140
Yirmi üç yaşına geldiğinde Nicholai'nin ihtiyaçlarının çoğunu karşılayabilecek ve kayıplarının da çoğuna dayanabilecek bir hayatı olmuştu. Tek alışamadığı kayıp General Kişikava'nın kaybıydı. Otake-san'ın evini aramamak için kendi Asakusa Mahallesindeki evini aile üyeleri sayılabilecek kişilerle doldurmuştu. Çocukluğunu ve çocukluk aşkını kaybetmiş, bunu da Tanaka kardeşlerin çeşitli oyunlarıyla telâfi yoluna gitmişti. Bir zamanlar Go'nun karşıladığı zihinsel disiplin ve zevki şimdi mağaracılık karşılıyordu. Gençliğini ve ulusunu mahvedenlere karşı duyduğu nefret ise, pek sağlıklı bir yöntem olmamakla birlikte, «Çıplak Elle Adam Öldürme» tekniğin-deki ilerlemeleriyle uçup gidiyor, içinde kalmıyor, onu paslandırmıyordu. Antrenman yaptığı zamanlar, gözleri şaşkınlıkla açılan hasımlarını kendine hayran eder, bu yüzden kendini daha da iyi hissederdi.
Kayıplarının çoğu kişisel ve organikti. Onların yerine koyduğu şeyler ise mekanik ve dışta kalan şeylerdi. Ama aradaki boşluğu doldurabilen bir şey vardı gene de. Arasıra mistik yolculuklarına çıkıp ruhunu dinlendirmesi.
Hayatınının en tekdüze kısmı, San Şin Binasının bodrum katındaki odasında geçirdiği haftada kırk saatti. Yetişme tarzı ona, bazı batılılarda gördüğü gibi hayatlarını işteki başarılarıyla doldurma zorunluluğunu yüklemiyordu. Zevk, okuma ve rahatlık yeterliydi Nicholai için. Başkaları tarafından beğenilmek gibi bir koltuk değneğine ihtiyacı yoktu. Kendi gücüne inanma zorunluluğu yoktu. Eğlence gibi bir uyuşturucu maddeye de gereksinim duymuyordu. Ne yazık ki şartlar onu para kazanmaya zorlamaktaydı. Üstelik de Amerikalılar arasında çalışarak kazanmaya. (Nicholai'nin çalışma arkadaşları gerçi Amerikalılardan başka İngilizleri, Avustralyalıları da kapsıyordu ama, Amerikan yöntemleri, değerleri ve amaçları her zaman baskındı. Bu yüzden kısa zamanda İngilizleri 'beceriksiz Amerikalılar', Avustralyalıları da 'stajyer Amerikalılar' olarak görmeye başlamıştı.)
Şifre servisinin esas dili İngilizceydi. Ama Nicholai'nin hassas
141
kulağı yüksek sınıftan İngilizlerin kelimelerin yarısını yuta yuta, ağzında bir şey geveler gibi konuşmasını da, Amerikalıların madenî çatırtısını da tutmadığı için kendine değişik bir aksan buldu. İngiliz ve Amerikan dillerinin arasında bir orta yol. Bunun sonucu olarak, İngilizceyi ana dili olarak kullananlar onu da her zaman ana dili İngilizce olan biri sandılar. Ama başka bir bölgeden gelen biri.
Arasıra iş arkadaşları Nicholai'yi partilerine ve gezilerine davet etmeye çalışıyorlardı. Onların iyi niyetli tenezzül olarak gördüğü bu hareketin, Nicholai tarafından küstah bir eşitlik iddiası diye değerlendirileceği akıllarının ucundan bile geçmiyordu.
Nicholai'yi asıl sıkan onların bu eşitlik iddiası değildi. Kültürel bir karmaşıklık içinde bulunmalarıydı. Amerikalılar hayat standardını, yaşamın kalitesiyle karıştırıyorlardı. Fırsat eşitliğini örgütleş-miş beceriksizler ordusuyla, ataklığı cesaretle, sertliği erkeklikle, özgürlüğü serbestlikle, çok lâf etmeyi canlılıkla, eğlenceyi zevkle karıştırdıkları gibi. Bütün bu karışıklıkların sonucu olarak da tabii adaletin yalnızca eşit olanlar arasında eşitlik sağlayacağı gerçeğini göremiyor, herkes arasında eşitlik sağlayabileceği hayaline kapılıyorlardı.
En iyimser günlerinde Amerikalılara çocuk gözüyle bakardı. Enerjik, meraklı, saf, iyi yürekli, kötü yetiştirilmiş çocuklardı bunlar. Bu açıdan bakıldığında Amerikalılar Ruslar arasında pek az fark vardı. Her ikisi de dışa dönük, harekete önem veren, fiziksel uluslardı. Maddesel varlıklara ilgi duyan, güzellik karşısında şaşalayan, kendi ideolojilerinin en iyisi olduğuna inanan, olgunluktan uzak, kavgacı ve çok tehlikeli insanlar. Evet, tehlikeli! Çünkü ellerindeki oyuncaklar uygarlığı yok edebilecek kozmik silâhlardı. Asıl tehlike, kötü niyetli olmalarından çok, bir hata yapabilmelerinde yatıyordu. Dünyayı mahvedecek olanın Machiavelli değil de Sancho Panza olabileceğini anlamak garip bir duyguydu doğrusu.
Yaşamın kaynağının bu insanlar elinde olduğunu bilmesinden ötürü içi hiçbir zaman rahat değildi. Ama başka bir seçenek de yok-
142
tu. Tedirginliğine alışıp onunla bir arada yaşamayı öğrendi. Onlar arasında geçirdiği ikinci yılın Mart ayında da, kurtlarla sofraya oturanın, kendisini konuk mu, yoksa yemek mi saydıklarını asla bilemeyeceğini de öğrendi.
Havanın bütün kapanıklığına rağmen Japon ruhunun ölmezliği hâlâ kendine bir ifade yolu buluyordu. Hafif, iyimser bir şarkıyla. «Ringo no Uta» adlı şarkı ülkenin bütün nüfusunun dudaklarından düşmüyordu. Zaman zaman bu şarkının alçak sesle söylendiği duyuluyor, bazen de insanlar yalnızca melodisini mırıldanıyordu. Savaşın enkazından yeni bir ulus yaratmak çabasında olan binlerce kişi. Açlıkla dolu zalim kışlar geçmiş, sel baskınlarıyla, zayıf tarımsal rekoltelerle noktalanan ilkbaharlar gerilerde kalmıştı. Artık dünyanın onarılma dönemine girdiği duygusu yaygındı. Mart ayının nemli . rüzgârları altında bile ağaçlara yeşil bir gölge inmeye başlamıştı. Bereketin hayaleti.
O sabah Nicholai işine geldiğinde keyfi öylesine yerindeydi ki, odanın kapısına asılmış askerî ifadede bile bir espri bulabildi: SCAP/COMCENO SPHINX/FE (Kotlama-Dekotlama).
Aklı başka yerlerde, masanın başına geçip Mançurya'daki Sovyet İşgal kuvvetlerinden gelen şifreli mesajları çözmeye koyuldu. Bunlar sıradan mesajlar olup basit şifrelerle gönderilmişti. Ruslarla Amerikalıların askerî ve siyasal oyunlarına hiç ilgi duymadığı için mesajları genellikle anlamını fazla önemsemeden çözer, hazırlardı. İyi bir stenografın notlarını okumadan daktilo edebilmesi gibi. Bu yüzden, az önce bir kenara ittiği mesajın önemi, ancak yenisi üzerinde çalışmaya başladığı zaman zihininde tomurcuklanabildi. Mesajı kutudan geri çekip bir kere daha okudu.
General Kişikava Takaşi, birinci derecede savaş suçlusu olarak yargılanmak üzere Ruslar tarafından uçakla Tokyo'ya getiriliyoı-du. ¦
143
WASHINGTON
Bayan Swiven'in öncülüğünde dört adam asansöre bindiler, ve kadın cebinden çıkardığı manyetik kartı «16. Kat» yazılı yerdeki deliğe sokuncaya kadar hareketsiz beklediler. Katın sayısının yarattığı izlenimin tersine, asansör yukarı çıkacağına, olanca hızıyla binanın barsağına doğru inmeye başlayınca, şifre adı Bay Haman olan Arap şiddet stajyeri birden dengesini kaybetti ve bayan Swiven'e çarptı. Omuzları birbirine değince kadının gırtlağından gıcırtıya benzer bir ses çıktı.
«Çok özür dilerim, Madam. Birinci kattan on altıncı kata gidilirken yukarı çıkılır sanmıştım. Aslında matematiksel açıdan öyle de olmalıydı ama...»
OPEC temsilcisinin kaşlarını çatması bu saçma sözlere bir son verdi. Bay Haman bu sefer dikkatini Bayan Swiven'in ensesine çevirdi.
OPEC'in sorun çözücüsü Bay Able, kendisi de Arap olduğu için, bu ırkdaşının titrek sesinden ve şaşkın hallerinden utanç duyuyordu. Bay Able'ın büyükbabası da, babası da, kendisi de Oxford mezunuydu. Ailesi uzun yıllardan beri İngilizlerle bir olup kendi yurttaşlarını sömürmenin avantajlarını tatmıştı. Kendi soyluluğunun yanında bu sonradan görme şaşkını fena halde küçümsüyordu. Allah bilir eskiden keçi çobanı olan bu salak, günün birinde çadırının kazığını toprağa çakarken petrol bulmuş, buralara kadar gelebilmişti.
Üstelik bu akşam samimi bir sosyal serüvenden alıkonup buraya çağrılmasının nedeni de besbelli bu yurttaşının beceriksizliğiyle ilgili olmalıydı. Onun ve CIA salaklarının. Bu gece onu Ana Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı bile çağırsa gitmezdi. Çağrı geldiği anda son derece yakışıklı ve iç gıcıklayıcı bir delikanlıyla sohbetteydi çünkü. Babası Amerikalı bir senatördü delikanlının.
OPEC'cinin soğuk kibirine karşın, Muavin asansörün ta dibine
144
dayanmış duruyor, sanki aklında bu önemsiz sorundan çok daha acil şeyler varmış gibi görünmeye çalışıyordu.
Darryl Starr'a gelince, soğukkanlılık gösterisini inandırıcı kılabilmek için bir yandan cebindeki bozuk paralan şıkırdatıyor, bir yandan dişlerinin arasından ıslık çalıyordu.
Asansör birden zınk diye durdu. Bayan Swiven kapının açılabilmesi için aynı deliğe ikinci bir manyetik kart soktu. Arap çoban bu fırsattan yararlanıp onun kalçasını pat pat okşadı. Kadın irkilip uzaklaşmaya çalıştı.
Ahhh! diye düşündü Arap. Alçak gönüllü bir kadın. Herhalde bakire. Daha iyi. Çünkü bekâret Arapların gözünde çok önemliydi. Mukayeseden ödleri koptuğu için. Hakları da yok değildi tabii.
Darryl Starr açıkça, Muavin ise kaçamak bakışlarla çevreyi inceliyorlardı. İkisi de daha önce On Altıncı Kata hiç kabul edilmemişlerdi. Bay Able ise, Diamond'la çarçabuk el sıkıştı ve hemen sordu. «Ne oluyor böyle? Buraya sebep gösterilmeden çağrılmak hiç hoşuma gitmedi. Hele meşgul olduğum bir akşamda...»
Diamond, «Anlattığım zaman daha da az hoşuna gidecek,» dedi, sonra Starr'a döndü. «Otur şuraya. Roma'da sebep olduğun bokluğun büyüklüğünü görmeni istiyorum.»
Starr omuzlarını kaldırıp aldırmıyormuş gibi bir hataya girdi, konferans masasının başındaki beyaz plastik koltuklardan birine oturdu. Arap çoban ekran pencereden görünen manzaraya hayran hayran bakıyordu.
«Bay Haman?» dedi Diamond.
Araba farlarının Washington anıtı üzerinde kayan ışıklarını izlerken Arabın burnu neredeyse pencerenin camına değiyordu. Aynı saatte aynı noktayı aydınlatan arada farları...
Diamond, «Bay Haman!» diye tekrarladı.
«Ne? Ha. evet! Şu şifre adımı hep unutuyorum. Ne kadar espriliyim.»
«Otur!» dedi Diomand kuru bir sesle.
«Efendim?»
«Otur!»
Şibumi
145/10
Arap aptal aptal sırıtarak Starr'ın yanına oturdu. Diamond, OPEC temsilcisini masanın öbür başına yönelttikten sonra kendisi de döner koltuğuna geçti. «Söyleyin bana. Bay Able. Bu sabah Roma uluslararası Havaalanında yeralan bozgun eylemiyle ilgili neler biliyorsunuz?»
«Hemen hemen hiçbir şey. Kendimi taktik ayrıntılarıyla yora-mam. Benim dalım ekonomik strateji.» Pantolonunun kılıç gibi ütülenmiş kat yerinden hayalî bir tozu parmağının bir hareketiyle uçurdu.
Diamond kısaca başını salladı. «Böyle şeylerle uğraşmak ikimize de düşmemeliydi,» dedi. «Ama senin adamlarının ahmaklığıyla benimkilerin yeteneksizliği sonucu...»
«Bir dakika,» diye lâfa karıştı Muavin.
Diamond onu duymamış gibi devam etti.» «...olayı bizim bizzat ele almamız gerekiyor. Sana biraz temel bilgi vereceğim. Ortadaki durumu görebilesin diye. Bayan Swiven, lütfen not alın.» Diamond birden başını kaldırdı ve CIA Muavinine baktı. «Sen ne diye ayakta dikiliyorsun?»
Muavin, dudakları sımsıkı, burun delikleri apaçık, cevap verdi. «Belki ötekilere yaptığın gibi bana da oturmamı emretmeni bekliyor olabilirim.»
«Pekâlâ. Otur!» Diamond'un bakışları ifadesiz ve yorgundu. Muavin diplomatik bir zafer kazanmış havasında, Starr'ın yanındaki yere yerleşti.
Diamond'un aşağılayıcı ve hakaret dolu tavrı konferans süresi boyunca bir kere bile Bay Able'a yönelmedi. İkisi daha önce de birçok sorun üzerinde birlikte çalışmışlardı. Birbirlerine karşı bir tür saygıları vardı. Dostluk üzerine kurulu saygı değil elbette. Ama ortak yönetim yeteneklerine, sorun analiz kapasitelerin, romantik ahlâk ilkelerine aldırmaksızın karar verebilme kabiliyetlerine bir saygı. Petrol üreten Arap ülkeleriyle Ana Şirket arasındaki tüm paralegal ve ekstradiplomatik ilişkilerde, arkalarındaki kuvvetleri temsil etme görevi onlarındı. Ana şirkete petrol üreten ulusların çıkarları birbirine sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte, iki taraf da birbirine ortak çıkar-
146
ların gerektirdiğinden fazla güvenmezdi. Bay Able'ın temsil ettiği ülkeler dünya arenasında, insanlarının dar çaplı yeteneğiyle kıyaslanamayacak kadar güçlüydüler. Sanayileşmiş dünya büyük bir ihtiyatsızlıkla kendi bekasını Arap ülkesinin petrolüne bağlamış bulunuyordu. Rezervlerin ebedî olmadığını bildikleri halde. Hattâ bayağı sınırlı olduğunu bildikleri halde. Beri yandan, şu an için teknolojik dünyanın göz bebeği olduklarını pek iyi bilen ilkel ülkeler de, kendi kayalarının ve kumlarının altında yatan hayat suyunun ve onun getirdiği politik gücün sona ermesinden önce, kendilerine daha kalıcı servetler edinmek peşine düşmüşlerdi. Bu yüzden durmadan dünyanın her tarafından arizeler satın alıyor, şirketleri ele geçiriyor, banka sistemlerine nüfuz ediyor, Batı'nm siyasal temsilcileri üzerinde maddî kontrol sağlamaya çabalıyorlardı. Bunları yaparken bazı avantajlara da sahiptiler. Bir kere çabuk iş görebiliyorlardı. Çünkü onlarda Demokrasi denilen siyasal sistemin her şeyi ağırlaştıran dolambaçlı labirenti yoktu. İkincisi, Batı'nın politikacıları yozlaşmış kimselerdi ve her türlü pazarlığa açıktı. Üçüncüsü de, batı halkı hırslı, tembel, her türlü tarih bilincinden yoksun bir toplum olup, atom çağının da etkisiyle kıyametin eşiğinde yaşamakta oldukları duygusu içindeydiler. Bu yüzden yalnızca günlerini gün etmeye bakıyor, kendi ömür süreçleri içinde rahat etmeyi ve refah sağlamayı düşünüyorlardı.
Ana Şirketi oluşturan dev enerji kuruluşları, Arap ülkelerinin şantajını her istedikleri anda kırıp yok edecek güce sahipti. Ham petrolün, kârlı bir çevre kirletme aracı haline getirilmeden önce hiçbir değeri yoktu. Onu işleyip o hale getirebilecek ve sonra dağıtımını sağlayacak olanaklar ise tümüyle Ana Şirketin elinde toplanmıştı. Ama Ana Şirketin asıl amacı, suni petrol darlıklarını âlet olarak kullanıp, sonunda tüm enerji kaynaklarının kontrolünü kendi eline geçirmekti. Kömürün de, atom enerjisinin de, güneş enerjisinin de, jeotermik enerjinin de. Bu açıdan bakıldığında, OPEC aslında Ana Şirketin işine yarıyordu. Küçük petrol darlıklarını ortaya çıkardığı için. Böyle durumlardan yararlanan Ana Şirket tundralara boru hattı döşeme olanakları bulabiliyor, hükümetlerin güneş veya rüzgâr enerjisi konularındaki araştırmalarının yolunu tıkayabiliyor, canı is-
147
tediğinde fiyat kontrolünü ortadan kaldırmayı bile başarıyordu. Buna karşılık olarak ana Şirket de OPEC ülkelerine birçok bakımlardan yardımcı oluyordu. Bu yardımlardan ilk göze çarpanı, Arap petrol ambargoları sırasında Batılıların normal yolu seçip petrolün yattığı toprakları işgal etmelerini, petrolü kamu yararına açmalarını engellemekti. Bunu becerebilmek, Arapların sandığından çok daha fazla kurnazlık istiyordu. Ana Şirket bu işleri yaparken bir yandan da kendisinin Amerika'yı petrol bakımından dışa bağımlı olmaktan kurtarmaya çalıştığı izlenimini yaratmak için büyük propagandalara girişiyor, sahne, sinema ve eğlence dünyasının en sevilen kişilerini kullanarak, ve tabii onları petrol şirketlerine ortak edip sağladığı hizmetin karşılığını da vererek, kendi programlan için halkın desteğini sağlıyordu. Bu programlar arasında fosil yakıt aranması, insan neslinin atom artıkları yüzünden tehlikeye atılması, denizlerin su altı petrol sondajlarıyla kirletilmesi ve yakıt taşıyan tankerlerin en kötü biçimde kullanılarak büyük tehlike yaratması da yeralmaktaydı.
Şu anda ana Şirketle OPEC kuvvetleri çok duyarlı bir geçiş devresinde bulunmaktaydılar. Birisi elindeki petrol tekelini tüm enerji kaynaklan için geçerli kılmaya çalışır, bu yolla petrol rezervleri tükendiğinde kârının azalmamasını sağlamaya uğraşırken, diğeri de elindeki petrol kazancını batı dünyasındaki gayrimenkul ve sanayi varlıklarına çevirmeye uğraşıyordu. İşte bu nazik geçiş dönemini kolayca atlatabilmek için iki taraf Bay Diamond'la Bay Able'a, önlerine çıkabilecek üç büyük engelle boğuşup onları saf dışı bırakma görev ve yetkisini vermek zorunda kalmışlardı. Bu engellerden birincisi, Filistin kurtuluş Örgütünün can sıkıcı olaylar yaratarak Arapların kazançlarından hisse kapmaya çalışması, ikincisi CIA ile onun yönettiği NSA örgütlerinin akılsız hareketleriyle işlere burunlarını sokup ortalığı karıştırmaları, üçüncüsü ise İsrailin hayatta kalmak için bencil bir inatla direnmesiydi.
Yani özetlemek gerekirse, ana şirketin kuvvetini kullanarak CIA'yı ve batılı ülkeleri kontrol altında tutmak bay Diamond'un görevi, tek tek Arap ülkelerini hizaya sokmak da Bay Able'ın görevi oluyordu. Bay Able'a düşen bu ikinci görev özellikle zordu, çünkü bu
148
Arap ülkeleri genellikle ortaçağ diktatörlüklerinden ve kaos içinde askerî sosyalizmlerden oluşan garip karışımdı.
Gene de en büyük sorunları FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)'yü kontrol altında tutabilmekti. OPEC'in de, Ana Şirketin de gözünde, FKÖ, önemiyle kıyaslanamayacak kadar rahatsızlık veren bir mikroptu. Ama her nasılsa tarihin akışı bu topluluğu ve onların küçük bir ayrıntı düzeyinden öteye gitmeyen amacını birçok Arap ülkesine benimsetmiş bulunuyordu. Aslında FKÖ, yarattığı tüm sorunlarla birlikte ortadan kalkıverse, herkes çok daha mutlu olacaktı. Fakat ne yazık ki bunların hastalığı, çok bulaşıcı olmakla birlikte, öldürücü bir hastalık değildi. Gene de Bay Able onları sindirmek, güçsüz kılmak için elinden geleni yapıyordu. Son zamanlarda Lübnan faciasını yaratmakla da onları epey çökertmeyi, güçlerini ellerinden almayı başarmıştı.
Bununla birlikte, Filistin teröristlerinin Münih Olimpiyat saçmalığını yaratmalarına engel olamamıştı. Ve o olay yıllardan beri batıda ustaca yönetilen Yahudi aleyhtarı propagandanın bir çırpıda canına okumuş, Yahudileri tekrar zavallı kurbanlar durumuna sokmuş, herkesin vicdanında yeniden yer bulmalarını sağlamıştı. Bay Able aslında bu konuda kendine düşeni yapmış, olaydan önce Bay Diamond'u uyarmış, Diamond da Batı Alman Hükümetine haber göndermiş, onların olaya engel olacaklarını sanmıştı. Oysa Alman Hükümeti yan gelip yatmayı, olayların rahat rahat gelişmesine izin vermeyi seçmişti işte. Zaten Yahudilerin korunması Almanların vicdanında hiçbir zaman ön sırayı alan bir amaç değildi.
Evet, Diamond'la Able arasında tarih sayılabilecek kadar uzun süreli bir işbirliği, karşılıklı saygı ve hayranlık vardı. Ama dostluk yoktu. Diamond, Bay Able'ın cinsel eğilimlerinin karışıklığından tedirginlik duyuyor, bununla da yetinmeyip Arabın kültürel avantajlarına, sosyal rahatlığına gıpta ediyordu. Çünkü Diamond New York sokaklarında, hem de Batı Yakası sokaklarında büyümüştü. Sonradan yükselen bütün «pleb»ler gibi o da iyi yetiştirilmiş olmayı kusur sayan züppeliğe saplanmış gitmişti.
Bay Able da Diamond'a karşı, saklama zahmetine katlanmadığı
149
bir aşağılama duyuyordu. Onun gözünde kendi görevi vatansever ve soylu bir görevdi. Kendi halkını, petrol bittiği zaman güçlü kılacak ortamlar yaratmaya uğraşıyordu. Diamond'un yaptığı işe ise ancak orospuluk denebilirdi. Çünkü o kendi halkının çıkarına karşı, para veren tarafın hesabına çalışıyor, serveti ve kuvvet gösterilerini her şeye tercih ediyordu. Diamond, Able'in gözünde prototipik bir Amerikalıydı. Şeref ve gurur kavramlarını kazanç şehvetine kurban eden biriydi. Zaten Amerikalıları dejenere bir halk diye düşünürdü. Bunların kibarlık anlayışı, iyi cins, yumuşak tuvalet kâğıdı kullanmakla ölçülüyordu. Otoyollarda yarışa kalkan şımarık çocukların boş vakitlerinde CB radyolarıyla oynadığı, İkinci Dünya Savaşı pilotu olmayı özendiği bir ulus. En çok tutulan şairin Rod McKuen olduğu bir ülkeden başka ne beklenebilirdi ki?
Konferans masasının ucunda otururken Bay Able'in kafasından işte bu tür düşünceler geçmekteydi. Yüzü sakin, dudaklarında terbiyeli, ama uzağa itici hafif bir gülümseme, tiksintisini göstermemeye dikkat ederdi. Çünkü kendi halkının Amerikalılarla işbirliğini sürdürmek zorunda olduğunu biliyordu. Ta ki bu salakların tüm ülkesini ayaklarının altından satın alma işlemi bitinceye kadar.
Bay Diamond arkasına yaslanmış oturuyor, gözleri tavanda, sorunu anlatmaya neresinden başlayacağına karar vermeye çalışıyordu. Acaba neresinden başlarsa işi kendi hatası gibi göstermeyebilir-di? «Pekâlâ.» dedi sonunda. «Şimdi biraz geriden başlayalım. Münih Olimpiyatı fiyaskosundan sonra sen FKÖ'yü kontrol altında tutacağına ve gelecekte bu tür ters propagandaya çanak tutacak şeyler yaptırmayacağına söz vermiştin.»
Bay Able içini çekti. Neyse bari Diamond söze İsraillilerin Kızıl Denizi yarıp nasıl geçtiğinden başlamamıştı. Ona da şükür.
Diamond devam etti. «Onlara bir ödün olmak üzere de... adı neydi... o herifin Birleşmiş Milletler kürsüsüne çıkıp Yahudilere istediği gibi küfretmesine izin verilmişti. Ama senin bu taahhütlerine karşın, son zamanlarda Kara Eylülcülerden bir grubun İngiltere'de Heathrow havaalanından uçak kaçırmak için senden izin aldıklarını öğrendik. Bunların arasında Münih işine karışmış olanlardan da iki kişi vardı.»
150
Bay Able omuzlarını kaldırdı. «Niyetleri koşullara göre değiştirmek gerek. Her yaptığımızı sana açıklamak zorunda değilim. Yalnızca bu son ödünü neden verdiğimizi kısaca söyleyeyim. Amerikan baskısının İsrail'i kendini savunmakta güç duruma düşürmesini beklerken gösterdikleri sabrın karşılığıydı. O kadar.»
«Biz de bu düşüncenize hak verdik. Pasif yardım olarak ben CIA'ya Kara Eylülcülere engel olmamaları için emir verdim. Bu emir belki de zaten gereksizdi, çünkü CIA'nın geleneksel beceriksizliği bu konuda isteseler bile bir halt edemeyeceklerini göstermeye yeter sanıyorum.»
Muavin itiraz etmek üzere hafifçe öksürürerek boğazını temizledi ama Diamond elini havaya kaldırarak onu susturdu ve devam etti. «Sonra pasif yardımdan bir adım ileriye geçtik. Bu arada küçük ve gayriresmî bir İsrail örgütünün Münih katliamının öcünü alma peşine düştüğünü öğrenmiş bulunuyorduk. Bunların Kara Eylülcülere bulaşmasını, önceden bir bozgun eylemiyle önlemeye karar verdik. İsrailli grubun lideri Asa Stern adında bir adamdı. Eski bir politikacı. Oğlu Münih'te öldürülen atletler arasındaymış. Biz Stern'in öldürücü kanserden yattığını bildiğimiz için... ki gerçekten de iki hafta önce öldü... kurduğu örgütün de bir avuç genç idealistten başka kimseyi kapsamadığının farkında olduğumuz için, sizin haber alma sisteminizle bizim CIA'nın elele vererek bunları kolayca sahneden silebileceği yargısına varmıştık.»
«Yapamadılar mı?»
«Yapamadılar. Şu masada gördüğün iki adam bu bozgun eyleminde sorumlu olan kişiler işte. Arap olanı gerçi yalnızca stajyer durumunda ama... gene de! Roma Havaalanında fazla salçalı bir gösteri sonucunda Stern grubunun iki üyesini saf dışı etmeyi başardılar. Etrafta bulunan yedi kişinin de kanma girerek! Ama grubun bir üyesi, ölen liderin yeğeni olan Hannah Stern adında bir kız, aradan sıyrılıp kurtulmayı başardı.»
Bay Able içini çekip gözlerini yumdu. Bu karmaşık hükümetli ülkede hiçbir iş doğru dürüst yapılamıyor muydu yoksa? Dünyanın artık demokrasi çağının bir adım ötesine geçtiğini ne zaman anlayacaklardı
151
bunlar? «Yani bir genç kız bozgun eyleminden kurtuldu diyorsun, öyle mi? Bence bunun pek önemi olamaz. Bu kızın tek başına kalkıp Londra'ya gideceğini, ve bunca eğitimden geçmiş, tecrübeli altı Filistinli teröristi öldürebileceğini mi düşünüyorsun? Üstelik o teröristler hem senin hem de benim örgütlerim tarafından korunurken! Ve İngiliz MI-5 ve MI-6 sistemleri de bize yardım ederken! Gülünç bu!»
«Evet, gülünç ama, Bayan Stern Londra'ya gitmiyor. Kızın Fransa'ya gittiğinden kesinlikle eminiz. Ayrıca şu anda Nicholai Hel adlı eflâtun kart sahibi bir adamla ilişki kurmakta olduğundan da eminiz. Bu adam senin adamlarını da, benimkileri de, İngilizleri de atlatıp Kara Eylülcülerin canım okuyabilecek, ve dönüşte Fransa'daki bir öğle yemeği randevusuna yetişebilecek bir adam.»
Bay Able, Diamond'u araştırıcı bakışlarla süzdü, «sesinde sezdiğim o şey... hayranlık mı?»
«Hayır! Hayranlık diyemeyeceğim. Ama Hel kenara itilebilecek biri değil. Sana onun geçmişi hakkında biraz bilgi vereceğim. Bu fiyaskoyu onarmak için neler yapmak zorunda kalabileceğimizi anla-yasın diye.» Diamond, konsolun başında hiç dikkati çekmeden oturan Başyardımcıya döndü. «Hel'le ilgili verileri masaya yansıt.»
Şişko'nun cılız, noksan verileri önlerindeki masanın cam sathına yansırken Diamond bir yandan hızlı hızlı konuşuyor, adamın bi-yografisindeki noksanlıkları tamamlıyordu. Sonunda Nicholai Hel'in şifre servisinde çalışırken General Kişikava'nın Tokyo'ya getirileceğini ve Ruslar tarafından Savaş suçluları Komisyonu önünde yargılanmaya sunulacağını öğrendiği noktaya kadar gelindi.
ooo
JAPONYA
Nicholai derhal mazeret izni istedi ve dileği kabul edildi. Bütün zamanını, bütün enerjisini Generali bulmaya hasretmek istiyordu.
Dostları ilə paylaş: |