Toplumsal sistem gerçekliĞİ



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə34/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   133

ATİNA DEVLETİNİN DOĞUŞU

“Kahramanlık çağında, Attika’daki dört Atina aşireti, henüz ayrı topraklar üzerinde yerleşmiş bulunuyorlardı; hatta bu aşiretleri birleştiren oniki kabile bile, öyle görünüyor ki, Kekrops’un oniki kenti içinde biribirlerinden ayrı yerlerde yaşıyorlardı. Örgütlenme, kahramanlık çağı örgütlenmesiydi: halk meclisi, halk konseyi, bazileus (askeri komutan). Yazılı tarih başladığı zaman, topraklar çoktan paylaşılmış ve özel mülkiyete geçilmiş bulunuyordu, ki bu durum, barbarlığın yukarı asamasının sonuna doğru göreli olarak gelişmiş meta üretimine ve buna karşılık düşen meta ticaretine uygundur. Tahıldan başka, şarap ve zeytinyağı da üretiliyordu; Ege’deki deniz ticareti gitgide Fenikelilerin elinden çıkıyor ve büyük ölçüde Attikalıların eline geçiyordu. Toprak alım satımı, tarım ve el zanaatları, ticaret ve denizcilik arasında artan işbölümü dolayısıyla genslerin, kabilelerin ve aşiretlerin üyeleri kısa zamanda birbirleriyle karışmak zorunda kaldılar; kabile ve aşiret çevresi, yurttaş oldukları halde gene de bu topluluklara ait olmayan, yani kendi oturdukları yerde yabancı bulunan kimseleri de kabul etti. Çünkü dingin dönemlerde her kabile ve her aşiret Atina’daki bazileus ya da halk konseyine başvurmadan kendi işlerini kendileri yönetiyorlardı. Ama kabile ya da aşirete ait olmadan bunların toprakları üzerinde yaşayan herkes elbette bu yönetime katılamıyordu”.


“Gentilice örgüt organlarının düzenli işleyişi bu durumdan ötürü öylesine aksadı ki, kahramanlık zamanlarından itibaren, buna bir çare bulmak gerekti. Teze’ye maledilen anayasa meydana getirildi. Değişiklik, özellikle Atina’da bir merkezi yönetim kurulmuş olmasından, yani o zamana kadar aşiretler tarafından özerk bir biçimde yönetilen işlerden bir bölümünün kamu işleri olarak ilanı ve Atina’da toplanan ortak konseye devredilmesi olgusundan ibaretti, Bunu yapmakla Atinalılar Amerika’daki hiçbir yerli halkın atamadığı bir adımı atıyorlardı: yanyana yaşayan aşiretlerin basit bir konfederasyonu yerine, onların bir tek halk biçiminde kaynaşmasıyla ulusal bir Atina hukuku, aşiret ve genslerin töreleri üstünde bulunan bir genel hukuk doğdu. Atina yurttaşı, hatta yabancısı olduğu bir aşiret toprakları üzerinde bile belirli haklar ve yeni bir hukuksal korunma kazandı. Ama aynı zamanda, gentilice örgütlenmenin yıkılmasına doğru önemli bir adım da atılmış oluyordu. Çünkü bu, bütün Attika’daki aşirete yabancı ve tamamen Atina gentilice örgütlenmesinin dışında bulunan ve dışında kalan yurttaşların gelecekteki kabulüne doğru atılmış bir ilk adımdı. Teze’ye maledilen bir ikinci kurum, bütün halkı gens, kabile ya da aşiretlerine bakmadan, üç sınıf, yani öpadrid’ler ya da soylular, jeomor’lar ya da çiftçiler ve demiurgos’lar ya da küçük zanaatçılar halinde bölmesi ve kamu görevleri hakkının yalnızca soylulara verilmesi oldu”.
“Bundan sonra Atina’nın Solon’a kadar süren siyasal tarihi ancak eksik olarak biliniyor. Bazileus görevi yürürlükten kalktı, soylular arasından seçilmiş arhont’lar devletin başına geçtiler. Soylular egemenliği MÖ.600 yılına doğru dayanılmaz duruma gelecek kadar arttı. Herkesin özgürlüğünü baskı altına almanın başlıca aracı ise para ve tefecilikti. Soyluların başlıca merkezi Atina ve çevresiydi; deniz ticareti ve aynı zamanda fırsat düştükçe hala yapılmakta olan korsanlık burada onları zenginleştiriyor ve mali serveti onların elinde topluyordu. Para ekonomisi gelişerek doğal ekonomi üzerine dayalı tarımsal toplulukların geleneksel varlık biçimi içine eritici bir asit gibi işte buradan girdi. Gentilice örgütlenme para ekonomisiyle bağdaşamaz; Attika’daki küçük köylülerin yıkımı, onları çevreleyen ve koruyan eski gentilice bağların çözülmesiyle aynı zamana düştü. Alacak ve ipotek (çünkü Atinalılar artık ipoteği bile türetmişlerdi) ne gens dinliyordu, ne de kabile. Ve eski gentilice örgütlenme ne para biliyordu, ne avans, ne de borç. Bu yüzden, soyluların durmadan daha gelişen ve daha da yayılan mali egemenliği alacaklıyı borçluya karşı korumak, para sahibi tarafından küçük köylünün sömürülmesini onaylamak için yeni bir de töre hazırladı. Attika’daki bütün tarlalar, üzerinde bu mülkün şu kadar para için falanca kişiye rehin edilmiş olduğu yazılı ipotek taşlarıyla dolmuştu. Bu tür işaret taşımayan tarlalar ise, çoğunlukla ipotek ya da faizin ödenmemesi nedeniyle satılmış ve tefeci soyluların mülkiyetine geçmiş bulunuyordu; köylü, eğer eski tarlasında yarıcı olarak kalmasına ve emeğinin ürününün altıda-beşini yeni efendisine kesenek olarak verirken bunun altıda biriyle yaşamasına izin verilmişse kendini mutlu saymalıydı. Dahası da var: eğer tarlanın satış bedeli borcu ödemeye yetmez, ya da bu borç bir güvenceyle sağlama bağlanmamış bulunursa borçlu alacaklıya borcunu ödemek için çocuklarını köle olarak yabancılara satmak zorundaydı. Çocukların babaları tarafından satılışı-babalık hukukunun ve tek-eşliliğin ilk meyvesi işte bu oldu! Ve vampir, halâ kana doymamışsa, bizzat borçlusunu köle olarak satabilirdi”...
“Toplumsal ve siyasal kurumların temelinde yatan sınıf karşıtlığı artık soylularla halktan insanlar arasındaki karşıtlık değil, kölelerle özgür insanlar, metek’lerle yurttaşlar arasındaki karşıtlıktı. En parlak çağında Atina’da kadınlarla çocuklar dahil toplam olarak 90000 dolayında özgür yurttaş, her iki cinsten 365000 den çok köle ve 45000 metek-yabancı ya da azatlı-vardı. Demek ki, her özgür yurttaş başına en az 18 köle ve ikiden çok metek düşüyordu”[7].

TEKRAR ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE

BAŞKALARINI BASKI ALTINDA TUTANIN KENDİSİ ÖZGÜR OLABİLİR Mİ?

Önce, Sistem Teorisi ve İnformasyon İşleme Teorisi açısından, genel olarak özgürlük nedir onu görelim.


Bir (AB) sistemini düşünüyoruz. Bu bir atom da olabilir, bir insan da, bir toplum da. “Sistem Teorisinin Esasları”’nda şöyle demişiz: ”Kendi aralarında bağlaşım-ilişki halinde olup, biribirlerinin varlık şartı olan; yani ancak bu bağlaşımın-ilişkinin sonucu olaraktır ki, biribirlerini yaratarak, biribirlerine göre bir varlığa sahip olabilen gerçekliklerin (ki bunları biz PARÇA ya da ELEMENT olarak tanımlıyoruz) meydana getirdiği bütüne bir SİSTEM denilir”[4]. Burada ifade etmeye çalıştığımız şey açıktır: Bu evrende kendiliğinden-kendinde şey olarak var olmak diye birşey mümkün değildir. Herşey, ancak (A) ya da (B) olarak, bir (AB) sisteminin içinde, belirli bir ilişkinin sonucunda, bu ilişkiye göre izafi-objektif bir gerçeklik olarak var olur. Yani, her durumda, (A) ya da (B) olarak var olmak demek, A ve B nin biribirlerine bağımlı olarak, biribirlerini yaratarak var olmaları demektir. Bu bir. Yani öyle, herşeyden-herkesten bağımsız, mutlak bir özgürlük içinde, kendiliğinden-kendisi için var olmak diye birşey yoktur. Bunun nedenini ise şöyle açıklamışız: “Her sistem, her örgüt, çevreden-dışardan gelen madde-enerjiyi-informasyonu işleyebilmek için gerekli olan parçaların toplamı olan bir bütündür. Ve bu işlevini yerine getirirken, getirebildiği sürece var olur. Çünkü, var olmak demek, çevreye uyum sağlayabilmek için, çevreden gelen etkileri kendi içinde işleyerek ona karşı bir cevap-bir tepki oluşturabilmek demektir. Madde-enerjinin-bilginin her özgül var oluş biçimi, yani her sistem, dışardan gelen etkilere karşı bir tepki oluşturabilmek için gerekli olan örgütlenmeden ibarettir. Örgütlü olarak var olmanın gerekçesi, varlığını sürdürebilmek için zorunlu olan tepkiyi-cevabı ancak bir bütün olarak gerçekleştirmenin mümkün olmasıdır. Çünkü ancak bir örgüt sahip olabilir bu “var oluş tepkisini” gerçekleştirecek bilgiye. Bilgi ancak bir örgütün içinde, bu örgütün parçaları-elementleri-üyeleri arasındaki ilişkilerde (store, speichern) depo edilmiş olarak bulunur. Bütünü oluşturan her alt grup, yani parça, sistemin dışardan gelen madde-enerjiyi-informasyonu kendi içindeki bilgiyi kullanarak işleme sürecinde, belirli bir işte uzmanlaşmış bir organdır. Ama bu organlar da kendi içlerinde, gene belirli bir görevi yerine getirmekle uzmanlaşmış elementlerden oluşuyorlar. Bir organın çıktısı bütün bu elementlerin örgütlü kollektif faaliyetlerinin sonucu olurken, organların (parçaların) kollektif faaliyetleri de sistemin bütününü oluşturuyor. Örgüt içinde örgüt yani! İşte evrensel var oluşun sırrı budur”![4].
Var olmak demek bağlılık içinde gerçekleşmek demekse, mutlak özgürlük diye birşey yoksa, “bağımsızlık” ne demektir o zaman? Üçüncü çalışmada verdiğimiz örneğe dönelim [3]: “Fizik kitaplarında, “düzgün dairesel hareketi” açıklarken kullanılan, ipe bağlı taş örneğini ele alıyoruz. Olayı bütün çıplaklığıyla görebilmek için de, ağırlığın bulunmadığı bir uzay gemisine gidip orada başlıyoruz deneye! Evet, bir uzay gemisinde astronotuz! Elimize bir ip alıyoruz, ucuna bir taş bağlayıp, başlıyoruz döndürmeye!. Bu mekanik bir sistemdir. Elimizle taş arasında oluşan bir sistem. Aradaki ip de bağlantıyı sağlıyor. Sabit bir hızla döndürmeye devam ediyoruz taşı..Sonra birden ipi bırakıveriyoruz elimizden! Ne olur? Taş fırlar gider! Üzerinde hiç bir kuvvet kalmadığı için, en son halini, hareketini muhafaza ederek atalet hareketine başlar. Kendisini belirli bir hareketi yapmaya zorlayan kuvvetin etkisinden kurtulunca özgürce kendi yoluna devam eder. Olay şudur: Elimizle taşı döndürürken, her an, ip aracılığıyla taşı etkileyerek, onu elimize doğru bir kuvvetle çekerek fırlayıp gitmesini engellemiş oluyoruz. Böylece, hem onun dönmesini, hem de belirli bir yörünge üzerinde kalmasını sağlıyoruz. Taş ise, bir yandan elimiz tarafından çekilirken, diğer yandan da, mevcut hareketini muhafaza etmek istediğinden, bu iki etkenin birleşik sonucu olarak yörüngede kalıyor.
Fizik kitaplarında “merkezçekim kuvveti” diye tanımlanan kuvvetin kaynağı açıktır. Ama mekanik dünya görüşünün etkisinden kurtulamayan “bilimadamları” bir türlü o “merkezkaç kuvvetini” açıklayamıyorlar! Minareyi kılıfında tutmak için bulunan formül, “kuvvet olmayan kuvvet” açıklamasıdır (aslında tabi bunun bir kuvvetle falan alakası yoktur). Üçüncü çalışmada bu konuyu etraflıca ele aldık, burada, önemli olan noktanın altını çizelim yeter. Taş, “merkezden kaçmak” için bir kuvvet falan sarfetmiyor, o sadece baskıdan kurtularak özgür kalmak, kendi yoluna devam etmek istiyor. Bunun için de kendi üzerine etkide bulunan kuvvete karşı pasif direnişle-atalet haliyle- karşılık veriyor. Kendi kimliğini-varlığını böyle oluşturuyor. Onun bu davranışını bir karşı kuvvet-bir direnç olarak yorumlayan ve mevcut durumu devam ettirebilmek için sürekli enerji harcayarak bu “direnci” kırmaya çalışan, merkezde yer alan kuvvetin kaynağı. Sonuç ne? Sonuç, evet taşın özgürlüğünü elinden alarak onu köle haline getiriyorsun, ve o da sana tabi olarak dönüp duruyor senin çizdiğin yörüngede; ama bu işi yaparken sen kendi özgürlüğünü de sınırlamış oluyorsun. Onu baskı altında tutabilmen için sürekli bir kuvvet-enerji sarfetmen gerekiyor. Sen de varlığını bu kuvveti-enerjiyi üretmekle gerçekleştiriyorsun! Onun özgürce kendi yoluna gitmek istemesini senin üzerine yapılan bir etki-bir kuvvet- olarak algılıyorsun ve kendi varlığını bu kuvveti dengeleyecek bir merkez çekim kuvvetinin kaynağı olarak gerçekleştiriyorsun.
Fizik kitaplarında “düzgün dairesel hareket” olarak tanımlanan olayın özü budur. Açıkça görüleceği gibi, her ne kadar taş sabit bir hızla hareket ediyorsa da, taşın bu hareketi ivmeli bir harekettir. Çünkü taş bu hareketini zorla, elimizle ve ip aracılığıyla uyguladığımız bir kuvvetin etkisiyle yapmaktadır. Eğer bu kuvvet olmasaydı, taş kendi özgür iradesiyle kendi atalet hareketini yaparak kendi yoluna gidecekti. Ama elimiz ve ip aracılığıyla uygulanan o kuvvettir ki, taşın mevcut durumunu değiştirmekte, onu ivmelendirerek sürekli bir gerilim altında tutmaktadır. Açıkça görüleceği gibi, böyle bir sistemin işleyebilmesi, sürekliliğinin sağlanabilmesi için her an bir enerji harcanması, bir iş yapılması gerekmektedir. Taşın özgür hareketini engelleyerek onu yörüngede tutabilmenin, onu döndürmenin bedeli, her an elimiz aracılığıyla bir iş yapmamız, bir enerji harcamamızdır. Bir an için bunu yapmazsak, sistem durur”.
İpe bağlı taş örneğinde, taşla aramızdaki ilişki, kendi kendini üreten doğal bir sistem ilişkisi değildir. Bu ilişki mekanik bir ilişkidir. Taşın hareketi bizim elimizin hareketine, elimiz aracılığıyla uyguladığımız kuvvete bağımlı bir harekettir. Taş “gönül rızasıyla” değil, bizim uyguladığımız zorun-kuvvetin etkisiyle dönmektedir. Halbuki, bir hidrojen atomunda, belirli bir kuantum seviyesinde “dönmekte olan bir elektronun” hareketi hiçte böyle değildir. Bu durumda elektron, protona bağımlı olduğu halde, hiçbir kuvvetin etkisi altında olmadan, özgürce onun etrafında “dönüp durmakta”, kendi atalet hareketini yapmaktadır. Aynı şey, hiçbir kuvvetin etkisi altında olmadan, Güneşin etrafında özgürce hareket eden dünyamız için de geçerlidir. Bir protonun içinde hareket halinde olan kuarklar için de böyledir bu. Çünkü bir atom, Güneş Sistemi, ya da bir proton, bunlar kendi içlerinde doğal bir sistem durumundadırlar. Özgürlük ise atalet halidir. Ama hiçbir zaman mutlak atalet hali diye birşey de yoktur. Atalet, ancak bir sistem ilişkisi içinde gerçekleşen belirli bir denge durumunda maddi temelini bulur. [3]
Özgürlük ve bağımlılık arasındaki ilişkiyi şöyle ifade edelim: Her şey, çevreden gelen etkiyi kendi içindeki bilgiyle işleyerek ona karşı bir reaksiyon oluştururken var olur. Özgürlük “bağımsız” olmak demek değildir. Bağımlılık içinde bağımsızlıktır özgürlük. Çevrenin etkisini kendi varlığınla dengeleyerek kendi yaşam alanını yaratmaktır. Bir elektron belirli bir kuantum seviyesindeyken protonla bağımlılık ilişkisi içinde özgürce hareket etmektedir. Ya da Dünyamız Güneş’le olan bağımlılık ilişkisi içinde özgürce hareket etmektedir. Ama ipe bağlı olarak dönen taş özgür değildir. Bu durumda taş, ip tarafından uygulanan kuvveti kendi içinde işleyip, buna karşı bir reaksiyon oluşturarak, meydana gelen denge ortamında özgürce hareket etmiyor, ona tabi olarak (bir köle gibi) hareket ediyor. Ama bu durumda, bir kuvvete bağımlı olarak zorla hareket eden, varlığı bu kuvvete tabi olan, bu kuvvet tarafından bir köle haline getirilen, özgürlüğü elinden alınan sadece taş mı oluyor? Hayır! Taşı döndürdüğüm müddetçe, kendi varlığımı bu işi yaparak-yaparken gerçekleştirebildiğim için, bu süre boyunca ben de özgür değilim! Çünkü taşı döndürmek için her an bir enerji harcamam gerekmektedir. Özgürlük ve bir kuvvete tabi olarak var olma arasındaki ilişkiyi unutmayalım, çünkü biraz sonra bu örnek çok işimize yarayacak.
Komün üyesi olarak, kendi varlığını onun içinde gerçekleştiren bir insan özgürdür. O, komüne kan bağlarıyla bağlıdır; ama bu bağlar onun kendi varoluşuyla birlikte gerçekleşen bağlardır, yani sonradan zorla onu komüne bağlayan bağlar değildir bunlar. Bu yüzden de komünün içindeki özgür insan onları bir bağ-kendi özgürlüğünü engelleyen sınırlar olarak görmez. O, kendi varlığını bu zemin üzerinde gerçekleştirmektedir zaten. Bu zemin onun özgürce hareket ettiği tabii alandır.
Ama bu komün insanı, savaşta yenilip de esir alındığı ve sonra da köle haline getirildiği zaman işler değişir. Bu durumda artık o, aynen ipe bağlı taş örneğindeki taş gibidir. Kendisini köle olarak muhafaza eden-çalıştıran yabancı-komünle arasındaki ilişki doğal bir sistem ilişkisi değildir. Bu, hem onun kendisi için böyledir, hem de “köle sahibi” için. İkisi de biribirlerine adeta yabancıdırlar.

Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin