolaylı olarak liberalizm ve kapitalizmin sorgulanması demektir. Batı yazınında, “tersine sömürgeleştirme”, “post-Amerika dönemi” gibi bazı kavramlarla ifade edilen ve globalleşmenin Batı (ya da Kuzey) eksenli oluştan uzaklaşarak Doğu (ya da Güney) kontrollü bir çehreye dönüşmeye başlaması üzerine tartışmalar yükselmektedir. Bu eğilim bağlamında ekonomi biliminde ve uygulamalarında da bir dönüşüm kaçınılmaz olmaktadır.
Saf ekonomik açıklamaların gücünün yetersiz kaldığı bu dönüşüm sürecinde sosyo-kültürel ve sosyo-politik değer ve davranışların da analizlere eklenmesi gittikçe zorunlu bir hale gelmektedir. Bu bağlamda Kurumsal İktisat gibi yeni paradigmalara ilişkin kavram ve söylemlerin daha çok içerildiği teorik açıklamalar ve politika açılımları gündeme gelmektedir. Cantillon’dan Schumpeter’e uzanan çizgide girişimcilik teorisi ve paradigması da özellikle 1990’larla beraber derinleşen globalleşme tartışmaları bağlamında bir dönüşüm geçirmektedir. Bu dönüşüm toplumların kültürlerini içeren yöndedir.
SSCB’nin çözülmesiyle ortaya çıkan alternatifsizliği bağlamında tek tek ülkelerde ve dünya çapında kurumsallaştırılmaya çalışılan piyasa sisteminin dönüşüm sürecinde, toplumların kültürlerine vurgu yapan paradigma önem kazanmaktadır. Piyasa sisteminin felsefesi ve davranış tarzları kökleştirilmeye çalışılırken, ya uyum ya da uyumsuzluk açısından kültür konusu gündeme gelmektedir. Bu noktada ekonomi-kültür etkileşimi bağlamında girişimcilik anlayışına ilişkin olmak üzere “aile girişimciliği” üzerine bir değerlendirme önemli olmaktadır.
Ekonomik bir kavram olan “girişimcilik” ile sosyolojik içerikli “aile” kavramı, ayrı kavramlar olmalarına rağmen, aile girişimlerinde birbirlerine indirgenmektedir. Aile servetinin yönetimi, o girişimin (şirketin) yönetimi anlamına gelmektedir ve şirket yönetimi akrabalık bağlarına dayanmakta, aile şirketlerinin yönetiminde görev alacaklar için, değişen toplum ve ekonomi sistemine uyum sağlayabilecek yöneticiler aramak yerine aileden biri olmak, gerekli ve yeterli koşul olarak algılanmaktadır. Bu durum şirketin kurumsallaş(a)mamasına, global ölçeğe taşınamayıp yerel ölçekle yetinmesine neden olmaktadır. Kültürel olarak o ailenin kendi anlamlar-imgeler dünyası, saf ekonomik analizin ötesinde, hatta temelinde konumlanmaktadır.
Bütün bu çerçeveden hareketle bu çalışmadaki amacımız; sorgulanan globalleşme ve globalizm bağlamında girişimcilik anlayışındaki değişimleri ve bu yönde olmak üzere aile girişimlerinin ekonomik-toplumsal konumunu değerlendirmektir.
Çalışmanın birinci bölümünde, globalleşme kavramının anlamı ve boyutları değerlendirilmektedir.
İkinci bölümde, globalleşme bağlamında ekonomi-kültür etkileşiminden doğan paradigma ve kavramların girişimcilik anlayışına yansımaları tartışmaya açılmaktadır.
Son bölümde ise, aile girişimlerinin globalleşme sürecindeki yeri ve önemi değerlendirilmektedir.
1. GLOBALLEŞME SORUNSALI
“Globalleşme”, 1980’lerle birlikte ivme kazanan tartışmaların başat kavramı olmuştur. Başat olması bir yana, globalleşme, üzerinde belirgin bir görüş birliğine varılamamış ve tanımlanmasından çözümlenmesine kadar bir dizi paradoksla var olmuş bir kavram, bir fenomendir. Bu bağlamda, globalleşmenin tanımlanması ve ayrıntılarına inilmesi, temelini oluşturan süreçlerin doğru anlaşılabilmesi bakımından özel bir önem taşımaktadır.
1.1. Globalleşmenin Tanımı
Bir kavram olarak globalleşmenin doğuşu, 1964 yılına, Marshall McLuhan’ın “global köy” kavramına kadar götürülebilmektedir (Robertson, 1999: 22). Globalleşme pek çok yazar tarafından da bir fenomen olarak nitelendirilmekte; yani globalleşmenin gerçekliğinin belirlenip, tanımlanmasının güçlüğünü ifade eden olayları içerdiğine dikkat çekilmektedir (Clark ve Knowles, 2003: 362), (Sklair, 1999: 147), (Chase-Dunn, 1999: 189). Bu doğrultuda, pek çok olaya globalleşme bağlamında yaklaşılmış olunduğu görülmektedir. Homo sapiens’in M.Ö.10.000’lerde toplayıcı ve avcı topluluklar halinde Afrika’dan tüm dünyaya yayılışı (Steger, 2006: 40-43), 13.yüzyılda Kore’den Macaristan’a kadar uzanan, Cengiz Han’ın önderliğindeki Moğol yayılması (Shiyuan, 2006), 1490’lı yıllarda ticaretin deniz-aşırılaşmaya başlaması, 1890’larda yoğunlaşıp Birinci Dünya Savaşı’na dek süren sanayi-ulaştırma eksenli ekonomik yapılanma ya da İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki toplumsal gelişmeler gibi olaylar globalleşmeyle ilişkilendirilmektedir. Böylesi geniş ölçekte açıklama ve yorumlamalara temel olabilen globalleşme, bir değerlendirme sorununun tam ortasında durmaktadır.
Globalleşmenin tartışmalı bir kavram olmasının nedenlerinden biri, özünü hangi toplumsal süreçlerin oluşturduğu konusunda araştırmacılar arasında bir görüş birliğinin olmamasıdır (Steger, 2006: 27). Bu bakımdan, aynı kavrama farklı anlamlar yüklenmesinden kaynaklanan bir karmaşa söz konusudur. Bu karmaşanın sonucu ise, globalleşmenin doğru anlaşılamaması bağlamında bir tür olarak “insan”ın ve toplumların dünyasına olumlu anlamlar ve olanaklar katıp katmadığının kestirilememesidir.
Globalleşme, çoğu zaman, mevcut durumu açıklayan bir olgu, eğilimleri yansıtan bir süreç ya da idealleştirilmiş bir hedef olarak sunulmaktadır. Sonuçta karmaşık bir süreç olan ve paradoksal öğeler de içeren globalleşme, herkesin farklı anlam yüklediği bir kavram haline gelmiş, böylece globalleşmeyi ekonomik ve toplumsal sorunların sebebi, sonucu ya da çözüm yolu olarak gören birçok farklı yaklaşım geliştirilmiştir (Demir, 2001: 74). Bu yaklaşımlarda paradokslar, yani birbirinin asimetriği olan önermelerin aynı anda varlığı söz konusu olabilmektedir.
Terry Clark ve Lynette L. Knowles, globalleşmenin henüz tanımlanması aşamasında bile bir karmaşıklık ve paradoks taşıdığı düşüncesinden hareketle, tüm disiplinlerin temel alabileceği ve globalleşmenin kapsadığı tüm toplumsal süreçleri anlam düzleminde içerebilecek bir tanımlama arayışına girmişlerdir. Bu girişimlerinin ilk adımı olarak da, farklı disiplinlerin globalleşmeye farklı tanımlamalar getirmelerinin doğurabileceği yüzeysel ve zayıf çözümlemelere dikkat çekmek üzere, farklı tanımları derlemişlerdir. Bu tanımlar Tablo 1’de verilmektedir. Görülebileceği gibi; yazarlar, globalleşmeden başka başka şeyler anlamakta ve/veya globalleşmeyi ağırlıklı olarak kendi uzmanlık dalları doğrultusunda bir olgu olarak düşünmektedirler.
Tablo 1: “Globalleşme” Sözcüğünün Tanımları
YAZAR
|
DİSİPLİN
|
TANIM
|
Rodrik (1997)
|
Ekonomi
|
Geleneksel pratiklerini değiştirme yönünde toplumlara baskı yapan, mal, hizmet ve sermaye piyasalarının bütünleşmesini içeren süreç…
|
Dunning (1993)
|
Ekonomi/işletme
|
Firmaların sınır-aşan üretimlerine etki eden dünya kaynaklarının yapısını ve örgütlenmesini değiştirecek yönde, üretimin uluslararasılaşmasındaki artış…
|
Giddens (1990)
|
Sosyoloji
|
Uzak yerlerdeki olayların yerel olayları biçimlendirdiği şekilde, dünya çapında sosyal ilişkilerin yoğunlaşması…
|
Robertson (1992)
|
Sosyoloji
|
Bir bütün olarak ‘dünya’ bilincindeki yoğunlaşma ve dünyanın sıkışması…
|
Waters (2001)
|
Sosyoloji
|
Sosyal ve kültürel düzenlemelere ilişkin coğrafi sınırların geri çekilmesi ve insanların geri plana düştüklerinin bilincinde olmaları…
|
Cairncross (1997)
|
Sosyal araştırma
|
Bilginin global yayılması…
|
Worsley (1999)
|
Antropoloji
|
Kültürlerin, sınırları aşmasıyla sonuçlanan ve global kitlesel topluma katkıda bulunan, bilgi sistemlerindeki çeşitlilik…
|
Crystal (1997)
|
Dil bilimi
|
Dili kullanan insanların sayısından değil, bu insanların kim olduğundan kaynaklanan, dilin globalleşmesi…
|
Jameson ve Miyoshi (1998)
|
Edebiyat
|
Birbirlerinin alternatifi olarak kültürel ya da ekonomik anlamları gizleyen ve aktaran iletişimsel bir kavram…
|
Dicken (1998)
|
Ekonomik coğrafya
|
Ekonomik faaliyetlerin coğrafi olarak ulusal sınırların ötesine genişlemesi ve uluslar arasındaki dağınık faaliyetlerin işlevsel bütünleşmesi…
|
Beyer (1994)
|
Din
|
Öznel sosyal yapılarla ilişkili yeni bir global kültürün yaratılması…
|
Kaynak: Clark ve Knowles, 2003: 368.
Clark ve Knowles, özellikle uluslararası işletmecilik yazınına globalleşme konusunda etkin bir anlayış kazandırma amaçlı olarak, tek boyutlu bakış açısının sakıncalarına dikkat çekmektedirler. Bu amaçla; yalnızca bir disiplinin felsefesinden yola çıkmanın yararsız olacağını belirterek genel bir tanım denemesinde bulunmaktadırlar. Onlara göre, globalleşme; ulusların ekonomik, politik, kültürel ve sosyal sistemlerinin, dünya-sistem temelinde bütünleşmesi sürecidir (2003: 368). Yazarlar, “dünya-sistem” (world-system) kavramını, Immanuel Wallerstein’ın başını çektiği, Christopher Chase-Dunn, Leslie Sklair gibi düşünürlerin de oluşumuna katkıda bulunduğu Dünya-Sistemleri yaklaşımından almaktadır. Wallerstein’a göre, bir dünya-sistem; pek çok politik ve kültürel biçimi bir arada kapsayan bir uzaysal-zamansal alan olup, belirli sistemik kurallara uyan, bütünleşmiş faaliyetler ve kurumlar alanıdır (2004: 36). Bu bağlamda globalleşme, dünya-sistemin özellikle bütünselliği ile ilişkili bir kavramdır. Ancak, globalleşme bir sistem değil, süreçtir. Karmaşık sistemik kurallara dayalı bir süreç olan globalleşme; bu perspektiften yola çıkan genel bir tanıma muhtaçtır. Clark ve Knowles’ın tanımlarındaki bütünsellik ve süreç vurgusu gibi; Gülten Demir ve Manfred Steger’in tanımları da Tablo 1’de belirtilen tanımlardaki hatayı içermeyen niteliktedirler.
Gülten Demir, globalleşmeyi; “toplumsal ve ekonomik ilişkilerin, ulusal devletin sınırlarının dışına çıkarak dünyaya genişlemesi, ülkeler ve toplulukları birbirine bağlayan bağların sıklaşması ve böylece giderek artan ölçüde bir bütünleşme süreci” olarak tanımlamaktadır (2001: 74). Manfred Steger de benzer şekilde; “dünya ölçeğindeki toplumsal karşılıklı bağımlılıkları ve mübadeleleri meydana getiren, çoğaltan, yaygınlaştıran ve yoğunlaştıran toplumsal süreçlerin çok boyutlu kümesi” şeklinde bir tanım ileri sürmektedir (2006: 31).
Bu tanımlamalarda, yazarlar tarafından, globalleşmenin temelinde yatan ve bütünü yansıtan toplumsal süreçlere vurgu yapılmaktadırlar. Bütün bu bağlamda, globalleşme ana sürecinin dört alt süreç içerdiği görülmektedir: ‘Dünya çapında yaygınlaşma’, ‘karşılıklı bağımlılaşma’, ‘yoğunlaşma’ ve ‘bütünleşme’: Globalleşme, bir malın/hizmetin, finansal sermayenin, bir işçinin, bir paradigmanın, bir yöntemin, bir bilginin, bir kavramın, kısacası herhangi bir toplumsal öğenin dünya çapında yaygınlaşmasına dayanmaktadır. Bu yaygınlaşma sürecinde öğeler ya da öğelerin mülkiyetine sahip olanlar arasında bir etkileşim ve karşılıklı bağımlılık doğmaktadır. Karşılıklı bağımlılık çerçevesinde öğelerin bir araya gelişi zamanla sıklaşmakta ve öğelerden biri ya da bazılarının baskın öğe(ler) tarafından ikame edilirliği yoğunlaşmaktadır. Sonunda da, süreç, bütünleşmeyi, tek (türdeş) olmayı getiren bir evrim özelliği kazanmaktadır.
Globalleşme olgusuna bakma ve onu açıklama tarzları ayrıştırılarak, farklı sosyal bilim dallarınca farklı farklı değerlendirmeler yapılmaya çalışıldığında, asıl toplumsal (bütünsel) süreçler ve globalleşme olgusunun arka planındaki amaçlar gözden kaçabilmektedir. Bu farklı değerlendirme tarzlarını geliştirenler globalleşme için kendi alanlarından türettikleri sıfatlar kullanmaktadırlar. Dolayısıyla ‘ekonomik globalleşme’, ‘kültürel globalleşme’, ‘politik globalleşme’ gibi sıfat tamlamaları ortaya çıkmaktadır. Bu tamlamalar ise ‘ekonomik globalleşme’, ‘kültürel globalleşme’ gibi adlarda farklı globalleşmeler varmış gibi bir düşünce yaratmaktadır ki; bu düşünce, globalleşmeyi doğru değerlendirememe sorununa neden olmakta; globalleşmenin tarihsellik ve toplumsallıkla örülü bütünselliğini yok saymak anlamı doğmaktadır. Bu sakınca nedeniyle, ‘globalleşmenin ekonomik boyutu’, ‘globalleşmenin ideolojik boyutu’, ‘globalleşmenin kültürel boyutu’ gibi ifadelere yer vermek daha gerçekçidir. Böylelikle globalleşmenin doğru değerlendirilmesinin zemini geliştirilmiş olacaktır. Öyle ki; globalleşmenin tek boyutlu olarak değerlendirilmesinin yaratacağı olası eksik ve yanlış savlar, globalleşmenin çok boyutluluğunun ve bu boyutlar arasındaki etkileşimin kavranması sayesinde aşılmış olacaktır.
1.2. Globalleşmenin Boyutları
Globalleşme; ekonomi, politika, kültür, teknoloji ve benzeri alanlarda birbirleriyle eş-zamanlı yaşanan ve aralarında karmaşık bağlantılar bulunan alt süreçlerden oluşmaktadır. Bu anlamda, paradokslar ve karşıt güçler içermektedir. John Tomlinson, bu çok boyutlulukla ilgili olarak “karmaşık bağlantılılık” (complex connectivity) kavramını, globalleşmenin ne olduğunun belirlenmesine ilişkin temellendirmesinin ana bileşeni olarak tanıtmaktadır (2004: 12). Bu kavramla açıklamak istediği olgu; yerelde konumlanmış (bireysel, örgütsel ya da toplumsal) karar birimlerinin ve bunların pratiklerinin dünya çapında bir ağ sayesinde birbirleriyle bağlantıda olmalarıdır.
Karar birimlerinin karmaşık bağlantıları gibi, ideolojik, kültürel, ekonomik, politik ve benzeri boyutların da globalleşme bağlamında birbirleriyle karmaşık ilişkileri vardır. Örneğin; ekonomik boyutta, bir tüketim malının dünya çapında pazarlanabilmesi, aynı zamanda kültürel boyutta bu malın dünya çapında bir tüketim kültürünün parçası olmasını gerektirebilir. Paralel olarak, bu tüketim malının ithalatı, bir ülkenin politik iktidarı tarafından kültürel gerekçelerle engellenebilir. Çin hükümetinin, ABD yapımı sinema filmlerinin Çin’e girişine ahlaki gerekçelerle sınırlı olarak izin vermesi ya da ABD hükümetinin, deniz limanlarının özelleştirilmesini, Arap yatırımcıların tekliflerine karşı oluşan ulusal muhalefetten dolayı iptal etmesi gibi örnekler, globalleşmenin boyutları arasındaki karmaşık bağlantılılığa işaret etmektedir.
Globalleşme bu doğrultuda genel olarak beş boyutta değerlendirilebilir: İdeoloji, kültür, bilim-teknoloji, ekonomi ve politika boyutları. Kültür ve ekonomi boyutları bu çalışma açısından öncelikli konumdadırlar. Karmaşık bağlantılılık ve bu boyutlara ilişkin olayların eş-zamanlı olarak gerçekleşebilmesi, diğer boyutları ihmal etmemeyi gerektirse de, bu noktada diğer boyutlar etraflıca ele alınmamaktadır. Ancak, kısa bir değinme yerinde olacaktır.
Globalleşme sürecinin temelinde, onun etkin işleyebilmesinin düşünsel altyapısı olarak liberalizm ve bağlantılı olarak kapitalizm ideolojileri vardır. Her ne kadar ideoloji olma olgunluğuna henüz sahip görünmese de, Michael Freeden ve Manfred Steger tarafından ileri sürülen “globalizm” kavramı da, globalleşmenin ideolojisi olarak ayrı bir çalışma alanı oluşturmaya adaydır. Steger, globalizmi; globalleşme düşüncesini meşrulaştırma ve bu meşruluğa ilişkin dünya çapında kamuoyu yaratma amacını içeren bir ideoloji olarak ele almaktadır (2005: 16-26). Bu anlamda, globalizm ideolojisi; karar birimlerinde globalleşme düşüncesini güçlendiren belli değer yargılarının oluşmasına temel hazırlamaktadır. Hatta globalleşmeye karşıt görüşlerin meydana gelmesinin çıkış noktası da yine globalizm ideolojisi olmaktadır.
Bilim-teknoloji, globalleşmenin bir başka boyutu olarak, toplumsal öğelerin global çapa yayılabilmesini ve yerel karar birimlerinin birbirleriyle bağlantıda olabilmelerini kolaylaştırma işlevi kazanmıştır. Bu bağlamda, hacmi büyük ve mekanı geniş teknolojik çıktılar ve bunların bilimsel temellerinden çok, hacmi küçük, duyularla algılanamayabilen ve mekandan çok zamanı ve işlevselliği değerli kılan; bilgisayar, mikroçip, nano, virüs, enformasyon, uydu, internet gibi terimlerle ifade edilen bilimsel-teknolojik çıktılar söz konusudur. Özellikle bilgisayar ve elektronik alanındaki gelişmeler, insanların, malların, paranın ve bilgi, yöntem, virüs gibi soyut varlıkların globalleşmesini kolaylaştırırken, bunların üretilme sürecinde bilim adamlarının, işçilerin ve girişimcilerin daha yaratıcı, daha üretken, daha esnek ve daha hızlı olmalarına olanak sağlamaktadır.
Globalleşmenin politik boyutundaki temel eğilim ise, ulus-devletlerin zayıflamasıdır. Zygmunt Bauman, ulus-devleti; üç ana öğeyi, ‘ekonomi yönetimini’, ‘siyasi yetkeyi’ ve ‘kültürel egemenliği’ birleştiren bir kurum olarak tanımlamakta ve globalleşme bağlamında ulus-devletten geriye kalanın, ekonomi yönetimi ve kültürel egemenlik tarafından desteklenmeyen siyasi yetke olduğunu öne sürmektedir (2002: 61). Bauman bu savında büyük ölçüde yerinde bir belirlemede bulunmakla birlikte, ulus-üstü (supranational) kurumların bağlayıcılığı karşısında siyasi yetkenin de ulusal sınırlar içinde belli noktalarda zayıf kaldığı görülmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı bunun bir örneğidir. Ulus-üstü kurumların, ulus-devletlerin ekonomi yönetimini zayıflatması ise daha çok görülen bir durumdur. Bu bağlamda, özellikle Çevre (Periphery) ve Yarı-çevre (Semi-periphery) ülkelerin bağımsız ekonomik ve sosyal politikalar geliştiremediklerine tanık olunmaktadır. Bunun yanı sıra, bu ülkelerde dış kaynak bağımlılığının ileri düzeyde olması nedeniyle de ekonomide karar alabilme bağımsızlığı ve yetkinliği güçlü olamamaktadır. Bu dış kaynak bağımlılığı da çok uluslu şirketlerin bu ülkelere olan yatırım ve ticaret kapasitelerini büyütmektedir.
Çalışmamızın ikinci bölümündeki ‘girişimcilik’ ve üçüncü bölümündeki ‘aile girişimciliği’ değerlendirmelerine temel olmak üzere, globalleşmenin kültür ve ekonomi boyutları özellikle önemlidir.
Kültür Boyutu
Kültür kavramı, biraz da post-modern mantığın sonucu olarak, sürekli başka türlü anlaşılan bir anlama sahiptir. Bu noktada, İoanna Kuçuradi’nin ve John Tomlinson’un tanımlamaları oldukça yararlı olacaktır.
Kuçuradi, “kültür”ü, tekil ve çoğul olarak iki anlamda ele almaktadır. Tekil olarak kültür; kişilerin insan olarak olanaklarını geliştirebilmelerini ve bu olanaklarını işlemelerini (kendi ruhlarını işlemelerini) (cultivating) sağlayan etkinliklerin tümüdür (1997: 40). Çoğul anlamda kültür ise; sınırları çeşitli açılardan çizilebilen bir insan topluluğunun yaşayışını ve bu yaşayışın görünümlerini (bilim, felsefe, dil, sanat gibi alanlarda o anda ‘modern’ sayılan görüşleri, toplumsal değerleri, kurumları ve işleyişleri) belirleyerek, o toplulukta bir dönem geçerli olan insan ve değerlilik anlayışıdır (1997: 42). Bu çalışmanın konusu bağlamında bu tanımlar arasından öncelikli olan; kültürün çoğul anlamıdır.
Tomlinson da, Kuçuradi’nin ‘çoğul anlam’ dediği gibi; kültürü, insanların simgesel temsil pratikleri yoluyla anlam inşa etmeye çalıştıkları bir yaşam düzeni olarak tanımlamakta ve kültür kavramıyla, insan topluluklarının ya da toplumların, var oluşlarını biçimlendirdikleri ve amaç edindikleri anlamları vurgulamaktadır. Bu yönüyle kendi başlarına amaç olan bu anlamlar, kültürü oluşturup var oluşu açıklayan anlamlardır ve araçsal anlamlardan farklıdırlar (2004: 33-35).
Globalleşmenin kültür boyutunda; belli topluluk ya da toplumların anlamlar dünyasını oluşturan değer, kurum ya da işleyiş biçimlerinin global çapta yaygınlaşması ve zamanla birbirine ya da yalnızca birine dönüşen, türdeşleşen toplulukların/toplumların ortaya çıkması söz konusudur. Kültür, başka bazı kavramları anlamak ve bu anlamaya ilişkin pratiklerde bulunmak demek olup, globalleşme bağlamında öne çıkan bazı eğilim ve kavramların yerel dünyalarda oluşturduğu anlam ve pratiklere işaret etmektedir. Örneğin; dünyanın herhangi bir yerindeki insanlar, çok uluslu şirketlerin ürünlerini tüketmekten ne anlamaktadırlar? Bu tarz bir tüketim, malların bireylerde yarattığı “maddi refah”, “psişik refah” ve “gösteriş” etkileri (Douglas ve Isherwood, 1999: 34) ortaya çıkarabilmektedir. Diğer yandan, çok uluslu şirketlerin ürünlerini tüketmeye, ‘yabancı’ mal kullanmak olarak bakıp, kaynak aktarımının, daha keskin bir deyişle, emperyalizmin bir etkisi olarak da anlam yüklenebilmektedir.
Yine, global çapta yaygınlaşan bir iş yapma biçimi olarak Yalın Üretim tekniğinin bir örgüt için anlamı nedir? İşletmeler bu teknikten verimlilik, maliyetleri düşürme, siparişleri yetiştirme, pazar payını arttırma gibi anlamlar mı çıkarmaktadırlar; yoksa çalışanların tekil anlamda kültürel faaliyetleri için daha çok boş zaman yaratmak ve yabancılaşmalarını önlemek amaçları mı gözetilmektedir?
Globalleşme olgusunun yarattığı anlamlar oldukça karmaşıktır. Buradaki karmaşıklık, bir anlamın, insanların var oluşunu ve yaşam tarzlarını açıklayan bir nitelik taşımasının ötesindedir. Ortaya çıkan anlamlar ve değerler, türdeşleşme bağlamında yalnızca baskın olan kapitalizm ideolojisinin anlamları ve değerleri olarak anlaşılıyorsa, globalleşme belli bir olumsuzluk içeriyor demektir. Bu doğrultuda Tomlinson, girişimcilik, yaratıcılık, cesaret gibi olguları Japon gençlerinin yeni kültürel değerleri olarak gösteren sosyolog Kenichi Ohmae’yi eleştirmekte ve bunların şirket değerleri olduğunu söyleyerek (2004: 30), globalleşmenin kültür boyutunun karmaşıklığına değinmektedir.
Globalleşmenin kültür boyutunda öne çıkan kavramlardan bir diğeri de “yersiz-yurtsuzlaşma”dır. 1990’larda Appadurai, Tomlinson, Canclini, Featherstone gibi kuramcıların geliştirdiği “yersiz-yurtsuzlaşma” (Tomlinson, 2004: 148) ve “yurtsuz” (Bauman, 1999: 16) kavramları globalleşme sürecini tasvir eden önemli kavramlardır. Bu kavramlarla anlatılmak istenen; yaşayan bir toplumsal organizmanın (bir bireyin, bir şirketin ya da bir sosyal örgütün) yerellikten çıkarak global bir duruma ulaşması sonucunda beliren, herhangi bir yerele bağlılığın zayıflaması algısıdır. Bu algı, söz konusu organizmanın, dünyanın herhangi bir noktasında ulaştığı herhangi bir yerelliğe “geçicilik duygusu”yla (Tomlinson, 2004: 149) yaklaştığını ifade etmektedir. Bağlılığın zayıflaması ve geçicilik algısı, global düzenlemelerle dünya çapında serbestliği kurumsallaştırılan çok uluslu şirketlerde daha belirgindir. Hatta çok uluslu (multinational) şirketler, köken ülke dahil olmak üzere herhangi bir yerele bağlılıklarının olmadığı şekilde global karar verebilmeleri nedeniyle, ulus-ötesi (transnational) olarak anılabilmektedirler (Cohn, 2003: 321).
Çok uluslu şirketler için önemli olan; herhangi bir yereldeki üretim ve tüketim koşullarının, onlar için verimlilik ve kârlılığın sürdürülebilirliğini sağlayıp sağlamadığıdır. Çok uluslu şirketler, bu bağlamda globalleşmeye homo oeconomicus olarak bakmakta ve onlar için globalleşmenin anlamı yalnızca ekonomik amaçlar doğrultusunda oluşmaktadır. Çok uluslu şirketlerin toplumsal kültüre ve politikaya bakışları ise daha çok araçsal niteliktedir. Örneğin; Coca-Cola firması, Türkiye’de Ramazan aylarında gösterime giren reklamlarında, geleneksel aile sofralarında (bir kültürel alanda) baş içecek maddesi olarak kendi ürünlerini tanıtmaktadır. Burada Coca-Cola’nın amacı; yerel kültürü desteklemek mi, yoksa satış hacmini arttırmak mıdır? Yine bir örnek olarak, tarım arazisine sanayi tesisi inşa etmenin yasal olmamasına karşın Cargill firmasının bu şekilde bir fabrika kurmasının ardından, Türkiye’de bir yasal düzenleme yapılmış ve çıkan yasa kamuoyunda ‘Cargill Yasası’ olarak anılmıştır. Bu yasa çıkmadan önce ABD Başkanı Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Cargill’le ilgili uyuşmazlığın giderilmesi yönündeki temennilerini belirtmiştir. Bir başka örnekte ise, TC Başbakanı Bulgaristan’da yatırım yapan Türk şirketi Şişe-Cam’ın yaşadığı 15 günlük grev gibi durumların önlenmesi için Bulgaristan’ın Enerji ve Ekonomi Bakanı’ndan yardım talebinde bulunmuştur (Yılmaz, erişim tarihi: 29.03.2008). Bu örneklerde görüldüğü gibi; çok uluslu şirketler için politika ve kültür ikincil önemde olup, onlar için globalleşmenin anlamı, global çapta yatırım yapabilmenin önünde sınırlayıcı öğelerin olmaması yönündedir.
Dostları ilə paylaş: |