Fatura artık emperyalist ülkelerin işçi sınıfı ve emekçilerine de ödettiriliyor
Cihan: Aslında bunalım batılı metropollerde sonuçlarını daha ‘70’li yıllarda gösterdi. Kronik işsizlik, kronik enflasyon, ‘70’li yıllardan itibaren batılı kapitalist ekonomilerin bir özelliği haline geldi. Ama işçi sınıfının onlarca yıllık mücadeleyle elde ettiği kazanımlar, bunun toplum üzerindeki, sınıf üzerindeki yıkıcı etkilerini sınırladı. İnsanlar işsiz kalıyorlar, ama işsizlik sigortası var, gelirleri bir parça azalsa da işsizlik maaşı, bir takım başka yardımlar alabiliyorlardı. Emperyalist burjuvazi bir dönem buna katlandı. Bu bir faturaydı aslında, bunu pekala kendi emekçilerine de öddettirebilirdi, ama buna kısmen katlandı.(89)
Katlanmasının nedenleri var. Bir yanda sınıfın kazanılmış haklar konusunda belirgin bir duyarlılığı var, bu haklara el uzatmak o kadar kolay değildi, sınıf mücadelesini göze almak gerekiyordu. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin ayakta olduğu, dünyada henüz devrimci bir dalganın olduğu bir dönemde, ‘70’li yılları kastederek söylüyorum, bu göze alınabilir bir şey değildi. Ama ‘80’lerde bu dalga düştü. ‘80’lerin sonu ‘90’ların başına bakıyoruz; Doğu Avrupa yıkıldı, sosyalizmin karşı basıncını simgeleyen uluslararası ilişkiler alanı köklü bir altüst oluş yaşadı. Ve bu dönem, bunalımın faturasını aynı zamanda emperyalist metropollerde de işçi ve emekçilere ödettirme dönemi oldu. Bu bir zorlanmayı da anlatıyor. Bu zorlanma cephe gerisine de, kendi emekçilerine de bir fatura ödettirmeyi gerektiriyor.
Aslında fatura sadece bunalımın oluşan yüklerini ödettirmeyle de sınırlı değil. Yanısıra “yapısal değişim” programları sözkonusu. Bu yapısal değişimi uluslararası rekabet, teknikteki gelişmeler zorluyor. Üretimin örgütlenmesi, yeni teknolojilerin kullanılması, sanayilerin aktarılması, özelleştirmeler vb., bunlar hep “yapısal değişim” programları oluyor. Bunlar hep emekçilere işsizlik biçiminde fatura oluyor, kazanımların ortadan kaldırılması biçiminde fatura oluyor, örgütsüzleştirme biçiminde fatura oluyor, vb...
Bunalım her zaman sınıf mücadelesi için, emekçilerin sermayeye karşı mücadelesi için uygun bir maddi zemin yaratır. Bunun sonuçlarını ‘90’lı yıllarda görmekteyiz. ‘90’ların başında biz çok büyük bir ihtimalle böyle olacağını söyledik. Bakıyoruz ‘90’lı yıllara, Avrupa’da gerçekten sınıf mücadeleleri dönemi oldu. İktisadi-sosyal hak kazanımlarının korunması sınırları içinde, savunma sınırları içerisinde kuşkusuz. Ama böyle olur zaten. Sınıf mücadelesinin kendi nesnel mantığı ve kendiliğinden dinamiği, karakteri biraz da böyledir. Bakıyoruz, Fransa’da büyük mücadeleler yaşandı. Belçika’da zaten işçi mücadelelerinin ardı arkası hiçbir zaman kesilmedi, çoğu zaman militan(90)biçimler alabiliyor. İtalya’da dev işçi hareketleri yaşandı, Berlusconi işçi sınıfına altı ay ancak dayanabildi. “Yeni İtalya” gibi büyük bir iddiayla gelmişti, ama işçi sınıfı onu altı ayda siyasi mezarlığa gömdü. İspanya’da benzer şeyler yaşandı. Danimarka gibi beş milyon nüfusu olan bir ülkede beşyüzbin işçi (bu altmış milyon nüfusu olan bir ülkede altı milyon işçi demektir) bir genel greve gidebiliyor, vb.
Artı, yoldaşın akşam konuşmasında verdiği bazı örnekler, ikinci emperyalist paylaşım savaşı sonrasında üretici güçlerin gelişmesi ve üretimin uluslararasılaşması dediğimiz olgunun sınıf mücadelesindeki yansımasının ne olduğu ve ne olacağı konusunda yeni ipuçlarını verdi. Euro-grev gerçekleşti. Kamyoncuların grevi, Reno grevi, işsizler hareketi vb...
Bu sonuncusu, işsizler hareketi, çok önemli, çok dikkate değer bir gelişme. ‘20’lerin-30’ların Komünist Enternasyonal değerlendirmelerine bakıldığı zaman, sosyal-demokratların bu kitleyi ihmal ettiği, oysa bu kitlenin sınıfın bir parçası olduğu, yedek sanayi işçisi olduğu, komünistlerin mutlaka bu kesimleri örgütlemesi ve mücadeleye seferber etmesi gerektiği üzerine yapılmış değerlendirmeler ve saptanmış görevler var. Biz özellikle faşist hareketin Almanya’da işsizleri istismar ederek nasıl kullandığını da biliyoruz. Ama bakıyoruz, bugün herhangi bir komünist partisinin, herhangi bir devrimci partinin, herhangi bir sendikanın önderliği olmaksızın, taban inisiyatifiyle ve sendikaları buna ancak o noktadan itibaren zorlayarak, bir uluslararası işsizler hareketi gelişebiliyor. Trenler dolusu işçi İtalya’dan kalkıp gelerek Hollanda’daki gösteriye katılabiliyor. Sınıflar mücadelesinin daha iktisadi-sosyal hakların korunması düzeyinde bile nasıl uluslararasılaştığına iyi örnekler bunlar. Burada mesele, farklı ülkelerin işçi sınıflarının kendi aralarında dayanışma kurma yeteneği ya da eğilimi değil yalnızca. Daha da önemlisi, bu direnişlerin tek tek ülke ekonomilerinin ötesinde kapitalist ekonomiyi sarsıyor olmasıdır. Fransa’(91)daki bir kamyoncular grevi bütün bir Avrupa ekonomisini etkiliyor. Üretici güçlerin bu düzeyde gelişmiş olması, ekonomiyi sınırlayan ulusal çitlerin bu denli parçalanmış olması, bir kamyoncular grevinin etkilerinin bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi yansıması sonucuna yolaçabiliyor. Ulusal bir grev ekonomiyi felç etme noktasında da uluslararası etkiler yaratabiliyor. General Motor grevi bu konuda başka bir örnek sundu. Tekelci işletmelerin “esnek üretim”in bir parçası olarak gündeme getirdiği “sıfır stok”tan sözetti Ulaş yoldaş; “sıfır stok” kuşkusuz bir avantaj, ama Amerika’daki bir fabrikada bir grev olduğu zaman da büyük bir dezavantaja dönüşüyor. Yani kapitalizmin aldığı her önlem, süreç içinde onu vuran karşıt sonuçlar da üretebiliyor. Bunalımın etkilerini hafifleten ve yüksek kârları güvenceleyen bir avantaj, belli koşullar altında bir dezavantaja dönüşebiliyor.