Samim Ünan: Yalnız, şu tablo kullanılır diyen bir yasal düzenleme yok.
Katılımcı: Ama “Yargıtay böyle diyor; içtihat istikrar kazanmıştır” diye bir ısrar var. “Yargıtay bozuyor” diye de bir ısrar var. İşte aynı şey dain-i mürtehin için de geçerli. Yüksek mahkeme, dain-i mürtehine ilişkin olarak kendi benimsediğinden farklı yönde bir hakem kararı çıkarsa bu kararı bozacak, ama olsun. Samim Ünan: İyi işleyen bir hukuk sistemi bu gibi problemlerle karşılaşabilir; olabilir, ancak bunu mümkün olduğu kadar çabuk ve herkesin genel olarak kabul edebileceği bir şekilde çözmesi lazım. Türkiye'de o çözüm her vakit ortaya çıkmıyor. Aslında hukukta Yargıtay Daireleri arasındaki görüş ve içtihat farklılıkları için çözüm öngörülmüş. Daireler arasında farklı uygulama yerleşince, yüksek yargının ortaya çıkan farklılığı içtihadı birleştirme yoluyla, bağlayıcı şekilde halletmesi gerekiyor. Bunu yapmadığı müddetçe çelişkili çözümler varlığını sürdürmeye devam ediyor. Ancak eğer yüksek mahkeme belirli bir sorun hakkında devamlı aynı doğrultuda karar verirken siz tamamen benzer bir uyuşmazlıkta aksine karar verdiğinizde, bu sefer hükmün kesinleşmesini (Yargıtay sizin kararınızı bozacağı için) siz geciktirmiş oluyorsunuz. Kaldı ki sigorta hakemlerinin de MK m.1 fk.3 kapsamında sayılmaları lazımdır. MK m.1 fk.3 hakime “yargı kararlarından yararlanma” yükümlülüğünü yüklemektedir. Bu yükümlülüğün sigorta hakemleri için de mevcut olduğu kabul edilmelidir. Çünkü sigorta hakemleri de hak ve nısfete (kendi adalet anlayışlarına) göre değil, tıpkı hakimler gibi, yürürlükteki hukuk kurallarına göre hüküm kurmak zorundadırlar.
Uygulamanın, kendi içinde bir makul denge yaratmış olması ve hep o dengede gidiyor olması lazım. Ben bir hakemin benimsemediği, reddettiği ve bunu yaparken de savunulabilir sağlam gerekçelere dayanmakta olduğu bir sonucu, sırf Yargıtay içtihadı bu sonuca götürüyor olduğu için kabul edip kararını bu yönde oluşturmak zorunda bırakılmaması gerektiği düşüncesindeyim. Aksi takdirde, hiçbir hareket alanı olmayan bir robota dönüşmüş olur.
Ancak, şuna işaret etmek isterim: Türkiye, çoğu vatandaşımızın sorunlara “bana göre” sözcükleriyle yaklaştığı ve bu sorunlar hakkında fazla araştırmadan, incelemeden ve tartmadan, tartışmadan vaziyet aldığı bir ülke. Bilgiye dayanmayan ve aklın süzgecinden iyice geçirilmeyen, “bence böyle”, “bana göre budur” gibi ucuz ve geçerliği olmayan gerekçelere dayandırılan (çabuk) yargıları da önlemek icap eder. Kural olarak yüksek yargı, ciddiye ve dikkate alınması ve saygı gösterilmesi lazım gelen kurumların başında gelir. Bu sebeple, yine kural olarak yüksek yargı kararlarının yanlış olduğu kabul edilip bunlardan ayrılmak gerektiği sonucuna varılırken deyim yerinde ise kılı kırk yarmalı, çok iyi araştırma ve değerlendirme yapılmalıdır.
Bununla birlikte, yukarıda vurguladığım düşünce, yüksek yargının genel uygulamasının gerçekten saygı yaratan, üst düzeyde bilgi ve araştırmaya dayalı olarak gerçekleştiği varsayımına dayanır. Acaba ülkemizde bu noktada hiç mi sorun yoktur? Yargı kararları her zaman üst düzey çalışmalar sonucunda mı verilmektedir? Bunu söylemek de çok zor. Zaten sorun da en azından kısmen buradan kaynaklanıyor. Bir kere yargı ve yüksek yargı, MK m.1 fk.3 kendilerine bu yolda açık görev ve sorumluluk yüklemiş olmasına rağmen, bilimsel görüşlere kulağını bütünüyle tıkamış durumdadır. Hukuk bilimi alanında çalışma yapanların (öğretinin) eser ve düşünceleri ilk derece yargısına hiç etki etmemekte, yüksek yargıya ise hiç denecek kadar az etki etmektedir.
Öğreti olmadan da kendine yetebilecek düzeyde bir yargımız var mıdır acaba? Yargımız, yabancı hukukları bilen, başka ülkelerdeki meslektaşlarının deneyim ve çözümlerinden yararlanan, kıyas yapan, bilimsel yöntemleri kullanan, iyi tartışan, eser veren, dünyayı yeteri ölçüde tanıyan, genel kültürü yüksek hakimlerimiz olduğu ölçüde yeterli görülebilecektir. Bu noktada olup olmadığımız sorusuna verilecek yanıt kişiden kişiye değişir, kuşkusuz. Ben henüz arzu edilen noktada olmadığımızı, yakın bir zamanda olmamızın da beklenmemesi gerektiğini, o noktada olabilmemiz için sistemimizin baştan aşağı değişmesi lazım geldiğini; akademisyenlerin ve avukatların ve hukuk danışmanlarının en yüksek bütün yargı organlarında doğrudan en üst görevlere atanabilmeleri gerektiğini, hakimlerin mesleğe başlayabilmeleri için (en azından dörtte birinin yurt dışında hukuk alanında ileri gitmiş ve Türkiye’nin temel hukuki düzenlemelerini yaparken örnek aldığı ülkelerde olmak üzere) yüksek lisans yapmış olmalarının şart koşulması gerektiğini, hedefin de bütün hakimlerin (en azından dörtte birinin yurt dışında hukuk alanında ileri gitmiş ve Türkiye’nin hukuki düzenlemelerini yaparken örnek aldığı ülkelerde olmak üzere) doktora yapmalarını sağlamak olması icap ettiğini düşünüyorum. Bir ülkede eğer bizdeki kadar fazla dava varsa ve bu kadar kolay hakim ve avukat olunabiliyorsa umutlu olmak için fazla iyimser olmak gerekir.
Katılımcı: Hocam şimdi Yargıtay'ın bu yaşam tablosu ile değişik bir kararı daha var. İlla PMF 31 olacak demiyor; eğer CSO 1980 veya TRH 10 davacının/zarar görenin daha lehine ise, bunlardan biri de olabilir” diyor. Bir kararında CSO 1980’ni kabul etmiş.
Samim Ünan: Yargının aslında doğrusu hangisiyse, onu belirliyor ve doğruyu da bire indirgiyor olması en makulü.
ARA
Samim Ünan: Ödenmemesi gerektiği halde ödenen bir tazminatın geri alınmasına yönelik istemlerle ilgili şunları vurgulamak lazım: Geri alma ve buna bağlı faiz işletilmesi istemi söz konusu olduğunda, bu istemin neye dayandığını tespit etmek lazım. Ödemede bulunmuş olan kişi, “Ben bunu, aslında ödememem gerekirken ödedim” demekteyse, diğer tarafın sebepsiz şekilde zenginleştiğini ileri sürüyor demektir. Böyle bir talebe, hangi andan itibaren temerrüt faizi işler veya işlemeli? Bu daha çok hukukçuların karar vereceği bir husus. Burada teknik hakem arkadaşlarımızın, heyette yer alan hukukçu arkadaşlarımızdan destek almaları uygun olur. Tek başlarına seçildikleri takdirde de, temerrüdün başlangıç anını belirlemeleri ve uygulanacak faizin oranını doğru saptamaları gerekecek. Bu bağlamda üzerinde durulması icap eden bir konu da şudur: Ödenen tazminatın geri alınması istemi acaba sigortacılıkta tahkim sisteminin görev alanına girecek midir?
Katılımcı: Ticaret Kanunu ve 2918 sayılı Trafik Kanunu, her ikisi de özel yasa. Ticaret Kanunu’nun zaman aşımına ilişkin maddesinde “Diğer kanunlardaki hükümler saklıdır” düzenlemesi var. Ancak temerrüdü düzenleyen maddesinde diğer kanunlardaki hükümlere bir atıf yapılmamış. O zaman trafik poliçesinden kaynaklanan uyuşmazlıklarda, 8 iş günü diye bir temerrüt kuralımız var, bu uygulanmayacak mı? Yani Ticaret Kanunu sonradan çıkan bir yasa, 45 günü orada da mı uygulayacağız? Böyle bir sorun var.
Samim Ünan: Türk Ticaret Kanunu (TTK) ile Karayolları Trafik Kanunu’ndan (KTK) hangisi acaba diğerine kıyasla “özel kanun” niteliğini taşımaktadır? Türk Ticaret Kanunu aslında “genel” nitelikli bir kanun. Bu kanunu “temel” kanunlardan sayıyoruz. Ama yürürlükteki TTK, bazı yönleri itibariyle trafik sigortasını düzenleyen KTK’ya oranla “sonraki” kanun.
İki tane kural var: Hukukçular zaman zaman Latince özdeyişleri de kullanarak açıklamalar yaparlar; bu iki kuraldan biri “lex anteriori derogat legi posteriori” diğeri de “lex specialis derogat legi generali”. İlk kural “sonraki kanun, önceki kanunun uygulanmasını bertaraf eder”; ikinci kural ise “özel kanun, genel kanunun uygulanmasını bertaraf eder”.
Aynı olayda uygulanması mümkün iki değişik yasa mevcutsa, işin içinden çıkmak üzere, çoğu zaman bu “tekerlemeler” yapılarak bir sonuç elde edilmeye çalışılır. Bu kurallar, sanıldığı gibi “mutlak” değildir. Her “özel” kanun, “genel” kanunun uygulanmasını mutlak şekilde bertaraf etmez; her “sonraki” kanun da, aynı konuda hüküm getirmiş “önceki” kanunu, hükümden düşürmez.
Kısaca kesin bir kuralımız yok, kanun koyucunun amacına bakmak lazım. Şimdi burada Ticaret Kanunu, sonraki kanundur doğru. Ama Ticaret Kanunu, Trafik Kanunuyla getirilen özel düzenlemeyi ortadan kaldırma ve onun yerine uygulanacak bir sistem getirme amacını gütmüyor.
Nitekim bu da, “özel kanunlardaki hükümlerin saklı olduğuna” dair ilave fıkradan belli. Dolayısıyla trafikle ilgili olaylarda, Karayolları Trafik Kanunundaki zaman aşımı hükmünün esas olması lazım gelir.
(Bu noktada şu hususu hatırlatmak isterim: “Özel-kanun-genel kanun” ilişkisi (ne zaman bir yasa hükmünün, diğer bir yasa hükmüne göre “özel” sayılacağı) ve özel kanunun söz konusu olduğu hallerde, ne zaman bu özel kanunun genel kuralın uygulanmasını engelleyeceği ve tek başına özel kanun hükmünün uygulanacağı hususları İsviçre Hukukunda ilk defa bir Türk hukukçu tarafından II. Dünya Savaşının hemen öncesinde tamamlanmış çok başarılı bir doktora çalışmasında ortaya koyulmuştur – Dr. Tahir ÇAĞA, Konkurrenz deliktischer und vertraglischer Ersatzansprühe nach Deutschem und Schweizerischem Recht, Aarau 1939). Katılımcı: Bir tartışmada, Ticaret Kanunu çalışmalarının içinde bulunmuş bir arkadaşımız şuna benzer bir şey söyledi: “Zaman aşımı maddesinde atıf yaptık, ama temerrüt maddesinde, muacceliyet maddesinde atıf yapmıyoruz. Orada da yapabilirdik, yapmadığımıza göre o zaman bu direkt uygulanacak”. O yüzden sordum.
Samim Ünan: “Karayolları Trafik Kanunu’nun uygulandığı hallerde, temerrüt nereye göre belirlenecek?” Diğer bir anlatışla, KTK’nın ödeme için öngördüğü “8 gün” mü uygulanacak? Ve 8 günün sonunda eğer sigortacı, bütün belgeler kendisine gelmiş olmasına rağmen hala ödeme yapmamışsa, temerrüde düşmüş sayılacak mı? Yoksa TTK hükümlerine göre mi hareket edilecek? Karayolları Trafik Kanunu’nun esas olması lazım burada. “Ticaret Kanunu sonraki kanun, onun yerini almıştır” değil, KTK “özel” bir düzenleme getiriyor. Amaç da mağdurların, trafik kazalarından kaynaklanan alacaklarını en kısa zamanda tasfiye edebilmek. Bu amaç TTK yürürlüğe girdikten sonra da devam ediyor. Türk Ticaret Kanunu’nun, daha önceki KTK’dan farklı, KTK ile getirilen düzenlemeyi sonlandırmaya yönelik bir düzenleme amacı izlediğine ilişkin elde hiçbir veri yok.
Katılımcı: Yine zaman aşımı konusu ile ilgili olarak, şimdi yeni Ticaret Kanunu sorumluluk sigortalarında 10 yıllık zaman aşımı süresi öngörmüş. Daha öncesinde, ölümlü ve yaralamalı kazalarda, ceza zaman aşımının dikkate alınacağına dair Yargıtay kararları var. Şimdi bu durumda, bu yeni düzenlemeye istinaden, biz hangi kanunu esas alacağız? Özel kanun-genel kanun ilişkisi olacak mı? Olacaksa hangisi özel kanun, hangisi genel kanun? Samim Ünan: Trafiğe (trafik kazalarından kaynaklanan zorunlu trafik sigortası istemlerine) ilişkin olarak ortaya çıkan uyuşmazlıklarda, benim kişisel düşüncem Karayolları Trafik Kanunu hükümlerinin öncelikle uygulanması gerektiğidir.
KTK m.109 fk.2 “Dava, cezayı gerektiren bir fiilden doğar ve ceza kanunu bu fiil için daha uzun bir zaman aşımı süresi öngörmüş bulunursa, bu süre, maddi tazminat talepleri için de geçerlidir” hükmünü içeriyor. Öte yandan yine KTK uyarınca “tazminat yükümlüsüne karşı kesilen zaman aşımı, sigortacıya karşı da kesilmiş oluyor” (KTK m.109 fk.3).
Somutlaştırırsak, sigortacıya karşı ileri sürülen istemlere ilişkin zamanaşımı süresi, toplamda 15 seneye kadar çıkabiliyor.
TTK 1482’deki “10” yıllık süre, daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi tavan süre niteliğini taşımaktadır. Ancak KTK kapsamındaki hallerde TTK değil KTK hükümlerine göre hareket etmek lazım geldiğinden TTK’daki 10 senelik zamanaşımı süresi devre dışıdır.
Katılımcı: Faiz ile ilgili bir soru soracağım. Trafik kazalarından kaynaklanan destekten yoksun kalma taleplerinde veya maluliyetten kaynaklan taleplerde, biz dosyayı bilirkişiye gönderiyoruz. Aktüer bilirkişi hesap yapıyor. Bu hesap tarihinden itibaren faiz işletiyoruz. Birçok arkadaşımızla bu şekilde karar veriyoruz ama bazı arkadaşlarımız da 8 iş gününü uyguluyorlar. Bunun hangisini uygulayacağız? Samim Ünan: Destekten yoksun kalma tazminatında, bilirkişi raporunun geldiği tarihten itibaren temerrüt faizi uygulanacağı kabul edilirken bu gibi bir uygulamanın neye dayandığına dair elimizde bir bulgu var mı? Şu mu düşünülmüş acaba? Bilirkişi raporundan önce alacağın miktarı belli değil; o halde faiz ancak alacak tutarı somutlaştığı andan başlayarak işleyebilir.
Katılımcı: Yargıtay’ın kararı var. Samim Ünan: Sorunu şu şekilde özetleyebiliriz: Destekten yoksun kalma tazminatlarında, sigortacıya ve zarardan sorumlu kişiye yükletilecek faizin başlangıç anı ne olmalıdır?
Katılımcı: Şimdi ben destekten yoksun kalma tazminatı da hesaplıyorum, bu konuda bilirkişilik de yapıyorum. Daha çok aktüerler şöyle bir hususu iddia ediyorlar: Destekten yoksun kalma ve maluliyet tazminat hesabı yapılırken, aslında hesabın içinde faiz de var. Hesaplamanın (raporun) tamamlandığı tarih itibariyle hesap çıkarılıyor ve o tarihe kadar işleyen faiz bu hesaba dahil ediliyor. Gelecek dönem için ise bir faiz öngörülmüyor. O yüzden “Bu tarihe kadar zaten bir faiz işletiyoruz hesaplamamızda; dolayısıyla davadaki faiz bu tarihten itibaren –sonrası için- işletilmelidir” diye bir görüş var. Samim Ünan: Kabul edilmesi gereken çözüm, kaza tarihinden itibaren faiz işletilmesi. Ama bilirkişi veya aktüer destekten yoksun kalma tazminatı hesabını çıkarırken, hesabı çıkardığı tarihe kadar, zaten kaza tarihinden itibaren faizi işleterek geliyor. Dolayısıyla rapor tarihine kadarki faiz hesaba dahil. O andan sonrasına ilişkin faiz dahil değil.
Katılımcı: Matematiksel olarak böyle oluyor. Aktüerler de ısrarla bunu iddia ediyorlar. Samim Ünan: Bizim hukukta, sözleşme dışı sorumluluk alanında, temerrüt hususunda kabul edilen ana ilke, “haksız fiilin işlendiği tarihten itibaren temerrüdün meydana gelmesidir”. Buna da “Hırsız, daima temerrüttedir” (“Fur semper in mora”) denir. Haksız eylem alanında, eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren temerrüdün kendiliğinden, ayrı bir temerrüt ihtarına da gerek olmadan, meydana geleceği kabul edilir. Şimdi bütün hadise, çıkarılan hesapta faizin o kaza tarihinden itibaren, hesap tarihine kadar dikkate alınıp alınmadığıdır. Dikkate alınmışsa, ikinci kere faizin dikkate almaması lazım.
Katılımcı: Sigortacı? Samim Ünan: Hukukumuz zarar gören kişinin sorumluluk sigortacısına karşı da doğrudan dava hakkına sahip olacağını kabul etmiş. Sigortacı doğrudan dava edildiğinde, en geç dava tarihinden başlayarak temerrüt faizi işleyeceğinde kuşku yok. Acaba, daha evvelki bir tarihten itibaren de faizden sorumlu olmaz mı?
Katılımcı: Karayolları trafik kanununa göre, sigorta şirketinin sorumlu olabilmesi için, temerrüde düşmesi gerekiyor. O yüzden biz dosyaları aktüere gönderdiğimiz zaman, kaza tarihi itibariyle zarar hesabı yaptırıyoruz. Daha sonra da sigortacının temerrüt tarihini esas alarak, o tarihten itibaren temerrüt faizine hükmediyoruz. Daha önce söz alan arkadaşımızın belirtmiş olduğu hesap tarzında, kaza tarihinden hesap tarihine kadar faiz işletilmiş olacak, ayrıca bu tarihten sonrası için de faize hükmedilecek, bu durumda “faize de” faiz işletilmiş olacak. Bunun hatalı olacağı kanısındayım. Ve biz kaza tarihine kadar hesaplatıp, temerrüt tarihinden itibaren hükmettiğimizde bugüne kadar bozularak dönen kararımız da olmadı. Yani o şekilde uygulamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Mesela kazadan sonra 3 yıl geçmiş, 3 yıl boyunca sigorta şirketine başvurulmamış. Aktüer güncel hesap yaptığında, o 3 yılın faizini de hesaplıyor. Ve o 3 yılın faizinden de sigorta şirketi, haksız bir şekilde sorumlu oluyor. Bir de, faiziyle geriye dönük hükmettiğinizde ya da o tarihten başlayarak faize hükmettiğinizde, faize de faiz işletilmiş oluyor. Samim Ünan: Sigortacının temerrüdünü ayrı değerlendirmek lazım.
Katılımcı: Evet, ayrı değerlendirmeli. Çünkü tahkimde de sadece sigortacı aleyhine geliniyor zaten; vatandaş aleyhine gelinmiyor. Samim Ünan: Sigortacı, sigorta ettirene yöneltilen tazminat istemine işletilen faizi, hangi andan itibaren, hangi şartlarla karşılayacaktır? Bu, sorumluluk sigortalarının önemli bir konusudur, ancak yasaya baktığımızda durum net değil. Sorunu çözen açık bir hüküm bulamıyorsunuz.
Soruna bir çözüm getirmek için şu noktadan yola çıkmak uygun olur: Sigortacıya karşı doğrudan ileri sürülen tazminat isteminin kapsamı acaba nedir? Bu istemin en başta sigortalı işletene yönelik tazminat alacağını kapsayacağı açık. Tazminat alacağı için kaza tarihinden itibaren işlemeye başlayacağını yukarıda belirttiğimiz temerrüt faizi sigortacının sorumluluğu dışında mı kalacaktır? Kural olarak sorumluluk sigortası, sigortalının sorumlu olduğu hususları karşılayacaktır. Faiz yükü de sorumluluğun bir kısmıdır.
Bazı ayrık hallerde, sorumluluk sigortacısının faizden sorumlu olmaması haklı görülebilir. Sigorta ettiren kendi davranışı ile faiz yükünün artmasına yol açmışsa, sorumluluk sigortacısı, sigorta ettiren ile olan ilişkisinde artan faiz yükünün sigorta ettiren üzerinde kalması gerektiğini öne sürebilir. Fakat sigortacının zorunlu trafik sigortasında sigorta ettirene sözleşme veya sigorta sözleşmesini düzenleyen genel yasa (TTK) uyarınca ileri sürebileceği savunmalar, zarar görene karşı geçerli değildir. Kanımızca limit elverişli olduğu sürece, kaza tarihinden başlayarak işleyecek faiz sigorta teminatına girmeli ve sigortacı tarafından karşılanmalıdır. Sigortacının aleyhine açılan dava tarihinden itibaren faizle yükümlü olması ise, kendi temerrüdünün sonucudur.
Burada sorun şudur: Sigortacı çok ileri bir tarihte işe karışmış olabilir veya talep kendisine sonraki bir tarihte intikal ettirilmiş olabilir. Sigortacının ilk devreye girdiği anda, faiz dâhil yapılan hesaplamada hiçbir limit aşımı yoksa sigortacı o zamana kadar birikmiş olan faizi ödemeyecek midir? Kendisi temerrüde düştüğü için değil, ama sorumluluğunu sigorta etmiş olduğu kişi aleyhine bir faiz yükü ortaya çıkmış olduğu için, bunu ödemesi icap etmez mi? Sigortacı sigorta ettirene şunu söyleyebilir: “Sen, bana zamanında bildirseydin, ben devreye girerdim, faiz yükünün ortaya çıkmasına imkân vermeden, daha evvel ödeme yapar, tazminat istemini tutar büyümeden bitirirdim”. Fakat bu itiraz yine yukarıda vurguladığım gibi sigortacı ile sigorta ettiren/sigortalı arasındaki ilişkide geçerli olabilir. Zarar görene karşı ileri sürülemez.
Sorumluluk sigortası, sorumlu kişinin sorumluluğuna yol açan zarar dolayısıyla ödemekle yükümlü bulunduğu işlemekte olan faiz yükünü nasıl karşılıyorsa işlemiş faizi de aynı şekilde –hatta öncelikle- karşılamalıdır. Çünkü sorumluluk yalnızca anapara ile sınırlı değil. Ödemede gecikildiği oranda buna bir faiz yükü de biniyor. Bizde doğrudan dava hakkı var. Ancak birçok halde hala doğrudan dava söz konusu olmuyor. Yalnızca sigorta ettiren aleyhine dava açılıyor. Sigorta ettiren de bunu sigortacıya bildiriyor. Sorumluluk sigortalarında normal işleyiş şudur (bununla birlikte TTK 1476 aşağıda açıklayacağımız bu normal işleyişle tam örtüşmemektedir; bu noktanın da bu vesileyle altını çizmiş olalım): Bir tazminat talebi geldiği zaman, sigorta ettiren bunu sigortacısıyla paylaşır: “Biri benden tazminat talep ediyor, ne yapacağız?” (TTK 1475(2). Sigortacı bakar, tazminat talebi sigorta teminatına giriyor mu, girmiyor mu, önce bu konuda bir belirleme yapar. Teminata girmediğine karar veriyorsa “Ben sorumlu değilim. Sigorta teminatını işleterek size koruma sağlamam söz konusu değil. Başınızın çaresine kendiniz bakın” diyecek. Yok, eğer “Evet, benim sağladığım teminata girebilir” diye değerlendiriyorsa, o zaman talep haklı mı değil mi, ona bakacak. Tazminat talebi esas yönünden haksız olabileceği gibi miktar bakımından da haksız olabilir. Eğer talebin haklı olduğunu görüyorsa, sigortacının “ödeyelim” demesi lazım. Diğer bir anlatışla, tazminat istenmiş; teminata giriyor; talep haklı ve aşırı da değil, tazminat isteyen kişi gerçekten böyle bir alacak sahibi veya o anki delillere göre öyle görünüyor; limit aşımı da yoksa sigortacının edimini yerine getirmesi gerekir. Bazen öyle olaylar oluyor ki, sigorta ettirenin sorumluluğunu gerektirecek şekilde başkasına zarar vermiş olduğu açık; zarar gören de makul bir tutar talep ediyor; bir abartma yok. Sigorta şirketinin, işin yargıya gitmesini beklememesi ve daha başında tazminatı ödeyerek sigorta ettiren aleyhindeki istemi sonlandırması lazım. Sigorta şirketi, sigorta ettirene “En iyisini sen bilirsin, benim için de makbuldür, sen davaya devam et, bakalım mahkeme neye karar verir, bir görelim. Belki de senin lehine karar çıkar” gibi bir yaklaşım içine girip de, davanın uzamasına, tazminatın gecikmesine yol açmışsa, bu arada işleyecek faizi neden karşılamayacak? Çünkü faiz, haksız fiil tarihinden itibaren işlemeye başlıyor. Sigortacının tazminat istemini ödeme ile sona erdirmeyi önermediği ve “bunu yargı çözümlesin” diye açık veya pasif bir tutum içine girdiği hallerde, ortaya çıkacak olan (toplam) faiz yüküne katlanması gerekir. Sigortacı, doğrudan kendisinin dava edilmemiş olduğu bir durumda “yargılamanın sonucunu bekleyelim” dediği zaman, sigorta ettiren için devamlı işleyen bir faiz var ve bunun yükü de devamlı artıyor. Yargılamanın kesin sonucu ise en az 1-2 yıl sonra ortaya çıkacak. Eğer sigortacı yargılamanın sonucunun beklenmesine yol açmışsa (bunu doğrudan istemiş olabilir; pasif tutum içine girerek yargılamanın sürmesine seyirci kalmış olabilir) bu karar veya seçiminin sonucuna katlanması da doğaldır (bu sebeple ortaya çıkan faiz ve masraf yükü sigortacıya ait olacaktır).
Kısaca, ben, yukarıda çeşitli kereler belirttiğim gibi, sorumluluk sigortacısının edim yükümlülüğünün, kural olarak, sorumlu sigorta ettiren aleyhindeki tazminat talebine ilişkin faiz yükünü de kapsadığı fikrindeyim. Bazı durumlarda sigortacıya bunun yükletilmesi hakkaniyete uygun düşmüyor olabilir; bazı ayırımlar yapmamız gerekebilir, bunlar ayrı konu. Mesela sigorta ettiren, tazminat talebini sigortacıya bildirmemiştir; bazı bilgileri veya belgeleri saklamıştır, aktarmamıştır; sonuçta sigortacının yanlış karar almasına sebep olmuştur. Bu sebeplerle faiz yükünün artmasından, sigortacının hiç sorumlu olmaması veya ancak kısmen sorumlu tutulması gerekebilir. Ama her olayı kendi şartlarında değerlendirmek lazım. Kural olarak sigortacı, sorumluluğunu sigorta ettiği kişi aleyhine işleyen faizi de karşılamalı. Zorunlu sigortalarda, zaten sigortacı sigorta ettirenin davranışı yüzünden sorumluluktan tamamen veya kısmen kurtulmuş olduğunu zarar görene karşı ileri süremiyor ve zarar görene olan yükümlülükleri aynen sürüyor (TTK 1484(1)).
Doğrudan sigortacının dava edildiği hallere gelince: Aslında, zarar görenin sigortacıya başvurarak tazminat isteminde bulunduğu durumlarda, sigortacı KTK m. 99 uyarınca zarar görene tazminat ödemesi gereken günde, kendisine yapılmış olan başvuruyu yerine getirmemişse, (yoruma göre zarar görenin ihtarıyla veya buna gerek görülmezse sırf yasal sürenin geçmiş olmasıyla) temerrüde düşmüş olur ve o andan itibaren de temerrüt faizi ödemesi gerekir. (Doğrudan) dava tarihi, sigortacının zarar görene karşı temerrüde düşmüş sayılacağı en geç tarihtir.
Zarar görenin sorunluluk sigortacısına doğrudan dava açtığı hallerde, sigortacı da çeşitli gerekçelere dayanarak talebi yerine getirmeyi reddediyor. Mesela “Teminata girmiyor; senin talebin haksız, benim sorumluluğunu karşıladığım kişi zaten sana karşı sorumlu değil; talebin abartılı” diyerek ödeme yükümlülüğünü ya tümüyle ya da bir kısmı itibariyle inkar ediyor. Kuşkusuz, sigortacı aleyhine de, doğrudan talep dolayısıyla işleyecek bir faiz olabilir. Ama kümülatif mi işleyecek?
Zarar görenin hem sigortacıdan hem de zarardan sorumlu olduğunu öne sürdüğü (ve sigortacıyla birlikte dava ettiği) sigorta ettirenden ayrı ayrı faiz alması söz konusu olamaz. Burada tek bir alacak var, sorumluluk sigortacısı bu alacaktan yasa uyarınca sorumlu olsa dahi, bu alacağın bir asıl borçlusu var, o da sorumluluğu sigorta edilen kişi, yani zarardan sorumlu (olduğu ileri sürülen) sigorta ettiren. Tazminat alacağına işleyecek faiz, ayrı ayrı her ikisine birden yüklenmeyecek.
Sorumluluk sigortacısı ve zarardan sorumlu sigorta ettiren/sigortalı, zarar görene karşı müteselsil olarak sorumlu bulunuyorlar. Aynı zararı değişik sebeplerle (sorumluluk sigortacısı verdiği sigorta teminatı dolayısıyla yasa uyarınca; zarardan sorumlu sigorta ettiren ise sorumluluğunu düzenleyen yasa kuralı uyarınca) ödemeleri gerekiyor. Bunlardan biri ödeme yaptığı ölçüde diğerinin borç yükümlülüğü de azalmış olur.