Trevanian Şibumi



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə11/33
tarix22.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74291
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   33

Şibumi

129/9


birkaç göz kırpma numarası sonucu ele geçmiş bulunuyordu. Nicho-lai'nin birinci kimliği onu Amerikalı bir memur olarak göstermekteydi. İkinci kimliği ise Rus kimliğiydi. Uzak bir ihtimal bile olsa, günün birinde Amerikan askerî polisi onu sorguya çekmeye kalkarsa onlara Rus kimliğini gösterebilsin diye. Diğer bütün meraklı uluslara Amerikan kimliği yeterliydi. Bu ayarlamanın nedeni aslında çok basitti. Amerikalılarla Ruslar arasındaki ilişkiler güvensizlikle ve birbirine karşı korkuyla doluydu. Ufak tefek olaylarda birbirinin vatandaşlarıyla fazla uğraşmıyordu.

Bundan sonraki yıl boyunca Nicholai'nin yaşamı ve işi gelişme gösterdi. İşini ilgilendiren gelişme, Sphinx/FE'nin şifre bölümünde hizmet etmesinin istenmesiydi. Tabii o örgüt tümüyle CIA'nm emrine girmeden önce. Bu da garip bir olayla başlamıştı. Günlerden bir gün şifresi açılmış bir mesaj Nicholai'nin önüne tercümeye gelmiş, fakat tercümesi olanaksız bir biçimde gelmişti. Çünkü aslı Rusça olan yazı, İngilizceye çevrilemeyecek kadar saçmaydı. Nicholai bunun üzerine şifrenin aslını görmek istediğini söyledi. Çocukluğunda soyut matematiğe duyduğu ilgiyi Go eğitiminden edindiği soyut kavramlara anlam kazandırma yeteneğiyle birleştirip, buna altı dildeki bilgisini ekleyince, şifrenin açılmasmdaki yanlışları saptaması pek kolay oldu. Yanlışlığın nedeni, şifreyi çözenin cümle yapısını Çince gibi kurmuş olmasından doğuyordu. Nicholai Çinlilerin öğrenebildikleri Rusçayı bu tür yanlışlarla dolu olarak konuştuğunu biliyordu. Bu anahtarı çevirdiği anda şifre birden yerine oturuvermişti işte. Ama Şifre Servisi çok etkilenmişti bu başarıdan. Nicholai'ye o günden sonra «Harika Çocuk» denmeye başlandı. Çoğu ona hâlâ çocuk gözüyle bakıyordu. Şifrecilerden biri ona resmen parmağını sallayarak, «yaptığın iş doğru, güzel ve enfes, zeki çocuk!» demişti.

Bundan sonra Nicholai, Sphinx/FE'ye atandı. Sürekli olarak. Kendisine hem daha yüksek bir maaş verildi, hem de pozisyonun yükseltildi. Artık günlerini bir odada tek başına şifreler üzerinde çalışarak geçirebiliyor, hiç ilgi duymadığı konulardaki şifreleri birer oyun gibi çözüyor, kendini oyalayıp gidiyordu.

Zamanla Nicholai, arasında çalıştığı Amerikalılarla bir tür barı-

130

sa vardığını farkederek kendi de şaşırdı. Tabii bu onlardan hoşlan-jnaya başladığı ya da onlara güvendiği anlamına gelmiyordu. Ama bu insanların birey olarak, siyasal ve askerî politikalarının gösterdiği kadar da ahlâksız olmadığını anlamaya başlamıştı. Evet, gerçi kültürel açıdan olgunluktan çok uzaktılar. Ukalâ, sakar, maddeci ve tarih açısından miyoptular. Sosyal yönden, sürekli yüksek sesle konuşan, fazla atak, insanı yorgunluktan bezdiren tiplerdi. Ama içleri temiz, yürekleri iyiydi. İnsanlara iyi davranıyor, paylaşmaktan hoşlanıyor, hattâ paylaşmakta ısrar ediyorlardı. Servetlerini de, ideolojilerini de.



