Türk-İslam Devletlerinde Şûrâ / Yrd. Doç. Dr. Ali Galip Gezgin [s.203-209]
Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi / Türkiye
Giriş
Türkler, Orta Asya’dan başlayıp günümüze kadar gelen tarihî süreç içerisinde, birçok devlet kurmuş bir millettir. Onlar, kurmuş oldukları her yeni Türk devletinde, kendilerinden önceki Türk devletlerinin yönetim tecrübelerinden yararlanmışlar; devletin, “bilgi”, “birikim” ve “tedrîcî olarak tekâmül” den ibaret bir mekanizmaya bağlı olarak ayakta kalabileceğini idrak etmişlerdir. Bu nedenledir ki Türkler, çok az sayıda millete nasip olan uzun ömürlü devletler kurma bahtiyarlığını elde etmişlerdir. Bilge Kağan (ölm.) ’ın “Üstte gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe ey Türk! Senin ilini ve töreni kim bozabilir?…” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Türklerde “Devlet-i Ebed Müddet” fikri mevcuttur.
Türkler için son derece önem arzeden “devlet” kurma geleneği, önemini İslâmiyet’in kabulünden sonraki dönemlerde de korumuş ve bu müessese her şeyin üstünde yer almakla beraber, devleti temsil eden “sultan” da önemli yetkilere sahip kılınmıştır. Sultanlar, yürütme ve yargı erkinin başında bulunurlarken, belli bir yasama yetkisine sahip olmuşlardır. Sultanların, halkı diktatörce yönetmelerine engel olan unsurların başında ise “şûrâ” ilkesi gelmektedir. Şûrâ, devlet yönetiminde gereği gibi uygulandığı takdirde, “devlet-i ebed müddet” düşüncesini, kuvveden fiile çıkaran önemli dinamiklerden birisidir.
Devlet yönetiminde şûrâ’ya yer veren Türkler, hem İslâm öncesinde, hem de İslâmiyet’in kabulünden sonra bilginlerin fikir ve görüşlerinden de istifade etmeyi ihmal etmemişlerdir.1 Şûrâ kavramı Arapçadan dilimize geçmiş bir kelime olup, isabetli ve doğru karar verebilmek için, ilim ve ihtisas sahibi kişilerle fikir teatisinde bulunmaktır. Türkler, şûrâ’ya karşılık olarak, “işlerde danışma, görüşme, düşünme” anlamına gelen “kengeş” kelimesini kullanmışlardır.2 “Kengeş” kelimesi, Dîvânu Lugâti’t-Türk ’de şu şekilde geçmektedir: “Kengeşlik bilig artamas” yani “Danışıklı iş bozuk olmaz”.3 Bir başka ifadeyle, eğer akıl, danışmakla birleşirse iş yerli yerince yapılır ve sonuç müsbet olur. İşte bu veciz ifade Türklerin şûrâ’ya ne kadar önem verdiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Danışmanın ilk nüvesini teşkil eden “kurultay”, Mete’nin (Mo-Tun, Oğuzhan) (M.Ö.209-174?)4 zamanından itibaren devletin temel kurumlarından biri olmuştur.5 Kurultay, başlangıçta dînî tören, bayram, yeme-içme toyu, eğlenme ile yarışmayı da ifade eden bir devlet toplantısı iken daha sonraları, önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve nihayet ittifakla verilmiş kararların alındığı bir müessese haline gelmiştir. Meselâ, “yeni bir devletin kurulması”, “göç”, “savaş yapılan bir ülke ile barış” vb. hususlarda kurultayın toplanması bunun en belirgin örneklerindendir. Nitekim M.Ö. 68 yılından sonra Hun hakanının, Çin ile barış yapmak için devletin ileri gelenlerini bir araya toplaması6 kurultayın fonksiyonelliğinin bir belirtisi olarak değerlendirilebilir.
Bu kurultaylarda sadece siyasî ve askerî problemler değil, aynı zamanda, ülkeyi ilgilendiren her türlü problem tartışılarak, karara bağlanmaktadır. Bir keresinde Gök-Türklerin ünlü hükümdarı Bilge Kağan, Türk illerindeki şehirlerin Çin ülkelerindeki gibi surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm’in yurtta yayılmasının teşvik edilmesi için kurultay toplamıştır. Ayguçı (devlet müşaviri) Tonyukuk “Çinliler gibi şehirlerimizin etrafını çevirip, iyice yerleşirsek, nüfusumuz onlardan çok az olduğundan onlara karşı varlığımızı koruyamayız; varlığımızı hareketliliğimize borçluyuz; Budizm ve Taoizm bize uyuşukluk getirecektir” sözleriyle karşı çıkmış, Bilge Kağan’ın teklifi kurultayda reddedilmiştir.7
Eski Türk kağan ve sultanları, yabancı baskıcı hükümdarlardan çok farklı olarak, yüksek ve insânî vasıflarda ve demokratik bir anlayışa sahip oldukları için halkın görüşlerine değer vermişlerdir.8 Türk devlet mekanizması içerisinde “Tayanç” ve “Kengeşçi” adı verilen pek çok danışmanın bulunuşu bu görüşü destekler mahiyettedir. Nitekim Cengiz Han’ın müşavirleri (danışmanlar) saraylarda, “Tayangu” unvanını taşımakla birlikte, “dayanmak” fiilinden türetilen “Tayançı” unvanı, “Tirgek” yani “direk” unvanını taşıyan danışmanlar da görev yapmışlardır. Ayrıca “İş-Ayguçı” (İş danışmanları) ile “Basutçı”, “yardımcı”, “tapuçı”, “hizmetçi” adı verilen maliyet memurları da yine bu sınıfa bağlı müşavir konumundadırlar.9 Eski Türk tarihiyle ilgili bazı kaynaklardan, Türk hükümdarlarının kalabalık denilebilecek kadar çok sayıda danışman bulundurduklarını öğreniyoruz. Aynı kaynaklara göre Oğuzlar, işlerini meclisler kurarak istişâre (kenğeşme) yolu ile halletmişlerdir.10 Oğuz sü-başısı, Etrek, Tarhan, Yınal gibi Oğuz büyüklerini çağırarak, onlarla istişare etmiştir.11 Dolayısıyla Oğuzlar devletinin bir bakıma demokratik prensiplere göre idare edildiğini söylemek mümkündür.12
İslâmiyet’ten önce kurulan Türk devletlerinde “şûrâ” müessesesi ile ilgili bu özet bilgilerden sonra, şimdi de, Türklerin İslâm dînini kabul etmelerini müteakiben kurdukları devletlerdeki “şûrâ” anlayışı ile ilgili bilgilere yer vermeye çalışalım.
1. İlk Müslüman TürkDevletlerinde Şûrâ
Türklerin İslâmiyet’i benimsemeleri ve İslâm medeniyetine adım atmış olmaları, Türk tarihi açısından son derece önemli bir olaydır. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisinde inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husûle getirdiği derin değişme ve gelişmeler nedeniyle bir milletin tarihinde önemli bir hadise olmak vasfını daima korur.13
Türklerin din olarak İslâmiyet’i seçmeleri sürecini kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkler, Emevî hilafeti döneminde, yavaş da olsa İslâmiyet’i kabul etmeye başlamışlardır. Türklerin bu dîni yakından tanımalarıyla IX. yüzyıl ortalarından itibaren Müslümanlığı kabul edenler artmış, nihayet X. yüzyılın ilk yarısından itibaren halkı ve yöneticileri Türk olan ilk Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmaya başlamışlardır.14 Bunlar ise kuruluş tarihi itibariyle kronolojik olarak İtil (Volga) Bulgar Devleti (920-921), Karahanlılar (945), Gazneliler (963) ve Selçuklular (1038) gibi Türk-İslâm devletleridir.
Bu devletlerde şûrâ’nın uygulanmasıyla ilgili olarak bilgi vermeden önce şu hususun bilinmesinde fayda vardır. Şûrâ ilkesinde, devlet başkanı her ne kadar istişâre sonucunda alınan kararları yürürlüğe koyup koymama hususunda bir takım yetkilerle donatılmış olsa da, yönetim anlayışında meşveret prensibini ön plana çıkarması, demokratik bir yaklaşım içinde olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu konuda müstakil bir eser telif eden Mehmet Saray; “…Bugünkü cumhuriyetlerin Türk halklarının ataları, diğer milletlerle mukayese edilemeyecek derecede meclis ve demokrasi fikrine sahip idiler. Hiç bir Türk devleti tek bir kişi tarafından istediği şekilde ve despotça yönetilmemiştir. Her Türk devletinin bir meclisi olmuş ve bu mecliste bazen halkın temsilcileri ve bazen de devletin yetkilileri ülke meselelerini enine boyuna tartışmışlardır…”15 demektedir. Dolayısıyla Türk devletlerinde mevcut olan ve meselelerin ayrıntılı bir biçimde müzakere edilmesi, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunulması gibi olgular, Kur’ân’ın da öngördüğü bir husustur. Kur’ân’da, şûrâ ile ilgili olarak öncelikle Hz. Peygamber’e idarî ve diğer işlerde ashabına danışması emredilmekte ve: “ (…) Onları affet, bağışlanmaları için dua et; (Yapacağın) iş (ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever.”16 buyurulmaktadır. Bu âyette geçen “Veşâvirhum fi’l-emr” (: (yapacağın) bir iş hakkında onlara danış” ibaresiyle ilgili olarak klâsik tefsirlerde, birbirinin tekrarı nitelikte yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlarda temel olarak, şûrâya, savaş ilânı gibi dünya işlerine ait bir takım konularda başvurulmasının lüzumu; hakkında nass bulunan dinî konularda ise buna gerek olmadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca âyette geçen “Şavir” (: Danış) emrinin muhatabı Hz. Peygamber ise de, bu emir Hz. Peygamber’in buna muhtaç olmasından ziyade, ümmetini buna alıştırması hikmetine bağlanmıştır.17 Yine Kur’ân’da: “…Onların işleri, aralarında danışma (: şûrâ) iledir (…) ”18 meâlindeki âyet ile şûrânın insan hayatındaki önemi vurgulanmakta ve işlerini istişâreyle yapan mü’minler övülmektedir.19
Kur’ân’ın önemle üzerinde durduğu “şûra” ilkesi, kendine özgü bir demokrasi ve cumhuriyet sistemidir.20 Bir başka ifadeyle bugünkü cumhuriyetin prototipidir. Zira Kur’ân şûra ilkesi ile, ilk cumhuriyet esasını getirmiştir.21 Şûra ilkesi, demokrasinin dayanaklarından birisidir.22 Ancak kanaatimiz odur ki demokrasi ile -Kur’ân’ın evrensel ilke boyutunu vererek şekil ve işleyiş tarzını insanlara bıraktığı- “şûra”yı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Çünkü Kur’ân, yönetim şekli getirmemiştir. Kur’ân’ın getirdiği ve ortaya koyduğu şey yönetime hâkim olacak zaman üstü prensiplerdir.23 Kur’ân, danışma konusunda da özel yöntemler koymaz. Nitekim meclisin oluşumu, seçim şekli, vekillik süresi vb. hususları, her dönemin ve her ülkenin yöneticilerinin uygulamalarına bırakmıştır.24 Şûra’da önemli olan, bu organın, çevresinde temsil etme niteliğine sahip, temsil ettikleri kimselerin güvenine lâyık ve ahlâkî dürüstlükleriyle tanınmış şahsiyetlerden oluşmasıdır.25 Zira temsil etme niteliğine sahip olmayan, yetkisiz ve bilgisiz kişilere danışarak onlara itaat etmek doğru olmadığı gibi,26 Kur’ân’ın şûra ile getirmiş olduğu evrensel ilkeye de aykırıdır. Çünkü Kur’ân bu konuda: “Yeryüzündekilerin27 çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar, sâdece yalan söylerler”28diye uyarmaktadır.
Görülüyor ki, verilecek kararlarda rastgele çoğunluğa uymaktan ziyade, bu çoğunluk içinden seçilmiş ilim-irfan sahibi, yetkili kişilerin rehberliğinden istifade etmek esastır.
Kur’ân’da yer alan “şûrâ”ya ilişkin âyetlerin yanı sıra, konu ile ilgili Hz. Peygamber’in hadislerinin de mevcudiyeti, bu ilkenin Türk devlet yönetiminde ciddiyetle uygulanmasında önemli etkenlerden birisidir. Zira Türklerin Hz. Peygamber’e olan sevgilerinin müsbet açıdan tezahürleri bilinen bir gerçektir. Hz. Peygamber’in şûrâ ile ilgili tavsiyelerinden bir kaçına burada yer vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz.
Bir gün Hz. Peygamber’e “Azm”in ne demek olduğu sorulmuş, o da bunu şöyle açıklamıştır: “(Azm) görüş sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır.”29 Yine Hz. Peygamber; “Müsteşar mü’temendir (güvenilir insandır)”30 buyurmuştur. Bu hadise göre, fikrine müracaat edilecek kimse, güvenilir bir kişi olmalıdır. Ayrıca çözüm bekleyen sorunların, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olunmayan kişilerle istişâre edilmemelidir. Nitekim bir başka hadiste Hz. Peygamber: “Bir müslüman kardeşiniz sizden birine bir şey danıştığı zaman ona (bildiği doğru yolu) göstersin”31 buyurarak danışmanlık yapanların doğru bilgi vermelerini ihtar etmektedir.32 Hz. Peygamber, şûrâyı tavsiye etmekle kalmamış, bizâtihî kendisi uygulamıştır. Onun şûra ile ilgili uygulamalarına dair pek çok misal verilebilir.33 Keyfî yönetim üzerindeki pratik kontrolü sağlayan şûra’yı Hz. Peygamber’in uygulamasındaki amaçlardan birisi ve belki de en önemlisi, kendisinden sonra gelen yöneticilerin halkı despotça ve diktatörce yönetmek yerine meşveret yoluyla problemleri çözmeleri hususunda kendisini örnek almalarını sağlamaktır. Zîra, Allah’ın gönderdiği vahy ile hareket eden Peygamber bile işleri istişâre ederek yaptığına göre, ondan sonraki yöneticilerin de, Allah’ın elçisini örnek alarak bu ilkeyi mutlaka yerine getirmeleri gerekir.34
Türkler, benimsedikleri İslâm dîninin temel kaynakları olan Kur’ân ve Hz. Peygamber’in sünnetinde önemle vurgulanan “şûra” ilkesini, kendi devlet geleneklerinde var olan “kengeşme” ile mezcetmişlerdir. Bu sebeple Türk-İslâm devletlerinde şûrâ incelenirken bu hususun bilinmesinde yarar vardır.
Şimdi, kronolojik olarak İlk Türk-İslâm devletlerinde “şûrâ” ilkesinin nasıl uygulandığı hakkında bilgiler vermeye çalışalım.
1.1. Karahanlılarda Şûrâ
Karahanlıların devlet teşkilatına dair bilgileri, o dönemde Yusuf Has Hâcib (ö.?)35 tarafından yazılan “Kutadgu Bilig”36’te bulmaktayız. Zira bu eser, “Karahanlı Devlet Teşkilâtı” adı altında müstakil bir çalışma yapmış olan Reşat Genç’in de önemli kaynağını oluşturmaktadır.37 Karahanlı Devleti’nde, Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri şahsında toplayan kişidir.38 Bu hükümdarlar, “Tonga, İlig, Buğra, Arslan, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Han, Hakan ve Terken” gibi unvanlar kullanmışlardır. Türklerin daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları “Katun” tabirinin Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanılmakta olup, hükümdarın yanında yer alan “Hatun”, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlı devletinde de mühim bir mevkiye sahiptir.39
Yağru (vezir), esasında Başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de, günümüz kabinelerine benzeyen büyük bir dîvan bulunmaktadır. Bu dîvanda, idârî işler görüşülerek kararlar alınır ve bu kararlar, hükümdara arz edilip, onun onayı alındıktan sonra, uygulamaya konmaktadır.40
Karahanlı Devleti’nde görülen bu yönetim tarzı her ne kadar eski Türk feodal bünyeye sahip ise de, hükümdarlar, egemenlik haklarını, “töre”, “kut” ve “danışma meclisi” gibi unsurların bulunması nedeniyle sınırlı olarak kullanabilmektedirler. Karahanlıların devlet teşkilatı, dönemin egemenlik anlayışından etkilenmiştir. Bu egemenlik anlayışı ise, R. Genç’in de belirtmiş olduğu gibi, uzun denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde tekâmül ederek olgunlaşan Türk hâkimiyet anlayışıdır. Devlet başkanına, yönetme hakkı Allah tarafından ilâhî bir lütuf olarak bağışlanmıştır. Bu sayede o, Allah’ın dünyadaki halifesi, temsilcisi konumundadır. Ancak bununla birlikte Türk hükümdarı asla insan üstü bir varlık olarak da görülmemiştir. O, önce Allah’a, sonra da Töre yoluyla yönetiminde yaşayan kimselere karşı mes’ûliyet sahibi olup, bu sorumluğunu îfâ edebildiği sürece hükümdar olarak kalabilir.41
Karahanlılarda görülen bu “hâkimiyet” telâkkisi siyasi iktidarın kaynağını Allah’a bağlamakla, hükümdarı, yaptığı işlerden dolayı Allah’ın indinde sorumlu tutmuş ve bu suretle günümüzde “Millî İrâde” denilen yüksek kontrol otoritesi meselesini de üstün kültürleri sayesinde kendilerine göre halletmişler ve insanları da hükümdarın şahsî insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmışlardır. Böylece Türk hükümdarı, hiçbir sorumluluk taşımayan diktatör biri değil, öncelikle Allah’a ve sonra da Töre yoluyla idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği sürece hükümdar kalabileceğinin bilincinde olan bir kimsedir. Bir başka deyişle, Türk devlet başkanının hem kendisi hem de yönetimi altında bulunanlar, onun insan üstü bir varlık değil, normal bir insan konumunda bulunduğunun ve idare yetkisinin bazı şartlarla sınırlandırılmış olduğunun bilincindedirler.42 İşte bu bilinç, bir bakıma şûrâ’nın temelinde bulunan amaçlardan (: makâsıd) olup, şûrâ’nın bilfiil uygulanmasının tabiî bir sonucudur.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, Karahanlıların devlet yönetiminde de diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, şûrânın önemli bir yeri vardır. Devlet başkanları, genellikle danışma meclislerinden çıkan kararlara göre hükmetmişlerdir. Dolayısıyla devlet yönetiminin temel ilkelerinden biri olan meşveret ilkesine Karahanlıların devlet mekanizması içerisinde aktif olarak yer verilmiştir.
1. 2. Gaznelilerde Şûrâ
Gazneliler Devleti’nin kurulduğu bölgelerde çok eski dönemlerden beri çeşitli Türk zümreleri yaşamaktadır. Daha sonra Hint seferleri dolayısıyla Orta Asya’dan bölgeye göçler de olmuştur. İşte, Gazneliler Devleti’nin tebasını bu Türkler ve muhtelif etnik kökenli yerliler oluşturmuşturlardır.43
Gazneliler’in devlet teşkilâtı da diğer Müslüman Türk devletlerine benzemektedir. “Gaznelilerin Karahanlıların ve daha sonra Selçukluların birçok müessesesi üzerinde Sâmânî müesseselerinin tesirleri göze çarpmaktadır. Bu devletler de Abbâsî Devleti’nin kuvvetli nüfuzu altında kalmışlardır.”44 Nitekim buna uygun olarak Gazneli saray teşkilatında; “Agaçı (Hâcibu’l-Hüccâb), Candar, Emir-i Silah, Camedâr, Şarabdar, Hansalar, Emir-i Ahur, Emir-i Şikar, Emir-i Hares, Çavuş” gibi görevliler yer almaktaydılar. Devletin beş büyük dairesi vardır. Bunlar, Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Risalet, Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı İşraf ve Dîvân-ı Vekâlet’tir.45
Gaznelilerde sultan, mutlak bir şekilde hâkimdir. Sultan, diğer Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi, Allah’ın yer yüzündeki halifesidir. Sultan devlette kanun koyma, adlî otorite ve yürütme otoritesi bakımından en üstün durumda olup, halk üzerinde îdam ve affetme yetkisine sahiptir.46
Türk-İslâm devletlerinden biri olan Gaznelilerde de istişâre kurumunun sınırlı bir şekilde olduğunu görüyoruz. Devlet bürokrasisinin en üst noktasında bulunan sultan, şayet uygun görürse bir vezir tayin ederek, onunla ve diğer dîvan reisleriyle istişâre ederdi, ancak son kararı vermekte serbestti. Dolayısıyla sultanın meşveret sonucunda alınan karara uyma zorunluğu yoktu.47
Hülasa, Gazneli Devleti’nde de, belli ölçüler ve sınırlamalarla da olsa meşveret ilkesine yer verilmiştir. Burada şu hususu tekrar hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: Türk devlet geleneğinde tatbik edilen “şûrâ” ile İslâm hukukunun ön gördüğü “şûrâ”, gerek kavramsal çerçevede, gerekse uygulanış biçimi açısından kısmen benzerlikler arz etse de, özellikle uygulamada oldukça farklıdır.
2. Büyük Selçuklularda Şûrâ
Selçuklu Devleti, Türk-İslâm orijininden gelen, “töre”, “kut”, “şûrâ” gibi kurumların birleşmesiyle meydana gelmiştir.48 Fakat Selçuklular, devlet yönetiminde her ne kadar eski Türk Töresi’ni ve İslâmî prensipleri kendilerine rehber edinmişlerse de, İslâmî terimler ve kurumlar daha ağırlıklı olarak yer almıştır.49 Nitekim, Arapların ve Farsların kullandığı “dîvân” Selçuklu Devleti’ni idare edenler tarafından da kullanılmaya başlanmıştır.50 “Dîvân”ın günümüzdeki karşılığı “Bakanlar Kurulu (Council of Ministers)”dur. Selçuklu Devleti’nde “dîvân” teriminin kullanılmasında İslâmî kültürü kadar, Selçuklu Devleti idaresinde İranlı idarecilerin bulunması da etkili olmuştur.
Eski Türk devletlerinin, bir bakıma demokratik anlayışla örtüştüğü söylenebilecek olan “şûrâ”, an’anesi Selçuklulara da intikal etmiştir.51 Zira, Büyük Selçuklu Devleti’nde “âlimler ve ihtiyarlar meclisi”, “müşavere meclisi” veya “meşveret meclisi” adını taşıyan bir kurumun oluşu52 bu geleneğin devam ettiğini göstermektedir. Selçukluların danışmaya verdiği önemi daha iyi kavrayabilmek için Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk’ün (ö. 485/1092) “Siyasetnâme” isimli eserini incelemenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Nizamülmülk bu eserinde, önemli problemleri danışmak suretiyle insanın fikir gücünü artırabileceğini belirtmektedir.
Ona göre, danışmak, bireyin tam fikir sahibi olmasını ve ileriyi görmesini sağlar. Çünkü herkesin bilgi düzeyi farklıdır. Kimisi çok bilgilidir. Fakat yeterli tecrübesi olmadığı için, bildiğini uygulamada başarısız olur. Kimi de vardır ki hem tecrübelidir, hem de, bildiği ve tecrübe sahibi olduğu hususu tatbik etmekte mâhirdir. Nizamülmülk bu konuda şu örneği verir: “Biri vardır hastalığın ilacını kitaptan almıştır. Bütün ilaçların isimlerini ezberden bilir, sonra başka biri vardır, aynı ilaçları hem bilir, hem de o ilaçlarla hastalıkları tedavi eder. Çünkü, ilaçları defalarca tecrübe etmiştir.”53 Pratik yapan, teori bilen bir başkasıyla asla bir değildir. Nizamülmülk, bu örnekten sonra şu dikkate değer fikirleri zikreder: “Devlet yönetimi hakkında bilginler ve cihangörmüş kişiler ile tedbir almak gerekir. Tedbir alan kişilerin sayısı ne kadar fazla olursa, gücü de o kadar fazla olur. On kişinin alacağı tedbir, üç kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olacaktır.”54
Nizamülmülk’ün yukarıdaki önerilerinin lafta kalmadığını, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde uygulandığını da kaynaklardan öğreniyoruz. Zira, meşveret ilkesinin uygulandığına dair en önemli gösterge, Selçuklu devlet yönetiminde “Dîvân-ı Saltanat (: Büyük Dîvân) ” adı verilen bir meclisin bulunmasıdır.55 Bu meclisin çalışmaları hükûmet başkanı olan başbakan, yani büyük vezirin riyâsetinde yapılmaktadır. Meclisi oluşturan üyeler ise şunlardır: İçişleri, dışişleri, maliye, askerî eğitim ve donatım, adalet işlerinden sorumlu olan vezirler ile ordu komutanları, şehzâdeler, onların yetişmesinden sorumlu olan ata-beglerdir.56 Ülkenin çözüm bekleyen problemleri bu dîvanda tartışılmakta ve alınan kararlar devletin başı olan Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte, nadiren de olsa, meclisin almış olduğu bu kararları, Selçuklu hükümdarı değiştirebilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılan odur ki, Selçuklu Devleti’nin başındaki hükümdar, devleti, diktatörce değil, meclisin aldığı kararlar çerçevesinde idare etmiştir.57
Selçuklu Devleti’nde gelişen bu meclis sistemi Anadolu Selçuklularında da, biraz değişikliğe uğramakla birlikte devam etmiştir. Bu küçük değişiklik, özellikle Anadolu Selçuklularının, Moğollara mağlup olmasından sonra ortaya çıkmıştır. M. Saray’ın da belirtmiş olduğu gibi, Moğol istilâsından sonra, Anadolu Selçukluları meclisinin teşkil eden dîvâna ve onun yan kuruluşlarına nezaret etmekle yükümlü bir Moğol naibliği oluşturulmuştur. Bu naiblik, meclisin diğer işlerine karışmamakla birlikte, vergi ve maliye işlerine müdahalelerde bulunmuştur.58 Anadolu Selçuklu Devleti’ndeki kısmen değişmiş meclisin adı “Divân-ı Saltanat (divan-ı a‘lâ)”dır. Bu dîvân, bazen hükümdarın, bazen “Sahib-i Azâm” denen vezirin başkanlığında toplanan en büyük karar ve müzakere organıdır.59
Şu halde, hem Selçuklu, hem de Anadolu Selçuklu Devleti’nde danışma meclisi bulunmaktadır. İslâm öncesi Türk devletlerinde görülen “kurultaylar”, İslâm sonrası Türk devletlerinde “dîvân” adı altında devam etmiştir. Danışma meclisleri hangi ad altında olursa olsun, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde de yer almıştır. Dolayısıyla bu devletlerde “danışma” ilkesinin uygulanmış olması da, söz konusu devletlerin, diktatörce idare edilmediğinin ve hükümdarların yetkilerinin sınırlı olduğunun en önemli göstergelerindendir. Zira egemenlik yetkileri sınırlı olan bir hükümdarın yönetimi, “diktatör yönetimi” olarak tavsif edilemez.
Sonuç
Türk devlet geleneğinin kökleri tarihî derinliklere kadar uzanan, en önemli yönetim ilkelerinden birisi de “şûrâ”dır. Türkler, “Kengeşme” adını verdikleri şûra’yı, ilk bozkır devletlerinden başlamak sûretiyle günümüze kadar devam ettirmişlerdir. “Danışıklı iş bozuk olmaz” prensibinden hareketle, devlet yönetiminde, şûra’ya ayrı bir önem vermişlerdir. Tarihi süreç içerisinde şûra ilkesini sistemli bir şekilde uygulayan Türkler, yönetim mekanizmalarında danışmanlara yer vermişlerdir.
Onlar, bu danışmanların ilim ve irfan sahibi olmasını temel şart olarak kabul etmişler, kararlarını alırken onların görüşlerinden faydalanmışlardır. Türkler zaten kendi geleneklerinde var olan bu ilkeyi, İslâmiyet’i benimsedikten sonra, dînin içerisinde mevcut olan istişâre ile mezcetmişlerdir. Şûra ilkesi, sadece yönetimle ilgili olmayıp, aynı zamanda bireyin bütün hayatı ile yakından ilgilidir. Kur’ân, şûra ilkesiyle daha o dönemde ilk olarak cumhuriyet esasını ortaya koymuş ancak herhangi bir yönetim şekli getirmemiştir. O, şekilden ziyade, yönetime hâkim olacak zaman üstü prensipler ortaya koymuştur. İşte “şûra”, Kur’ân’ın zaman üstü yönetim prensiplerindendir. Meşveret meclislerini oluşturacak kişilerde aranan vasıfların başında, istişâre edilecek konularda uzmanlık ve liyakat gibi hususlar gelirken, günümüzde uygulanan demokratik sistemlerde ise, ehliyet ve liyakatten ziyade seçme ve seçilme yaşı, milliyet, seçme ve seçilmeye engel olacak biçimde mahkum olmamak, vb. şartları taşıyan her vatandaş oy kullanabilmektedir. Halbuki, şûrâda, fikrine müracaat edilecek, oy kullanacak kişilerin “ehl-u hall ve’l akd” vasfını taşıması lâzımdır. Bu bakımdan, Şûrâ’da rastgele çoğunluktan ziyade, konusunda mütahassıs olup, yeter derecede bilgi birikimine sahip kimselerin fikirleri ve oyları geçerlidir.
İslâm öncesi Türk devletleri ile Türk-İslâm devletlerinde, yönetimin başında bulunan hükümdarlar danışma meclislerinin kararlarını genellikle kabul etmişlerdir. Bundan dolayı, Türk hükümdarları, “diktatör” olarak vasıflandırılmamalıdırlar. Onlar yönettikleri tebalarına despotça davranmamışlardır. Zira onların egemenlik hakları, hem “töre” hem de “meşveret” ile sınırlandırılmıştır. Sınırlı egemenlik hakkına sahip olan hükümdarlar, danışma meclislerinde alınan kararlar doğrultusunda hüküm vermişlerdir. Nadiren de olsa, bu meclislerde alınan kararları onaylamadıkları vakî olmuştur.
Türk devletlerinde, önce Kurultaylar, sonra Danışma Meclisleri vasıtasıyla uygulanan şûrâ ilkesi, ilk Müslüman-Türk devletlerinde ve Büyük Selçuklularda Dîvânlar, Meşveret Meclisleri şeklinde tatbik edilmiştir. Türk devlet geleneğinin önemli bir yönetim ilkesi olan Şûrâ, daha sonra kurulan Türk devletlerinde de devam etmiştir.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, Türk devlet yönetiminin temel dinamiklerinden biri olan şûrâ, gereği gibi uygulandığı takdirde fikir diktasını engellemek suretiyle gerek birey, gerekse topyekûn bir millet olarak isabetli ve başarılı adımlar atılmasını sağlar. Şûrâ’ya sadece devlet yönetiminde değil, hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır. Şûrâ, bilgi birikimi ve tecrübesi olan kişilerle yapılan bir faaliyet olduğuna göre, bireyin hata yapmasını, büyük ölçüde önleyen bir ilkedir. Yararlarını saymakla bitiremeyeceğimiz şûrâ’ya günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu izahtan varestedir. Devletin bekası, milletin huzur ve mutluluğu bu ilkenin lâyık olduğu şekilde tatbik edilmesine bağlıdır.
1 Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün, Bugün, M. E. B. Y.: 2435, İstanbul, 1997, s. 237.
2 Kaşgarlı Mahmûd, Dîvânu Lugâti’t-Türk, çev. Besim Atalay, T. D. K. Y., 521, T. T. K. B., Ankara, 1985, c. III, s. 358.
3 Kaşgarlı Mahmûd, a.g.e., a. y.
4 Mo-Tun’un ölüm tarihi ile ilgili bilgiler farklı olduğu için hüküm sürdüğü dönem kaydedilmiştir.
5 Mari, A. “Kuzey Asya’daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı”, Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978, s. 9.
6 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977, s. 227.
7 Niyazi, M., Türk Devlet Felsefesi 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 91’de M. De Groot, Die Hunnen der Worschrifthen Zeit, Berlin und Leipzig, 1921, s. 59’a atfen. Bu kurultaylar, İslâmî dönemdeki Türk devletlerinde de görülmektedir. Büyük Selçuklular’da Tuğrul Beğ’i hükümdarlığa seçen ailenin ileri gelenleri ve aşiret beyleri; eski Türk devletlerinde görülen “kurultay”ı oluşturmuşlardır. Yazıcızade’nin ileri sürdüğü gibi, Osman Gazi’yi devletin başına bey seçen kabile reislerinin oluşturdukları seçkin topluluk da “kurultay”dan başka bir şey değildir.
8 Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, c. I, s. 102.
9 Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, (I-II), M. E. B. Y., 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997, c. II, s. 59; Taneri, A., a.g.e., s. 237.
10 İbn Fazlan, Seyahatname, çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 34.
11 Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 89, İstanbul, 1992, s. 62.
12 Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Selçuklu Tarih Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Güven Matbaası, Ankara, 1979, c. I, s. 6.
13 Turan, O, “Türkler ve İslâmiyet”, A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, Sayı: 4, Ankara, 1946, s. 457.
14 Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992, s. 34.
15 Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K., Ankara, 1999, s. V.
16 Âl-i İmran, 3 / 159.
17 et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1988, c. III, s. 153; es-Semerkandî, Ebu’l-Leys Nasr b. Muhammed, Tefsîru’s-Semerkandî, Bahru’l-Ulûm, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1996, c. I, s. 260; el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd, Me’alimu’t-Tenzîl, Daru’l-Teyyîbe, Dördüncü Baskı, Riyad, 1997, c. II, s. 124; ez-Zemahşerî, Ebû’l-Kasım Carullah Muhmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vîl, Darû’l-Fikr, y. y., 1977, c. I, s. 474;; el-Beydavî, Nasıru’ddin Ebû Saîd Abdillah b. Ömer, Envarût-Tenzîl ve Esrârût-Te’vîl, Dâru Sadr, Beyrut, t. s., c. II, s. 50.
18 Şûrâ, 42 / 38.
19 el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, I-XX, 2. Baskı, Kahire, 1965, c. XVI, s. 36, 37.
20 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, 1. Basım, İstanbul, 1991, s.552.
21 Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, c. VIII, s. 205.
22 Tabbara, ‘Afîf ‘Abdu’l-Fettah, Rûhu’d-Dîni’l-İslâmî, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn 7. Baskı, Beyrut, 1376/1966, s. 285.
23 Öztürk, Y. N., a.g.e., s. 553.
24 Tabbara, A., a.g.e., s. 287; Hamidullah, Muhammed, İslâm’a Giriş, Çev. Cemal Aydın, Ankara, 1996, s. 148; Udeh, Abdulkadir, et-Teşrîu’l-Cinâi’l-İslâmî Mukâranen bi’l-Kânûnî’l-Vad‘î, Mektebetu Dâri’l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963, c. I, s. 37.
25 Udeh, A., a.g.e., c. I, s. 37.
26 Tabbara, A., a.g.e., s. 286.
27 Hasan Basri Çantay ayette geçen yeryüzündekilerden kastın kâfirlerin, yahud cahillerin hevâ ve heveslerine uyanlar olduğunu, “yer”den kastedilenin ise “Mekke” şehri olduğunu zikretmektedir. Bkz. Çantay, H. B., Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Elif Ofset, 9. Baskı, İstanbul, 1396 / 1976, c. I, s. 203.
28 En’âm, 6 / 116.
29 İbn Kesîr, İmâduddin Ebi’l-Fida İsmail, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Dâru’l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1966, c. II, s. 143.
30 Ebû Dâvûd, Edeb, 114; Tirmizî, Edeb, 57; İbn Mâce, Edeb, 37.
31 İbn Mâce, Edeb, 37.
32 Hz. Peygamber: “(Ümmetimden) her kim istişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de istişâreyi terk ederse hatadan kurtulmaz.” (Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993, c. III, s. 166; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, c. II, s. 1217. ); “Müşavere eden bir toplum, her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. ” (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 474; Fahru’d-Dîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, c. V, s. 54; el-Kurtubî, a.g.e, s c. IV, s. 251. ); “Eğer idarecileriniz hayırlı, zenginleriniz cömert ve işleriniz aranızda şûrâ ile olursa, yerin üstü, (yerin) altından sizin için daha hayırlıdır” (Tirmizî, Kitabu’l-Fiten, 78, 2266 numaralı hadis) mealindeki hadislerinde de danışmanın fert ve toplum hayatındaki önemini vurgulamaktadır.
33 Hz. Peygamber’in şûrâ ile ilgili uygulamalarına dair misaller için bkz. Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, 5. Baskı, İstanbul, 1993, c. II, s. 892-894.
34 Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri ve Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996, s. 29-30.
35 Yusuf Has Hâcib’in ölüm tarihi ile ilgili olarak bkz. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I, (Metin), Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, 3. Baskı, Ankara, 1991, s. XXIII.
36 “Kutadgu Bilig”, Yusuf Has Hâcib’in ünlü siyaset kitabının adıdır.
37 Yazıcı, N., a.g.e., s. 96.
38 Genç, R., “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 166.
39 Genç, R., a.g.e., s. 170.
40 Genç, R., a.g.e., s. 174.
41 Genç, Reşat, “Karahanlılar”, a.g.e, c. VI, s. 166; “Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, c. I, ss. 283-285.
42 Genç, R., “Karahanlılar”, a.g.e., a. y.
43 Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
44 Merçil, Erdoğan, “Gaznelilerde Devlet Teşkilâtı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 294.
45 Merçil, E., a.g.e., a. y.
46 Merçil, E., a.g.e., a. y.
47 Merçil, E., a.g.e., a. y. ; Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
48 Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, T. K. A. E., 7, Seri: III, Sayı: A, 1, Ankara, 1965, s. 217.
49 Saray, M., Türk Devletlerinde Meclis, s. 16.
50 Mansuroğlu, M., “Dîvan”, mad., İ.A., c. III, s. 595.
51 Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, c. I, s. 122.
52 Taneri, A., a.g.e., s. 237.
53 Nizâmü’l-Mülk, Siyasetname (Siyeru’l-Mülûk), çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998, s. 133.
54 Nizâmü’l-Mülk, a.g.e., s. 133, 134.
55 Selçuklu Devletindeki “Dîvân” hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. III, ss. 157-187; Kafesoğlu, İ., “Selçuklular” mad., İ. A., c. X, ss. 388-399.
56 Ata-begler, Selçuklu Devleti’nde, şehzadeleri eğitmek ve yetiştirmek üzere hükümdar tarafından görevlendirilen üst düzey devlet yöneticilerine verilen ünvandır. Bkz. Turan, O., Selçuklular Tarihi, s. 221-222.
57 Saray, M., a.g.e., s. 16-17.
58 Saray, M., a.g.e., 17.
59 Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996, s. 163.
el-Alûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Âzîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri (I-XII), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988.
el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes’ûd (ö. 516 / 1122), Tefsîru’l-Bagavî (Meâlimu’t-Tenzîl) (I-VIII), Daru’t-Tayyibe, 4. Baskı, Riyad, 1997.
el-Beydâvî, Nasıru’d-dîn Abdullah b. Ömer, (ö. 685 / 1288), Envâru’t-Tenzîl ve Esraru’t-Te‘vîl (I-V), Daru’s-Sadr, Beyrut, t. s.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî, (ö. 275 / 888), Sünen (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed b. Ahmed, (ö. 375/985), Tefsîru’s-Semerkandî (Bahru’l-Ulûm) (I-III), Tahk. Muhibbu’d-dîn Ebû Said, Daru’l-Fikr, 1. Baskı, Beyrut, 1996.
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942), Hak Dîni Kur’ân Dili (I-IX), Eser Neşriyat, Haznedar Ofset, İstanbul, 1979.
Fahruddin er-Râzî, (ö. 606/1209), et-Tefsiru’l-Kebîr (Mefâtîhu’l-Gayb) (I-XVI+Fihrist), Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut, 1990.
Genç, Reşat, “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987.
, “Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987.
Hamîdullah Muhammed, İslâm Peygamberi (I-II), Çev: Salih Tuğ, İrfan Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 1993.
, İslâm’a Giriş, Çev: Cemal Aydın, Ankara, 1996.
İbn Fazlan, Seyahatname, Çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fida, İsmail b. Ömer, (ö. 774/1372), Tefsîru’l-Kur’ânî’l-Azîm (I-IV), Daru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1969.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (ö. 275 / 888), Sünen (I-II), Daru Sahnun, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri, Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, 3. Baskı, İstanbul, 1984.
, “Selçuklular” mad., İ.A., c. X, ss. 388-399.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvanu Lugâti’t-Türk (I-IV), (Çev. Besim Atalay), Türk Dil Kurumu Yayını 521, T. T. K. B., Ankara, 1985.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, S. T. M. E. Y., Güven Matbaası, Ankara, 1979.
el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Ca’mi‘ li Ahkâmi’l-Kur’an (I-XX), 2. Baskı, Kahire, 1965.
Mansuroğlu, M., “Dîvân”, mad. İ. A., c. III.
Mari, A., “Kuzey Asya’daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı”, Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978.
Merçil, Erdoğan, “Gaznelilerde Devlet Teşkilatı”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987. (c. VI, ss. 294-297).
en-Nesefî, Ebû’l-Berekât, Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (ö. 710/1310), Medariku’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te‘vîl (I-III), 1. Baskı, Beyrut, 1989.
Niyazi, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996.
Nizâmu’l-Mülk, Siyasetname (Siyeru’l-Mûlûk), Çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998.
Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları (I-II), M. E. B. Y.: 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997.
, Türk Mitolojisi, Ankara, 1971.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, Yıldızlar Matbaası, 1. Basım, İstanbul, 1991.
Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K, Ankara, 1999.
Sümer Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1992.
Tabbârâ, ‘Afîf ‘Abdu’l-Fettah, Rûhu’d-Dîni’l-İslâmî, Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 7. Baskı, Beyrut, 1376 H. / 1966 M.
et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, (ö. 310/911), Câmiu’l-Beyan an Te‘vîli Âyi’l-Kur’ân (I-XV), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1988.
Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, M. E. B. Y. 2435, M. E. B., 2. Baskı, İstanbul, 1997.
et-Tirmizî, Ebû Îsa Muhammed b. Îsa b. Serve, (ö. 279/892), Sünenu’t-Tirmizî (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Turan, Osman, Türk Cihân Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi (I-II), Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969.
, “Türkler ve İslâmiyet”, A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, sayı: 4, Ankara, 1946.
, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., 7, Seri: III, Sayı: A 1., Ankara, 1965.
Udeh, Abdülkadir, et-Teşrîu’l-Cinâî’l-İslâm Mukâranen bi’l-Kânunî’l-Vad‘î (I-II), Mektebetü Dâri’l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963.
Yazıcı, Nesîmi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992.
Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I (Metin), Neşre Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, Ankara, 1991.
ez-Zemahşerî, Ebu’l-Kasım, Cârullah Mahmud b. Ömer, (ö. 538/1144), el-Keşşâf an Hakaiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te‘vîl (I-IV), Daru’l-Fikr, y. y., t. s.
Dostları ilə paylaş: |