Şibumi
289/19
tek başlarına duruyor, mermer duvarın bütünlük etkisini bozmuyorlardı. Nicholai, Kyushu'dan getirdiği iki ustayla birlikte bütün bir yaz uğraşmış, sonunda bu iki küçük yapıyı meydana getirebilmişti. Getirdiği ustalar tahta ve karton döneminde nasıl çalışıldığını hatırlayabilecek kadar yaşlı kişilerdi.
Alçak lake masanın başına diz çöktüler. Japon bahçesini seyrederek hafif bir yemek yediler. Yemekleri soğutulmamış kavun, buz gibi ekşi erik, sade pirinç haşlaması ve soğuk Irouhleguy'dan oluşuyordu.
Yemek bitince Hana masadan kalktı. «Kapıları kapatayım mı?»
diye sordu.
«Birini açık bırak da bahçeyi görebilelim.»
Hana gülümsedi. Nicholai'nin sevgili bahçesi... inatçı çocuğunu çok seven bir baba gibi. Bu bahçe Nicholai'nin en sevdiği varlığıydı. Zaman zaman bir yolculuktan habersiz döner, hemen kıyafetini değiştirir, saatlarca o bahçede çalışır, evdekiler onun döndüğünü neden sonra farkederlerdi. Küçük kurnazlıklarla, hesaplı ayrıntılarla dolu bu bahçe onun gözünde «şibumi»nin somutlaşmış ifadesiydi. Ve herhalde Nicholai buranın mükemmelleştiğini görecek kadar yaşayamayacaktı.
Hana kimonosunun üstünden kayıp düşmesine izin verdi. «Bahse tutuşacak mıyız?» diye sordu.
Nicholai güldü. «Pekâlâ. Kazanan... dur bakayım... Kazanana yarım saat jilet masajı yapılacak. İyi mi?»
«İyi. Çok hoşuma gideceğinden eminim.»
«Kendinden o kadar emin misin?»
«Aziz dostum, üç gündür dağlardaydın. Vücudun aşk yaratmaya devam etti ama harcayacak olanağın yoktu. Bu bahiste hiç şansın
yok.»
«Görüşürüz.»
Hana ve Nicholai aşk yapmaya hem fiziksel hem de zihinsel olarak başlarlardı. İkisi de sevişme konusunda dördüncü dereceye ulaşmış kimselerdi. Hana çok iyi eğitilip yetiştirildiği için, Nicholai de gençken edindiği zihin kontrolünün, yakınlık duygusunun yardımıy-
290
la. Bu duygu ona sevgilisinin durumu hakkında bilgi veriyor, onun doruğa ne kadar uzaklıkta bulunduğunu iyice anlatabiliyordu. Oynadıkları oyun, karşıdakini daha önce doruğa getirme oyunuydu. Her türlü hareket ve teknik serbestti. Kazanana jilet masajı yapılıyordu. Yani kollarına, bacaklarına, göğsüne, sırtına, karnına ve kasıklarına iyice bilenmiş bir jiletle masaj yapılıyordu. Çok dinlendirici bir masajdı bu. Bir yandan iç gıcıklayan duygu, bir yandan jiletin kayma tehlikesinin verdiği korku birleşerek kişinin kendini tümüyle rahat bırakmasını gerekli kılıyordu. Aksi halde dayanılmaz bir gerilim ve aşırı zevk içine sürüklenmekten kaçınılmazdı. Masajın tipik yönü, vücudun dış uçlarından başlayıp, zevk dalgalarını ortaya doğru toplamasını, tahrik yörelerine doğru yavaş yavaş kaymasının, korku gölgesi altında daha başka oluşundaydı. Duyarlı yörelere yaklaşıldıkça uygulanan bazı teknik yöntemler de vardı ama ayrıntılı tarifi tehlikeli olabilecek şeylerdi bunlar.
Jilet masajı her seferinde hızlı ağız seksiyle son bulurdu. Şimdi hangisi diğerinin daha çabuk doruğa ulaşmasını sağlayıp yarışmayı kazanırsa jilet masajı ona yapılacaktı. Oyunu oynayışlarının da özel bir biçimi vardı. Artık birbirlerini çok iyi tanıdıkları için çok kısa zamanda karşıdakini doruğun eşine getirmesini ikisi de biliyorlardı. Oyun asıl o zaman başlıyor, zevk ve kontrol dengesi gerektiriyordu.
Hel'in cinsel hayatı Sugamo Cezaevinden çıkıp batıda yaşamaya başladıktan sonra şekillenmiş ve hareketlenmişti. Ondan önce ortada yalnızca amatör oyunlar vardı. Mariko ile ilişkisi aslında fiziksel sayılmazdı bile. Gençlik aşkıydı o. Beceriksiz cinsel tecrübeleri, duygulu ve kararsız sevgilerinin fiziksel bir dipnotundan başka bir şey değildi.
Tanaka kardeşler ortaya çıkınca Hel birinci derece aşka adımını atmış oldu. Sağlıklı ve basit bir dereceydi bu. Cinsel bir merakı içeriyordu. Genç ve güçlü hayvanların, soylarını sürdürme güdüsünün itmesiyle birbirlerinin vücudu üzerinde girdikleri deneyimlerdi. Birinci derece sevişmeler gerçi sıradan ve tekdüzedir ama, bir dürüstlüğü, bir bütünlü?u vardı. Hel o dönemdeki günlerinin tadını çıkarmayı bildi. Bir tek şeyden yakmıyordu yalnızca. O da çoğu insanın
291
edindikleri kültür yüzünden tepkilerinin çarpılmış olmasıydı. Bu kişiler birinci derece sevişmenin kuvvet ve ter dolu varlığını ancak aşk gibi, sevgi gibi, ya da kendini ifade gibi birtakım perdelerin arkasında kabul edebiliyor, tek başına bir türlü kabul edemiyorlardı. Duygularını birbirine karıştırdıkları için ihtiras kumu üstüne ilişki şatoları kurma çabasına düşüyorlardı. Hel insanoğlunun romantik edebiyattan etkilenmiş olmasına acıyordu. Bu yüzden olup bitenlere olmayacak umutlar karıştırılıyor, iş sonunda batılı cinsel yeni yetmelerin evlilikleri kadar yozlaşıyordu.
İkinci derece aşk dönemini yaşarken bu dönemin bir tür psikolojik asprin, bir sosyal uyuştumcu, baskılardan kurtulmak için bir deşarj aracı olduğunu gören Hel yavaş yavaş dördüncü derecenin varlığını da hissetmeye başladı. Cinsel yaşamın kendi hayatının önemli bir bölümünü oluşturacağım anladığı için, ve amatörlükten de her konuda nefret ettiği için, kendini hazırlamaya girişti. Seylan'da profesyonel taktik dersleri aldı. Madagaskar'ın seçkin genelevlerinde aylarca yaşayıp her ırk ve kültürden gelen kadınlardan bazı şeyler öğrendi.
Üçüncü derece, cinsel oburluğun düzeyiydi. Bir batılının erişebildiği en üst düzey de buydu. Hattâ doğuluların da çoğunun. Hel bu dönemden de rahatça ve büyük bir iştahla geçti. Çünkü gençti, güçlüydü. Hayal gücü de zengindi. Jet sosyetenin, film ve edebiyat dünyasının sinir uçlarını ve muhayyileleri tahrik yerine kullandıkları yapay tahriklere saplanma tehlikesi yoktu.
Üçüncü derece günlerini yaşarken bile Hel artık doruğu geciktirme ve zihinsel seks gibi üstün taktiklerin deneylerine girişmişti. Cinsel teknikleri Go düzeniyle karşılaştırmak hoşuna giderdi.
Otuz yaşma geldiğinde Hel'in sekse ilgisi ve bu konudaki yeteneği onu doğal olas ak dördüncü dereceye sürekledi. Bu en son düzeydi. Burada heyecan ve doruk önemini kaybediyor, büyük bir oyunun içindeki ayrıntılar olarak kalıyordu. Bu oyun hem Go'nun zihinsel enerjisini ve kontrolünü, hem Seylan'lı orospunun öğrettiklerini, hem de bir dağcının gücünü, hareketliliğini ve dayanıklılığını gerektirmekteydi. Hel'in en sevdiği oyun, kendi icad ettiği ve «Kikaşi se-
292
vişmesi» adını verdiği oyundu. Bu ancak dördüncü dereceden bir ka-dmla oynanabilirdi. O da, her zaman değil. Her iki taraf da kendini çok güçlü hissettiği zamanlarda. Altı tatami kadar küçük bir odada oynanıyordu. Her iki taraf da kimono giyiyor karşılıklı duvarların dibinde, yüzleri birbirine doğru, diz çökerek oturuyorlardı. Her biri, yalnızca konsantrasyon yoluyla, doruğun eşiğine gelip orda beklemek zorundaydı. Birbirine dokunmak yasaktı. Yalnızca konsantrasyona ve tek elle yapılan hareketlere izin vardı.
Oyunun amacı, kendi doruğa varmadan karşındakini doruğa ulaştırmaktı. En iyi de yağışlı havalarda oynanabiliyordu.
Zamanla Hel kikaşi sevişmesini bir yana bıraktı. Çok fazla efor gerektiriyordu. Hem de yalnız ve bencil bir deney olduğundan, en iyi sevişmelerin bitiminden sonraki okşamaları ve sevgi ifadelerini ortadan siliyordu.
Hana'nın gözleri gösterdiği çabadan sımsıkı yumulu, dudakları dişlerinin üzerinde gerili durumdaydı. Hel'in kendisini sımsıkı tuttuğu pozisyondan kurtulmaya çabalıyor. Ama Hel onu bırakmıyordu.
Hana. «Bunu yapamazsın diye konuşmuştuk,» diye yalvardı.
«Ben kabul etmemiştim.»
«Alı, Nikko... ben... Dayanamayacağım! Allah kahretsin!»
Sırtını kavislendirdi, doruğuna engel olmak için son bir çabayla ağzından bir çığlık kurtuldu.
Onu saran duygu hemen Hel'e de bulaştı. Derhal pozunu değiştirip Hana'nın peşi sıra o da doruğa ulaştı. Ve tam o anda yakınlık duygusu alarm çanlarını çalmaya başladı. Hana numara yapmıştı! Yaydığı titreşimle gerçek dorukta olduğu gibi dansetmiyordu şu anda. Hel hemen kontrolünü toplayıp kendi doğruğunu geciktirmeye çalıştı ama geç kalmıştı. Kontrol düzeyini aşmıştı artık.
«Seni şeytan!» diye bağırdı.
Hana birkaç saniye sonra ona yetişirken bir yandan gülüyordu.
Yüzükoyun yatıyordu Hana. Jilet kalçaları üzerinden kayarken uykulu uykulu mırıldanmaktaydı. Siyah ırkın yararlı biçimini Japon
293
kanının inceliğiyle birleştiren çok güzel kalçaları vardı. Hel eğilip onu öptü, sonra masaja devam etti.
«İki aya kadar benimle olan süren doluyor, Hana.» «Hmrnm-hmmmm.» Konuşup da bu zevki dağıtmak istemiyordu.
«Benimle kalman yolundaki teklifimi düşündün mü?» «Hmmm-hmmmm.» «Eee?»
«Ih-hh-hh-hh-hh.» Bu kesik seslerin anlam, beni konuşturma, demekti.
Hel güldü, onu sırtüstü döndürdü, masajına bütün teknikleri kullanarak devam etti. Hana çok güzel bir çağı yaşamaktaydı. Yaşı otuzların ortalarındaydı. Yani bilgili ve tecrübeli bir kadını olabileceği en genç yaştaydı. Vücuduna çok iyi baktığı için ve siyah-sarı-be-yaz ırkların üçünün niteliklerini de üzerinde topladığı için daha en azından on beş yıl böyle formunda kalacaktı. Onu seyretmek, onu okşamak büyük zevkti. En üstün yanı da zevki tümüyle ve şükranla kabul edebilme yeteneğiydi.
Jilet masajı vücudun orta bölümlerine yaklaştıkça Hana hare-ketsizleşti, bekleme dönemine girdi. Hel süreci her zamanki klasik yöntemle bitirdi. Bir süre birbirlerine sarılıp yattılar.
«Kalmayı düşündüm, Nikko,» dedi Hana. Başını onun göğsüne yaslamıştı. «Kalmak istemem için birçok neden var. Burası dünyanın en güzel yeri. Bana Bask diyarının bu köşesini gösterdiğin için sana her zaman minnet duyacağım, ayrıca burada kendine kurduğun lüks şibumi yaşamı da çok çekici. Sonra sen de varsın. Dış dünyayla uğraşırken o kadar sessiz ve sert olan, sevişirken o kadar çocuksu olan sen. Doğrusu, oldukça çekici bir insansın.» «Teşekkür ederim.»
«İtiraf etmem gerekir ki iyi eğitilmiş bir erkek bulmak, iyi yetiştirilmiş bir kadın bulmaktan daha zordur. Ama... burası çok yalnız bir yer. Biliyorum, istediğim zaman Bayonne'a, Paris'e gidebiliyo-rum. Gittiğim zaman da iyi eğleniyorum. Ama günlük hayatı düşündükçe, senin ilgine ve tatlı diline rağmen, dostumuz Le Cagot'nun
294
tükenmez neşe ve enerjisine rağmen, istekleri benim gibi yoğunlaştırmış bir kadın için çok yalnız bir yer burası.»
«Bunu anlıyorum.»
«Senin için durum farklı, Nikko. Sen yaratılıştan münzevîsin. Dış dünyadan nefret ediyorsun. Ona ihtiyacın yok. Gerçi bence de dış dünyadaki insanların çoğu ya sıkıcı ya da rahatsız edici ama ben yaratılıştan münzevî değilim.Doğal bir merakım var. Üstelik... bir sorun daha var.»
«Nedir?»
«Nasıl ifade edeyim, bilmem ki. Senin, benim gibi kişilikler, tahakküm etmek için yaratılmıştır. Her birimiz geniş toplumlarda yeteneklerimizi uygulamalıyız. Kalabalığa biraz lezzet, biraz yoğunluk katmalıyız. İkimizin böyle bir yerde başbaşa kalmamız, şölenin bütün yemekleri yavanken bir tanesine gereğinden fazla baharat doldurmaya benziyor. Ne demek istediğimi alıyor musun?»
«Yani süre dolduğu zaman gidecek misin?»
Hana soluğuyla onun göğsündeki tüyleri üfledi. «Yani henüz kararımı vermedim,» dedi. Bir süre sessiz kaldı, sonra gene konuştu. «Galiba en çok istediğim, her iki dünyanın da en iyi yönlerini birleştirmek. Yılın yarısını burada geçirmek, dinlenmek, senden öğrenmek, sonra öbür yarısında dünyaya çıkıp seyircilerimi şaşırtmak.
«Ben bunda bir sakınca görmem ki...»
Hana güldü. «O zaman altı ayını Bask yöresini tunç tenli, uzun bacaklı, akılsız dişileriyle geçirmeye razı olacaksın demektir. Artistler, modeller falan. Yapabilir misin dersin?»
«Sen iri pazulu, güneş yanığı tenli, dürüst ama boş bakışlı gençlerle nasıl idare edebilirsen, ben de ederim. Her ikimiz için de bir süre sırf ordövr'le yaşamak gibi bir şey.»
«Bir düşüneyim, Nikko. Fena fikir değil.» Dirseğinin üzerinde doğrulup onun yarı kapalı, gülen gözlerine baktı. «Ayrıca, özgürlük de hoş şey.» dedi. «Belki de hiç karar vermem.»
«Bu da bir karar sayılır.»
Giyinip duş yapmaya gittiler. En az üç yüz yıl önce bu şatoyu ilk yaptıran aydın adamın koydurduğu delikli bakırdan akan suyla yapıyorlardı duşlarını.
295
Bej ve altın rengi karışımı döşenmiş doğu salonunda karşılıklı kahve içerlerken Hel ilk defa konuk hakkında soru sordu.
«Hâlâ, uyuyor,» dedi Hana. «Dün akşamüstü geldi. Çok umutsuzdu. Roma'dan Pau'ya uçakla geldikten sonra Tardets'e otostop yapmış, oradan buraya da yürümüş. Nezaket göstermeye, sohbet etmeye çalıştı ama, çok feci durumda olduğunu daha baştan anladım. Çay içerken gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Yaşların farkında bile değildi. Ona sakinleştirici bir şey verip yatırdım. Geceyarısı kâbus görerek uyandı, yatağın kenarına oturdum, saçlarını okşayarak onunla konuştum. Uyuyuncaya kadar.»
«Derdi neymiş?»
«Ben saçlarını okşarken biraz sözetti. Roma havaalanında kötü bir olay olmuş. İki arkadaşı vurularak ölmüşler.»
«Kim vurmuş?»
«Söylemedi. Belki de bilmiyordur.»
«Neden vurmuşlar?»
«Hiçbir fikrim yok.»
«Bizim evimize neden geldiğini söyledi mi?»
«Anladığıma göre buraya üçü birlikte geliyorlarmış. Cebinde para da yok. Yalnızca uçak bileti var.»
«Adını söyledi mi sana?»
«Evet. Adı Hannah Stern. Amcası senin arkadaşmmış.»
Hel fincanını masaya koydu, gözlerini yumdu, burnundan derin bir soluk verdi. «Asa Stern bir dosttu,» dedi. «Öldü. Ona borçlu sayılırım. Bir olayda onun yardımı olmasaydı, ölebilirdim.»
«Bu borç bu kıza da uzanıyor mu?»
«Göreceğiz. Roma Havaalanındaki olay dün öğleden sonra mı olmuş dedin?»
«Ya da sabah. Hangisi olduğundan emin değilim.»
«O halde öğlen haberlerinde söylerler. Kız uyanınca lütfen söyle, gelip beni görsün. Bahçede olacağım. Ha, sanırım Le Cagot akşam yemeğine gelecek... Larau'daki işini bitirebilirse.»
Hel bahçede bir buçuk saat kadar çalıştı. Bitkileri buduyor, kontrol ediyor, mütevazi görünüşlü fakat insanı etkileyen kurnazca
296
güzellikler yaratmaya savaşıyordu. Bir sanatçı değildi ama, duyguluydu. Yaratma güdüsünün en güçlü ifadesi olan bahçesi de gerçi sabi sayılmasa da, Japon sanatını batının mekanik enerjisinden ve Çinlilerin çiçekle dolu iddialılığından ayıran şibumi atmosferine sahipti. Tatlı bir melankoli vardı burada. Japon düşüncesinde güzelliği karakterize eden o hazin bağışlama ifadesi vardı. Bilerek yaratılmış kusurlar ve organik basitlik önce estetik bir gerilim yaratıyor, sonra o gerilimi tatmin ediyor, batı sanatındaki denge ve dengesizlik fonksiyonu gibi görev yapıyordu.
Öğleden hemen önce bir hizmetçi elinde transistorlu bir radyoyla geldi. Hel silâh odasına geçip BBC'nin on ikide verdiği dünya haberlerini dinledi. Haberleri bir kadın spiker okuyordu. Kadının kendine özgü sesi yıllardan beri İngilizce konuşan dünyanın eğlence kaynağı olmayı sürdürüyordu. BBC'nin tipik aksanına kendi kesik, boğuluyormuş gibi konuşma tarzını eklemesi yüzünden.
Önce düşen hükümetlerden, doların değerinden, Belfast bomba olaylarından dem vurduktan sonra sıra Roma Uluslararası Havala-nındaki korkunç olaya geldi. Üstlerinden çıkan kâğılardan Kara Eylül adına çalışan Kızıl Ordu mensupları oldukları anlaşılan iki Japon, ellerindeki otomatik silâhlarla ateş açmış, iki İsrailli genci öldürmüşlerdi. Gençlerin kimlikleri şimdilik gizli tutuluyordu. Sonradan bu iki Kızıl Ordu katili de, İtalyan polislerinin ve özel güvenlik görevlilerinin açtığı ateş sonucu ölmüş, bu arada çevredeki birkaç kişi de hayatını kaybetmişti. Bundan sonra yeni bir konuya geçildi.
«Bay Hel?»
Hel radyoyu kapatıp silâh odasının kapısında duran genç kıza içeriye girmesi için işaret etti. Kızın üstünde yeni yıkanıp ütülenmiş haki şort ve kısa kollu haki tişört vardı. Tişörtün üç üst düğmesi açıktı. Ordövr olarak düşünüldüğünde umut verici bir tipe benziyordu. Uzun, kuvvetli bacaklar, ince bel, saldırgan göğüsler, temiz kızıl saçlar. Bir öykünün kahramanı olmaktan çok, ikinci kişisi olacak yaşta, yani biraz fazla gençti. Yüzündeki ifade yumuşak, tecrübe çizgilerinden yoksundu.
Kararsız bir sesle tekrar, «Bay Hel?» diye sordu.
297
«İçeri girin ve oturun, Bayan Stern.»
Rafa dizili mekanik âletlerin önündeki sandalyeye oturdu. Başının üstündeki şeylerin silâh olduğunu fark edemeden gülümsedi. «Neden bilmem ama, sizi çok daha yaşlı biri olarak düşünmüştüm,» dedi. «Amcam Asa Stern sizden dost diye sözetmişti. Sanki kendi ya-şındaymışsınız gibi.»
«Aynı çağın insanlarıydık. Aynı çağı yaşadık. Hoş bunun önemi de yok ya.» Kıza doğru bakıp onu şöyle bir değerlendirdi. Çevreyi saran titreşimlere göre kızın duygusu istekti.
Cam yeşili gözlerin ifadesiz bakışından rahatsız olan Hannah konuşmak gereğini duydu. «Eşiniz... Yani Hana... bana çok iyi davrandı. Dün gece benimle oturup...»
Hel bir hareketle onun sözünü kesti. «Bana önce amcanızdan söz edin,» dedi. «Sizi buraya neden gönderdiğini anlatın. Daha sonra Roma'da olanların ayrıntılarını verin. Sonra plânlarınızın ne olduğunu ve benden ne istediğinizi belirtin.»
İş konuşmalarına özgü bu ses tonundan şaşalayan kız derin bir soluk çekti, düşüncelerini toparlamaya çalıştı ve hikâyesine, tam ondan beklenebileceği gibi, kendisini anlatarak başladı. Skokie'de doğup büyüdüğünü, Kuzeybatı Üniversitesine gittiğini, siyasal ve sosyal konulara merakı olduğunu, mezun olduktan sonra da, İsrail'deki amcasını ziyarete gitmeye karar verdiğini söyledi. Kendi kökenlerini bulmak, Yahudiliğinin bilincine varmak için.
Bu son söz üzerine Hel'in göz kapakları indi, ağzından kısa bir soluk çıktı. Elinin bir hareketiyle ona devam etmesini işaret etti.
«Tabii biliyorsunuz ki amcam Asa Münih cinayetlerini işleyenleri cezalandırmaya adanmış bir kişiydi.»
«Dedikodusunu duymuştum. Mektuplarımızda böyle şeylerden söz etmezdik. İlk duyduğumda amcanın bir hareketini budalalık olarak nitelemiştim. Emekliyken bu yüzden geri dönmek, tanıdığı, birlikte iş gördüğü insanlar sahneden silindikten veya politikaya gömüldükten sonra hâlâ bir şeyler yapmaya çalışmak garipti. Bunu ölmek üzere olduğunu bilen bir insanın son ve umutsuz çabası olarak değerlendirmiştim.»
298
«Ama bizim hücremizi bir buçuk yıl önce kurdu. Oysa hastalığı birkaç ay önce ortaya çıktı.»
«Bu doğru değil, amcan birkaç yıldan beri hastaydı. İki de önemli kriz atlattı. Hücrenizi kurdu dediğin sıralarda acısını ilâçlarla bastırma çabasındaydı. Bu durum, düşüncelerinin saçmalığına özür sayılabilir.»
Hannah Stern kaşlarını çatıp uzaklara baktı. «Amcama fazla saygınız varmış gibi konuşmuyorsunuz,» dedi.
«Tersine, kendisini çok severdim. Keskin bir zekâya, cömert bir ruha sahipti. Şibumi'ye varmış biriydi.»
«Neye varmış?»
«Boşverin. Amcanız terör işinin adamı değildi. Duygusal açıdan bu işe hazır değildi. Bu tabii insan olarak onu daha değerli yapmaya yeter. Daha iyi bir çağda olsaydık iyi bir öğretmen, ya da bilimci olabilirdi. Ama adalet duygusu fazla güçlüydü. Hem yalnız kendi ulusu açısından da değil. Yirmi beş yıl önceyi düşünürseniz, bugün İsrail olan topraklarda böyle cömert ve adil olan, üstelik atak olan kişiler bazı şeyler yapmak zorundaydı.»
Hannah, Hel'in fısıltı tonundaki cezaevi sesine alışkın değildi. Duyabilmek için oturduğu yerde öne doğru eğildiğini farketti.
«Amcana saygı duymadığımı söylerken yanıldın. On altı yıl kadar önce Kahire'de bir olay olmuştu. Bana yardım etmek için kendi güvenliğini, hatta belki de hayatını tehlikeye atmıştı. Üstelik çok önem verdiği bir projenin gerçekleşme şansını da birlikte tehlikeye atmıştı. Bir yanımdan yara almıştım. Doktora görünecek durumda da değildim. Onunla karşılaştığım zaman iki günden beri yaramın üstünde aynı kan lekeli bezle arka sokaklarda dolaşıp duruyordum. Otele inmeye cesaretim yoktu. Ateşim vardı. Kendimde değildim. Yo, ona saygım gerçekten çok büyük. Üstelik ona borçluyum.» Hel bütün bunları o yumuşak, tekdüze sesiyle söyledi. İçtenlik belirtisi olan iniş çıkış tonlarını hiç kullanmadı. Anlatışının nedeni, bu kızın da, amcaya olan borcun çapını bilmeye hakkı olduğunu düşünme-sindendi. «O Kahire olaylarından sonra amcanla bir daha hiç karşılaşmadık. Dostluğumuz yıllar boyu mektuplarla güçlendi. Bu mek-
299
tuplarda çeşitli fikirlerimizi birbirimiz üzerinde deniyor, okuduğumuz kitaplara karşı tepkilerimizi paylaşıyor, ya da kaderden, hayattan yakınıyorduk. Bir yabancıyla konuşmanın rahatlığını, çekingenlikten uzak rahatlığını tattık bu yolla. Çok yakın iki yabancıydık.» Hel bu genç kızın böyle bir ilişkiyi anlayıp anlamayacağını düşündü, sonunda anlamayacağına karar verdi ve eldeki konuya döndü. «Pekâlâ, demek oğlu Münih'de öldürüldükten sonra amcan bir hücre kurdu ve suçluları cezalandırmayı amaç edindi. Hücre kaç kişiydi ve bu insanlar şimdi nerede? «Bir tek ben kaldım.» «Sen de mi hücredeydin?» «Evet. Niye? Sizce ben...»
«Boşver.» Hel artık Asa Stern'in umutsuzluk içinde, gözü kamaşmış durumda hareket ettiğinden emindi. Bu üniversite liberalini böyle bir eylem hücresine soktuğuna göre... «Hücre kaç kişilikti?» «Beş kişiydik. Kendimize Münih Beşlisi diyorduk.» Hel'in göz kapaklan gene indi. «Ne kadar da tiyatrovarî» dedi. «İşi telgrafla görme yöntemlerine benzemiyor.» «Efendim?»
«Demek beş kişilik hücre, öyle mi? Amcan, sen, Roma'da ölen iki kişi... beşincisi kimdi? David Selznik mi?»
«Ne demek istediğinizi anlamıyorum. Beşinci kişi Kudüs'te bir kahveye bomba atıldığında öldü. O ve ben... şey... biz ikimiz...» Kızın gözlerinde yaşlar parıldamaya başlamıştı.
«Eminim,» dedi Hel. «Yaz aşkının bir türü olmalı. Bir de ek kazancı var. Adanmış genç devrimciler durumundasınız ve tüm insanlık size ait bir sürü gibi gözüküyor gözünüze. Pekâlâ, Asa ölmeden önce işi nereye kadar vardırdığınızı anlat.»
Hannah'ın aklı karışmış, biraz da kalbi kırılmıştı. Bu adam amcasının anlattığı kişiye hiç de benzemiyordu, amcası onu dürüst bir profesyonel, aynı zamanda da kültürlü bir insan olarak tarif etmişti. Borçlannı ödeyen, çirkin ulusal ve ticarî güçler için çalışmayı reddeden biri olarak. Peki, amcası insanlığı bu kadar az seven birine nasıl hayranlık du-yabilmişti? Bu kadar anlayışsız birini nasıl böyle göklere çıkarabilmişti?
300
Aslında Hel durumu elbette çok iyi anlıyordu. Hayatı boyunca İcaç kez amatörlerin sebep olduğu pisliği temizlemek zorunda kalmıştı. Fırtına patladığı anda bunların ancak iki türlü tepki gösterdiğini bilirdi. Ya kaçmak, ya da, gene korku sonucu olarak, göze görünen her şeye ateş etmek.
Hannah artık gözlerinden yaş gelmediğini görünce şaşaladı. Yaşlar, Hel'in gerçekleri ve önemli bilgileri istemesi nedeniyle engelleniyordu. «Asa amcam İngiltere'den haber almıştı.» diye konuştu. «Münih katillerinden hayatta kalan son iki kişinin bir Kara Eylül grubuna katıldıklarını ve Heathrow Havaalanından bir uçak kaçırmaya hazırlandığını öğrenmişti.»
«Kaç kişilik grup?»
«Beş ya da altı. Emin değildik.»
«Hangilerinin Münih işine karışmış olduğunu saptamış mıydınız?»
«Hayır.»
«Yani beşini de mi öldürecektiniz?»
Kız başını salladı.
«Anlıyorum. Ya İngiltere'deki temaslarınız? Ne biçim insanlar ve size nasıl yardım ediyorlar?»
«Onlar şehir gerillaları. Kuzey İrlanda'nın İngiltere boyunduruğundan kurtulması için savaşıyorlar.»
«Ulu Tanrım!»
«Özgürlük uğruna çarpışanlar arasında bir tür kardeşlik bağı vardır, bilirsiniz. Taktiklerimiz farklı olabilir ama amaçlarımız aynıdır. Hepimizin beklediği gün aslında...»
«Lütfen...» diye onun sözünü kesti Hel. «Şimdi, bu IRA'cılar size nasıl yardım ediyordu, onu söyle.»
«Şey... Kara Eylülcüleri gözden kaçırmıyorlardı. Londra'ya gittiğimizde bize kalacak yer sağlayacaklardı. Silâh da vereceklerdi.»
«Biz dediğin, sen ve Roma'da vurulan iki kişi, öyle mi?
«Evet.»
«Anlıyorum! Peki, şimdi Roma'da olanları anlat. BBC radyosu saldırganları Kızıl Ordu üyesi Japonlar diye tanımlıyor. Filistin Kurtuluş Örgütü adına çalışıyorlarmış. Bu doğru mu?»
301
"Bilmiyorum.»
"Sen orada değil miydin?»
«Oradaydım!»
Kendini kontrol etmeye çalışıyordu. «Ama o kargaşalıkta... insanlar ölüyordu... her tarafta silâhlar patlıyordu...» Çaresizlik ve öfke içinde ayağa kalkıp arkasını döndü. Bu adamın bilerek kendisine eziyet ettiğine, kendisini denediğine inanmaya başlamıştı. Kendi kendine, ağlamamalıyım, deyip duruyordu ama, yaşlar bir kez daha gözlerini doldurdu. «Üzgünüm,» dedi. «Çok korkmuştum. Şaşırmıştım. Her şeyi hatırlayamıyorum.» Aşırı derecede sinirliydi. Ellerini nereye koyacağını bilemediğinden önünde duran rafa uzandı ve orada duran madenî tübü eline aldı.
Dostları ilə paylaş: |