En önemlisi de, Amerikalıların tümü tüccardı. Amerikalı ruhunun, Yankee dehâsının çekirdeğini oluşturan şey, alıp satmaktı. Demokratik ideolojilerini durmadan satıyor, koruyucu füze silâhlarıyla ilgili anlaşmaları ve ekonomik baskıları ile bu satışı destekliyorlardı. Savaşları, anıtsal büyüklükteki üretimleri için egzersiz sayılmaktaydı. Eğitimleri, kilovatsaatı şu kadardan satılır havasındaydı. Hükümetleri bir dizi sosyal anlaşmadan oluşuyordu. Evlilikleri duygusal bir iş antlaşmasıydı. Taraflardan biri taahhüt ettiği hizmetleri yerine getirmeyince, anlaşma kolayca yürürlükten kalkıyordu. Namus demek, onların indinde dürüst ticaret yapmak demekti. Sandıkları gibi sınıfsız bir kitle olmadıklarına göre, aslında demek tek sınıftan oluşan bir kitleydiler. Bezirgan sınıfından. Seçkinler, zenginlerdi. İşçilerle çiftçiler, orta sınıfın parasal merdiveninde, inip çıkan, tırmanmaya çalışan kusurlular grubunu, başarısızlar ve proletaryasındaki değer ölçüleri de, tıpkı şirket yöneticilerinin ve sigorta prodüktörlerinin değer ölçülerinin aynıydı. Tek farkı, bunlarınkinin daha küçük rakamlarla ifade edilmesiydi. Yat yerine deniz motoru, golf kulübü yerine bowling kulübü, Monte Carlo yerine Atlantic City gibilerden.

Nicholai'nin eğitimi ve eğilimleri, içinde gerçek sınıfların hepsine karşı saygı ve sevgi uyanmasına neden olacak biçimdeydi. Yani çiftçilere, sanatçılara, küçük sanatlarla uğraşanlara, askerlere, bilimcilere, papazlara. Ama buna karşılık, yapma bir sınıf olan tüccarlara karşı, kendi yaratmadığı şeyleri alıp satarak hayatını kazanan, ve lâyık olmadığı bir güç ve servet kazanan bu yapay sınıfa karşı hiçbir

131

şey hissedemiyordu. Üstelik bu sınıf bütün gereksizliklerin de so-rumlusuydu. İlerleme olmaksızın yeralan değişikliklerin, işe yara-maksızın tüketilen maddelerin...



Büyüklerinin şibumi'ye yakışan, kayıtsız bir çehre takınmakla il-gili öğütlerini tutan Nicholai, gerçek tutumunu birlikte çalıştığı kimselerden gizlemeye özen göstermekteydi. Arasıra basit bir şifre konusunda sağdan soldan öğüt istiyor, böylelikle kendisine imrenmelerini önlemeye çalışıyordu. Sorularına sorarken cümlelerini öyle bir biçimde düzenliyordu ki, karşısındaki ona doğru cevabı vermek zorunda kalıyordu. Çevresindekilere gelince, onlar Nicholai'ye bir tür kaçık gözüyle bakmaktaydılar. Entellektüel bir bilmece... başka bir gezegenden dünyaya düşen bir harika çocuk. Bu durumda, onun kendilerinden gerek genetik ve gerekse kültürel açıdan çok farklı olduğunu bilmekteydiler. Ama onların gözünde kendileri doğru tarafta, o ise herşeyin dışındaydı.

Bu da Nicholai'nin çok işine geliyordu. Çünkü gerçek hayatı evindeydi. Dar bir sokakta, küçük bir avlunun çevresine inşa edilmiş odalardan oluşan evinde. Amerikalılaşma akımı, kentin kuzeybatı kesimindeki Asakusa Mahallesine pek hızlı sokulamıyordu. Kuşkusuz burada da Zippo çakmakları, üstü armalı sigara kutularını bir dolar karşılığında satan küçük dükkânlar açılmış, barlardan Japon orkestralarının çaldığı Amerikan müziklerinin sesleri taşmaya başlamış, kızlar İngilizce şarkılar tutturmuşlardı. İnsan arasıra sokakta Amerikalı gangsterler gibi giyinmiş, kendini çok şık ve modern sanan gençlere rastlayabiliyor. Akadama şarabının insanı mutlu ettiği yolunda İngilizce reklâm posterleri okuyabiliyordu. Ama herşeye karşın, burası temelde Japonya olarak kalmış bir mahalleydi. Mayıs ayında bu mahallede gene Sanja Matsuri festivali kutlanmış, sokaklarda mahallî kılıklarda gençler gene eskisi gibi waşoi, vvaşoi diye bağırarak göğsü dövmeli liderlerinin ardı sıra yürüyüşler yapmışlardı.

Nicholai festivali seyrettikten sonra sisli ve yağmurlu havada evine doğru yürürken Bay Watanabi'yle karşılaştı. Emekliye ayrılmış bir matbaacıydı Bay Watanabi. Gururu dilenmesine engel olduğu için bir tabla içinde kibrit satıyordu. Yetmiş iki yaşındaydı. Ailesin-

132


den hiç kimse sağ kalmamıştı. Nicholai kibrite şiddetle ihtiyacı olduğunu söyleyerek bütün tabaktakileri satın almak istediğini anlattı, gay Watanabi önce buna çok sevindi. Bu satış onu bir gün daha tok tutmaya yetecekti. Fakat yağmurun kibritlerini ıslatıp kullanılmaz hale getirmiş olduğunu farkedince, onuru bu satışı yapmasına engel oldu. Nicholai aklına takılan bir deneyi yapabilmek için özellikle lSlak kibritler aradığını ısrarla söyledi ama bu da bir işe yaramadı.

Ertesi sabah Nicholai uyandığında hâlâ akşam içtiklerinin etkisinde olduğunu gördü. Göz çukurlarının gerisinde bir ağrı vardı. Gece Bay Watanabi ile karşılıklı yemek yediklerini, çorbalarına yağmur girmesin diye saçak altına doğru eğilmeye çalıştıklarını da ancak hayal meyal hatırlıyordu. Ama çok geçmeden evinde daimî bir konuk bulunduğunun farkına vardı. Bir hafta geçtiğinde Bay Watanabi kendisinin Asakusa Mahallesindeki ev için ve özellikle de Nicholai için çok yararlı, hatta gerekli olduğu yargısına varmıştı. Bu dostsuz, arkadaşsız genci terketmek iyiliğe sığmazdı.

Bir ay kadar sonra da Tanaka kardeşler ev halkı arasına katıldılar. Nicholai öğle yemeği arasında Hibiya Parkında dolaşırken biri on sekiz, diğeri yirmi bir yaşında olan bu sağlam yapılı iki köylü kızıyla karşılaştı. Kuzeydeki sel baskınlarından sonra ortaya çıkan açlıktan kaçmış, sonunda Tokyo sokaklarında gelip geçenlere kendilerini satmaya çalışacak kadar alçalmışlardı. Karşılarına ilk çıkan alıcı da Nicholai olmuştu. Yanına öylesine çekingen ve utanç içinde yaklaşmışlardı ki, gencin içindeki acıma duygusu elinde olmadan gülme güdüsüyle karışmıştı. Çünkü tecrübeli kaldırım yosmalarının tek tük bildikleri İngilizce kelimeler hep vücut kısımlarının en bayağı adlarından oluşurdu. Bir kere Asakusa'daki eve yerleşince iki kızkardeş hemen gerçek kişiliklerine dönüp, şen, kıkır kıkır gülen köylü kızları oluverdiler. Genç kızların davranışı konusunda çok tutucu olan bay Watanabi onları hem çok iyi kolluyor, hem de çok seviyordu. Olayların doğal akışı içinde Tanaka kardeşler Nicholai'nin yatağını paylaşmaya başladılar. Bu yatakta kızların taşralı canlılıkları zaman zaman oyun dolu ve balistik açıdan imkânsız görünen kombinasyonların yeralmasma da yol açıyordu. Genç adamın cinsel tutumunun ifa-

133


desine olanak verirken aralarındaki ilişki karşılıklı sevgi ve anlayış, tan başka bir şey değildi.

Aileye son üye olarak katılan Bayan Şimura'nın nasıl ve ne za. man geldiğini Nicholai hiçbir zaman kesinlikle bilemedi. Bir akşam döndüğünde onu orada bulmuştu. Sonra da hep orada kaldı kadın Yaşı altmış dolaylarında, asık suratlı, durmadan homurdanan, olağanüstü iyi yürekli bir insan, ayrıca akıllara durgunluk verecek kadar iyi bir aşçıydı. Bir süre Bay Watanabi ile Bayan Şimura arasında ev hakimiyeti konusunda kısa bir çatışma olduysa da sonunda tatlıya bağlandı. Bay Watanabi evin masraflarını görüyor, yani alışverişleri yapıyor, Bayan Şimura da günlük yemekleri üstleniyordu. Anlaşmazlık bu nedenle çıkıyordu tabii. Fakat sonunda alışverişe birlikte çıkmak, yiyeceklerin kalitesini Bayan Şimura'ya seçtirip fiyat pazarlığını Bay Watanabi'ye yüklemek yoluyla, en zor duruma malı satan satıcıyı düşürüp kendileri rahata erdiler.

Nicholai hiçbir zaman bu konuklarını evin hizmet kadrosu olarak düşünmedi. Çünkü onlar da kendilerini o gözle görmüyorlardı. Aslında görünüşe göre evde hiçbir fonksiyonu olmayan tek kişi Nicholai idi. O yalnızca hepsini geçindirecek parayı getirmekten başka bir şey yapmıyordu.

Bu özgürlük ve yeni deneyimler döneminde Nicholai'nin zihni ve duygulan birçok yönlere kaymaya başlamıştı. Vücudunun sağlığını ve formunu korumak için kavga sanatının sihirbazlığa kaçan bir dalını seçmişti. Bu dalda basit ev eşyaları öldürücü silâh olarak kullanılıyordu. Nicholai bu üstün kavga dalındaki matematiksel netliğe ve ince hesaplamaya büyük hayranlık duymaktaydı. Bu spordan kimse pek söz etmezdi. Gelenek engelliyordu ona yüksek sesle deği-nilmesini. Yalnızca iki sembolik kelimeden oluşuyordu adı. Hoda (çıplak) ve korosu (öldürme). Gelecekteki hayatı boyunca Nicholai, üstünde pek seyrek silâh taşımasına karşın, gene de hiçbir zaman silâhsız sayılmazdı. Onun ellerinde bir saç tarağı, bir kibrit kutusu, rulo yapılmış bir dergi, bir madenî para, hattâ ikiye katlanmış bir kâğıt parçası bile öldürücü silâhtı.

Zihinsel çalışmalarına gelince, Go oyununun entellektüel yastı-

134


ğı her zaman yaslanabileceği değerli varlığı sayılıyordu. Artık oyna-mıyordu bu oyunu. Çünkü Go, onun zihninde Otake-san'la geçirdiği hayatın bir parçasıydı. Artık izi bile kalmamış olan o zenginliğin, o yumuşaklığın bir parçasıydı. Pişmanlık kapılarını peşin peşin kapatmak ise her zaman daha akıllıca bir işti. Bununla birlikte Go hakkındaki yorumları okuyor, kendi kendine tahta üzerinde bazı sorunları çözümlemeye çalışıyordu. San Şin Binasındaki işi mekanik bir işti. Ona verdiği zevk de, gazete bulmacalarını çözmenin zevkinden öteye gitmiyordu. Bu nedenle, zihinsel enerjisini harcayabilmek için «Go'ya Giden Yoldaki Tomurcuklar ve Dikenler» adlı kitap yazmaya koyuldu. Sonradan bu kitap bir takma yazar adıyla basıldı. Oyunun tecrübeli ustaları ve meraklıları arasında çok da tutundu. Kitap, hayal ürünü bir Go ustasının, yüzyıl başlarında oynadığı oyunlar üzerinde yorum yapan, fakat aslında esprilerle dolu bir kitaptı. Ustanın oyunları gerçi orta düzeyde bir oyuncuya klasik, hatta zekice gibi görünüyordu ama, aslında bu oyunlarda tecrübeli olanların kaşlarını çattıracak saçmalıklar ve nedensiz hamleler doluydu. Kitabın hoşluğu, olup bitenlerin budalanın biri ağzından anlatılması, ve her kötü hamleyi bir deha eseriymiş gibi göstermesi, hattâ daha da ileri gidip bunlarda hayatın, güzelliğin, sanatın, bilimin sırlarını bulduğunu anlatmaya çalışmasıydı. Bütün sözleri boş kalıplardan ibaretti tabii. Yani temele inildiğinde kitap, eleştirmen denilen kişinin parazitliğine dikkat çekerken, hem hataların gösterilişi, hem yorumcunun sanatsal saçmalığı öyle bir biçimde sunuluyordu ki, sıradan insanlar kitabı okurken bu akışa kanıp ciddi ciddi başlarını sallıyorlardı. İşte işin en tatlı yanı, çoğunluğun böyle tepki göstereceğini bilmekti.

Nicholai her ayın birinci günü Otake-san'ın dul eşine mektup yazıyor, ondan gelen cevaptan da ailenin ve eski öğrencilerin şimdiki yaşamları hakkında bilgi ediniyordu. Mariko'nun Hiroşima'da ölmüş olduğu da bu yolla teyid edilmişti.

Atom bombasını ilk duyduğunda Nicholai, Mariko'nun da kurbanlar arasında bulunabileceğinden korkmuştu. Kızın kendisine verdiği adrese birkaç mektup yazmış, ilk yazdıkları, bombardımanın yarattığı keşmekeşin içinde kayıplara karışmış, sonuncusu, artık bu

135


kentte böyle bir adres bulunmadığına dair bir notla geri gelmişti. Nicholai bir süre aklından gerçeği itme oyunlarına girişti. Belki bomba oraya düştüğünde Mariko bir akrabasında kalıyor olabilirdi. Ya da yer altında bir mahzenden bir şeyler çıkarmaya inmiş olabilirdi. Ya da... böyle düzinelerce olasılık kurdu aklından. Onu yaşatabilmek için. Ama Mariko kendisine Bayan Otakesan kanalıyla yazacağına söz vermişti. Oysa kızdan hiç mektup gelmiyordu.

Sonunda Otakesan'ın dul eşinden beklenen kesin haber geldiğinde, Nicholai bunu karşılamaya iyice hazırlamış bulunuyordu. Gene de bir süre kendini küçülmüş, boşalmış buldu ve aralarında çalıştığı Amerikalılara karşı yepyeni bir nefret duygusu hissetti. Olanca gücüyle kendini bu nefretten kurtarmaya çalıştı. Çünkü-böyle karanlık duygular, onun bu depresyon ve hüzün anlarında tek sığmağı olan mistik yolculuklarının yolunu tıkıyordu. Bütün gün kendi mahallesinin sokaklarında görmeyen gözlerle, tek başına dolaştı durdu. Mariko'yu hatırlamaya, belleğindeki onunla ilgili anıları sayfa sayfa çevirmeye çalıştı. Cinsel birleşmelerinin zevkini, korkusunu, utancını düşündü, aralarındaki şakaları, saçmalıkları hatırlayıp kendi kendine gülümsedi. Akşam olunca Mariko'ya veda edip onu sevgi dolu bir yumuşaklıkla bir tarafa kaldırdı. Ama ciğerini yırtan o acı ve nefret artık yoktu. O zaman üçgen çayırına geçip güneşin ışığıyla, dalgalanan otlarla bir olmayı başardı, orada yeni bir kuvvet ve sükûn buldu.

General Kişikava'nın kaybını da artık kabullenmişti. Pembe karlar yağdıran kiraz ağaçlarının altında, Kajikava nehri kıyısında yaptıkları o son uzun konuşmadan sonra Nicholai Generalden hiçbir haber almamıştı. Generalin Mançurya'ya atandığım biliyordu. Savaşın son günlerinde Rusların sınırı geçip oraya saldırdığını, bu işi savaşın kendileri için hiçbir riziko taşımadığı bir zamanda yaptıklarını da okumuştu. Sıfır riziko karşılığında büyük siyasal kazançlar. Oradan kurtulanların anlattıklarından, yüksek rütbeli birçok subayın seppu-ku yolunu seçtiklerini de öğrenmişti. Komünistler tarafından ele geçenlerden hiçbiri de «Yeniden Eğitme» kamplarına gönderilmekten kurtulamamışlardı.

136


Nicholai, General'in hiç olmazsa Japon Savaş Suçları Komisyonu önünde ifade vermek gibi bir küçüklüğe düşmediğini düşünerek teselli buluyordu. Bu komisyonda adalet öylesine tersine dönmüştü ki, Avrupa'da Alman ve İtalyan kökenli Amerikalılar kollarını sallayıp dolaşırlarken, burada Japon-Amerikalılar temerküz kamplarına gönderilmekteydi. Oysa Nisei, askerleri Amerikan ordusuna sadakatlerini herkesten fazla kanıtlamış, en fazla kayba uğrayan ve en çok madalya alan birlik oldukları halde, Japon kuvvetleriyle karşılaştıkları zaman bağlılık gösterip göstermeyeceklerinden kuşkulanıl-dığı için sürekli aşağılanıp hakarete uğramışlardı. Japon Savaş Suçları Komisyonu da işte bu ırkçı ve insanlık-altı saplantıların kölesiy-di. Savaşta yenildiğini bilen ve barış isteğinde bulunan bir ülkenin üstüne uranyum bombası atmayı uygun gören, ikinci ve daha büyük platin bombasını ise yalnız ve yalnız bilimsel deney amacıyla atan insanlık-altı saplantıların.

Nicholai'yi asıl sıkan şey de, Japon halkın çoğunun kendi askerî liderlerinin cezalandırılmasını uygun bulmasıydı. Üstelik bunu kendi geleneklerine uyan nedenden ötürü, yani bu liderlerin kendi nüfuz tutkularını ülkenin çıkarlarından önde tutmuşluklarından ötürü değil de, yabancıların dediği gibi, yabancıların ahlâk kurallarına göre bir takım hatalar yapmış olmalarından dolayı uygun bulmaktaydılar. Japonların birçoğu, kazanan tarafın yaptığı propagandanın, kaybeden tarafın tarihini oluşturduğunu farkedemiyordu.

Genç ve duygusal bakımdan yapayalnız durumda, işgal kuvvetlerinin şemsiyesi altında hayatta kalmayı sürdürmeye çalışan Nicholai, bu yabancıların değer yargılarını ve türlü yöntemlerini öğrenmeye hiç niyetli olmadığından, umutsuzluklarını ve enerjilerini boşaltacak bir alan arıyordu. Bunu da Tokyo'daki ikinci yılında buldu. Onu bu kalabalık, korkunç kentten kurtaracak, kimselerin bulunmadığı, Amerikalılaşmamış dağlara götürebilecek bir spor. Mağaracılık.

Öğle yemeklerini San Şin Motor Onarım Bölümü'nde çalışan Japon gençlerle birlikte yemeyi âdet edinmişti. Onlarla olmayı, durmadan espri yapmak zorunluluğunu hisseden madenî sesli Amerikalılarla birarada olmaya yeğ tutuyordu. Bu binadaki en basit el işçilik-

137

lerinde çalışmak için bile, az da olsa İngilizce bilmek şart olduğundan, motor bölümündeki gençlerin çoğu üniversite mezunuydu, otomobilleri yıkayan, subaylara şoförlük edenlerin birkaçı makine mühendisiydi. Çökmüş bir ekonominin yarattığı işsizlik koşullarında başka türlü karınlarını duyuramadıkları için burada çalışıyorlardı.



Başlangıçta bu genç Japonlar, Nicholai'nin yanında donuk ve tedirgindiler. Ama çok geçmeden onu gençliğin verdiği rahatlık içinde «Yeşil Gözlü bir Japon» olarak aralarına aldılar, toplumlarına kabul ettiler, hatta şoförlüğünü yaptıkları subayların cinsel serüvenlerinde başlarına gelen komiklikleri anlatıp onunla birlikte gülmeye bile başladılar. Bütün bu esprilerde kahraman rolündeki kişi stere-otipik bir Amerikalıydı. Fazla atak, ama her konuda yeteneksiz biri.

Mağaracılık konusu gene böyle bir öğle yemeği sırasında açıldı. Hep birlikte ondüle metal bir yağmur saçağının altına yerleşmiş, ellerindeki teneke kutularından, Japon işçilere verilen yemeği yiyorlardı. Pirinç ve balık. Üniversitelilerden üçü mağaralara inmeye meraklıydı. Daha doğrusu bu sporu savaşın son korkunç yılından ve arkadan gelen işgal faciasından önce yapıyorlardı. Dağlarda geçirdikleri günlerin eğlencelerini ve heyecanlarını anlatıp, tekrar oralara dönecek paraları olmadığı için hayıflanıyorlardı. Nicholai çoktan beri kentte yaşamaktaydı. Buranın gürültüsü ve kargaşalığı köy hayatı sırasında edindiği sezgi ve duygularını paslandırmaya başlamıştı. Gençleri mağaralar konusunda biraz daha konuşturup, bu iş için ne gibi malzeme gerektiğini öğrendi. Aslında gerekli şeyler öyle pek de fazla değildi. Ama bu gençlere işgal kuvvetlerince verilen parayla alı-namıyorlardı gene de. Nicholai kendisini de götürüp bu sporu öğretirlerse bütün gerekli malzemeyi toplayabileceğini önerdi. Önerisi hemen kabul edildi. İki hafta sonra dördü birlikte dağlarda bir hafta sonu geçirdiler. Gündüzleri mağaralara inip içerlerini keşfediyorlar, geceleri de ucuz dağ hanlarında konaklayıp bol bol saki içiyor, dünyanın her yanındaki gençlerin ilgilendiği konularda çene çalıyorlardı. Sohbetleri sanatın niteliğinden türlü esprilere, gelecek için planlardan birbirine takılmalara, yeni model haiku'dan politikaya, sekse, anılara, sessizliğe kadar her şeyi kapsıyordu.

138

Nicholai yer altında geçirdiği ilk saattan sonra, bu spronu kendisi için biçilmiş kaftan olduğunu anlatmakta gecikmedi. İnce ve sağlam vücudu dar geçitlerden kaymaya çok uygundu. Güdülecek yöntemlerle karşılaşılabilecek rizikoların çarçabuk hesaplanma gereği Go'dan kazandığı yeteneklere tıpatıp uyuyordu. Tehlikenin çekiciliği ise ona olağanüstü bir zevk vermekteydi. Dağcı olamazdı asla. Halkın dağcılara tuttuğu alkış, onun şibumi duygusuna ters düşüyordu. Oysa mağaracılıkta risk ve cesaret anları kişinin kendine özgü ve özeldi. Sessizdi. Kimse görmüyordu. Üstelik ilkel ve hayvansal korkular işe büyük lezzet katıyordu. Dimdik kuyu gibi yerlerden inişlerde aşağıya düşme tehlikesi vardı. Bütün mahlukat için ortak bir korku, üstelik bu korkuyu arttıran şey de, dibi bilinmeyen bir karanlığın içine düşüyor olmaktı. Aşağıda onları bekleyen şey, düşen bir dağcıyı bekleyen renkli manzaralar değildi. Mağaralarda her an .soğuğun ve nemin hissedilir halde olması da korku vericiydi. Bu durum gerçi her insanı korkuturdu ama, mağaracıları özellikle korkuturdu. Çünkü mağaracılıktaki kazaların ve ölümlerin çoğu hipoter-mia sonucuydu. Sonra bir de karanlığa karşı duyulan doğal korku vardı. Her an var olan sonsuz siyahlık, ve bu nedenle insanın geçtiği delikten, vücut eklemlerinin yapısı nedeniyle geri çıkamayıp, orada sıkışıp kalıvermesi korkusu. Ayrıca dar mağaraları su basması tehlikesi de yabana anlamazdı. Bazen birkaç dakikalık bir uyarı sonunda, bazen hiç uyarısız, suyla dolabilirdi insanın her an başının üstünde, hatta zaman zaman sırtının birkaç santim üstünde, binlerce tonluk kayanın durmakta olduğunu bilmesi duygusu vardı. Bu binlere^ tonluk kaya elbette günün birinde yerçekimi kanununa boyun eğecek, alttaki incecik geçidi yok edecekti.



Evet, bu Nicholai için ideal bir spordu.

Bu tür tehlikeleri çok seviyordu. İçinde yatan en ilkel ve hayvansal korkulara karşı zihinsel kontrolünü ve fiziksel yeteneğini kullanmak harika bir duyguydu. Düşme korkusuna, boğulma korkusuna, soğuğa, yalnızlığa, orada ebediyen kaybolma tehlikesine, ve başının üstünde hazır bekleyen tonlarca kayanın bilincine karşı. Mağa-racmın en büyük yardımcısı mantık ve zekice planlamaydı. En bü-

139

yük düşmanı ise hayal gücü ve panik. Mağaracı için korkak olmak kolay, cesur olmak güçtü. Çünkü yalnız çalışırdı o. Kimse görmeden, kimse eleştirmeden ve kimse alkışlamadan. Nicholai hem bu düşmanlarıyla başa çıkmaktan hoşlanıyordu, hem de onlarla karşı karşıya geldiği çevreden. Bundan başka, düşmanların çoğunun kendi içinde bulunduğunu bilmek ve kazandığı zaferlerin gizli olduğunu hissetmek apayrı bir zevkti.



Bunlar yetmiyormuş gibi, bir de yeryüzüne çıkma sevinci vardı. Saatlarca yerin altında kalıp yukarı dönüldüğünde, en olağan, en sıradan şeyler bile bir renk, bir değer kazanıyordu. Hele yer altında geçen süre içinde tehlikeler ve fiziksel başarılar yer almışsa insan tatlı havayı obur soluklarla içine çekiyor, katılaşmış ellerini sürterek ısıtmaya çalışıyor, çevresine bakmıp gördüğü güzel renklerle zevkleniyor, güzel kokuları içine çekiyor, boğazından aşağı bir sıcaklık kayıyor, ağzına çeşitli lezzetler doluyordu. Gökyüzü önemli bir mavilik kazanıyor, çimenler önemli bir yeşilliğe bürünüyordu. Bir arkadaşın insanın sırtına vurması iyiydi. Bir insanın kendisine dokunması hoş bir duyguydu. Sesler duymak, duyguları ifade eden sesler çıkarmak, fikirleri paylaşmak, aynı şeylere gülmek güzel şeydi.

Nicholai için mağaradan yeryüzüne çıktıktan sonra geçen ilk saat, hemen hemen mistik yolculuklarında duyduğu hislerin benzerini taşıyordu. Gözün gördüğü cisimler tekrar eski sıradan hallerine dönünceye kadar geçen süre içinde, sarı güneş ışığıyla ve kıpırdayan otlarla bir oluyordu gene.

Dört genç bundan sonra her hafta sonunu dağlarda geçirmeye başladılar. Gerçi ellerindeki amatör takımlar, uluslararası mağaracılık standartlarına göre oldukça basit sayılacak yerlere inebilmelerine ancak yetiyordu ama, gene de sebatlarının, dayanma güçlerinin, becerilerinin bir deneyi oluyordu bu iş. Geceler de aralarındaki dostluğu güçlendiriyor, sohbetle, saki ile, kötü esprilere gülmekle geçip gidiyordu. Nicholai gelecekte dünya çapındaki yeraltı keşiflerine katılarak büyük ün kazanacaktı. Bununla birlikte o ilk günlerin eğlence ve serüven duygusunu bir daha aynı yoğunlukta tadamayacaktı.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin