TKP Yİ VE KOMÜNİST HAREKETİ TASFİYE AMAÇLI TKP İÇİNE ÇÖREKLENMİŞ PARTİNİN FOTOĞRAFI
Coşkun Demir, alias Niyazi Koçak, ciddi ve tutarlı kişilerin bu grupta, Tustav grup, kaldığına inanmadığımı belirterek başlamalıyım. Ayrıca, ciddi ve tutarlı kişiler ararken kendinin ciddi ve tutarlı kişi olduğunu öne çıkartmaya çalıştığının sırıttığını da eklemek isterim.
Gelelim Zülfikar efendinin deyim yerindeyse kurbağaları bile ürkütmeyecek taş misli grubun tam ortasına attığı iddiaya. Daha doğrusu Oğuzhan Müftüoğlu’nun kitabına yerleştirdiği taşlarından birini, TKP nin,12 Eylül’ün Dev Yol’ a saldırısı ile ilgili `Bir Devin Çöküşü' başlıklı bildiri dağıtmış olması, bu gruba taşımasına; Burada, Zülfikar’ın uzun zamandır belki de baştan beri TKP geçmişinin iyi olan tarafından kurtulma çabasının hezeyan biçiminde dışa vurumundan bir örnek var. Bu örneğin ne anlama geldiği ve Zülfikar efendinin attığı bu taşın ürküntüsünün kurbağaları aşan bir yanının olup olmadığı konusunda yaklaşım belirlemek, TKP yi fetişleştirerek ( ki bu, aynı zamanda TKP yönetiminin bütün yanlışlarını da yok sayarak fetişleştirilmesi dolayısıyla sonrasında olan bitenlerin olumlulanması ve meşru kılınması çabalarına destek verilmesi demektir), mümkün olmaz. Üstelik bu grup bir tarih çalışması alanıdır ve burada, bu grupta demek istiyorum, belgeler konuşmuyor, belgeler, TUSTAV kurumun arşivlerindedir ve böyle bir TKP imzalı belge varsa TUSTAV bunu ortaya koymalıdır. Belki daha önce olduğu gibi, artık yorulmadılarsa, ya da artık TKP tarihi ile ilgilenen kalmadığı yönünde bir karar birlikleri yoksa Sn. Erden Akbulut eliyle bu yöndeki açıklığı sağlayacak belge ortaya konulabilir ya da "yoktur böyle bir belge" yollu bir ilan asılabilir. Bir kaç gün geçmesine rağmen bu olmadı ise, demek ki, bu taş hem kurbağaları bile ürkütmemektedir ve hem de TKP tarihi ile ilgileniyormuş gibi yapan hiç kimsenin ilgisini çekmemektedir. Kaldı ki, bu grupta ve dahi TUSTAV kurumda, belgesi olan gerçeklikler üzerinde bile, bu grubun orta yerine, kurbağa ürkütmesi bu denli cılız olmayan taşlardan bile düşmemiştir. Örnek olsun ki örnek çok basittir, herkes pay çıkarabilir, kimilerinin tarihsel misyonu gereği ortaya koymak zorunda oldukları yaklaşımlarını saymıyorum ama hem bu yaklaşımların helezonik etkisinde kalanların ve hem de etkisinde kalmasa bile etkisine karşı tepkiden uzak kalanların, o çok melanet olarak görüp, göstermeye çalıştıkları ve bütün günahların yaratıcısı ve taşıyıcısı ve hatta bu günahların koruyucusu olarak kabul görmesine çalıştıkları Kemalizm olgusunu, nasıl da olumlayarak hem komünistlerin kafasına kaktıklarını ve hem de yükselen bir sosyalist hareketin, Kemalizm eliyle ya da Kemalizm’in kuyruğu ile bir münasebet kurdurarak burjuvazinin gül bahçesinin koruyuculuğu yönünde sönümlendirilmesi, zayıflatılması için çalışanlar, 12 Eylülün ağlarını ördüğü zaman diliminde, bu ağa işaretle ortaya koydukları Faşizme karşı UDC hamlesinde, UDC nin başköşesine CHP yi koyarken, diğer sol parti ve grupları bu cephenin içine lütfen koymaları ama daha önemlisi bunu yaparken, diğer taraftan, DİSK içindeki sosyalist sendikacıları tasfiye etmek ve DİSK i bir CHP örgütü haline getirmek çabaları ve sonunda (aradaki gelişmeleri anlatmaya bile gerek yoktur ama Mimarlarının DİSK e paraşütle inip, yönetimden bile forslu halde çalışan Nabi Yağcı ve Aydın Meriç olduğunu hatırlamak, ileride anlatacaklarımızın daha iyi anlaşılması için gerekebilir.), en sağlam turnusol, DİSK in bu günkü durumudur ve Başkanı CHP den, anasını bellediği emekçilerin adayı olması yeterince açıktır. Ve bu çabaların en baş aktörleri kimdir derseniz, bunlar DİSK arşivlerinde de vardır,( yukarıda, ikisini aktarmış oluyorum) yeter ki görmek istensin, TKPden kalan belge yoksa bile yaşayanların aklında kalanlar vardır ama nedense bunlar, Zülfikar’ın minik taşı kadar bile bu grubun ortasına düşmez. Çünkü kurbağalardan fazlasını ürküteceğinin düşünülmesi yollu bir sessiz konsensüs vardır. Ben zaman zaman bu taşları yerinden kaldırsam da, bu grubun ortasına düşmeleri pek mümkün olamamıştır. Çünkü taşların önünde moderatörlerin özverisi vardır. Grubun selameti yönündeki hassasiyetleri, taşların önüne barikat kurmaktadır. Ama her nedense Zülfikar efendinin kurbağaları bile ürkütmeyecek taşına barikat gereği duymamaktadırlar.
Evet, bu tasfiye ve DİSKin, DİSK dâhil, Kemal Türkler ve Maden-iş Mihmandarlığı ile kâğıt üzerinde de olsa kurulan bir UDC mihmandarlığı ile sosyalist hareketin ve dahi, faşist tırmanışa karşı ya da faşizm tehlikesine karşı, var olan gelişmeler ışığında hareketli ve direngen bir görünüm veren antifaşist güçlerin, direnecekse CHP önderliğinde direnmesi, bu çerçevede direnmek istemiyorlarsa keyifleri bileceği yollu bir yaklaşımla Milliyetçi Cephenin onca baskısına rağmen, demokrasi güçleri ile yenişememe durumu ile karşı karşıya olduğu bir çaresizliği yaşıyor olması koşullarında sol/sosyalist hareketin atıl bırakılması, güçsüzleştirilmesi ve sonuçta 12 Eylül sabahı Burjuvazinin ve büyük biraderleri olan ABD emperyalizminin, CIA nın, Vietnam kasabı namı ile ün salmış ve zamanında devrimci gençlerin tepkisini çekerek Türkiye’yi de Vietnam’a benzetmeye çalışma emeline işaretle arabasının yakıldığı Komer'in eğittiği ve yerleştirdiği, komplo üzerine yetenekli kadrolarının, beklediği hasat, sessizlik demek istiyorum, sağlanmıştır.
O kadar öyle ki, daha 12 Eylül gelmeden önce, geliyor olduğu yönündeki tüm bilgi ve öngörülere rağmen, sessizliği bir politika olarak DİSK yönetiminin seçtiğini, Mehmet Karacanın, bu grupta anı aktarımı sırasındaki ifşaatları ile öğreniyoruz ki mealen şöyledir;" Süleyman Üstün sabah sendikada randevu verdiğinde,12 Eylülün geleceğini biliyordum ama ona söylemedim, çünkü 12 sinde değil de belki 13 ünde gelecek diye biliyorduk..." ( Mehmet Karaca'nın TKP üyesi olduğunu da hesaba katarsak, sessizlik üzerinde düşünmenin önemi daha da artmaktadır.) ve dahası var, 12 Eylül, saldırılarını, hem de kanlı olarak ve de korku salarak sürdürürken, TKP yönetiminin teskin edici açıklamaları, 12 Eylül öncesinin sessizlik konsensüsü ile tümüyle uyumludur.
( önemli olan, bu teskin edici açıklamaların kimin ya da, kimlerin oluşturduğu hangi büronun eli mahsulü olduğudur yani, bu hüneri soyutlaştırılmış bir TKP ye mal etmek, Kemal Tahir’in romanlarına mahsus, köylü kurnazlığından başka bir şey değildir.)
Bir, faşist darbeyi,"ASKERSEL DEVİRME " nitelemesi ile duyurması, iki, Faşist bir darbe olmadığını ikna etmeye yönelik beyanatlar, bildiriler yayınlaması ve üç, sol terörizmin temizlendiğinden hareketle darbenin bir yanına olumlama tonu vermesi, bu günlere gelirken konsensüsün çapının ne denli geniş olduğunu göstermekte olup, bu günlerde neredeyse TKP den arta kalanların tamamının ya mevcut durumdan demokrasi sonucu çıkarması ya da çıkardıkları demokrasinin sıra neferi olarak tekellerin rejimini kutsamaları sonucunun orta yerde durması ve hala sessizliğin ve hareketsizliğin hâkim olması oldukça uyum taşımaktadır.
Burjuvazi, tekeller, gericilik,12 Eylül rejimi ve elbette ABD emperyalizmi ve tabii ki, bu yönde görev peşinde olan, sosyalist hareketin, söz konusu olan TKP ise, TKP içindeki, daha doğrusu, tepesine buyur edilmiş olan çift inançlı sahte komünistler amaçlarına ulaşmıştır.
Şimdi, bu girişten sonra, can alıcı gerçekliğe gelelim ama belgelerini ( polis dâhil, herkesin bildiği, yani herkesin bildiği bir sır olarak, TKP üyelerinden, hatta TKP nin tarihi ile gerçek anlamda ilgilenenlerden saklanan belgelerini) TUSTAV korumaya aldığı için, kaynağı, yazılı belgeler olsa da, teorik olarak Grubun orta yerine atacağım taşla ilan ve tescil ettiğim ve elbette yukarda fotoğrafını yansıtmaya çalıştığım uyumlu konsensüsü teyit eder mahiyetteki gerçekliğe,(gerçeklik gerçekten alabildiğine gerçekliktir) ki, henüz kimse yalanlamamış olup, sükût altındır ilkesi gözetilmektedir.
Gerçekliğin özü şudur, TKP yönetimi, başka ifadeyle TKP yönetimine "ATILIM" yıllarının devinimi içersinde seri ve acil olarak koopte edilmiş (monte edilmiş de denilebilinir) Politik büro ve Merkez Komitesi olarak dizayn edilmiş bir yönetici ekip,(kendi içinde birbirlerine KLİK diyor olmaları ne demek istediğimi kolaylaştırmaktadır)12 Eylüle yaklaşırken, bütün TKP üyelerini devekuşu misli illegal çalıştırması ve hızla defacto legale çıkma operasyonu peşinde koşar misli hiç bir ilke ve norm gözetmeden TKP üye sayısını artırması ve aynı operasyon içersinde ve elbette aynı TKP içersinde, başka bir TKP örgütlenmesinin alt yapısının oluşturulması, dışında kalanların ise, önce 12 Eylül saldırısı ile sonra ideolojik ve örgütsel saldırı ile tasfiyesinin yolunun açılması ve TBKP ye akan bir likidasyon kanalı…
Gerçekliğin özü budur. Ve elbette bu gerçekliğin taşıdığı özün varacağı son nokta, TKP nin tarih olmasıdır.
Şimdi bu noktadayız. Bu noktada Zülfikar’ın, Müftüoğlu’nun anısından pek bir rahatsız olmuş tavrı ile kurbağaları ürkütemeyen ama ürkütecek kimse kalmış mı misli bir merak taşıyan iddiayı gruba düşürmesini görüyoruz.
Zülfikar, TKP nin, (Likidasyon sürecinden ve ondan çok önce, mesela Partiyi ararken gösterdikleri özveriler ile sessizlik konsensüsüne çalışan ekibin çabalarından arî tutularak soyutlaştırılan TKP) bir kötü yanını daha yakalamış olmanın sevincini taşıyarak, kurbağaları bile ürkütmeyen bir taşla suları bir kez daha bulandırmak ve bulanık sudaki sazanların su yüzüne çıkıp çıkmayacağını test etmek istiyor.
Çünkü ortada tamamlanmamış ve sözünü ettiğim konsensüsün (kuvvetle muhtemel) teşvik edici unsuru olan iç konsensüsün konusunun artık, birbirini bilen kırk kişi tarafından gündeme getirilip, gündemden ebediyen düşürülmesinin aciliyet kesbetmesi var.
Dün bir eski arkadaşımın ortaya attığı deyim ile ifade edersem, eğer tek bir sazan bile varsa, bu iç konsensüsün, bu birbirini bilen kırk kişinin konsensüsünün, sürgitmesi gayet normaldir ve TKP tarihi bahane, tarihinin üzerine oturan konsensüsün sessizliği şahane... diyoruz.
İşte Zülfikar’ın taşındaki ağırlık bu mislidir ve ağırlığından haberdar olanların, TKP nin Likidasyonunun, Komünist hareketin likidasyonu demek olduğunu bir kez bile aklına getirmezken, TKP fetişini öne çıkartma pahasına pek bir TKP ci olmaları ne ciddiyetle ne de tutarlılıkla ilgilidir. Aksine, tutarsızlıktaki ve ciddiyetsizlikteki ortaklıklarını gizleyerek konsensüsün sona ermesinin henüz zamanı olmadığının sinyallerini vermek konusunda pek bir hassas olduklarını göstermektedirler.
Üzerine oturdukları tarih sandığının kapağını ancak ve ancak bu tarihten umutvar olan tek bir sazan bile kalmış olmadığı bir zamanda açacaklarını öngörmek için o kadar zeki olmaya gerek yoktur.
Bunun anlamı, TKP "tarihinin kapağı" açıldığında, içinde bir şey kalmamış olduğunu, bu kapağın üzerine oturmuş olan birbirini bilen kırk kişinin, bu kapağın altındakileri tüketmiş olduğu yollu konsensüsün, sessizlik konsensüsü ile yer değiştirmesi sonucunda kapak açılacak demektir.
TKP nin tarihi, yaşanmış bir gerçeklik olarak, yazanları da, silmeye çalışanları da içinde taşıyarak olduğu gibi orta yerde durduğuna göre, TKP tarihinin kapağının altındakilerin tükenmesi, birbirini bilen kırk kişinin sabırsızlığının, telaşının, suç ortaklığının, kısaca sessizlik konsensüsüne bağladıkları konsensüslerinin ödülü olarak ifadesini bulan bir başka gerçekliktir.
Ödül ise, TKP tarihinin kapağını kapalı tutarak tüketenlerle, tüketme heyecanı ile yüklü sabırsızlıklarını tüketenler arasında gidip gelen bir alanda tükenip gitmektedir.
İşte TKP nin tarih olmuş olması yönünde konsensüs sağlanması ile TKP nin dönemini bitirmiş olmadığı yönlü sabırsızlık kümelerinin canlı tutulması arasındaki çelişkinin hikâyesi budur.
Öyleyse, hikâyemizin ortaya düşürülen çelişkisini daha iyi anlamak için hikâyenin içinde, TKP tarihinin sandığının kapağını ve üzerinde oturanların suretlerini resmetmek üzere, kısa bir kronolojik tarih gezintisi yapalım
Atılım yıllarına kadar,(1973 le başlatıldığını biliyoruz, yani 15–16 Haziran kalkışmasından ve 12 Marttan sonrasıdır),TKP Merkez Komitesinden söz edilmemektedir. O zamana kadar sözü edilen,40 yıllık bir TKP Dış Bürosudur ve TKP yi arayanların bu gerçeklik karşısında beklediği bir umut olduğunu teorik olarak düşünmeyi yerinde sayıyorum ve bu tarih diliminden itibaren TKP yi arayanların ve kolay bulanların TKP yi bulmakla ve içine girmekle ne amaçladıklarının da düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.
Benim düşüncemin varlığı biliniyor ama şimdilik bu düşünce bana ait olarak kalsın diyerek devam ediyorum.
Hikâyemizin Aktörleri, bir Aydan Bulutgil, diğer adı ile Sapancı, İki, Çağatay Günel, dir. Diğer aktörler ve H. Erdal nam isimli, Aydın Meriç ile Çağatay’ın eniştesi Erdal Talu da var ama bunlar, bu aktörlere bağlı olarak tamamlayıcı aktör olarak önümüze düşecektir. Bu aktörleri de, bu aktörlerin TKP mensubu olarak yaptıkları tarihi de polis de biliyor ve görüldüğü gibi ben de biliyorum, başka birçok kişinin de bildiğini biliyoruz ama bu bilinenler etrafında da sessizlik konsensüsü devam etmektedir. Bilinen bir sır ile karşı karşıyayız ve saklamayı ilke saymak ilke olarak önümüze konmuştur. TKP tarihini aydınlatan TUSTAV da bu ilkeye uyuyor. Oysa ne demişler, birden fazla kişinin bildiği sır değildir. Eğer polis biliyorsa dünya âlemin bilmesinin önünde hiç bir engel yoktur.
Bu aktörlerin, TKP mensubu olarak tarihe kaydedilecek bir tarih yapıcılıkları olduğu şüpheli. Ama poliste TKP nin tarihini yazdıklarını görebiliyoruz. Hatta Çağatay o kadar öyle poliste tarih yazımına kaptırmış ki kendisini, kendisi kabul etmese de, Mahkemenin zorla verdiği bir ceza indirimi ödülü bile var. Nasıl olmasın, Çağatay, polis tutanaklarına geçen tarih yazımını tam bir edebiyatçı titizliği ile ortaya koymuş. Mahkeme, TKP nin bu hızla yükselen ve o kadar öyle yükselen ki, Merkez Komitesine kadar yükseldiğini bile hemen öğrenemeyen tarih yazıcısının, bu yazımı ile pek çok örgüt üyesinin ve örgüte ait dokümanın ele geçirilmesine yardımcı olduğu için, ceza indiriminin müktesep hak olduğu hükmünü de veriyor.
Çağatay'ın yükselişini resmetmeye devam ederken, bu yükselişe basamak olan, önünü açan eniştesi Erdal’a değinmeden olmaz. Yükselişin izleri oradadır. Ama ondan önce Aydan Bulutgil’e dönmek yerinde olacaktır. Aydan olmazsa Erdal’a da dönmek yersiz olurdu. Aydan Bulutgil’in partileyicisi Cavlı Culfazdır. Partilenmesi, ATILIM yıllarının başlarına denk geliyor. Teorik eğitimini de Cavlıdan almış olması doğaldır. Ve aktörlerimizin hikâyesi Türkiye’de geçmiyor. Mekân İngiltere’dir. Ve Aydan TKP üyesi olur olmaz, ya da çok kısa süre sonra, Türkiye’ye tatile gelir, yıl 1974 mevsim yaz ve tatilde Oktay Zor ile Rahmi Aslan'dan (biz koncada iken, Rahmi’nin de H. Erdal ile bağı ortaya atılmış ve o zaman ki, illegal,-legal olanı komün yönetimi idi ve bu illegal yönetime bağlı idi-TKP konca yönetiminde ve politik bürosunda olarak ortak savunmayı kaleme almaya çalışıyordu ve yoğun bir tartışma trafiği olduğunu hatırlıyorum) randevu alıyor, iki kez görüşüyor ve bombayı patlatıyor. Artık Oktay TKP üyesidir. Aydan beyin polisteki tarih yazımında var. Muhtemelen Rahmi’yi de partilemiştir. Aydan’ın tatili epey verimli geçiyor. Burada bir parantez açabilir miyim?
12 Eylül sonrası zindan terbiyemi bitirip, Sakarya’da ikamet ile sürgüne mahkûm edilerek özgürlüğe adım atmıştım. Sürgünü kabul etmemiş ve eşimle oğlumu da alarak İstanbul’a göçmüştüm. Hiç bir yerde iş bulamadığım için bir yakınımın restoranında güvenilir adam olarak işin bir ucundan tutup, ihtiyacım olduğunda para isteme hakkını elde etmiş olarak yaşıyordum. Ama bu, sefalet sınırında yaşamamı engellemiyordu. Bu nedenle bu sınırın biraz üzerine çıkmak için, bir pazarlama firmasında maaşsız işe razı olmuştum. Sattığım ürün üzerinden komisyon alacaktım. İş bulamamanın temel nedeni aslında, sürgünden kaçak yaşamamdı. Ve pazarlama işini bulunca, yeterli ve riske edecek param da olmadığı için, ben de pazarlama faaliyetlerini akraba ziyaretleri çerçevesinde yürütüyordum. Yani hem tatil, hem de ticaret olmuş oluyordu. Pazarlama faaliyeti için gerekli harcamaları böylece tolere etmiş oluyordum. Yalnız benimki biraz farklı idi. Ben, benim düşünce yapıma sempati duyanları veya bu düşünce sisteminin içinde olanları ticari faaliyetimin öznesi, daha doğrusu hedefi yapmıyordum. Ama iki yöntemim vardı, birincisi, en masrafsız seyahat ve bunun için yakınlarımın yanında misafirlik; ikincisi, çat kapı ama kapıyı açtıracak referans. Tıpkı Aydan’ın serüveni gibi. İşte Aydan’ın serüveni ile ilk haşır neşir olduğumda bu anılarım gözümün önüne gelmişti ve vesileyle paylaşmış oldum. Ayrıca, tarih çalışmasına da girmesi için, bu anı demetime TKP nin radyosunu dinlerken, İhmalyan kardeşlerden birinin resim sergisi duyurusunu bu süreçte aldığımı aktarmak istiyorum. O günlerdeki pazarlama faaliyetimin meyvesi, eşimle birlikte dışarda, mesela çiçek pasajında bir akşam yemeğini hak ettirir boyutta olmakla beraber bu duyuru da tam zamanında gelmişti. Önce sergiyi gezdik, küçük bir alanda sergilenmiş resimlere bir resim eleştirmeni edası ile göz gezdirdikten ve hem duyuruya itibar eden bizden başka kimsenin, hem de bu duyuruyu takip edip, bir komünistin resimlerini kim merak ediyor diye meraklanan kimselerin olmadığından emin olduktan sonra hareket edip, yemeğimizi yiyerek ve hatta paraya kıyıp, taksiye de binerek eve dönmüştük. Ama bizim kutlamamız sefalet sınırından biraz kurtulmuş olmanın ve oğlumuzun bakımına biraz daha özen gösterebilecek olmanın yansıması idi. Yani, ne bir terfi, ne de bir atama söz konusu idi. Hatta TKP üyeliğimi eşimle birlikte kendi kendimize yaşıyorduk. İhmalyan’ın sergisi, yaşamımızdaki bu yöndeki heyecanımızı biraz daha yükseltmişti o kadar.
Parantezi kapatıp devam edersek, kaldığımız yere dönmüş oluyoruz. Parantez açtığımız yerde Aydan Bulutgil'in hikâyesini anlatıyorduk, devam edelim.
Hikâye, Aydan’ın ağzından ve poliste yazdığı TKP tarihinden aktarmadır. Bir de Aydan’ı ilgilendiren, İzmit grubundan TKP lilerin aktarımı var, o da şöyle, 12 Eylülcülerin saldırısı hızla TKP ye doğru ilerlemektedir. Kocaeli önemli bir işçi yatağıdır ve komünist hareket burada güçlüdür. Limanlar, Tersaneler, petrol rafinerileri ve diğer sanayi kollarını içeren Kocaeli, burjuvazinin ve elbette istihbarat örgütlerinin de önem verdiği bir coğrafya idi. Sendikalar, birlik dayanışmacılarla dolayısıyla komünistlerle dolu ve söz yerindeyse, çoğunda sendikalar, burjuvazinin dümen suyunda yönetimlere sahip olsa da, muhalefet oldukça güçlüdür ve sendikal hareket daha çok, birlik dayanışmacı, komünist kadrolardan soruluyor. Kocaeli’nin başında Birol Başören ve diğerleri var. Bir tanesi de Bülent Karataş. Bülent anlatıyor, bir İl komitesi toplantısına Aydan başkanlık ediyor ve haberi patlatıyor; Nafiz Bostancı yurt dışına kaçırılmıştır. Çünkü alınan ( bir polis dostundan) bir duyuma göre, polis saldırıya hazırlanıyormuş. En değerli eleman Nafizdir ve yurt dışına uçuruluyor. Bilgisi, Merkez Komitesi üyesi ve Marmara Bölge Sorumlusu Aydan’dan geliyor. Buradan devam etmek üzere, Aydan’ın tarih yazımına dönüyorum.
Aydan, başlamışken durmuyor, çat kapı Erdal Talu’nun kapısını çalıyor ve Nihat’ın arkadaşı olduğunu, İngiltere’den geldiğini söyledikten sonra, TKP üyesi olduğunu ve Nihat’ın verdiği görevle Erdal’ı ve Şeyda’yı partilemeye geldiğini açıklıyor. Ve Erdal da, Şeyda da, artık TKP üyesidir.
Bunlar atılım yıllarının henüz ivmeye geçmediği ama işaretlerini vermeye başladığı yıllar olsa gerek. TKP yi aramak için yollara dökülenlerle, bir şekilde TKP sempatizanı olduğunu açık edenler, hızla TKP ye kaydediliyor. Hem de ilke ve normlar göz ardı edilerek, çoğu kayıtlar gruplar halinde gerçekleştiriliyor ve akabinde akademik eğitim ve de sonucunda üst organlara kooptasyon.
Erdal’ı partilediğimize göre, şimdi Mahkemece "pişman" statüsüne sokularak ödüllendirilen Çağatay’ın tarih yazımına dönebiliriz. TKP deki çözülmenin otopsisinin ortaya koyduğu en bariz ipuçlarına Çağatay’ın tarih yazımını izleyerek ulaşabiliriz. Ulaştığımız yerde, çözülmenin boyutunun, sığlıkla, ciddiyetsiz örgüt yapısı ile yakından ilintili olduğunun izleri var.
Hiç bir gizlilik ilkesine uyulmaması bir yana, bir komünist partiye üye alımındaki ilkelere de titizlik bir yana, temel olarak bile uyulmadığı görülüyor. Dahası, Aydan Bulutgil gibi TKP örgütlenmesinin kilit adamı ve daha 70li yılların başından beri ayak izlerinde TKP ye götüren işaretler olan birisinin polise terk edilmiş olması çözülmenin otopsisi üzerinde karanlığın izlerinin de olduğunu düşünmemizi emrediyor. Ve burada hemen Bülent’in anlatımına geçiyorum;
Nafiz’in yurt dışına gönderilmesinin gerekçesi olarak, alınan bir polis kaynaklı saldırı duyumunu deklare etmek için, saldırı hazırlığının gölgesinde, komite toplantısı yapılması ve çok kısa bir süre sonra da Aydan’ın da ve tabii, Birol dahil bütün Kocaeli il komitesinin de, polisçe pek fazla zahmete gerek kalmadan yakalanması gerçekleşiyor.
TKP tarihini aydınlatmak için yola çıkanların pek ilgisini çekmemesi düşündürücüdür ama önceki yaklaşım ile uyumlu olduğunun da altını çizmek gerekir.
Aydan’ın tarih yazımı bu kadar değil. Kısaltarak gitsem de, bir kaç noktaya daha değinmem gerekiyor. Bu noktalardan biri Aydın Meriç’i anlatıyor. Aydın’ın, alias H. Erdal’ın, anlatımı, poliste değil, kendisi derleyip toparlamış ve ‘TKP mizi yükseltelim’ başlığı ile ortaya koymuş. Yakup Demiri arayan Aydın, İ. Bilen’e razı oluyor ve İ Bilen’le hemen kaynaşıyor.
Bu kaynaşmanın sonucunda, hemen Türkiye’de inşa edilecek Komünist partisinin 1 Nolu üyesi olarak görevlendiriliyor. Ve İ Bilen, bu görevi verirken, H. Erdal’ı komünist yapanların komünist sayılmaması gerektiğini söylemeyi de ihmal etmiyor. Bununla kalmıyor, H. Erdal’ın anlatımıyla, ikinci görüşmelerinde, İ Bilen, H.Erdal’ı Polit Büro üyesi yapmıştır. Artık Aydın Meriç ‘ TKP yi inşa etmeye başlayabilir. Zaten çatısı, TKP yi atılıma geçirmek için, bulundukları ve inanarak girdikleri politik alanlarını terk edenlerin TKP yi bulması ve hemen partiye buyur edilmeleri ile (arayanlardan hiç bir kimsenin partiye girişinde bir sorun çıktığını ve arayan hiç bir kimsenin sıradan bir üyelik formasyonu yaşadığını göremiyoruz, hepsi örgütün çatısı için koopte edilmek üzere eğitimden geçiriliyor ve böylece TKP örgütlenmesinin Türkiye’de kök salması için gerekli çatı kurulmuş oluyor.) kurulmuştur, çatılması Aydın Meriç’e kalıyor.
Burada Aydın Meriç’e yeniden dönmem gerekiyor, Aydından aldığımız bilgiyle 1 Mayıs 1976 da Türkiye’de TKP üyesi mevcudu 50 nin altındadır. 1977 Konya Konferansına gidildiğinde bu sayı,120 cıvarına ulaşmıştır. 12 Eylül tutuklamaları ile bu sayının oldukça yükselmiş olduğunu ve asıl yükselişin 12Eylüle çeyrek kala ve 12Eylül saldırısının TKP ye yönelmesi arasında olduğunu öğreniyoruz. 15 -20 günlük sempatizanlar, görev verilmek üzere, parti üyesi yapılmışlardır.
Burada Aydan’dan küçük bir bilgi daha alalım, polise anlatmış ve tarihe nottur, Aydın Meriç, Aydan’ı,1976nın sonunda tebrik ederek, Merkez Komiteye alındığını müjdeliyor. Aydan çok uyanık, Aydın Meriç’in Politik büroda görevli olduğunu hemen anlıyor. Aydan bu müjdeden önce Marmara Bölge sorumlusudur ve sorumluluğu devam ediyor. Bu sorumlulukla Kocaeli İl komitesine başkanlık ediyor ve Nafizin yurt dışına kaçışını müjdeliyor. Nafiz hariç, kendisi dâhil, bütün İl komitesi yakalanıyor. Ondan önce parti konferansı var ve Aydan’dan iki isim isteniyor. Aydan Oktay Zor ile Birol Başören’in ismini veriyor. Oktay ve Birol da Merkez Komitesine koopte edilmiştir ama haberleri konferanstan sonra oluyor. Bunları hep Aydan anlatıyor.
Şimdi, Çağatay’a tekrar dönüyorum.
Çağatay’dan, bir yaz gününde eniştesi Erdal Talu tarafından partiye üyeliğe kabul edildiğinin bilgisini verdiğini ve Çağatay’ın bunu kabul ettiğini öğreniyoruz. Yıl 1975 mevsim yazdır. Erdal, muhtemelen şöyle demiştir,"hadi iyisin kayınbirader, biz onca zaman aradık zor bela üye olduk, seni haberin bile olmadan TKP ye üye yaptım! Eh artık, bir yemekle kutlarız." Nitekim ilerleyen zamanda bir yemekli toplantı da, yükselişlerini kutladıklarını, yine bu grubun sayfalarına düşen anı demetleri ile öğreniyoruz.
Çağatay 1975 yazında ansızın TKP üyesi oluyor ve çok kısa bir zaman sonra, aceleleri var, yöneticiye ihtiyaç var, 1977 yılına gelirken önce yöre komitesinin başı, sonra hiç haberi olmadan Merkez Komite üyesi oluyor ve bunu muhtemelen Konya Konferansı için Almanya da toplanıldığında öğreniyor. Birol Başören ve Oktay zor bu toplantı için Aydan’ın önerdikleri arasındadır ve onların da bilgileri ve beklentileri dışında Merkez Komite üyesi seçildiklerini Aydan’ın tarih yazımından aldığım bilgiyle ifade etmiştim.
Hepsi seçilmiş kişidir. Yanlış anlamayın, seçim İ. Bilen tarafından yapılıyor, ona giden bilgiler mihmandarıdır ve Dış Büroyu Merkez Komite yapmak üzere, birçok şanslı ya da şanssız faniyi Merkez Komite üyesi ve de Politbüro üyesi olarak koopte ediyor. Ancak, Çağatay’ın yükselişi bir başkadır ve elinden tutan Erdal eniştesine şükran mı duymuştur, yoksa lanet mi okumuştur hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Bilenler elbette vardır. Sessiz konsensüsün içinde oldukları muhtemeldir.
Burada Çağatay’ın marifeti mi desem, elinden tutanları takip ettiği için mi desem, bir ilginç ve bana göre tarihe geçecek icraatını kendi tarih yazımından aktarmak istiyorum. Yeni aktör, TÜS-DER genel başkanı Hasan Fehmi Mavi'dir. Kaderi Çağatay’ın kaderi ile kesişiyor. Tesadüf değil. Yüce gök’ün yazdığı bir kader de değil. Çağatay’a görev veren sekreteri, Güray Tekin Öz, bu kesişmeyi düzenliyor. Çağatay, Mavinin dernek ofisine bir şifre ile gidiyor ve yalnız oldukları bir sırada Hasan Mavinin parti adını, Birol, fısıldayıp, onun sekreteri olduğunu ve birlikte çalışacaklarını söyleyerek şifreyi Maviye uzatıyor. "al bak inanmazsan şifre de bu, diğer yarısı da sendeymiş" demiş olabilir. Bu noktada, buraya tekrar dönmek üzere bir parantez daha açmak istiyorum.
12 Eylül sonrası idi. Parti sekreterim, İstanbul’da bir yer altı bulmuş, ara sıra yer üstüne çıkarak benimle buluşuyor ve Kocaeli’nden haber alıyordu. Kendisinden haberimiz, Galata köprüsünde bir gezinti ile varlığından ve İstanbul’da yeraltında olduğunun bilgisine nail olmamızdan ibaretti. Ve bu çelişkili ve çapraşık durum uzun sürmedi; beni, aynı Çağatay’a verilen bir şifre ile sevgili Mehmet Ali Alçınkaya’ya bağlamışlardı. Şimdi, Nabi Yağcı’nın tekkesinde AKP ye dua âlemleri yaptığının ve en alt basamaktan BeDePe ye tırmandığının ve oradan Barzani’nin tekkesine ulaşmaya çalıştığının duyumlarını alıyor ve şaşırmıyorum.
TKP hücremiz, Alçınkaya’nın sekreterliğinde devam ederken, aniden bizzat Alçınkaya tarafından, hücrenin Sekreterliğine koopte edildiğim bilgisini alıyorum. Talimattır ve uyuyorum. Ama merakımı yenemeyip, Alçınkaya’ya soruyorum, ne oldu ki, buna gerek duyuldu, şimdi bu hücre verimli çalışabilecek mi? Alçınkaya, kendisi için sorun olmadığını söyleyerek konuyu kapatıyor ve hemen ardından Ankara’dan gelen yeni mezun bir avukat ile İstanbul’dan gelen bir başka üniversite öğrencisi tarafından, sımsıkı TKP ye ve yeraltına geçmiş İGD ye bağlanıyorum.
Yükseltiliyordum yani. Hızla ve bir çırpıda, İzmit’te ne kadar TKP üyesi kaldı ise, hepsi bana bağlanmıştı ve muhtemelen, bunların TKP bağlantısından Alçınkaya’nın da bilgisi vardı.
Oğlumuz yeni doğmuştu, sevgili İsmet, ağabeyim, Partiye girmemi sağlayan yoldaşım, polis tarafından alınmış ve gösterilmeyen bir yerde gözetimde tutuluyordu. Ayrıca ekonomik sıkıntımız da başlamıştı. Bu nedenle hem abimin evine yakın olmak, hem de sıkıntıyı bir nebze aşmak üzere baba ocağına dönmüştüm.
Vardiyalı çalıştığım için, eşim işe gittiğinde, bebeğimizi ayağımda sallarken, sekreter yoldaş ile memleket meselelerini sohbetimize konu ediyor ve lafın arasında polisin beni açıkça takip ettiğini dolayısıyla bir saldırıya hazırlandıklarının işaretini verdiklerini söyleyerek ne yapmam gerektiğini soruyordum. Cevap "bulunduğun yerde kalacaksın" oluyordu. Ve neticede bir gün,evde bir bebek olduğu ve bir süt alacak kadar bile para kalmadığı için, fabrikaya avans almaya gitmiştim ki, beni neden yakın takibe aldıklarını o zaman daha net anladım. Polis, NASAŞ ta, işvereni kendine asistan yaparak, tezgâh kurmuş ve Fabrikaya adımımı atar atmaz, Birinci şubeye haber gönderilerek beni Müdürün odasına kilitlemişlerdi. ( Pencereden, camı kırma pahasına, balıklama atlayarak havada parende atıp, Fabrikanın bahçesine düştükten sonra kaçmaya yeltensem de, dedim ya asistan iyi hazırlanmış ve kararlı, fabrika güvenliği ve onlara yardım eden bir beyaz yakalı personel tarafından yakalanmıştım. O pencerenin cam parçalarından küçük bir küme, hatıra olarak hâlâ, kafa derimi de aşıp, kemiğe saplanmış olarak durmaktadır.) Belli ki, benim üzerimden fabrikadakilere korku salacaklardı. Ama aynı zamanda da, ateş olmayan yerden duman tütmediğini göstermiş olacaklardı. Bak bir sürü işçi varken sadece Fikret Uzun alınıyordu. Demek ki Polisin elinde deliller vardı. O günden sonra geçen zamanda, ben zindanda iken yani, oğlumuz büyümüş ve ben eve döndüğümde, annesinin yanında yatmamı hiç kabullenememişti. Biraz daha büyüdüğünde, ismi konusunda da bana kızgınlığını gösteriyordu. Arkadaşları tam telaffuz edemiyormuş, başka isim bulamamış mıyım.
Bana bağlanan hiçbir parti üyesini ne aklıma getirmiştim, ne de polis tarafından tarafıma sorulmuştu ama işkence faslı bitip, tutukevinde toplanmaya başlayınca gördük ki, hepsi tutuklanmış şen şakrak bir arada olmamızın kutlamasını yapar misli birbirimizle kucaklaşıyorduk. Bu paranteze neden gerek gördüm; görev değişikliğinin, bana daha çok güvenip, beni yükseltmek için mi, yoksa Alçınkaya’yı demirbaş olarak görüp, söz yerindeyse, yangında ilk kurtarılacaklar arasına sokup, sonraki görevleri için geriye mi çekmişlerdi? Hep düşüncelerimin bir kenarında durmuştur ve yine bunu da, bu konuda baş aktör olarak görev yapanların bildiğine inanıyorum.
Çağatay’ın, TÜS-DER başkanı ile buluşması bana bunları hatırlattı. Şimdi gelinen noktada ise, bu düşüncelerimi doğrular mahiyette açıklıklar olduğunu görmemek elde değil. Ve parantezi kapatıyorum.
Burada iki nokta var, önemlidir, TÜS-DER başkanına güvenilmemiş, Çağatay’a daha fazla güvenilmiş bir, ama daha önemlisi iki, TÜS-DER in yönetim ofisinde bir parti ilişkisinin kurulmasının hikâyesine şahit olmamızdır ki, buna polisin bizden önce, hikâye başlar başlamaz şahit olduğuna inanmamız gerekmektedir. Bu günkü kadar olmasa da, muhtemelen polisin kulağı her yerde dolaşıyordur, en azından bu ihtimal göz ardı edilemezdir.
Dahası da var, Çağatay’a daha fazla güven duyulduğunu anlatıyor; Ahmet Kardam, taze bir ODTÜ asistanıdır ve aniden Öğretmen hareketinden sorumlu olarak Çağatay’a bağlanmış ve şimdi Ahmet Kardam MESS e bağlıdır. Göbekten mi, ideolojik mi, öteden berimi onu bilenler biliyor ve MESS çatısındaki fabrikaların işçilerinin bildiği ise, Ahmet Kardam’ın, Öğretmenlik kabiliyetinin yüksek olduğudur; çatal, kaşık, bıçak talimini ondan öğrenmişlerdir. Yanında Zülfü Dicleli de var ve ondan kalır yanı olmadığına eminim.
AKP nin ve çok öncesinden, Şimdi anayasa taslağı hazırlayan TÜSİADın başının, Ümit Boyner, evdeki başı olan ve Yeni Demokrasi Hareketinin de başı olan Cem Boyner’in danışmanı ve yoldaşı olan bir yetenektir. TÜSİAD ın anayasa taslağında imzası var derlerse şaşırmam.
Diğer aktörlerin, sözünü etmeye gerek duymadım, ama Nabi Yağcıların da "Anayasa Anayasa ama ille de AKP nin hazırladığı anayasa" diye tutturmaları ve diyar diyar dolaşmalarındaki senkronizasyon, TKP nin başına ani hamlelerle ve Koopte edilerek geçirilen aktörlerin eninde sonunda gidecekleri yeri göstermesi açısından önemli bulduğumu belirtmeliyim.
Bu kendi tarih yazımlarından aktardıklarımın zaman diliminde, Nafizin yurt dışına kaçırılmasında partinin en üst düzeyde teyakkuzuna şahit olurken, partinin en üst ve en çok bağlantı taşıyan kadrolarının, polisin saldırısına açık halde ortada bırakılmasına ve neticede polisçe yakalanmalarına ve bunun neticesinde de tepeden aşağıya hemen hemen bütün üyelerin polis tarafından toplanılmasına ve bir MK üyesi ve İstanbul il yöneticisinin, Mustafa Hayrullahoğlu, yakalanarak işkencede öldürülmesine tanık oluyoruz.
Birol Başören, sevgili İsmet abimle sık sık buluşur dertleşirdi. Terapi de diyebiliriz. Kulak misafiri olduğum ve aklımda kalan en gerçekçi cümlesi "çok işkence yaptılar, dayanamadım" olmuştur ki benimle hiç bağı olmadığı ve benim gibi başka alt örgütten kimsenin adını anmadığı halde, ifadesinde benim adımın da geçtiğini hatırlıyorum.
Burada Aydın Meriç’ten aktaracağım bir bilgi var. Şöyle; 1981 Şubatının ilk günlerinde, Politbüro toplantısı sürüyor ve önemli bir istihbarat bilgisi geliyor. Bilgiye göre, siyasi polisin elinde tüm MK nın ve 30 u aşkın İl komitesi üstüne resimli, isimli bilgi vardır. Tarihi unutmayalım,1981 Şubat başı.
Kocaeli’de başlayan tutuklamalar sırasında, bize de, buna benzer bir bilgi gelmişti. Ama artık Konca’ya tıkılmıştık ve bu bilginin bizim için bir önemi o an için yoktu. Bu bilginin, Kocaeli il komitesine, yakalanmalarından önce verilmiş olup, olmadığını bilmiyorum. Ancak, Konca’da öğrendiğimiz bilgi şu idi; Birol Başören’in kardeşi Erol’a, polis tarafından sorgusu sırasında, Birol’un fotoğrafı gösterilmiş ve tanıyıp tanımadığı sorulmuştu. Muhtemelen Aydan Bulutgil’in haber verdiği Nafiz’in dışarıya çıkartılması, bu bilgiden sonra gerçekleşmiştir.
Aydın, daha sonra, tutuklamalarla ilgili, çözülmenin boyutları yüksek olduğundan, Politik Büroya soru yöneltiyor. Sorduğu şudur; parti üyelerinin önemli bir bölümünün gerekli direnci gösteremediği ortaya çıkan yazı ve belgelerle ( eğer doğru ise) görülüyor. Tutuklamalarla çözülmelerin ilişki derecesi nedir? Mademki, çözülmeler yaygın, tutuklamaların da yaygın olması doğaldır. Ama bizler için şu açık ki, çözülmeler tutuklamaların belirleyici nedeni değil, çünkü daha Ocak 1981 sonunda (şubat başı da olabilir) 30 küsur ildeki il yönetiminin resimli listesinin polisin elinde olduğunu biz öğrenmiştik. Aydın Meriç, böyle soruyor.
Bu tarihlerde başka neler oluyor? Onu Çağatay’dan dinleyelim;1981 yılı başında Güray Tekin Öz, İstanbul’a giderken Çağatay’ın da gelmesini istiyor ve Moda da buluşuyorlar. Yanında Nabi Yağcı da vardır. Nabi çok dikkatli davranılması gerektiği yollu uyarıda bulunuyor. Nabi o sırada Politik Büro üyesidir ve istihbari bilgiden haberi vardır. Güray Tekin öz, daha sonra, Mart başında, Çağatay’a yeni bir randevu veriyor ve buluşuyorlar. Beraberce bir restorana gidiyorlar ve Nabi oradadır. Nabi Mart ve Nisan aylarında partinin üzerine gelineceği ihtimalinin bilgisini veriyor.1 Mayıs öncesinin tehlikeli olduğunu vurguluyor. O sırada radyodan şifreli anons verileceğini birçoğumuzun hatırladığına inanıyorum. Çağatay bunun bilgisini de veriyor. Nabi’nin, saldırının başladığının işareti anlamında radyodan anons edilecek bir şifreli şiirden söz ettiğini bildiriyor.
Demek ki, Nabi Yağcı’nın, saldırıyı 1 Mayıstan önce beklediğini düşünebiliriz. Ve bu Aydın Meriç’in verdiği bilginin doğruluğunu teyit eder mahiyettedir. Politbüronun bu bilgi geldikten sonra tutuklamalar başlayana kadar hiç bir önlem almadığını da öğrenmiş oluyoruz.
Burada, yani bu grupta düşen anı aktarımlarından, hızlı bir yurt dışına çıkış trafiği yaşandığını hepimiz biliyoruz ve bir de şunu biliyoruz, özellikle Sevinç Öztaş'ın ve Kemal Işıktaş’ın aktarımlarından anladığımız, bu trafik yanında, gruplar halinde partinin siyasi eğitimi için yurt dışı turlarının trafiği var. Demek ki, yukarda dikkat çektiğim, TKP içindeki diğer parti ki, Nabi partisi demek uygundur, kadrolarını yurt dışına kaçırıyor ve eğitime hazırlıyor. Nabi, yurt dışına, tutuklamalar başladıktan sonra çıktığını söylemektedir ve bu sürede partinin toparlanması için çalışıyor. Dediği budur. Bu dediklerinden yeni üye yazımının devam ettiğini anlamamız yerindedir. Bir taraftan Nabi ekibi, kadrolarını yurt dışına çıkarmakla meşgul, diğer taraftan partiye yeni üye kaydediliyor ve polisin elinde resimli bilgisi olan birçok yönetici, Aydan dâhil, ortadadır.
Teorik olarak baktığımızda, mümkün olduğu kadar fazla parti üyesinin, aralarında polis ve kamu kuruluşunda çalışanları da var, yakalanmasının bir politika olduğunu görebiliyoruz. Teoridir, mutlak değil, ısrar etmiyoruz. Tarih yazımını takip etmeye devam ediyoruz;
devam etmeden önce, Nihat Akseymen yanında, Haluk Yurtsever’in ihracının da bu zaman diliminde olduğunu not etmek istiyorum.
Aydın Meriç anlatıyor, "Mayıs 1981 tutuklamaları ile ilgili, Partizan grubuna bağlı, aydınlatılması gereken pek çok yön vardır." diyor. Devam ediyor; " birincisi, tutuklamaların izlediği sıradır; Kırıkkale-Ankara-Çukurova-İstanbul ve Marmara zincirlemesi" ve “Ankara İl komitesinin sekreterinin tutuklandığını gazeteden öğrendiklerini ama bu sekreterin kim olduğu hakkında bilgi olmadığını” söylüyor. Kimsenin bu soruyu yanıtlayamadığını belirtiyor. TKP politbürosu, İl sekreterinin kim olduğunu bilmiyor. Ferruh Özbalı, bilinmeyen sekreter, örgütle bağını koparıp, görev yerini terk ederek ortadan kaybolmuştur. Bu sonradan anlaşılıyor. Çağatay’ın aktarımı var, 8 Nisan 1981 günü için randevulaşıyorlar ama Özbalı gelmiyor, yedeğine de gelmiyor. Çağatay durumu öğreniyor ve Özbalı evinde gözaltındadır. Demek ki operasyon başlamıştır.
Çağataylın bu kez, Güray’ın talimatıyla İstanbul’a Erdal’ın yanına gitmesi gerekiyor. 1981 Nisan 16sında Erdal Talu ile birlikte Nabi ile buluşuyorlar. Nabi son durumu alıyor ve Çağatay’ın da hemen İstanbul’a gelmesinin iyi olacağını söylüyor. Çağatay zaten İstanbul’dadır ve kalıyor. Görüşme bitiyor ve başka bir yerde, başka bir saatte buluşmak üzere ayrılıyorlar. Buluştukları yerde, (bu kez sekreter Güray yoktur) Nabi Yağcı, Çağatay’a Atılım ve politik durum filmlerini veriyor ve Çağatay yakalandığında bu belgeler de yakalanıyor. Yakalandığı tarihle, son buluştukları tarih arasında 5 gün var. Nabi partiyi toparlamaya ve Polis baskını konusunda önlemler almaya devam etmektedir. Nasıl önlemler aldığını hiç birimiz bilmiyoruz. Ve Çağatay 21 Nisanda yakalanıyor.
İki sonuç var, cuntanın elinde Partinin önemli isimleri resimli olarak var, fakat saldırı için uygun zaman kolluyor;1981 Şubat başında gelen bilgiye rağmen, il yöneticileri yerinden ayrılmıyor, muhtemelen bu bilgi kendilerine bildirilmemiştir, operasyon başlar başlamaz yakalanıyorlar. Diğer sonuç şudur; tutuklamaların boyutu, çözülme ile ilişkili değildir, hatta çözülmenin boyutu ilk gelen istihbarat bilgisinin gerçekliği ile ilişkilidir. Çözülme varsa daha çok üst düzeydedir ve polisin elindeki bilgiye bağlı olarak çözülmenin boyutu geniş olmuştur. Soru şudur; polisin eline il yöneticileri ile Merkez komitesinin resimli bilgileri nasıl geçmiştir. Burada küçük bir parantez daha açarak, Grupta paylaştığım bir bilgiyi tekrarlamak istiyorum.
Mayıs ayı içinde gözaltına alındığımda, birinci şubede sanırım fazla yer yoktu ki, münavebeli olarak işkenceye götürüyorlar ve o arada karakollara taksim ediyorlardı. Sanırım 3 haftadan fazla böyle turlamıştım. İşkence ve karakol turları ile işkenceden sonra biraz toparlayınca yeniden işkenceye götürülüyordum. Bu turlardan birinde beni, Cengiz Ömer Altın ok’un bulunduğu hücrenin yanına koymuşlar. Bir başka hücrede de, genç İLD üyesi ama aynı zamanda TKP nin taze üyelerinden Nihat vardı. Bana 12 Eylülden sonra bağlananlardan biri idi ve parti ismi bilinmiyordu. Ama polis biliyormuş, koncada ben de öğrenmiş oldum. Ben, Nihat’a, eğer herhangi bir şeyi kabul ettirmek isterlerse İLD üyeliğin dışında bir şey kabul etme diye konuşuyordum. O sırada yanımıza Cengiz’i getirdiler ve birlikte yemek yemeye başladık. Cengiz, aniden "çocuklar ben sizin büyüğünüzüm ve polisin bildiğini kabul edin daha fazla derine gitmesinler" yollu telkinde bulunmuştu ve ardından hepimizi hücrelerine geri götürdüler. Cengiz’de herhangi bir ağır işkence görmüş olma emaresi yoktu.
Ardından beni sekreterim Ali Er ile yüzleştirdiler ve Ali Er de, polisin her şeyi bildiğini ve boşuna direnmemem gerektiğini, kendisinin de her şeyi kabul ettiğini işkencecilerin yanında ve gözlerimiz bağlı olarak, söylüyordu. Karşı çıktım ve göz bağımı çözdüm ama ne çare biraz daha fazla dayak yemiştim. Ortada dolaşan ve parti kararı gibi kulaktan kulağa yayılan aynı telkin idi,"polisin bildiğini kabul edin, derine inmesin" ama aynı tarihlerde, partiye giden raporlar, tutuklamaların çözülmelere bağlı olarak arttığı yönünde idi. ve parantezi kapatıyorum.
Cunta, saldırı için uygun zaman beklerken, TKP yönetimi Cunta içinde çelişkilerden ve Cuntanın faşist olmadığından söz ederek, TİP ve TSİP in eleştirilerine cevap veriyor ve MHP tutuklamaları ile sol terörizme indirilen darbeden olumlu bir beklenti içine girdiğinin işaretlerini veriyordu ve genel operasyonun başlamasının Mayıs ayına bağlanmasına karşın, örneğin Birol Başören'in Mart ayında İzmit’te yakalandığını, Ankara il sekreterinin 5 veya 6 Nisanda yakalandığını, ardından Çağatay’ın Nisan ayının sonunda muhtemelen İstanbul’da yakalandığını ve Atilla Aşut ile Süleyman Coşkunun 1 Mayısta, Aydan Bulutgil’in 5 Mayısta, Ulvi Oğuz’un ( koncada öğrenmiştik, Mehmet Ünlü vardı, şimdi büyük Turizmcidir, Ulvi ile randevuya gidiyor ve polis beklemededir Ulvi yakalanıyor) 7 Mayısta yakalandığını öğrenmemiz ama Nabi’nin bu süreçte hala radyodan şifreli anons yapılacağını bildirmesi ve mayısta saldırının şiddeti konusunda şifreli uyarı olacağını tekrar etmesi ama bir taraftan da belgeleri Çağatay’a teslim etmesi ( Hayrullahoğlu’nun yakalanması ve işkencede öldürülmesi de bu zamandadır muhtemelen) ve sonra da yurt dışına çıkması, dışarda Cuntanın uygun koşul beklemesi ile içerde Nabi partisinin koşulları uygunlaştırma çalışmasının senkronize olduğunu düşündüren sonuçlardır. Düşünüyoruz, mutlaklık yok.
Polis tutanaklarına geçen ve oradan devletin savcılık makamlarına taşınan ve oradan da Mahkemelerin hükümlerinin dayanakları olan tarih yazımından aktarmaya devam ediyorum;
Aydan Bulutgil’in işkence envanterinin Birol’un ki kadar olduğunu sanmıyorum ve çok kısa bir zamanda polise örgütün detaylı bilgisini verip, polisin çok kısa bir zamanda operasyon yaparak neredeyse eşzamanlı olarak bu detaylarda adı geçenleri yakalamış olduklarına inanmıyorum. Hiç inanmadım.
Aydan Bulutgil, işkencede çözüldükten sonra, muhtemelen tuzak kurmak üzere evine götürüldüğü ki, bu durum, evde ifade almak şeklinde lanse ediliyor, bir sırada, kendisini apartman boşluğuna atmasının saklamak istediği bilgilerden ziyade, çözülmüş olmanın psikolojisi ile taşıdığı baskıdan veya tuzağı engellemek için olabileceğini düşünüyorum. Aydan bey anlatmazsa hangisi doğru hiç öğrenemeyeceğiz. Ama öğrenmiş olduğumuz şudur, Aydan Bulutgil işkencesi ile karşılaştığında, işkencecisinin Aydan Bulutgil’in çözülmesini sağlayacak bilgilere sahip olduğu gerçekliği ile de karşılaşıyor.
Bitirmek istiyorum ve bitirirken bu tarih yazımından bile görülmekte olan, ortada çift yönlü bir tasfiye operasyonun var olduğunu, polisin operasyonunun üçüncüsü olduğunu ve ipince bir uyumun var olduğunu işaret ediyorum.
Nabi Yağcının şimdiki görünen Mürit misli peşinde dolaşan ekibine bakarsak, gördüğümüz şudur, Partide tasfiye sürerken, içerde başka bir parti ki, Nabi partisidir filizlendiriliyor, parti radyosundan anons "kadroları koruyun" oluyor ve bazıları, bu anonsa uyup, kendini koruyor, bazıları da parti içindeki görünmeyen bir el ile korunuyor ve korunduktan sonra grup grup parti akademilerine, hızlandırılmış eğitimlere gönderiliyor.
Nabi partisi işbaşındadır ve önüne durabilecek olanların tasfiyesi sürerken, ikinci tasfiyeye zemin sağlayacak gücü ve yetkiyi de elde ediyor. Parti öteden beri legalleşmeli idi ve legalleşebilecek niceliğe de erişmiştir. Yolda TBKP var, işler tersine döndürülüyor, legalite fetişizmi taşıyan TİP,12 Eylülle illegale çekilmiş, İllegalite fetişizmi ile yaşarken, legale geçme sancıları taşıyan TKP ise, legaliteye TİP i geri çağırmış ve TBKP ye giden yolu açmış. Bu yolda Nihat Akseymen ile birlikte Haluk Yurtsever partiden atılıyor. Nabi partisine engel olabilecek kadrolar, polise terk ediliyor ve tam bu sırada Ulvi Oğuz hain ilan ediliyor.
TBKP ile yığınsallaşmak bir yana, TKP özgürleştirilecek ve marşta ifade edildiği gibi, o güne kadar "hapis" olan TKP, böylece "her şey" olacak ve gümbür gümbür işçi sınıfını kapitalistlerin üzerine salacak ve de iktidarı proletaryanın almasına öncülük edecek.
Şimdi soruyorum, Oğuzhan’ın iddiası ne kadar ucubelik taşıyorsa ve daha çok, bir içe dönük örtü vazifesi görüyorsa, TBKP iddiası ile yola çıkan Nabi partisinin TKP yi özgürleştirme ve her şey yapma iddiasının, TBKP ile bütün bir TKP hareketinin, dolayısıyla TİP i de katarak, komünist hareketin tasfiyesine yönelik operasyonunu örtülemenin aracı olmuyor mu?
Dün görülemeyebilir ama artık, hem bu örtü olma durumu ve hem de, Nabi partisinin tasfiye operasyonunun,12 Eylül'ün komünist hareketi topyekûn tasfiye etme operasyonu ile uyumlu olduğu apaçık ortadadır. Sırıtıyor.
Zülfikar efendinin attığı taş ise, bu uyumun örtüsünü açmıyor, üzeri hala örtülü mü değil mi diye merakının izlerini taşıyor.
Ciddiyetsizlik ve tutarsızlık devam ediyor ve bunu yanlış yerde arayanlar kendi meraklarını ele veriyor. Telaşları ve merakları TKP yakın tarihinin sandık kapağı açıldığında etrafa saçılacak bir şey kalıp kalmadığıdır. Ciddiyet ve tutarsızlık lafzı ile bu gerçek ortaya saçılmaktadır. Başka ne için, ciddiyete ve tutarlı olmaya oldukça uzun bir zamandır davet ederlerken, aynı yerde, ciddi bulmadıkları bir yerde, cirit atmak için çaba gösterirler ki?
Ve Coşkun Demir, alias Niyazi Koçak, sana söylüyorum gelinim sen anla misli ifade ediyorum ki, bu gün TKP ye düşmanlık, özellikle TKP soyutlaştırılarak yürütülmekte ve bu düşmanlığın içinde kesinkes TKP yi uzun bir zaman sürecine yayarak ve nesnel koşulların sosyalist hareketin yükselmesine ve hatta kalıcı izler bırakmasına en elverişli olduğu zamanda, burjuvazinin kuyruğuna en fazla takma çabası gütmüş olanlara karşı düşmanlık yoktur. Ve hatta şunu da söyleyebilirim ki, birbirini bilen kırk kişi arasında, bir birine en zıt tutumlar olduğu zamanda bile, son derece ince bir uyum ve son derece senkronize bir sessizlik ittifakı hüküm sürmektedir ki, bir arkadaşımız,"aynı cemaatten olanların zıtlığı, görev icabıdır" derken, bu uyuma işaret etmiştir.
Yani bu uyumun son geldiği noktada, bir tarafta "yetmez ama evet" varken, bir başka ve zıt tarafında "yettiniz artık, sizi boykot ediyoruz" vardır. Finale yaklaşılmakta ve üzerinde oturanlar da kapağın bir an önce açılmasını istemektedirler. O nedenle de kurbağa ürküten taşların helezonik yansımasına kulak veriyorlar. Ürken kurbağa ve merak eden sazan kalmamışsa kapak açılacaktır ama etrafa, beklenen saçılmayacaktır.
Demek istediğimi küçük bir özete sığdırarak sonuç bölümünü de tamamlamış olayım.
TKP nin Likidasyonu TBKP ile başlamamıştır. Tasfiye hareketi, ATILIM yılları tabir edilen ve akın akın ve de grup grup, yerlerini bırakıp TKP yi aramaya koyulanların, Merkez Komitesine sahip olmayan bir TKP ye kolaylıkla ve acele ile kabul edilişlerinden ve acele ile en üst organlara koopte edilmelerinden itibaren başlamıştır. 12 Eylül faşist darbesi bu yönde çok daha elverişli şartlar sağlamış ve TBKP ye giden yolda, bu yolun önünde engel olacak bütün kadrolar tasfiye edilmiş ve Partiyi arayıp, bulup, tepesine koopte edilen gruplardan birinin, diğerlerini diskalifiye ederek, kendi ekibini parti içinde parti olarak hazırlaması ve diğer bütün kadroları polise terk etmesi, TKP nin TBKP eliyle likidasyonu için yolu tamamen temizlemiştir.
Nabi Yağcı’nın,1987 Ekiminde Cumhuriyet Gazetesine dışarda verdiği mülakatta " Biz artık kafamızı değiştirdik, ne olur bize inanın " yollu itirafını haykırması ve " Özal’ın çok pragmatik oluşuna" gönderme yaparak, düşündükleri legal partinin işçi sınıfının partisi ile Komünist Partisi ile kesinkes benzerliği olmadığını da ilan ederek, Özal güzellemesi yapması, TBKP için yeterli sayıda tövbekâr yetiştirdiğinin ilanı olmuştur. Sonrası malumdur ve geride TKP nin topyekûn tasfiyesinden daha çok, Türkiye sosyalist hareketinin tasfiyesinin kotarılmış olmasının hikâyesi kalmıştır.
O nedenle Oğuzhan Müftüoğlu’nun kitabına her ne ifade kullanmış olursa olsun, TKP ye dair yansıttıkları, geride kalan bu hikâye bağlamında değerlendirilmeli ve şu, soyutlaştırılmış TKP üzerinden bütün günahların topyekûn TKP üyelerine dağıtılıp, geride kalan hikâyenin baş aktörlerini bu gün de devam ettirdikleri günahlarından arî tutma çabasından vazgeçilmelidir. "siz kimi kandırıyorsunuz" seslerinin kulağınızı tırmalamasına daha fazla tahammülünüzün kalmadığı apaçık ortadadır ve TKP tarihinin sandık kapağının açılması ile birbirini bilen kırk kişiden başka kimsenin ilgilenmediğini görün ki, böyle ucuz ve çocukları bile kandıramayacak TKP savunuculuğu rolüne girip, TKP nin topyekûn tasfiye edilmesi nedeniyle ve dolayısıyla Türkiye’nin sosyalist hareketinin topyekûn tasfiye edilmesi nedeniyle sol memesinin altındaki cevahiri sönmemiş ama derin acı içinde olanların ıstırabını daha da artırmayın.
12 Eylül, bir Makro plan olarak, tekellerin önünü açmak ve egemenliğini tesis etmek için, sosyalist hareketi ve onu besleyen bütün sol damarları ve demokratik barınaklarını topyekûn ortadan kaldırmak yanında ve bu amaca yönelik olarak, tarihte görülmemiş bir karanlığı tesis etmek üzere, Kemalist yüksek kadroların Ülke yönetimini dinci, gerici akımlara teslim ettiği ve bu güne kadar da asistanlık yaptığı bir fesadın hikâyesi ise, TKP nin tarihe gömülmesi de, TKP ye adımını attığı andan itibaren, TKP deki elverişli şartların üzerine basa basa TKP nin tasfiyesi üzerinden, sosyalist hareketin bu topraklardan geri dönmeye cüret etmemek üzere temizlenmesi için, TKP içinde bir tasfiye partisi kurmanın ve işletmenin hikâyesidir.
12 Eylülün hikâyesi ile uyumludur ve şimdi,bu günlerde ve önümüzdeki günlerde daha net görülecektir ki, senkronize durumu bütün çıplaklığı ile gözlerimizin önündedir. Oğuzhan Müftüoğlu’nun söz konusu anısı ise, motomot doğru olmasa bile, bir gerçekliğe işaret anlamında ve belki de kendi yaptığı yanlışlarla birlikte ele aldığında acılarını artıran gerçekliklere bir şekilde dikkat çekmek için ortaya attığı haykırışıdır.
Ve benim haykırışım da, TKP den geriye, hala sol memesinin altındaki cevahiri sönmemiş ve şu memleketin halini görüp de acıları bir kat daha artan bir yürek taşımaya devam eden kaldıysa, onlaradır. Haykırışımın özünde, hiç olmazsa onların, birbirine zıt kutuplarda yüklenenlerin aslında birbirini bilen kırk kişi misli hareket ettiğini ve resmettiğim uyuma su taşımaya devam ettiklerini ki, TKP tarihinin sandukasının kapağının açılması için en uygun vaktin bir an önce gelmesi dileğinden başka asli tasalarının olmadığı gerçeğini görmelerine işaret var.
Bilmem anlatabiliyor muyum; Bilmem anlattıklarımı anlamak işinize gelir mi?
Fikret Uzun
26 Mart 2011
Dostları ilə paylaş: |