Trevanian Şibumi



Yüklə 1,6 Mb.
səhifə17/33
tarix22.08.2018
ölçüsü1,6 Mb.
#74291
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   33

Arada sırada, ancak kısmen anlaşılabilen nedenler sonucu, «yakınlık algılamasının modern bir insanda tümüyle gelişmiş halde ortaya çıktığı da görülmektedir. İşte Nicholai Hel de, bu duyguya sahip olarak yaşayan birkaç insandan biriydi. Yaşamının tümü aşırı zihinsel ve içe dönüktü. Kendisi bir mistik'di. Bu nedenle mantık dışı oluşlara karşı tedirginlik duymuyordu. Go eğitimi onu oluşları değişik açıdan ele almaya alıştırmış, herkes gibi sorun/çözüm yolu yeri-

201


ne sıvımsı sezgiler kullanmayı öğretmişti. Sonra şok etkisi yapan bir olay sonucu, hayatının oldukça uzun bir döneminde kendi kendine, sırf kendini dinleyerek yaşamak zorunda kalmıştı. İşte bu koşullar, çağımızda yaşayan milyonlarca insandan ancak birinde, fazladan bir yetenek (veya yük) olan «yakınlık algılamasının gelişmesine çok uygun koşullar oluyordu.

Algılamanın ilk sistemleri öylesine yavaş gelişti ki, Nicholai bir yıl boyunca olup bitenin hiç farkına varmadı. Günlük yaşamı bir sürü küçük olaylarla noktalanıp ölçülüyor, cezaevi dışındaki yaşamla da hiçbir ilgisi kalmamış bulunuyordu. Hiçbir zaman canı sıkılma-mıştı. Fizik kurallarına ters gibi görünen bir ilke vardı çünkü. Zaman ancak, içi boş olduğu zaman ağırdı.

Yeni yeteneğinin farkına varması, Bay Hirata'nın bir ziyareti sırasında oldu. Nicholai kitaplarıyla uğraşır, derslerini çalışırken birden başını kaldırıp kendi kendine yüksek sesle, (Almanca olarak, çünkü o gün Cumaydı), «Tuhaf şey!» diye söylendi. «Bay Hirata neden beni ziyarete geliyor?» Sonra kendi çizdiği takvime göz attı ve gerçekten Bay Hirata'nın geçen ziyaretinden bu yana altı ay geçmiş olduğunu gördü.

Birkaç dakika sonra Nicholai kitabından tekrar başını kaldırdı. Bay Hirata'nın yanındaki yabancı adamın kim olduğunu merak etmişti bu kez de. Çünkü yaklaşan adamın yaydığı titreşimler tanıdığı gardiyanlardan hiçbirininkine benzemiyordu. Her birinin yaydığı frekansı tek tek biliyordu Nicholai.

Az sonra hücrenin kapı kilidi açıldı, Bay Hirata, yanında sosyal hizmetler için eğitmekte olduğu genç adamla birlikte içeriye girdi. Yeni adam uzakta duruyor, Bay Hirata her zamanki işlemlerini yaparken ayakta onu seyrediyordu.

Çok şeyi kapsayan o sonuncu soruya gelindiğinde Nicholai yeniden kâğıt ve mürekkep istedi. Bay Hirata boynunu içine çekip dişlerinin arasından içine bir soluk çekti. Böylelikle de bu tür bir isteğin karşılanmasındaki güçlüğü belirtmiş oldu. Ama adamın davranışın-daki bir şey, Nicholai'ye güven veriyor, istediğinin yerine getirileceğinden emin olmasını sağlıyordu.

202

Bay Hirata gitmeye hazırlanırken Nicholai ona bir soru sordu. «Özür dilerim, efendim. On dakika kadar önce benim hücremin yakınından geçtiniz mi?»



«On dakika önce mi? Geçmedim. Neden sordunuz?» «Buradan geçmediniz, öyle mi? Peki beni düşündünüz mü o sıra?»

İki adam bakıştılar. Tam o dakikalarda Bay Hirata, yardımcısına bu tutuklunun ruhsal durumunun tehlikede olduğunu, kendisinin intiharın eşiğinde gezindiğini anlatmıştı. Yaşlı adam, «Hayır...» diye söze başlarken birden hatırladı. «Durun bir dakika! Evet! Tam binanın bu kanadına girerken bu gence sizden söz ediyordum.» «Yaa,» dedi Nicholai. «O zaman açıklanmış oluyor işte.» Gene tedirgin bakışlar odayı dolaştı. «Ne açıklanmış oluyor?» Nicholai ömrü memurlukla geçmiş bir insana, yakınlık algılaması gibi soyut bir kavramdan söz etmenin hem güç, hem de zalimce bir şey olduğuna karar verdi. Başını iki yana sallayarak, «Bir şey yok.» dedi. «Önemli değil.»

Bay Hirata omuz silkti oradan ayrıldı.

O günün geri kalan saatları ve ertesi günün tümü boyunca Nicholai bu yeni yeteneğini düşünüp durdu. Yirmi dakika için açık havaya çıkarıldığında, yürürken gözlerini yumup duvardaki bir çatlağı veya belirli bir noktayı düşündü, ona ulaşıp ulaşamayacağını kontrol etti. Bunu çok kolay yapabiliyordu. Bu sefer gözleri kapalı, olduğu yerde dönüp dönüp, yönünü iyice kaybettikten sonra aynı belli noktaya dokunmaya çalıştı. Birkaç santimlik hata payıyla bunu da yapabiliyordu. Demek ki yakınlık duygusu hareketsiz cisimler içinde geçerliydi. Bunları yaparken belli ağırlıkta insan dikkatinin kendi üzerine yönelmiş olduğunu hissetti. Hemen anladı. Gökyüzünü yansıtan camın arkasındaki nöbetçiler ona bakıyor, herhalde aralarında onun yaptığı bu saçma hareketleri konuşuyorlardı. Adamların konsantrasyonları arasındaki farkı ölçebiliyor, orada iki kişi olduklarım, birinin daha irade sahibi, diğerinin daha zayıf kişilikli olduğunu seziyordu. Ya daha zayıf kişilikli, ya da deli bir tutukluya karşı daha ilgisiz biri.

203

Hücresine döndüğünde bu yeteneğini daha derinlemesine inceledi. Ne zamandan beri vardı bu onda? Nereden gelmişti? Bundan nasıl yararlanabilirdi? Bildiği kadarıyla bu durum cezaevindeki son yılında ortaya çıkmıştı. Öyle yavaş gelmişti ki Nicholai hiç farkına varamamıştı. Bir süreden beri gardiyanların kendi hücresine yaklaşmakta olduğunu sezmekte, gelenin kısa boylu boş bakışlısı mı, yoksa Pasifikli tipinde olanı mı olduğunu bile ayırdedebilmekteydi. Yemeğini de hangi görevlinin getireceğini, daha uykudan uyanır uyanmaz bilmekteydi.



Peki, cezaevinden önce de izleri var mıydı bu yeteneğin? Evet. Evet. Birden-hatırladı. Ömrü boyunca yakınlık algılamasını az bir düzeyde de olsa hep hissetmişti. Daha çocukluğunda bile bir eve girdiğinde içerde insan olup olmadığını anlardı. Annesinin kendisi için yapacağı bir şeyi unutup unutmadığını daha sormadan bilirdi. Bir odaya adım attığında odanın havasından, içerde az önce tartışma olduğunu sezerdi. Ama bunları herkesin sezdiği şeyler sanırdı. Bir bakıma da haklıydı. Çocukların çoğu, büyüklerin de bazıları böyle sezgilere sahipti. Ama bunu «Ruhsal durum», «Tedirginlik» ya da «Önsezi» diye adlandırırlardı. Nicholai'nin yakınlık duyusunun tek farkı sürekli oluşuydu. O duyudan gelen mesajlara karşı her zaman hassas olmuştu o.

Japon dostlarıyla mağaralara indiğinde çok yararlanmıştı bu yeteneğinden. O zamanlar ne olduğunu bilmediği halde. Mutlak karanlığın içinde ve o korku baskısının altında Nicholai'nin ilkel merkezî sistemi hemen duyusal sistemine sızmıştı. Bilinmeyen bir labirentin derinliklerinde, omurgasının az üzerinde milyonlarca kilo kayanın varlığının bilinciyle şakaklarındaki damarlar atarken, gözlerini kapadığı anda, hangi tarafta açıklık ve yol bulunacağını, hangi tarafın kayalarla dolu olduğunu bilebiliyordu. Önceleri arkadaşları onun bu sezgilerine gülmüşlerdi. Bir gece oturup çene çalarlarken söz dönüp dolaşmış, Nicholai'nin yönünü bulmaktaki olağanüstü yeteneğine gelmişti. Gençlerden biri, Nicholai'nin kendi soluğunun yansımalarını okuyabildiğini, ya da yeraltı hava akımları arasında

204

koku farkları alabildiğini öne sürmüştü. Nicholai de açıklamayı kabule hazırdı. Aldırdığı yoktu zaten.



İçlerinde daha iyi bir işe geçebilmek için İngilizce çalışan bir arkadaşları vardı. O Nicholai'nin omuzuna bir şaplak atıp hoş bir söz söylemişti. «Bu oksidantaller kendilerini oriante etmekte pek maharetli oluyorlar!»

Bir diğeri ise Nicholai'nin karanlıkta görebilmesinde hiç şaşılacak bir şey olmadığını, onun zaten gün batımı yönünün adamı olduğunu söylemişti.

Bu sözün tonu şaka havasındaydı ama, kamp ateşinin başında birden bir sessizlik oluverdi. Gençler birer birer homurdamp terslendiler, sözü söyleyen de yaptığı espriden pişmanlık duydu.

Nicholai hücresinde bu yeni yeteneğini düşünerek geçirdiği bir buçuk gün boyunca daha başka şeyler de hatırladı ve yeteneğini daha iyi tanıdı. Bir kere bu işitme veya görme gibi basit bir duyu değildi. Beş duyudan en çok dokunma duyusuna benziyordu. Sıcağa, basınca, başağrısına, iç bulantısına, asansörün yükselip alçalırken verdiği duyguya, dengeyi kontrol eden orta kulak sıvısına benzeyen bir duyuydu. Bunların hepsi dokunma duyusu başlığı altında toplanabilecek şeylerdi. Yakınlık duyusunda da iki ana tepki vardı. Niteliksel ve niceliksel. İki de ana kontrol bölümü vardı. Aktif ve pasif. Niceliksel tepkiler doğrudan doğruya uzaklık ve yakınlıkla ilgiliydi. Hareketli ve hareketsiz cisimlerin mesafesi ve yönüyle ilgili Nicholai kısa zamanda hareketsiz cisimler için, yani kitap, taş, ya da uyuyan bir adam için, pasif olarak sezme uzaklığının dört beş metreden fazla olmadığını öğrendi. Cisim daha uzakta ise, titreşimler hissedilmeyecek kadar zayıf gelmeye başlıyordu. Fakat Nicholai o cismi düşünür, aralarında bir kuvvet köprüsü kurarsa, sezgi uzaklığı aşağı yukarı iki katına çıkıyordu. Düşünülen şey bir insansa ya da hayvansa... yani kendisi de titreşim yayan bir varlıksa, ve o da o anda Nicholai'yi düşünüyor, o da kendi kuvvet köprüsünü kuruyorsa, mesafe tekrar iki katına çıkıyordu. Yakınlık duyusunun ikinci tepkisi nitelikseldi. Bu, ancak insanlar söz konusu olduğu zaman beliriyordu. Nicholai yalnız titreşim yayan kişinin uzaklığını ve yönünü hissetmekle kalmı-

205

yor, sempatik sisteminin titreşimlerinden bu insanın tutumunu da saptayabiliyordu. Dost mu, düşman mı, tehditkâr mı, seviyor mu, şaşırmış mı, öfkeli mi, arzuluyor mu... bütün sistem merkezî korteks tarafından yönetildiği için en güçlü gelen sezgiler, en temel sezgilerdi: Korku, nefret, şehvet.



Kendi yeteneğine ait bu gerçekleri keşfeden Nicholai artık bu konudan uzaklaşıp tekrar çalışmalarına döndü ve bildiği dilleri canlı tutma çabasına gömüldü. Cezaevinde bulunduğu sürece bu yeteneklerin kendisine bir oyundan fazla yararlı olmayacağını biliyordu. İle-riki yıllarda «yakınlık algılamasının hem kendisine dünya çapında bir mağara kâşifi olarak ün sağlayacağını, hem de uluslararası teröristlerin profesyonel avcısı mesleğinde en önemli silâh sayılacağını bilmesine şimdilik olanak yoktu tabii.

206


iki

SABAKI


WASHINGTON

Bay Diamond masanın üstündeki ekrana yansıyan yazılardan başını kaldırıp Başyardımcıya seslendi. «Tamam, burada kes, biraz ileriden tekrar al. Bize cezaevinden çıktıktan bugüne kadar Hel'in teröristlerle çatışma eylemlerini şöyle bir tara.

«Peki efendim. Yeniden kurmak bir dakika ancak sürer.»

Şişko'nun yardımı ve Başyardımcının duyarlı yönetimi sayesinde Diamond konuklarına Nicholai-Hel'in yaşamını tutukluluk döneminin ortalarına kadar oldukça kapsamlı şekilde vermeyi başarmıştı. Arada gerektikçe bazı açıklamaları kendi belleğinden ekliyordu. Bu bilgileri onlarla paylaşması tam yirmi iki dakika sürmüştü, çünkü Şişko'nun belleğinde yalnızca olaylar ve gerçekler vardı. Nedenler, duygular, ihtiraslar, idealler, onun yapısına aykırı şeylerdi.

Bu yirmi iki dakika boyunca Darryl Starr beyaz plastik koltuğuna yayılıp oturmuş, durmadan puro özlemi çektiği halde, çıkarıp yakmaya cesaret edememişti. Bu guuk âşığı herifin hayatını bana anlatmaları, herhalde Roma'da işleri berbat edip kızı elimden kaçırışımın cezası olmalı, diye düşünüyordu. Zevahiri kurtarmak için yüzüne sıkkın bir kayıtsızlık ifadesi yerleştirmeye çabalıyor, arasıra gürültülü biçimde içini çekiyordu. Ama küçük bir öğrenci gibi cezalandırılmaktan öte canını sıkan bir şey daha vardı. Diamond'un bu Nic-

Şibumi


209/14

holai Hel'e karşı duyduğu ilginin profesyonellik sınırlarını biraz aştığını hissediyordu Starr. Bunda kişisel bir şey vardı. Ve Starr'ın CIA siperlerinde yıllar yılı edindiği tecrübe, eldeki işi kişisel duygularla karıştırmanın hiç de iyi bir şey olmadığını kulağına fısıldayıp duruyordu.

Önemli bir adamın yeğeni ve CIA'nm şiddet stajyeri olan FKÖ'-nün keçi çobanı ise başlangıçta ekrana yansıyan bilgilere, en büyük dikkat pozuna girerek bakmış, fakat kısa zamanda dikkati Bayan Swiven'in pembe baldırlarına dönmüş, ikide bir kendi kendine sırıtıp duruyordu.

Muavin her yeni bilgi verildikçe hafifçe kafasını sallıyor, CIA'nm bunu zaten bildiği izlenimini yaratmak istiyordu. Oysa aslında CIA'nm Şişko'dan bilgi alma yetkisi yoktu. Ana Şirketin bilgisayar sistemi ise, CIA'nm ve NSA'nm teyp bankalarında ne var ne yoksa çoktan yalayıp yutmuştu.

Bay Able'a gelince, o az bir sıkıntıyla karışık terbiye kisvesini '¦ bozmuyordu. Aslında Hel'in biyografisindeki bazı notlar onu gerçekten ilgilendirmişti. Özellikle mistisizme ve yakınlık algılamasına ilişkin bölümler. Bu kibar adamın gizli güçlere, büyülere, sezgilere ilgi duyduğu ortadaydı. Zaten bu ilgileri, cinsel eğilimlerinin karmaşıklığında kendini gösteriyordu.

Bitişikteki makine odasında kısa bir zil sesi duyuldu. Bayan Swiven yerinden kalkıp Nicholai Hel'in hazırlanmış bulunan resimlerini getirmeye gitti.

Konferans salonunda bir an Başyardımcının konsolundan çıkan çıtırtılar dışında hiçbir ses duyulmadı. Bay Diamond bir sigara yaktı (kendine günde dört sigara içme izni veriyordu). Sonra-başını pencereden dışarı çevirip, projektörlerle aydınlatılmış Washington anıtını seyretmeye koyuldu. Bir yandan parmağının eklemiyle dudağına tıp tıp vurup duruyordu.

Bay Able yüksek sesle içini çekti, pantolonunun kat yerini sıvazlayıp düzeltti ve kolundaki saata baktı. «Umarım daha çok uzamaz,» dedi. «Bu akşam için planlarım var.» Senatörün oğlunun hayali gözünün önünden gitmek bilmiyordu.

210

Diamond, «Alı, işte geldi,» diyerek Bayan Swiven'in uzattığı resimleri alıp şöyle bir taradı. «Bunlar tarih sırasına göre dizilmiş,» diye açıkladı. «Birincisi Sphinx/FE'de işe başladığı zaman çekilen kimlik fotoğrafının büyütülmüşü.»



Fotoğrafı Bay Able'a uzattı, o da alıp, fazla büyütülmekten netliği bulutlanmış olan surata dikkatle baktı. «İlginç bir yüz,» dedi. «Gururlu. Güzel. Ciddi.»

Sonra resmi Muavin'e doğru itti. Muavin şöyle bir göz atıp zaten adamı tanıdığı izlenimini yarattıktan sonra resmi Darryl Starr'a verdi.

«Vay bee!» dedi Starr. «Çocuk gibi duruyor! On beş on altı var yok!»

«Görünüşü aldatıcı,» diye açıklama yaptı Diamond, «Bu resim çekildiğinde yirmi üç yaşında falan olmalı. Genç görünmek ailede ir-sî. Şu anda Hel elliyle elli üç arasında bir yaşta olmalı ama, söylediklerine göre otuzların ortasında gibi gösteriyormuş.

Filistinli keçi çobanı resme uzandı ama resim tekrar Bay Able'a verilmişti. Adam resme ikinci kez baktı ve sordu. «Gözlerinde ne var? Garip görünüyor. Sanki yapay gibi.»

Siyap beyaz fotoğrafla bile gözlerde doğa dışı bir saydamlık vardı. Sanki oraya yeterli ışık gelmemiş gibi.

«Evet.» dedi Diamond. «Gözleri garip. Çok değişik bir yeşil. Eski, antik camlar gibi bir yeşil. Onu tanımak için en belirgin işaret de bu.»

Bay Able, Diamond'a dönüp dikkatle baktı. «Sen bu adamla şahsen karşılaştın mı?»

«Ben... onunla yıllardan beri ilgileniyorum,» diye kaçamak bir cevap verdi Diamond. Ve sonra hemen ikinci resmi uzattı.

Bay Able ikinci resme bakınca yüzü buruştu. Bunun aynı adam olduğuna inanmaya olanak yoktu. Burnu kırılmış sol tarafa yatmıştı Sağ yanağında şiş bir yara izi, alnında çapraz uzanan ikinci bir yara izi görülüyor, bu ikincisi kaşını da ikiye bölüyordu. Alt dudağı şiş ve yarıktı. Sol elmacık kemiğinin hemen altında da bir yumru görülüyordu. Gözler kapalı, yüz dinlenme halindeydi.

211

Bay Able resme dokunmaya dayanamıyormuş gibi aceleyle Muavine doğru itti. Filistinli elini uzattıysa da resim oradan Starr'a verildi. «Vay canına!» dedi Starr. «Herif marşandiz treniyle boks maçı yapmış gibi!»



Diamond gene açıkladı. «Orada gördüğünüz, ordu istihbarat bölümünün yaptığı bir sorgunun sonuçlan. Fotoğraf dayaktan üç yü sonra çekilmiş. Hasta, estetik ameliyat olmak üzere bayıltılmış durumdayken. İşte bu da ameliyattan bir hafta sonraki hali.»

- Yüz, yeni geçmiş ameliyatın etkisiyle hâlâ şişti ama, bütün arızalar ortadan kaldırılmış, cildin hafif gerilmesi sonucu zaten pek az olan yaş belirtileri de büsbütün silinmişti. Bay Able sordu. «O sıra kaç yaşındaydı?» «Yirmi dörtle yirmi yedi arasında.» «İnanılmaz şey. İlk resimden bile daha genç duruyor.» Resim önünden hızla geçerken Filistinli görebilmek için başını boynunun üstünde ters çevirmeye çabaladı.

«Bunlar pasaport resimlerinin büyütülmüşleri. Kosta Rika pasaportundaki, estetik ameliyatından az sonra çekilmiş, Fransız pasaportundaki ise ondan bir yıl sonra. Bir de Arnavutluk pasaportu olduğunu sanıyoruz ama elimizde onun kopyası yok.»

Bay Able bu resimlere de hızla baktı. Bütün pasaport resimleri gibi bunlar da fazla ışıkta çekilmiş, kalitesiz resimlerdi. Ama bir nokta Bay Able'in dikkatini çekti. Fransız pasaportunun resmine tekrar baktı.

«Bunun aynı adam olduğundan emin misin?» Diamond resmi alıp tekrar göz attı. «Evet, bu Hel.» «Ama gözleri...»

«Ne demek istediğini anlıyorum. Gözlerinin rengi hangi kılığa girerse girsin tanınmasına yol açacağı için elinde birkaç çift numarasız göz merceği var. Ortaları renksiz, irisleri renkli.»

«Demek ne renk göz isterse o renk göz kullanıyor. İlginç.» «Evet, Hel'in kurnazlığı deha düzeyindedir.» OPEC temsilcisi gülümsedi. «İkinci defadır ki sesinde hayranlık gölgesi seziyorum,» dedi.

212


Diamond ona soğuk soğuk bakarak, «Yanılıyorsun,» diye karşılık verdi.

«Öyle mi? Anlıyorum. Bunlar, deha sahibi, ama hayranlık çekmeyen Bay Hel'in son resimleri mi?»

Diamond elindeki geri kalan fotoğrafları konferans masasının üzerine iskambil gibi fırlattı. «Dolu resim var,» dedi. «Hepsi de CIA'-nın üstün yeteneğinin tipik örnekleri.»

Muavinin kaşları, sanki kendisini çarmıha geriyorlarmış gibi havalandı. Bay Able resimleri elden geçirirken kaşları şaşkınlıkla çatıl-mıştı. Sonra hepsini tomarıyla Starr'ın önüne doğru itti.

Filistinli o sıra yerinden fırladı, elini gümm diye fotoğraf destesinin üzerine şaplattı ve herkes onun bu kabalığına şaşkınlıkla bakarken dönüp sırıttı. Resimleri önüne çekti dikkatle bakmaya başladı.

«Anlayamıyorum,» dedi birden. «Ne bu böyle?»

Resimlerin hepsinde, orta yerde bulunan ve resmi çekilen adamın silueti bulanıktı. Çeşitli yerlerde çekilmişti resimler. Sokak kahvelerinde, kent caddelerinde, deniz kenarında, maçlarda, havaalanlarında... hepsinin de telefoto mercekleriyle, uzaktan çekildiği belliydi. Ama resmi çekilen adamı tanımak hiçbirinde mümkün değildi. Çünkü adam tam deklanşöre basıldığı anda hareket etmişti.

Keçi çobanı, «Bunu hiç anlayamadım,» diye itiraf etti. Sanki anlamamasında şaşılacak bir şey varmış gibi davranıyordu. «Bu benim anlayış kapasitemin... anlayamadığı bir şey.»

Diamond açıkladı. «Görünüşe göre Hel'in resmini çekmek, kendi istemedikçe, olanak dışı. Oysa CIA'nm kendisini izlemesinden, faaliyetlerini kayda geçirmesinden pek rahatsız olmuyormuş gibi davranıyor.»

Bay Able, «O halde neden her resmi böyle mahvediyor?» diye sordu.

«Kazayla. Bu onun yakınlık algılama duygusuyla ilgili. Üzerine bir konsantrasyon yöneltildiğini farkediyor. Herhalde bir fotoğraf makinesinin merceğiyle izlenmek, dürbünlü tüfekle izlemek gibi bir his olmalı. Tam deklanşöre basılacağı anda, sanki tetik çekiliyormuş gibi hissediyor.»

213


1

«Ve tabii resim çekilirken eğiliyor,» diye bir eklemede bulundu bay Able. «Şaşılacak şey. Gerçekten şaşılacak şey.»

Diamond buz gibi bir sesle sordu. «Bu sezdiğim şey hayranlık mı?» Bay Able gülümsedi, tuşu kabul edercesine eliyle bir işaret yaptı. «Bir sorum var, dedi. «Hel'in böyle vahşicesine sorguya çekilmesi olayında karşımıza çıkan binbaşının adı Diamond'du. Sizin ülkenizde insanlann soyadı olarak değerli taşların ve madenlerin adlarına özel bir ilgi gösterdiğini biliyorum. Ticaret dünyası Pearl'lerle(*), Ruby'lerle(**), Gold'larla(***) dolu ama gene de buradaki isim benzerliği beni tedirgin ediyor. Ne de olsa rastlantı dediğiniz şey kaderin bir numaralı silâhıdır.»

Diamond bir yandan resimleri desteleyip hizalamak için yanlarını masaya vururken, önemsiz bir şeymiş gibi konuştu: «Adı geçen Binbaşı Diamond benim ağabeyimdi.» «Anlıyorum,» dedi Bay Able.

Darryl Starr, Diamond'a doğru tedirgin bir bakış fırlattı. Kişisel duygulara ilişkin kaygıları kesinleşmiş bulunuyordu.

Başyardımcının sesi duyuldu. «Efendim! Hel'in terörist avcılı-ğıyla ilgili veriler hazır.»

«Pekâlâ. Masaya yansıt. Yalnızca yüzeysel bilgi. Ayrıntı istemem. Bu baylara karşımıza çıkanın ne tür bir şey olduğu hakkında fikir vermek istiyorum.»

Gerçi Diamond yüzeysel bilgi istemişti ama, masaya ilk yansıyan madde o kadar fazla yüzeyseldi ki, aradaki boşluğu kendi doldurmak gereğini duydu ve bir açıklama yaptı. «Hel'in ilk eylemi aslında pek teröristlere karşı sayılmaz. Gördüğünüz gibi ona verilen ilk iş, Komünistlerin Çin'in kontrolünü ele geçirmesinden pek az sonra, Pekin'e gelen Sovyet Ticaret Heyeti'nin başkanını öldürmek. Operasyon öylesine saman altı bir işti ki, buna ait bantlar daha Ana Şirket Şişko için CIA'nın bilgilerini alamadan önce silinmiş gitmişti. Aslında durum şu. Amerikan istihbaratı, Sovyetlerle Çin'lüerin ya-

(*) İnci (**) Yakut (-**) Altın

214


lunlaşmasından oldukça kaygılanıyordu. Gerçi bu iki ulus arasında pek çok anlaşmazlık da yok değildi. Sınır sorunları, ideoloji sorunları, endüstri gelişimindeki eşitsizlik, ırksal güvensizlik gibi. Bunlara dayanarak akla bir plan geldi. Bu temel anlaşmazlıkları kullanarak ülkelerin fazla yakınlaşmasına engel olabilirlerdi. Pekin'e bir ajan gönderip Sovyet Heyetinin Başkanını öldürmeyi, ve sanki bunun için gerekli emirleri Moskova vermiş gibi bir görünüm yaratmayı akıl ettiler. Çinliler bu durumda, Rusların görüşmeleri kösteklemek için kendi adamlarından birini feda ettiklerini düşüneceklerdi. Ruslar kendilerinin böyle bir şey yapmadıklarım bildiklerinden, cinayeti aynı amaçla Çinlilerin işlediğine inanacaklardı. Çinliler, işin Moskova'da planladığını kanıtlayan, bizim ajanın bıraktığı belgeleri ortaya çıkarınca, Ruslar onları kendilerini kurtarmak için sahte belge hazırlamakla suçlayacaklardı. Çinliler de bunu yapmamış oldukları için, bütün olayın bir Rus planı olduğuna iyice inanacaklardı.

«Bu planın çok başarılı olduğu, iki ülke arasındaki ilişkilerin hâlâ düzelememiş olmasından da belli. Birbirlerine sürekli güvensizlik ve düşmanlık duyuyorlar ve Batı dünyası da onların birini diğerine karşı kullanarak ürküntü verici bir ittifakı önlemeyi başarıyor.

«Fakat planın tek güç yanı, bunu yapabilecek ajanın buluna-bilmesiydi. Öyle biri gerekliydi ki, Çin'den geçerken kuşku çekmeyecek kadar Çince bilecek, gerektiğinde kendini Rus diye yuttu-rabilecek... ayrıca başarılması için çok az bir umut olan böyle bir işi kabul edecek. İş bittikten sonra kurtulma umudunun hemen hemen sıfır olduğunu da bilerek. Hem çok zeki, hem çok dil bilen, eğitilmiş bir katil gerekliydi. Yüzde bir bile kurtulma umudu bulunmayan bir işi kabul edecek kadar da çaresiz durumda olmalıydı.

«CIA hemen geniş kapsamlı bir tarama yaptı, ve sözünü geçirebileceği, yani kontrolü altında tuttuğu kişiler arasında yalnızca bir tek adamın bu niteliklere sahip olduğunu gördü...»

215

oo

JAPONYA



Sonbaharın başlarıydı. Hel'in Sugamo cezaevinde geçireceği dördüncü sonbahar olacaktı bu. Kendi yaptığı masa/yatak karmasının başına diz çökmüş, Bask gramerinin girift bir sorunu üzerinde çalışıyordu ki ensesindeki saçların kökünde bir karıncalanma hissetti. Başını kaldırıp, algıladığı bu şeyin ne olduğunu düşündü. Yaklaşan insanın titreşimleri kendisine yabancıydı. Kapıda bir ses oldu, derken kapı açıldı. Alnında üçgen biçiminde bir yara izi olan, Nicho-lai'nin daha önce hiç görmediği bir gardiyan içeriye girip ona gülümsedi.

«Lütfen benimle gelin.»

Hel kaşlarını çattı. Sizli bizli konuşma! Bir gardiyandan bir tutukluya saygı? Notlarını dikkatle toplayıp sıraya koydu, kitabını kapadı ve ayağa kalktı. Kendi kendini sakin ve dikkatli olmak üzere uyarıyordu. Düzenin böyle beklenmedik şekilde bozulmasında bir umut olabileceği gibi bir tehlike de olabilirdi. Gardiyanın önü sıra hücreden çıktı.

«Bay Hel? Tanıştığımıza çok memnun oldum.» Ziyaret odasına girdiklerinde masanın başında oturan nazik adam Nicholai'nin elini sıkmak üzere ayağa kalkmıştı. Adamın üstüne oturmuş elbisesi ve dar kravatı ile, Hel'in bol cezaevi üniforması arasındaki fark ne kadar büyükse, ikisinin fiziksel görünümü ve ruhsal yapısı arasındaki fark da öylesine büyüktü. CIA ajanı, sağlam ve atletik yapılıydı. İnsanları ilk adıyla çağırmaya diziyle dürtmeye eğilimli Amerikalı satıcı tipini temsil ediyordu. Hel ise ince ve tel kadar dayanıklıydı. İçine kapanık, herkesten uzaktı. Herkesle kolayca yakınlık kurabilmesiyle ünlü olan ajan, kelimelerin ve mantığın adamıydı. Hel ise anlamların , özellikle gizli anlamların insanıydı. Apayrı iki insan.


Yüklə 1,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   13   14   15   16   17   18   19   20   ...   33




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin