Ajan başıyla gardiyana bir işaret yaptı ve onun çıkmasını sağladı. Hel sandalyenin ucuna oturdu. Üç yıldan beri madenî yatağından ¦ başka bir yere oturmadığı için arkasına yaslanıp rahatlama alışkanh-1
216
ğını kaybetmişti. Bunca zamandır kendisine sosyal bir söz söylenmediği içinde ajanın konuşmalarını, tedirgin edici değilse bile, en azından yersiz buldu.
Ajan halkla ilişkilerde çok yararını gördüğü o içten gülümseme-siyle, «Biraz çay getirmelerini söyledim,» diyordu. «Bu Japonların da hakkını teslim etmek gerek doğrusu. İyi çay yapıyorlar.» Kendi esprisine güldü.
Nicholai hiç konuşmadan ona bakıyordu. Amerikalının kendi yara dolu yüzünü görünce sarsılması onu eğlendirmişti. Adam önce elinde olmadan gözlerini kaçırmış, sonradan kendini alıştırıp sanki etkilenmiyormuş gibi bakabilmeye başlamıştı.
«Çok formda görünüyorsunuz, Bay Hel. Fiziksel hareketsizlik belirtileri göstereceğinizi sanmıştım. Tabiî sizin bir avantajınız var, fazla yemiyorsunuz. Bir çoğumuz çok fazla yiyoruz bence. İnsan vücudu bizim ona verdiğimizden çok daha az yiyecekle rahat edebiliyor. Her tarafımıza yiyecekler tıkıyoruz sanki. Sizce de öyle değil mi? Ah, işte çayımız da geldi.»
Gardiyan elindeki tepside ağır bir çaydanlık ve iki kulpsuz Japon fincanıyla girdi. Çayı bardaklara sarsak hareketlerle, evcil bir ayıymış gibi boşalttı. Sanki zerafetten nasibi olmamak erkekliğin ka-nıtıymış gibi. Hel uzatılan fincanı aldı ama içmedi.
«Şerefe,» dedi ajan. İlk yudumu aldı, başını iki yana sallayarak güldü. «Galiba çay içerken şerefe denmezdi. Ne denirdi?»
Hel elindeki fincanı masanın üstüne bıraktı. «Benden ne istiyorsunuz?» diye sordu.
Teke tek ikna ve küçük grup yönetimine özellikle eğitilmiş olan ajan, Hel'in ses tonunda bir soğukluk sezer gibi oldu ve hemen eğitiminin gösterdiği ikinci yola döndü. «Galiba haklısınız. Ana konuya hemen girmekte yarar var. Bakın, Bay Hel, sizin durumunuzu inceledim. Bana sorarsanız size biraz haksızlık olmuş. Yani kişisel düşüncem öyle.»
Hel gözlerinin, karşısındaki adamın açık ifadeli yüzünde duralamasına izin verdi. Uzanıp bu surata bir yumruk atma güdüsünü frenleyerek bakışlarını yere indirdi. «Demek kişisel fikriniz böyle!» dedi.
217
Ajan artık yüzündeki gülümsemeyi katlayıp bir kenara kaldırdı. Sözü daha fazla dolaştırmanın anlamı yoktu. Doğruyu söyleyecekti. İkna kurslarında kendisine ezberletilen bir ilke vardı: Doğruyu yabana atmayın, iyi kullanıldığında çok etkili bir silâhtır. Ama unutmayın ki silâhlar çok kullanılırlarsa yalama olurlar.
İçten, ilgili bir tavırla öne doğru eğildi. «Sanırım sizi buradan çıkarabilirim. Bay Hel.»
«Bana neye mal olacak?»
«Önemi var mı?»
Hel bir an düşündü. «Var,» dedi.
«Pekâlâ. Yapılacak bir işimiz var. Siz bunu yapabilecek yetenektesiniz. Karşılığını özgürlüğünüzle ödeyeceğiz.»
«Özgürlüğüm zaten var. Siz herhalde serbestlikle ödeyeceksiniz.»
«Her neyse.»
«Ne tür serbestlik öneriyorsunuz?»
«Ne?»
«Ne yapmakta serbest olacağım?»
«Bu sözünüzü anlamadım. Serbestlik işte. Özgürlük. Ne isterseniz yapabilir, nereye isterseniz gidebilirsiniz.»
«Şimdi anlıyorum. Bana bir vatandaşlık ve oldukça yüklü bir para öneriyorsunuz yani.»
«Şeyy... hayır. Demek istediğim... Bakın. Ben size özgürlüğünüzü vermeye yetkiliyim. Ama paradan veya vatandaşlıktan söz eden olmadı.»
«Sizi doğru anladığımdan emin olmak istiyorum. Sizin bana önerdiğiniz serbestlik, Japonya'da başıboş dolaşmak, her an tutuklanma tehlikesiyle yüzyüze kalmak, hiçbir ülkenin vatandaşı olmadan yaşamak, ve para gerektirmeyen her yere gidebilmek ve her şeyi yapabilmek... Doğru mu?»
Ajanın rahatsızlığı Hel'in hoşuna gidiyordu. «Şeyy... benim demek istediğim, para ve vatandaşlık konularının görüşülmemiş olduğu.»
«Anlıyorum.» dedi Hel. «O halde önerinizin ayrıntılarını saptadıktan sonra gelseniz daha iyi olur.»
218
f
:
«Hayır. Çok güç bir iş olduğunu biliyorum. Çok da tehlikeli. Herhalde cinayetle de ilgili. Öyle olmasa buraya gelmezdiniz.»
«Yo, ben pek cinayet demezdim, Bay Hel. O kelimeyi kullanmak istemezdim. Daha çok... vatanı için savaşırken bir düşmanı öldüren askerin yaptığı işe benziyor.»
«Ben de öyle dedim işte: Cinayet.»
«Öyle olsun bakalım.»
«Olsun. İyi günler.»
Geçirdiği bütün ikna eğitimi yönetmeyi amaçladığı halde, ajanın içinde kendisinin yönetildiği duygusu belirmişti. Doğal bir savunma olarak iyi adam rolüne döndü. «Pekâlâ Bay Hel. Üstlerimle konuşur, sizin için neler yapabileceğime bakarım. Bu işe ben sizden yanayım, biliyorsunuz. Hey, size kendimi tanıtmayı unuttum. Özür dilerim.»
«Zahmet etmeyin. Kim olduğunuz beni ilgilendirmiyor.»
«Olabilir. Ama öğüdümü dinlerseniz, Bay Hel, bu şansı kaçırmayın.
Fırsat insanın kapısını iki kere çalmaz, bilirsiniz.»
«Derin bir gözlem. Siz mi buldunuz?»
«Yarın görüşürüz.»
«Olur. Lütfen gardiyana söyleyin, hücremin kapısına iki kere vursun. Onu 'fırsatla karıştırmak istemem.»
Dai İchi Binasının bodrumundaki CIA merkezinde Hel'in istekleri görüşüldü. Vatandaşlık konusu kolaydı. Amerikan vatandaşlığı değil tabii. Bu yüksek onur, ancak batıya kaçan Sovyet dans sanatçılarına ayrılmıştı. Ama Hel'e de Panama'nın, Nikaragua'nın ya da Kosta Rika'nm vatandaşlığı verilebilirdi. CIA kontrolündeki yerlerden herhangi birinin. O ülkeye biraz bahşiş vermeyi gerektirecekti tabii ama, yapılamayacak bir şey değildi.
Para verilmesi konusuna ise pek hevesli değildiler. Esnek bütçelerinde tasarrufa gerek olduğu için değil. Paranın boşu boşuna ziyan olmasını içleri götürmediği için. Ziyan olacağı kesindi. Çünkü Hel'in bu işten sağ salim dönme olasılığı matematiksel hesaplara göre pek
219
zayıftı. İkinci bir masraf kapısı da Hel'in estetik ameliyat olmak için Amerika'ya götürülmesinden doğacaktı. Adamın böyle hatırdan çıkmayacak bir suratla Pekin'e kadar varabilmesi düşünülecek şey değildi. Ama sonunda gene de karar verdiler. Başka çareleri yoktu. Bilgisayar onlara bu işi yapabilecek bir tek kişi göstermişti.
Pekâlâ, Kosta Rika vatandaşlığı ve yüzbin verelim.
İkinci madde neydi?...
Ama ertesi sabah ziyaret odasında buluştuklarında Amerikalı ajan, Hel'in yeni bir isteği daha olduğunu öğrendi. İşi kabul etmesi, ancak CIA onu sorguya çeken üç kişinin şimdiki adreslerini verirse mümkün olacaktı. Doktorun, çavuşun ve Binbaşı Diamond'un.
«Ama bir dakika, Bay Hel,» dedi ajan. «Böyle bir şeyi onaylata-mayız. CIA kendi adamlarını korur. Onları size öyle tabak içinde su-nuyormuş gibi teslim etmez. Mantıklı olun. Geçmişe mazi derler. Kabul mü?»
Hel yerinden kalktı ve gardiyana kendisini hücresine götürmesi- j
ni söyledi.
Temiz yüzlü genç Amerikalı içini çekti, başını salladı ve «Peki,> dedi. «Merkezi arayıp onay alayım. Tamam mı?»
WASHINGTON
«... ve herhalde Bay Hel buk işte başarılı oldu.» dedi Bay Able. «Yoksa burada onu konuşuyor olmazdık.»
Diamond, «Doğru,» diye onayladı. «Ayrıntıları bilmiyoruz ama, Çin'e sokulduktan dört ay kadar sonra, Çin-Hindi'nin Fransız bölümünde görüldüğüne dair haberler duyduk. Durumu kötüydü. Birkaç ay Saygon'daki hastanede yattı... sonra bir süre gözümüzden kay-
220
boldu ve derken ortaya parayla iş gören bir terörist avcısı olarak çıktı. Terörist gruplara ve kişilere karşı girişilen öldürme eylemleriyle ilişkisine ait elimizde sonu gelmez bir liste var. Genellikle hükümetler hesabına çalışıyor, onu hükümetlere bağlı istihbarat örgütleri angaje ediyordu.» Başyardımcıya seslendi. «Bu eylemleri hızlı tempoda sırala.»
Nicholai Hel'in bin dokuz yüz ellilerin başından yetmişlerin ortalarına kadar ki iş hayatının özeti olarak masaya peşpeşe terörist öldürme eylemlerinin yüzeysel ayrıntıları yansımaya başladı. Ara sıra masa başmdakilerden biri ya da öteki bir olayın bir süre dondurulmasını istiyor, üzerinde konuşuyorlardı.
Darryl Starr bir ara, «Ulu Tanrım!» diye homurdandı. «Bu herif her iki taraf hesabına da çalışabiliyor. Amerika'da hem Weather-men'i hem üç K'ları haklamış. İrlanda'da hem kuzey hem güney hesabına adam öldürmüş. Görünüşe göre, ona iş vermeyen hiç kimse kalmamış. Yo, kalanlar var. Araplar, Cuntacı Yunanlılar, İspanyollar, bir de Arjantinliler. Silâh olarak kullandığı şeylere de dikkat ettiniz mi? Normal tüfek ve sinir gazlan bir yana, garip garip silâhlar sayı-yar Şişko. Cep tarağı, limonata sazı, katlanmış bir kâğıt, kapı anahtarı, elektrik ampulü... Dikkat etmeseniz bu herif sizi kendi ...nızla bile boğar yahu!»
«Evet.» dedi Diamond. «Bu onun Çıplak Elle Öldürme eğitiminin sonucu. Tahminlere göre normal döşenmiş bir salonda Nicholai Hel için aşağı yukarı iki yüzü aşkın öldürücü silâh bulunuyormuş.»
Starr başını sallayıp gürültülü bir soluk aldı. «Böyle birini haklamak tabanca kurşunuyla tırnak kesmekten bile güç.»
Bay Able bu benzetmenin yaratabileceği sahneyi gözümün önüne getirence yüzü soldu.
Filistinli keçi çobanı başını sallayıp tısladı. «Hizmetlerine bu kadar yüksek para almasını aklım almıyor. Benim ülkemde insan hayatı birkaç dolarla ölçülür. Durun bakayım... Amerikan parasına çevrilince iki dolar otuz beş sent yeter de artar bile.»
Diamond ona yorgun yorgun baktı. «Senin yurttaşlarından biri için de o para iyidir zaten. Hükümetlerin teröristleri öldürtmek için
221
Hel'e bu kadar para vermelerinin nedeni, terörün en ucuz savaş türü olmasından. Bu ülkenin her vatandaşını, evinde, sokakta, arabasında yapılacak saldırılardan korumak, hükümete kaça patlardı bir düşünsenize. Teröristlerin kaçırdığı bir insanı aramak bile milyonlarca dolara maloluyor. Böyle tehlikeli tipleri birkaç yüz bin dolar karşılığında ortadan kaldırtmak beri yandan, hükümete karşı olacak propagandayı ve duruşma rezaletini de önlemek oldukça iyi bir pazarlık.» Diamond Başyardımcıya döndü. «Hel'in bir cinayet için aldığı ortalama buydu, değil mi?» diye sordu.
Başyardımcı bu basit soruyu Şişko'ya iletti. «Çeyrek milyon doların biraz üstünde, efendim. Dolara çevrilmiş değer olarak böyle. Galiba 1963'den bu yana Amerikan doları kabul etmiyormuş.»
Bay Able kıkır kıkır güldü. «Zeki adam,» dedi. «İnsan doları eline alır almaz bankaya koşup gerçek bir parayla değiştirse bile, aradan geçen birkaç saniye, paranın erozyona uğramasına yeter.»
Başyadımcı devam etti. «Tabii bu ortalama biraz düşük gözüküyor. Normal fiyatlara bakılsa daha iyi fikir edinilir.»
Muavin, «O neden» diye sordu. Sonunda söyleyecek bir kelime bulmuş olmaktan memnundu.
«Görünüşe göre bazen parasız işler de kabul ediyormuş.» «Yaaa!» dedi Bay Able. «Buna şaştım. İşgal kuvvetlerinin elinde çektiklerinden sonra, üstelik rahat bir hayat sürme isteği de buna eklenince, en yüksek parayı verenin hesabına çalışacağını sanırdım.»
Diamond. «Pek öyle değil.» diye düzeltti. «1967'den bu yana bazı Yahudi militan grupların işlerini parasız üstlenmiş. Bunun nedeni, bir avuç insanın çok kalabalık gruplara karşı koyma savaşına duyduğu sapık hayranlığa dayanıyor.»
«Bay Able'in yüzünde incecik bir gülümseme belirdi. Diamond devam etti. «Başta örnekler de var. ETA-6 için, yani Bask Ulusal Örgütü için de bazı parasız işler yapmış. Buna karşılık onlar da Hel'i ve dağlardaki şatosunu koruyorlar. Bu koruma da çok etkili bir koruma. Ona dikkatinizi çekerim. Hel'in yaptıklarının öcünü almak üzere o dağlara giden üç ayrı kişiden hiçbiri bir daha geri
222
dönmedi. Hel ayrıca arada bir kendiliğinden birtakım görevler de yükleniyor. Bazı terörist grupların eylemlerine karşı duyduğu tiksinti sonucu. Bir süre önce böyle bir şeyi Batı Alman Hükümeti hesabına yaptı. O olayı göstersene, Llewellyn.»
Masanın çevresinde oturanlar Hel'in bir Alman kent gerilla örgütüne nasıl sızdığını, ve bunun sonucunda nasıl örgüte admı veren adamın tutuklanmasına ve bir kadının ölmesine yol açtığını incelediler.
Bay Able ürküntü dolu bir sesle, «O olaya da mı karışmış?» diye sordu.
Starr, «Güç işti o,» diye kabullendi. «Dalga da geçmiyorum.»
Diamond, «Gene de bir tek iş için en yüksek fiyatı ödeyen, Amerika oldu,» dedi. «Ve garip olan taraf da, faturayı ödeyenin özel bir kişi olması. Onu da göster, Llewellyn.»
«O hangisi efendim?»
«Los Angeles. Mayıs 1974.»
Yazılar ekrana geldiğinde Diamond anlatmaya başladı. «Bunu hatırlayacaksınız. Kendilerine Simbiyotik Maoist Falanj diyen bir grup kent serserisinden kurulu bir çeteydi. İçlerinden beş kişi bir eve kıstırılıp üç yüz elli polis, FBI ajanı ve CIA danışmanı tarafından kuşatıldı ve bir saat boyunca eve kurşun yağdırıldıydı.»
«Hel'in bununla ilgisi ne?» deyiverdi Starr.
«Önceden bir özel kişi onu gerillaları bulmak ve ortadan kaldırmak üzere angaje etmişti. Plana göre Polise ve FBI'ye haber verilecek, onlar olay yerine iş bittikten sonra geleceklerdi. Yani içerdeki adamlar ölmüş olacak, polisler de hem alkışı toplayacak, hem sorumluluğu üstleneceklerdi. Ama Hel'in şansı yaver gitmediği için polisler kararlaştırılan saatten yarım saat önce bastırdı. Onlar evi kuşatıp ateş açtığında Hel de içerdeydi. Yalnız kurşun değil, gaz bombalarıyla yangı bombaları da kullanılıyordu. Hel bu arada evin tabanını söküp yer altında bir deliğe saklanmak, çevresi yanarken orada beklemek zorunda kaldı. Son dakikanın kargaşalığı içinde, eve giren görevlilerin arasına karışmayı da başardı. Anlaşıldığına göre o da görevlilerin kılığındaymış. Komple üniformayla.»
223
Bay Able, «Ama hatırladığıma göre o olayda evden dışarıya ateş edildiği de yazılmıştı,» dedi.
«Öyle yayınladık. Allahtan kimsenin aklına soru sormak gelmedi. Evde iki makineli tüfek ve bir yığın tabancayla çifte bulunduğu halde, bir saatlik mücadelenin sonunda nasıl olup da 350 polisten bir tekinin bile burnunun kanamadığı kimsenin dikkatini çekmedi. Seyirciler de az değildi.»
«Ama hatırladığıma göre duvarlarda içerden atılmış kurşunların açtığı delikler vardı. Resimleri yayınlanmıştı.»
«Elbette. Bir evi üç yüz elli serdengeçtiyle kuşatıp bir saat boyunca ateşe tutarsan, kurşunların bazıları da bir camdan girip öteki duvardan çıkacaktır.
Bay Able güldü. «Yani polisle FBI kendi kendilerine mi ateş edip durdular?»
Diamond omuz silkti. «Yılda yirmi bin dolar maaşla kimi çalıştıracaktık? Dahîleri mi?»
Muavin artık kendi örgütünü savunma zamanının geldiğine karar verdi. «CIA'nın bu olayda yalnızca danışman olarak bulunduğunu sizlere hatırlatmak isterim,» dedi. «Yasalar yurt içinde silâhlı işlere karışmamızı yasaklıyor bir kere.»
Herkes sessizce ona baktı. Sonunda Bay Able sessizliği bozdu. Dönüp Diamond'a bir soru sordu. «Peki bu özel kişi, işi Hel'e yaptırmak için neden masrafa giriyor? Polis bu kadar istekli ve hevesli olduğu halde?» «Polis adamları tutuklayabilirdi. Tutuklananlar da duruşmada konuşabilirdi.»
«Haa, anlıyorum.»
Diamond Başyardımcıya döndü. «Kaldığımız yerden al, Hel'in bundan sonraki eylemlerini de şöyle bir geç.»
Eylemler masanın üstünde büyük bir hızla birbirini izlemeye başladı. San, Sebastian, parayı veren ETA-6 Berlin, parayı veren Alman Hükümeti - Kahire, parayı veren bilinmiyor - Belfast, parayı veren IRA - Belfast, parayı veren UDA - Belfast, parayı veren İngiliz Hükümeti - vb... vb... Derken raporun sonu geldi.
«İki yıl önce iş bırakıp emekli oldu,» dedi Diamond.
224
«Eh, mademki emekli olmuş...» Bay Able iki avucunu yukarı doğru açmıştı. Ne diye bu kadar kaygılandıklarını sorar hali vardı.
«Ne yazık ki Hel'in dostlarına karşı görev bildiği şeylere aşırı duyarlığı var. Ve Asa Stern de bir dosttu.»
«Söylesene bana, bu rapaorlarda birkaç kez 'iş' kelimesi geçti. Niye 'iş' oluyor?»
«Hel'in hizmetlerine aldığı parayı ölçme sistemiyle ilgili. Üstlendiği görevlere 'iş' diyor ve fiyatını filmlerde rol kabul eden aktörler gibi hesaplıyor. Fiyat iki temel ölçüye göre saptanıyor. Birincisi iş güçlüğü ve ikincisi de, başarısızlığa uğrarsa karşılaşacağı tehlikenin büyüklüğü oluyor. Örneğin işin yapılması, o yere sızmanın güçlüğünden, ya da bir örgüte sokulmanın zorluğundan etkileniyorsa, fiyat o oranda yüksek oluyor. Ama işi yapmazsa kurtulma şansı büyük olabilir. Ya karşısındaki örgütün yeteneksizliğinden ya da başka bir sebepten. O zaman fiyat ona göre düşüyor. Örnek olarak, CIA'ya ve IRA'ya karşı giriştiği eylemlerin fiyatları bu yüzden hep düşük. Bir de tersine durumu düşünelim. Hel'in emekli olmadan önceki son işi. Hong Kong'da bir adam, kardeşinin Komünist Çin'den kurtarılmasını istiyordu. Hel gibi biri için bu güç bir iş sayılmazdı. Fiyatın da ona göre düşük olacağını sanırsınız tabii. Ama eğer bir yakalanırsa, cezası ölümdü. Bu yüzden fiyatını yükseltti. Böyle hesaplıyor işte.» «Peki o iş için kaç para aldı?»
«Garip ama, ona karşılık para almadı. Onu angaje eden adam bir tür akademi açmış, dünyanın en pahalı modern aşk perilerini yetiştiriyor. Tüm Uzakdoğu'dan kız çocukları bebek yaşında satın alıyor, onları sosyal açıdan eğitiyor. Bu kızlardan ancak ellide biri adamın kaliteli ticaretine yarayacak kadar güzel ve yetenekli çıkıyor sonunda. Geri kalanlarını, normal dallarda eğitip on sekiz yaşında serbest bırakıyor. Zaten kızların hepsi aslında istedikleri zaman ayrılmakta özgürler. Ama çalışırlarsa yıllık kazancın yüzde ellisini kendileri aldığı için gitmiyorlar. Bu para da yüz veya iki yüz bin dolar tutabiliyor. Kızlar bu yüzden şöyle bir on yıl falan çalışıp, en olgun ve güzel yaşlarında emekliye ayrılıyorlar, ve bankada da epey bir servet biriktirmiş oluyorlar. Bu adamın olağanüstü yetenekte bir öğrencisi
Şibumi
225/15
vardı. Otuz yaşlarında bir kadın. Fiyatı yılda çeyrek milyon dolar falan tutuyor. Adamın kardeşini Çin'den kurtarma hizmetinin karşrhğ, olarak Hel bu kadını iki yıllığına kendi yanına aldı. Şimdi kadın Pi_ rene'lerdeki şatoda onunla birlikte kalıyor. Adı Hana, Japon, zenci ve beyaz melezi. İşin komik yanı, bu akademi Hong Kong'da bir Hıristiyan öksüzler yurdu olarak tanınıyor. Kızlar lacivert üniforma giyiyorlar. Eğitmenler de rahibe kılığında geziyorlar. Okulun adı İhtiras Yetimhanesi».
Starr hafif bir ıslık öttürdü. «Yani Hel'in bu hatunu yılda çeyrek milyon alıyor, öyle mi? Abaca bir tek seferi kaça patlıyordur?»
Diamond ona. «Senin ölçülerine göre yüz yirmi beş bine gelir,» dedi. Filistinli başını salladı. «Bu Nicholai Hel'in dünya kadar parası olmalı öyleyse.» diye söylendi.
«Sandığın kadar çok değil. Bir kere üstlendiği işler için harcadığı kurgu masrafı pek yüksek. Özellikle iş göreceği ülkenin hükümetini nötralize etmesi gerektiğinde... Bunu yapmak için izini bir türlü bulamadığımız bir bilgi tüccarından parayla bilgi satın alıyor. Adamın takma adı 'Güve'. Güve'nin işi hükümetler ve siyasal kişiler hakkında yıkıcı bilgiler toplamak. Hel bu bilgileri satın alıp, gideceği ülkenin hükümetine şantaj yapıyor. İşini önlerlerse bilgileri yayınlayacağını söylüyor. Bu da büyük paralara patlıyor. Bilgiler ucuza gelmiyor. Sonra Hel'in bir masraf kapısı da Belçika'da, Alp'lerde ve kendi dağlarında giriştiği mağara keşifleri. Bu onun hobisi. Ama pahalı bir hobi. Sonra bir de şatosunun durumu var. On beş yıl önce satınaldı orayı. Ve aradan geçen süre içinde ilk haline uygun biçimde restore etmek için iki milyon dolardan fazla para harcadı. Dünyanın en ünlü taş ustalarını, tahta oymacılarını, yer kaplamacılarını falan getirtiyor. Şatonun eşyası da ayrıca iki milyon kadar eder.»
Bay Able, «Yani bu senin Hel'in çok şatafatlı bir hayat sürüyor,» dedi.
«Şatafatlı ama ilkel. Şato artık tümüyle restore edilmiş durumda olmakla birlikte elektriği yok, kaloriferi yok, modern hiçbir kolaylığı yok. Bir tek yeraltı telefon kablosu hariç. Oraya yaklaşan yabancıları kendisine haber verebilsinler diye.»
226
Bay Able kendi kendine başını salladı. «Demek on sekizinci yüzyıla göre yetiştirilmiş olan bu adam kendine bir on sekizinci yüzyıl dünyası kurmuş. Dağların tepesinde ve tek başına. Ne kadar ilginç. Ama şaştığım şey, neden Japonya'ya dönüp alıştığı biçimde yaşamadığı.» Anladığıma göre cezaevinden çıktıktan sonra Japon geleneklerinin ne kadar bozulduğunu, ülkeyi Amerikalıların ne kadar mahvettiğini görmüş ve orayı terk etmiş. Bir daha da dönmemiş.»
«Çok akıllıca bir hareket. Aklında Japonya'nın hayali hep eskiden olduğu gibi yumuşak ve soylu olarak kalacak. Yazık ki bu adara ı düşman kanadında. Galiba hoşlanacaktım bu senin Bay Hel'inden'.»/ «Neden benim Bay Hel'im oluyor?» Bay Able gülümsedi. «Bu seni rahatsız mı etti?» «Beni her aptallık rahatsız eder. Ama şimdi kendi sorunumuza dönelim. Yok, Hel sandığınız kadar zengin değil. Hatta belki paraya ihtiyacı bile var. Bu da bize ona karşı bir kuvvet sağlıyor. Wyoming' de birkaç yüz hektarlık arazi satın almış, dünyanın büyük kentlerinde yarım düzine kadar dairesi var, Pirene'lerde o şatosu var, ama İs-viçredeki hesabında yarım milyondan bile az parası var. Şatoya ve mağaracılığa da hâlâ para harcıyor. Daireleri ve Wyoming'deki araziyi satsa bile, şatodaki hayatı onun standartlarına göre mütevazi bir hayat olarak kalmak zorunda.»
«Şey hayatı... neydi o kelime?» dedi. Bay Able. Diamond'un canını sıktığını bildiği için kendi kendine hafif hafif gülümsüyordu. «Ne demek istediğini anlamıyorum.»
«Şu içine kapalı, gösterişsiz güzellikler için kullanılan Japonca kelime neydi?» «Şibumi!»
«Ha, evet. demek yeni 'iş'ler yapmasa bile bu senin... yani... bizim Bay Hel, ömrünün sonuna kadar bir şibumi hayatı sürebilecek.» Starr. «O kadar emin değilim,» diye lâfa karıştı. «Bir seferi yüz bine gelen bir hatunla...»
«Sen susar mısın Starr!» dedi. Diamond. Olup bitenleri pek iyi izleyemeyen FKÖ çobanı yerinden kalkmış pencereye doğru yürümüştü. Aşağıya bakıyor. Tepesindeki ışığı
227
döndürerek ilerleyen cankurtaran arabasını izliyordu. Aynı cankurtaran her akşam aynı saatta aynı noktadan geçerdi. Ama Starr'ın renkli konuşması çobanın dikkatini çekmişti. Cebinden İngilizce/Arapça lügatim çıkardı, içinde bir kelime aramaya hazırlandığı sırada... birden Washington anıtı ve otomobillerde dolu koca cadde gözden kayboldu, pencere gözleri kör edecek beyazlıkta bir ışıkla
doldu.
Çoban bir çığlık atıp kendini yüzükoyun yere attı, patlamayı bekleyerek ellerini kafasının üstüne siper yaptı.
Odada bulunan herkes karakterine uygun tepki göstermişti. Starr yerinden fırlayıp tabancasını çekmişti, Bayan Swiven arkasındaki sandalyeye oturuvermiş, Muavin yüzünü bir kâğıtla kapatmıştı. Diamond gözlerini yummuş, kafasın sallayarak çevresindeki bu ahmaklara şaşırıp duruyordu. Bay Able ise tırnak diplerindeki etleri muayene etmekteydi. Şişko ile teknolojik ilişki halinde bulunan Baş-• yardımcı, olup bitenin hiç farkında değildi.
Diamond, «Kalk yerden, tanrı aşkına,» dedi. «Bir şey yok. Film koptu, o kadar.»
«Evet ama...» diye kekeledi çoban.
«Asansörle aşağıya indin, unuttun mu? Bodrum katında olduğunu bilmen gerekirdi.» «Evet ama...»
«Kendini gerçekten on altıncı kattan aşağıya bakıyor mu sandın?» «Hayır ama...»
«Bayan Swiven, projeksiyonu kapatın, onarılması için de not alın,» Diamond bundan sonra Bay Able'a döndü. «Bu mekanizmayı, daha iyi çalışma koşulları yaratabilmek için koydurmuştum,» dedi. «Yerin dibine tıkılı kalma duygusundan kurtulmak için.» «Kendini kandırabiliyor muydun peki?»
Starr tabancasını tekrar kılıfına sokup ekran pencereye öfkeyle baktı. Sanki «Bu seferlik şansın varmış.» der gibi.
Çoban yerinden kalkarken aptal aptal sırıtıyordu. «Hay allah, amma iyi ha! Bu şakada kabak benim başıma patladı,» diyordu.
228
Makine odasında Bayan Swiven bir düğmeyi çevirdi, ekrandaki ışık küçük bir dikdörtgen haline büzülüp yok oldu ve oda kendi asıl boyuna inip küçüldü.
«Pekâlâ,» dedi Diamond. «Şimdi başa çıkmamız gerekecek adam hakkında bir miktar bilginiz oldu. Artık biraz strateji konuşmak istiyorum. Bu iş için de sizin ikinizin buradan çıkmanız iyi olacak.» Eliyle Starr'ı ve FKÖ çobanını gösteriyordu. Onlara jimnastik ve güneş odasına geçmelerini işaret etti. «Ben sizi çağırana kadar orada bekleyin.»
Starr kovalandığına aldırmıyormuş havasında, güneş odasına doğru yürüdü. Peşinde Arap onu izlerken hâlâ bu şakada kabağın kendi başına patladığını tekrarlamaktaydı.
Dostları ilə paylaş: |