Trabzon rehberlik ve araştirma merkezi MÜDÜRÜLÜĞÜ okul rehberlik hizmetleri BÖLÜMÜ



Yüklə 311,5 Kb.
səhifə1/4
tarix14.08.2018
ölçüsü311,5 Kb.
#70934
  1   2   3   4



TRABZON

REHBERLİK VE ARAŞTIRMA MERKEZİ MÜDÜRÜLÜĞÜ
OKUL REHBERLİK HİZMETLERİ BÖLÜMÜ

Rehberlik Postası

HİKAYELERLE KİŞİSEL GELİŞİM”

3

AİLE BÜLTENİ



www.trabzonram.gov.tr

CEMİL SEYİS

PSİKOLOJİK DANIŞMAN

Niye Ben ?”



diyen herkes için

Brenda, yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı. Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.

Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa gelerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda’nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.

Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens, yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca... Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. “Allah’ım ! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”

Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı ?” diye bağırdı.

Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.

Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı :

“Allah’ım ! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bun taşımamsa, senin için taşıyacağım...”

“BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM” demeyin...
BEYİNFIRTINASI

İki zeki genç, küçük bir dereciğin üzerindeki köprüde durmuş, altlarındaki suyu seyrediyorlardı.


Bir tanesi:

“Bak” dedi, “şu alttaki minicik balığı görüyor musun? Ne kadar mutlu!”


Diğeri:

“Sen bir balık değilsin ki! Bir balığın mutlu olup olmadığını nasıl anlayabilirsin?” diye itiraz etti.


Öteki:

“Peki, sen… Sen de ben değilsin ki. Öyleyse benim balığın mutlu olup olmadığını anlayıp anlamadığımı sen nasıl anlayabilirsin?” diye karşılık verdi.


Diğeri:

“Tamam” dedi, “mademki ben sen değilim ve sen olmadığıma göre de senin anladığını anlayamam. Öyleyse sen de balık olmadığına göre balığın ne hissettiğini anlayamazsın.”


Öteki dayanamadı:

“O zaman senin ilk sorduğun soruya dönelim,” dedi. “Sen bana balığın mutlu olup olmadığını nereden anladığımı sordun. Bu soru gösteriyor ki, benim anlamadığımı, sen hissettin. Öyleyse söyleyeyim aziz dostum. Ben de balığın mutlu olduğunu hissettim



"Güneşi gözden kaçırdım diye ağlarsan, yıldızları da göremezsin."



RUHLARIMIZ GERİDE KALDI

Afrika " nın balta ve ağaç kesme motorları girmemiş bölgelerinde kayıp bir şehrin izini kovalayan arkeologlar kendilerine yardımcı olmaları için yerlilerle anlaşırlar.

 Bir gün karşılarına bir şehre dair bir iz çıkar ve aceleyle kamp yaptıkları yerden fırlarlar. Eşyaları taşıyan yerliler ise " anlamsız " bir biçimde yerlerinde beklemektedirler.

Geri dönen arkeologlar yerlilere " aceleleri olduğunu, çabuk hareket etmeleri " gerektiğini söylerler. Yerliler cevap vermez ve sessizce beklemektedirler.Arkeologlar telaş içinde kalmışken " niçin beklediklerini " sorarlar..Yerlilerden biri cevap verir:" RUHLARIMIZ GERİDE KALDI "



"İnsanların zihninden yeryüzünden kazanılandan daha fazla değerli taş ve altın çıkarılması mümkündür."


BİLGELİK

Bir bilge, bir göletin kıyısında oturmaktayken, susuzluktan dili dışarı


sarkmış bir köpeğin devamlı olarak göletin dibine kadar gelip tam su
içecekken kaçması dikkatini çeker.

Dikkatle izler olayı.


Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki kendi yansımasını görüp
korkmaktadır ve bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır.
Sonunda köpek dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür.

"Benim burada öğrendiğim şu oldu," der.


"Bir insanın istekleri ile arasındaki engel çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır.
İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.?

Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür.

Asıl öğrendiği şey; insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin varolduğudur.

"Rüyamda kendimi kelebek olarak gördüm. Acaba ben, rüyasında, kendini kelebek olarak gören bir insan mıyım, yoksa insan olarak gören bir kelebek miyim?"



TAHTA AT

Bir gün, bir bilge iki çocuğunu yanına alarak ormanda gezintiye çıktı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra küçük olan çocuk yorulmaya başladı ve babasına dönerek:


“Babacığım çok yoruldum, beni kucağına alır mısın?”
Babasından “Artık sen kucakta taşınamayacak kadar büyüdün” cevabını alan çocuk, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Bilge tek kelime bile etmeden etrafına bakındı ve yakındaki kuru bir ağaçtan bir çubuk kesip yonttu ve sonrasında çocuğa uzattı:
“Al bakalım, sana güzel bir at. Bu seni taşır hem daha hızlı götürür.”
Çocuk, dal parçasından yapılmış ata sevinçle bindi ve gülerek koşmaya başladı.
Küçük oğlunun kuru bir dal parçası sayesinde yorgunluğunu unutarak canlanmasını gören baba hayretler içinde olan biteni izleyen kızına döndü ve:
“İşte, hayat budur” kızım. “bazen kendini çok yorgun hissedebilirsin. Böyle olduğunda, kendine değnekten bir at bul ve yoluna devam et. Bu at, yerine göre bir arkadaş, bir şarkı, bir umut, bir dua, bir çiçek, bir özlem, bir hayal ya da küçük bir çocuğun tebessümü olabilir.”
"Acı çekeceğinden korkan kişi, zaten korkusu yüzünden acı çekiyordur."

SİZİN KAÇ TANE DOSTUNUZ VAR

Oğlan cevap vermiş: "Ohooo yüzlerce..."

Babası oğluna açıklamış.

"Bak oğlum" demiş insanın bir sürü arkadaşı olabilir ama yüzlerce dostu


olamaz. Dost dediğin diğer arkadaşlara benzemez. İnsanın hayatı boyunca
ancak 1 ya da 2 tane dostu olabilir.

Oğlan saçma demiş. Benim bir sürü dostum var ve hepsi beni sever ve her


zaman bana yardıma koşacaklarına eminim.

Öyle mi demiş babası? O zaman gel seninle bir test yapalım.

Adam birkaç tane tavuk kesmiş ve başka birkaç ıvır zıvır´la birlikte bir
çuvala doldurmuş. Çuval´dan kanlar akıyormuş. Şimdi git demiş bu çuvalı
arkadaşlarına götür ve onlardan yardım iste. Çuvalı birlikte bir yerlere
gömün.

Çocuk çıkmış yola, bir arkadaşının kapısını çalmış, arkadaşı elindeki kanlı


çuvalı görünce çocuğun yüzüne kapıyı kapatmış, başka arkadaşları bir daha
onlarla konuşmamalarını görüşmemelerini rica etmişler, çünkü hepsi çuvalın
içinde bir ceset olduğunu sanmış.

Oğlan yüzü allak bullak babasına dönmüş olanları anlatmış. Babası demiş;


"İste senin arkadaşlarının dostluğu bu kadar. Şimdi al bu çuvalı
benim dostuma götür."

Oğlan tekrar sırtlamış çuvalı düşmüş yola. Babasının dostu kapıyı açıp,


oğlanı ter içinde, elinde kanlı bir çuvalla görür görmez etrafa şöyle bir
bakmış ve hemen almış içeriye. Sen Ahmet´in oğlusun değil mi demiş? Evet
demiş çocuk. Ver elindekini diyerek çuvalı Almus. Arka bahçeye çıkarmış,
arka bahçede bir çukur kazıp çuvalı gömmüş. Çocuğa su ikram etmiş. Bu arada
yetmemiş, gömdüğü yer belli olmasın diye sarımsak ekmiş oraya.

Çocuk ben artık gideyim demiş. Adam da babana söyle sarımsak tarlasına gözüm


gibi bakıyorum demiş.

Çocuk gitmiş babasına durumu anlatmış, gerçekten senin dostun varmış benim


ise sadece sıradan arkadaşlarım demiş. Yooo bitmedi demiş babası, şimdi
tekrar git dostumun kapısını çal ve açar açmaz yüzüne okkalı bir tokat
yapıştır. Çocuk olur mu hiç öyle şey demiş. Olur, olur, ancak o zaman
anlayacaksın dostluğun ne demek olduğunu.

Çocuk çaresiz utana sıkıla tekrar düşmüş yola. Kapıyı çalmış. Babasının


dostu kapıya çıkar çıkmaz da babamın size iletmek istediği bir şey var
demiş. Nedir o demeye kalmadan çocuk okkalı bir tokat yapıştırmış babasının
dostunun suratına. Üzülmüş bir yandan da nasıl vurdum diye.

Babasının dostu demiş ki, benim de babana iletmek istediğim bir şey var...


Söyle o babana "biz bir tokata satmayız koskoca sarımsak tarlasını" demiş!

İşte böyle. Çocuk o zaman anlamış dostluğun değerini ve babasının yüzlerce


arkadasın olacağına bir dostun olsun yeter derken ne demek istediğini...

Sen Gülerken yanındakiler de güler,


Ama ağlarken yalnız ağlarsın,
Onun için öyle bir ağaca yaslan ki,
Asla yıkılmasın.
Öyle bir dost edin ki,
Asla bırakmasın.

"Tanrı, insana iki taraf eklemiştir. Birinin üzerine otururuz, biri ile
düşünürüz. İşte insanoğlunun başarısı bunlardan hangisini daha fazla kullandığına bağlıdır. "


ARAYIŞ

Gerçek bir arayış içinde olan kişi, kendisini arayan kişidir.
Biri dışında tüm sorulardan vazgeç: `ben kimim?' Her şeyden sonra, emin olduğun tek gerçek senin var olduğundur.'Ben' kesindir. `Ben buyum.' ise değildir. Gerçekte ne olduğunu bulmak için uğraş. Ne olduğunu bilmek için ise önce ne olmadığını araştırıp bilmelisin. Sen olmayan her şeyi bedeni, duyguları, düşünceleri, zamanı, uzayı, şunu ya da bunu, somut ya da soyut olarak algılayabileceğin her şeyi keşfet. Algılama fiilinin kendisi, senin algıladığın şey olmadığını gösterir. Aklı düzeyde, ancak negatif (sen olmayan) terimlerle tarif edilebilebileceğini ne denli acık ve kesin bir biçimde anlarsan, arayışında o denli çabuk sona erer ve sınırsız varlık olduğunu idrak edersin. 
"Başarısızlığın formülü herkesi mutlu etmeye çalışmaktır.

SARTEBUS

Yaşlı adamın adı Sartebus, çocuğun adı ise Kim´di..

Kim yalnız yaşayan, yiyecek ve başını örtecek bir çatıdan çok,
bir nedene cevap arayan,
köyden köye dolaşan bir yetimdi.

"Neden" diye merak ederdi;

"Neden her şey bu kadar zor?

Biz kendimiz mi zorlaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi


zor?.."

Bunlar Kim kadar genç bir çocuk için bilgece düşüncelerdi..

Bir gün aynı yolda seyahat eden yaşlı bir adamla tanıştı.
Yaşlı adam oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordu.

Yol kenarında mola verdiklerinde, yaşlı adam yorgun bir halde sepetini yere


koydu.

Kim´e sanki "Yaşlı adam varını yoğunu bu sepette taşıyormuş" gibi geldi.


"Sepetin içinde onu bu kadar ağır yapan ne var?"
diye sordu Kim, Sartebus´a..

"Onu senin için taşımak beni mutlu edecektir.


Ne de olsa sana göre daha genç ve güçlüyüm!"

"O senin, benim yerime taşıyabileceğin bir şey değil" diye yanıtladı yaşlı


adam.

"Bu kendi başıma taşımam gereken bir şey .." Ve ekledi..


"Bir gün, sen de kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet
taşıyacaksın.."

Günlerce ve kilometrelerce birlikte yürüdüler ve Kim, Sartebus´a "İnsanların


neden bunca ağırlık taşıyarak kendilerine eziyet ettiklerini" durmadan
sordu.

Ama ne yanıt alabildi, ne de yaşlı adamın taşıdığı sepetin içindeki ağır


yükün ne olduğunu..

Sonunda bir gün Sartebus, artık daha fazla yürüyemeyeceğini söyledi ve son


kez dinlenmek için uzandı..

"Gel bakalım Kim" dedi.."Sepetin sırrını öğren..


Bak bakalım neden insanlar kendi kendilerine eziyet ediyorlar.."

"Bu sepette" dedi Sartebus,


"Kendim hakkında inandığım ama gerçek olmayan şeyler var.
Onlar yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı."

Derin bir nefes aldı..

"şüphelerimin çakıl taşı, tereddütlerimin kum taneleri,yanılgılarım yol
boyunca topladığım kilometre taşları oldular,bu sandığı durmadan dolduran ve
gittikçe ağırlaştıran..
Onları hep sırtımda taşıdım…

Bunlar olmasa çok daha ilerlere gidebilirdim


Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim.
Ama bu ağırlık hızımı kesti benim..Yolun sonunda, işte gördüğün gibi bu
ağırlık yükümle başbaşayım… Hayallerime ulaşamadan…

"Ve sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözemeden,


yaşlı adam gözlerini kapadı, son uykusuna daldı…

Kim, sepeti Sartebus´un sırtından çözdü ve içini merakla açtı.


Sepetin içi boştu!..

Ve o anda sorularının yanıtını anlar gibi oldu:

Çoğumuz, Sartebus gibi, sırtımızdaki bir sepette korkularımızı ve kendi
çizdiğimiz sınırlarımızı taşıyarak yaşadığımız için,
gerçekleştiremediğimiz hayallerimizle birlikte gömülürüz…

"Kral da dilencide aynı iştahla acıkırlar."
FARE ÖYKÜSÜ

Evin minik faresi, duvardaki çatlaktan bakarken çiftçi ve eşinin mutfakta


bir paketi açtıklarını gördü. Kendi kendine: 
"içinde hangi yiyecek var acaba ?" diye düşündü. Bir süre sonra gördüğü paketin bir fare kapanı olduğunu anladığında yıkılmıştı.

-  "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye bağırarak


telaşla bahçeye fırladı. Minik fareyi telaş içinde gören tavuk, umursamaz ve bilgiç bir tavırla başını kaldırdı ve gıdakladı: 
- "Zavallı farecik...Bu senin sorunun benim değil. Bana bir zararı olamaz
küçücük kapanın" dedi. Tavuktan destek bulamayan farecik bu sefer telaşla koyunun yanına koştu ve,

- "Evde bir fare kapanı var!, evde bir fare kapanı var!" diye adeta çırpındı. Koyun anlayışla karşıladı ama,


- "Çok üzgünüm fare kardeş ama dua etmekten başka yapacağım bir şey yok.
Dualarımda olacağından emin ol" dedi. Minik fare çaresizlik içinde ineğe döndü ve ,
- "Evde bir fare kapanı var, evde bir fare kapanı var!" dedi. inek ;
-"Bak fare kardeş, senin için üzgünüm ama beni ilgilendirmiyor." dedi.
Sonunda farecik, başı önde umutsuz şekilde eve döndü. Çiftçinin fare tuzağı
ile bir gün tek başına karşılaşmak zorunda olduğunu anladı. O gece evin içinde sanki ölüm sessizliği vardı. Minik farecik aç ve susuzdu. Tam yorgunluktan gözleri kapanacaktı ki birden bir ses duyuldu. Gecenin sessizliğini bölen gürültü, fare kapanından geliyordu. Çiftçinin karısı, ne yakalandığını görmek için yatağından fırladı ve mutfağa koştu. Karanlıkta kapana, zehirli bir yılanın kuyruğunun kısıldığını fark edememişti. Kuyruğu kapana kısılan yılanın canı yanıyordu ve aniden çiftçinin karısını ısırdı.
Çiftçi, karısını apar topar doktora götürdü. Doktor, zehri temizledi sardı. Çiftçi karısını eve getirdi, yatırdı. Karısının ateşi yükseldi ve
bir türlü düşmüyordu. Kadıncağız ateş ve ter içinde kıvranıp duruyordu. Böyle durumlarda taze tavuk suyunun gerekli olduğunu herkes bilir, çiftçi de bıçağını alıp bahçeye koştu. Karısı taze tavuk suyu çorbasını içti, biraz kendine geldi. Karısının hastalığını duyan komşular ziyarete geldiler. Onlara ikram etmek için çiftçi koyunu kesti. Çiftçinin karısı gittikçe kötüye gidiyordu. Yılan, belli ki  çok zehirliydi. Birkaç gün sonra çiftçinin karısı iyileşemedi ve öldü. Cenazesine çok sayıda kişi gelince hepsine yeterli et sağlamak için çiftçi ineği mezbahaya yolladı. Fare tüm bu olanları büyük üzüntü ile duvardaki deliğinden izledi. Birisi, sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz bir tehlike ile karşı karşıya ise hepimizin aynı tehlikede olabileceğini hatırlayalım. Hepimiz yaşam denilen bu yolculukta yer alıyoruz.

'Bizim dışımızdaki bir kimsenin bizi mutluluğa ya da mutsuzluğa eriştireceğini sanmak budalalıktır.'


İSTAKOZLAR GERİYE DOĞRU YÜRÜRLER

Ailesi neredeyse yıkılır. Zira sisteme başkaldırmıştır ve ´doğru´ bildiği yolda yalnız ilerlemeye başlamıştır. Anne ıstakoz kahrından ölür, baba ıstakoz ise oğluna, "defol git, seni artık aramızda görmek istemiyoruz. Ya yine bizim gibi olursun, ya da bizi terkedersin" der.

 

Genç ıstakoz doğru bildiği yolu uygulamaya devam eder ve dünyaya ´açılmaya´ karar verir, ´yola´ koyulur.



 

Bu ´başkaldırı´ ıstokoz dünyasında büyük bir felâket olarak algılanır. Yolda rastladığı tüm hem cinsleri ona nefretle yaklaşır, yardım etmezler. Kurbağalar, kaplumbağalar, sümüklü böcekler bu asi gence alayla bakarlar, onun ileriye doğru yürüdükçe dünyanın ters  döndüğünü düşünürler.

 

Genç ıstakoz yolun ortasında bir gün, ağzında bir pipo, melankolik ve yapayalnız yaşlı bir ıstakoza rastlar. "Ben de gençken senin gibi  öne doğru yürümeyi öğrendim, başkalarına öğrettim ve sonuçta kazandığıma bak: yapayalnız yaşıyorum, kimse benimle konuşmuyor, hastalıklı gibi herkes benden kaçıyor. Yol yakınken vazgeç bu sevdadan oğlum. Başkaları gibi olmaya çalış. Göreceksin o zaman nasıl da daha  mutlu olacak ve bana teşekkür edeceksin", der yaşlı ıstakoz.



 

Genç asi, bir an duraksadıktan sonra, "hayır, amca ben haklıyım" der ve yoluna devam eder.

 

Nereye kadar gitmiştir? Ne elde etmiştir?



 

Bilinmez. Tek bilinen belki de, sayısızca bu tür sessiz kahramanların dünyamızda varlıgı.

 

Ne diyelim? Yolları açık olsun…



 

Ya genç ıstakoz olacağız ya da Pink Floyd´un davranış bilimi terminolojisine armağan ettiği ünlü nitelemesinde olduğu gibi,  ´comfortably numb´ - rahatlık içinde uyuşmuş – insanlar olacağız.

 

Seçim durakta bizi bekler.



 

Ivo Molinas



"Gelecek yalnızca düşlerinin güzelliğine inananlarındır."

KONFÜÇYÜZ

Yedi gün izledi. Yedinci gün yüksek memur Sao-Çeng´i idam ettirdi, cesedin üç gün açıkta kalmasını emretti.


Öğrencileri çok sasırdılar, yanına gittiler, sordular:

"Sao-Çeng bu şehirde hatırlı ve kuvvetli bir adamdı. Simdi şehrin yönetimini aldıktan sonra ilk isiniz onu astırmak oldu. Bu yaptığınız doğru mudur? Bildiğimiz kadarıyla bu adam haydutluk, hırsızlık yapmamıştı..."

Konfüçyüs "yaptığımın nedenlerini size anlatayım" dedi ve anlattı: "Dünyada beş ağır suç vardır.

Haydutluk ve hırsızlık bunların arasında değildir, daha sonra gelirler. Bu beş suç şunlardır:

Birincisi uyumsuz ve asi bir tabiatla birlikte gözüpeklik;
ikincisi aşağı bir hayat tarzıyla birlikte inatçılık;
Üçüncüsü çenesinin kuvvetli olmasıyla birlikte yalancılık;
Dördüncüsü herkesin ayıbını, kusurunu aklında tutmakla birlikte herkesle dost geçinmek;
Besincisi hak ve adalet duygusu olmamakla birlikte yaptığı haksızlıkları süslü ve parlak gerekçeler arkasına gizlemek.
Sao-Çeng´de bunların beşi de vardı. Nereye gitse taraftar topluyor, hizipler yaratabiliyordu; aldatıcı fikirlerini parlak konuşmaların arkasına gizleyebiliyordu; zulmüyle adaleti tersine çevirebiliyordu. Aşağılıklar birleştiği zaman ortaya çok güçlü bir kötülük çıkar. Ben de şehir halkı için tasalanmak yerine bu adamı idam ettirmeyi tercih ettim

"Bir memlekette ne kadar çok yasa ve nizam varsa o kadar çok hırsız ve hayduta rastlanır.
KRALIN EŞLERİ

Kral en çok dördüncü esini severmiş, bir dediğini iki etmez her şeyin en iyisini,


en güzelini ona verirmiş. Kral üçüncü eşini de çok severmiş.
Bu güzelliğin bir gün kendisini terk edeceğinden korktuğu için, onu çok kıskanır,
Üzerine titrermiş. İkinci esini de severmiş kral. Kendisine karşı her zaman iyi ve
sabırlı davranan eşi, kralın ne zaman bir derdi olsa daima onun yanında
bulunur sorunun çözümünde ona destek verirmiş. Kraliçe olan birinci eşiymiş
kralın. Onu en çok seven, karşılık beklemeden seven, sağlığına ve hükümdarlığına
en büyük katkıyı sağlayan bu eşi olmasına rağmen, kral birinci eşini sevmezmiş
ve onunla hiç ilgilenmezmiş.
Bir gün kral ölümcül bir hastalığa yakalanmış. Yakında öleceğini
anladığı ve öldükten sonra yapayalnız kalmaktan çok korktuğu için,
eşlerinden hangisinin ölüm yalnızlığını kendisi ile paylaşmak
isteyebileceğini öğrenmek istemiş. En çok sevdiği dördüncü eşine ölüm yolculuğunda
kendisine eşlik etmek ister mi diye sorduğunda aldığı yanıt kalbine bıçak gibi saplanan
kısa ve net “mümkün değil” olmuş...
Hayatım boyunca seni sevdim. Sen benimle birlikte ölmeyi kabul eder misin sorusuna
üçüncü esi de “hayır hayat çok güzel. Sen ölünce ben yeniden evleneceğim” diye yanıt vermiş.
Kral bir kez daha yıkılmış.
Her sorunumda her zaman yanımda olan bana yardım eden sendin bu
sorunumda da bana yardımcı olur musun talebine karsı ikinci esinden;
“bu sorunun için hiçbir şey yapamam, olsa olsa sana mezarına kadar eslik
eder, güzel bir cenaze töreni yaptırır ve yasını tutarım” karşılığını
almış.
Büyük bir hayal kırıklığı yasamakta olan kral birinci esinin sesi ile irkilmiş.
“nereye gidersen git seninle olurum, seni takip ederim...”
Ah diye inlemiş kral; “keşke bir sansım daha olsaydı...”
 
Yaşamda Hepimiz 4 esliyiz aslında;
 
* Dördüncü esimiz vücudumuz. Onun güzel görünmesi için ne kadar zaman, kaynak ve çaba
  harcarsak harcayalım öldüğümüzde bizi terk edecektir.
* Üçüncü esimiz sahip olduğumuz servetimiz ve statümüzdür. Ölür
ölmez başkalarına yar olacaktır.
* İkinci es; ailemiz ve dostlarımızdır. Tüm sorunlarımızı paylaştığımız bu kişilerin en son
  yapabilecekleri şey bu dünyadan gözleri yaslı bizi uğurlamak olacaktır.
* Birinci es ise ruhumuzdur. Bizimle gelir.
 
UNUTMAYIN !...
* Yediklerimiz değil, hazmettiklerimiz bizi güçlü kılar.
 
* Kazandıklarımız değil, biriktirdiklerimiz bizi zengin yapar.
 
* Okuduklarımız değil, hatırladıklarımız bizi bilgili yapar.
 
* Başkalarına verdiğimiz öğütler değil, Bizzat uyguladıklarımız bizi insan yapar.
"Her tanımlama bir sınırlamadır."



ÇOK ZEKİCE BİR İKNA

Sevgili Anne ve Baba

Üniversiteye gitmek için evden ayrıldığımdan bu yana size yazmayı ihmal ettim. Yaptığım düşüncesizlikten dolayı üzgünüm. Size, bugüne kadar olanları anlatacağım, fakat okumaya devam etmeden önce lütfen oturun. Oturmadan devam etmek yok, tamam mı?

Tamam, devam edelim, artık hayli iyi sayılırım. Buraya geldikten kısa bir süre sonra yurtta çıkan yangında, pencereden atladığım için kafatasımda oluşan kırıklar ve geçirdiğim sarsıntı hemen hemen geçti. Hastahanede iki hafta yattım, şimdi bir hayli iyi görüyorum ve o korkunç başağrıları da artık sadece günde bir defa geliyor. Şanslıymışım ki, yurttaki yangını ve pencereden atlayışımı, yakındaki bir benzin istasyonunun pompacısı görmüş ve hemen itfaiye haber verip cankurtaran çağırmış. Beni hastahanede de ziyaret etti ve yurt tamamen yandığı, kalacak başka bir yerim de olmadığı için bana, oturduğu daireyi paylaşmamızı teklif etti. Dairesi gerçekte bir bodrum katı ama sevimli bir yanı da var. O çok iyi bir genç… Biz birbirimize sırılsıklam âşık olduk ve evlenmeyi düşünüyoruz. Kesin tarihi kararlaştırmadık ama herhalde hamileliğim belli olmaya başlamadan önce olacak.

Evet, sevgili anne ve babacığım, hamileyim. Torun sahibi olmaya nasıl can attığınızı biliyorum ve bebeği sevgiyle karşılayacağınızı, bana çocukken gösterdiğiniz sevgi ve ilgiyi ondanda esirgemeyeceğinizi hissediyorum. Evlenmemizdeki gecikme, evlenmeden önce yapılan kan testlerinin olumsuz çıkmasına neden olan ve dikkatsizliğimden dolayı benim de kaptığım, erkek arkadaşımda mevcut küçük bir enfeksiyon.
Şimdi sizleri bu güne kadar getirdikten sonra, yurtta yangın çıkmadığını, sarsıntı geçirmediğimi, hastahaneye yatmadığımı, hamile olmadığımı, nişanlanmadığımı, hastalık kapmadığımı ve ortada erkek arkadaşım falan olmadığını söyleyebilirim. Bununla birlikte, Amerika Tarihinde ’’D’’ kimyadan ’’F’’ aldım ve bu notları perspektif içinde görmenizi isterim.’’

Sizi seven kızınız

Sharon

Sharon kimyadan kalmış olabilir ama psikolojiden ’’A’’ aldı.

İKNANIN PSİKOLOJİSİ

ROBERT B. CIALDINI, PH.D
"Öyle horozlar var ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar..."



BAKIŞ AÇISI

Arjantinli ünlü golfçü Robert Vincenzo yine bir ödül kazanmış, ödülünü alıp kameralara poz vermiş.


Ardından kulübüne uğramış, eşyalarını toplayıp otoparktaki arabasının yanına doğru yürümüş.
O sırada yanına bir kadın yaklaşmış.
Vincenzo´yu kutladıktan sonra ona küçük bir bebeğini olduğunu, bebeğin çok hastalandığını ve hastane masraflarını karşılayamadığını onun her gün biraz daha
ölüme yaklaştığını anlatmış, bir çırpıda.
Kadının anlattıkları Vincenzo´yu çok etkilemiş.
Hemen çek defterini çıkarmış ve turnuvadan kazandığı paranın bir bölümünü yazıp imzalamış.
Çeki kadına uzatmış. O sırada kadına "umarım bebeğinin iyi günleri için harcarsın" demiş.
Ertesi hafta Vincenzo klupte öğle yemeğini yerken Golf derneği´nin bir
üyesi yanına yaklaşmış ve "otoparktaki çocuklar, geçen hafta siz turnuvayı kazandığınız gün bir kadının yanınıza yaklaştığını ve sizinle konuştuğunu söylediler" demiş.
"Evet" demiş Vincenzo, "bunun nesi garip ?".
"Garip değil tabi ki" demiş adam," ama size bir haberim var o kadın bir sahtekârmış.
Sizin gibi zengin kişilere yaklaşıp hasta bir bebeği olduğunu söyleyip para koparırmış. Korkarım sizden de koparmış." Vincenzo şaşkınlıkla " yani ölümü beklenen bir bebek yok mu?" demiş.
"Yok" demiş adam.
"İşte bu hafta duyduğum en iyi haber" demiş Vincenzo.
İşte buna bakış açısı farkı diyoruz. Kimi parasını kaybettiğine üzülür ama kimi de Vincenzo gibi ölümü bekleyen bir bebek olmamasına sevinir.
Aynı pencereden dışarı bakan iki kişiden biri sokaktaki çamuru, diğeri gökyüzündeki yıldızları görebilir.
Seçim bizlere aittir.
"Başkasını övmeyenlere, yerenlere, kimseden hoşnut olmayanlara bakın;bunlar kimsenin beğenmediği insanlardır."



ZAMANIN PARADOKSU

Daha yüksek binalarımız var, ama daha küçük tapınaklarımız.

Daha geniş otoyollarımız var, ama daha dar ufuklarımız.

Daha çok harcıyoruz, ama daha az sahip oluyoruz.

Daha çok satın alıyoruz, ancak aldıklarımız bizi daha az mutlu ediyor.

Daha büyük evlerimiz ve daha küçük ailelerimiz var.

Daha fazla konfora sahibiz, ama daha az zamanımız var.

Daha çok bilgiye ama daha az yargıya sahibiz.

Daha çok uzmanımız var, ama bir o kadar fazla da sorunumuz.

Daha çok tedaviye, ama daha az sağlığa sahibiz.

Daha pervasızca harcıyor, daha az gülüyor, daha hızlı ulaşım yapıyor, daha çok ve daha çabuk sinirleniyor, daha geç uyanıyor, daha çabuk yoruluyoruz.

Daha az okuyor, daha fazla televizyon seyrediyoruz.

Sahip olduklarımızın sayısını katladık, ama değerlerimizi azalttık.

Daha fazla konuşuyor, daha nadir seviyor ve daha çok yalan söylüyoruz.

Bir yaşantı kurmayı öğrendik, ama hayatı değil; hayata seneler ekledik ama senelere hayat değil...

Aya gidip geldik, ama yeni komşumuza ziyarete gitmek için caddenin karşısına geçmekte zorlanıyoruz.

Dış uzayı fethettik, ama iç uzayı değil; daha büyük işler yaptık, ama daha iyi değil;

Havayı temizledik, ama ruhları kirlettik; atomu parçaladık, ama önyargılarımızı kıramadık.

Daha çok yazıyoruz, ancak daha az öğreniyoruz; daha çok plan yapıyoruz, ama gerçekleştirdiklerimizin sayısı daha az...

Hızla hücum etmeyi öğrendik, ama beklemeyi değil.

Daha fazla gelirimiz, ama daha düşük ahlakımız var; daha çok yiyecek, ama daha az tatmin, daha çok tanıdığımız var, ama daha az dostumuz; daha fazla çaba, ama daha az başarı.

Daha fazla bilgi depolamak, şimdiye kadarkinden de fazla kopya üretmek için daha çok bilgisayar yaptık, ama iletişimimiz daha az; sayıca çoğaldık, ama kalitede azaldık

Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.”


HAYATA İMZA ATAN İNSANLAR

Sokrat Ölüme mahkûm edildiğinde, eşi:


- Haksız yere öldürülüyorsun, diye ağlamaya başlayınca, Sokrat:
- Ne yani, demiş. Birde haklı yere mi öldürülseydim!
====================
Dünya nimetlerine ehemmiyet vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır. İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir... Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa: "Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem" der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir:
- Ben çekilirim!!
====================
Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare´a gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı şu olur:
- Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın.
===================
Meşhur bir filozofa:
- Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar fakirsiniz? diye sorulduğunda:
- Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan, demiş.
====================
Dostlarından biri, Fransız kralı 15. Lui´ ye:
- Majesteleri, demiş. Akıl vergisi almayı hiç düşündünüz mü?
Hiç kimse budalalığı kabul etmeyeceğine göre, herkes böyle bir vergiyi seve seve öder. Kral, alaylı alaylı gülerek:
- Hakikaten enteresan bir fikir, cevabını vermiş. Bu buluşunuza karşılık, sizi akıl vergisinden muaf tutuyorum.
====================
Kulaklarının büyüklüğü ile ünlü Galile´ye hasımlarından biri:
- Efendim, demiş. Kulaklarınız, bir insan için biraz büyük değil mi?
Galile:
- Doğru, demiş. Benim kulaklarım bir insan için biraz büyük ama, seninkiler bir eşek için fazla küçük sayılmaz mı?
====================
Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon´un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek:
- Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zapdetmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye başlayınca, Napolyon:
- Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi yapardım.
====================
Bir toplantıda bir genç M. Akif’i küçük düşürmek için:
- Afedersiniz, siz veteriner misiniz? demiş. M. Akif hiç istifini bozmadan şu cevabı vermiş:
- Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?
====================
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında, vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş. Vezir:
- Evet hünkârım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim.
====================
Sultan Alparslan 27 bin askeriyle bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Bizde onlara yaklaşıyoruz.
====================
Bir filozofa sormuşlar: Şansa inanır mısınız?
Filozof: Evet, yoksa sevmediğim insanların başarısını neyle açıklardım

"Bir fikri öldürmek istiyorsan, onu gereğinden fazla kelimeyle ifade et!"


KİŞİSEL GELİŞİM BAHÇESİNDEN BİR DEMET

“Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol;


Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın.
Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver;
Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol;
Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.
Cadde olamazsan patika ol;
Güneş olamazsan yıldız ol;
Kazanmak veya kaybetmek ölçü ile değil;
Sen her neysen, onun en iyisi ol.”

Yüklə 311,5 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin