Le Cagot, «Öteki yarıyı ben içtim,» diye itirafta bulundu. «Ama sana bir çay yapabilirim.» Benat çaydanlıkla cebelleşirken Hel üstündeki paraşütçü tulumuna benzer giysiyi çıkardı. Yaka ve kol ağızları, içeriye su girmesin diye özel olarak sıkı lastikle kapanmıştı bu giysinin, sonra üste giydiği dört ince kazağı birer birer sıyırdı. Dört kazağın üstüne giyilmesi, soğuğa karşı etkili oluyordu. En içte gevşek dokulu jarse bir gömlek vardı. Onu da çıkarıp üç nemli kazağı tekrar giydi. İyi Bask yününden yapılan bu kazaklar ıslakken bile ısıtabiliyordu insanı. Hel bütün bunları kendi icad ettiği bir lambanın ışığında yapıyordu. On vatlık bir ampulü, her yanı balmumuyla sıvanmış basit bir oto aküsüne bağlanmıştı. Basit bir âletti ama, çev-redik karanlığın insanın asabını bozmasını önlemeye yetiyordu. Dolu bir akü ampulün dört gün dört gece sönmeden yanmasına yetiyordu.. Gerekirse artık çifte kayaları ve darboğazı genişlettiklerine göre, doldurulmak üzere yukarı da gönderebilirlerdi. Yukarda gençler telefon aküsünü dolu tutmak için hazır bulundurdukları pedallı manyetodan bunu da doldururlardı nasılsa.
Hel çizmelerini ayağından çekerken, «Saat kaç?» diye sordu.
Le Cagot elinde bir fincan açık çayla yaklaşıyordu. «Söyleyemem,» dedi.
«Neden?»
«Çünkü bileğimi çevirirsem çayın yere dökülür, aptal! Al işte, iç çayını.» Le Cagot parmaklan yandığı için ellerini havada sallıyordu. «Şimdi bakabilirim saatıma. Le Cagot mağarasının tabanında ve belki dünyanın başka bazı yerlerinde şu anda saat altı otuz yedidir. Belki birkaç dakika şaşma payı tanışan iyi olur.»
«İyi.» Hel, Le Cagot'nun her zaman çay yerine haşladığı tisan'ın tadından hafifçe ürperdi. «Bu durumda geziye başlamadan önce dinlenmek ve yemek yemek için beş altı saatimiz var demektir. Her şey hazır mı?»
«Şeytan melekten nefret eder mi?»
254
«Brunton pusulasını denedin mi?»
«Bebeklerin kakası sarı mıdır?»
«Kayalarda demir karışımı olmadığından emin misin?»
«Musa orman yangını çıkardı mı?»
«Floresan da ambalajlı mı?»
«Franko eşşeğin biri mi?»
«İyi öyleyse. Şimdi ben uyku tulumuna girip uyuyabilirim.»
«Nasıl uyuyabilirsin! Hele böyle büyük bir günde! Bu deliğe tam dört kere indik. Ölçü aldık, harita çıkardık, işaret koyduk. Ve her seferinde de nehrin mecrasını izleme isteğimizi büyük çabalarla gelmedik. Çünkü en büyük serüveni en sona saklamak istiyorduk. Şimdi ise vakit geldi! Nasıl uyuyabilirsin, Nikko? Nikko? İnanamıyorum.» Le Cagot omuz silkip içini çekti. «Bu doğuluları anlamak mümkün değil,» diye söylendi.
Yanlarında on kilo kadar floresan boya taşımak zorundaydılar. Nehrin suyunu izleyemeyecekleri noktaya gelince bunu suya boşaltacaklardı. Yol kapanır ya da su yeraltına dalarsa. Bu suyun, sonunda Holçarte ırmağına açılacağını hesaplamışlardı. Kışın Le Cagot İspanya'da vatanseverlik serüvenlerine atılırken Hel oralara keşifler yapmış, ırmağın kayalara doğru iki yüz metrelik girinti yaptığı yerleri gezmişti. Oralarda bir sürü yeraltı suyu ırmağa boşalıyordu. Ama bu sulardan yalnızca birinin hızı ve büyüklüğü bu mağaranın suyuna benziyordu. Basklı iki genç iki saat sonra nehrin o yöresine kamp kuracaklar, nöbetleşe suyun rengini izleyeceklerdi. Suda floresanın ilk izini gördükleri anda zamanı not edeceklerdi. Tabii saatlan Hel ve Le Cagot'nunkiyle ayarlıydı. Boyanın dökülmesinden ırmakta görülmesine kadar geçen süreyi böylelikle ölçtükten sonra, Hel ile Le Cagot bir karara varacaklardı. Süre kısaysa, dalgıç giysileriyle kendilerini suya bırakıp bir deney yapmak mümkün olabilirdi. O zaman mağarayı avuçlarının içine almış, bir ucundan girip ötekinden çıkmış olacaklar demekti.
Beş saatlik derin bir uykudan sonra Hel gene her zamanki gibi birden ve tümüyle dinlenmiş olarak uyandı ve hemen ayıldı. Henüz tek kasını oynatmış olmadığı gibi gözlerini de açmış değildi. Gelişmiş yakınlık algılaması onu derhal uyardı. Çevrede yalnızca bir kişi vardı. Onun da titreşimleri bulanık, inceydi. Yani bu insan ya hayal
255
kuruyor, ya düşünüyor, ya da uyuyordu. Tam o sırada Le Cagot'nun o koca sesiyle horladığını duydu.
Le Cagot giyinik olarak uyku tulumunun içine girmişti. Akünün ışığında yalnızca uzun, karışık saçlarıyla pas rengi ve kır karışımı sakalı görünüyordu. Hel ayağa kalkıp küçük ocağın mavi alevini yaktı. Su kaynayınca çantalarda çayı aradı. Çayı o kadar uzun süre demlerdi ki, sonunda içinde kahveden fazla kafein varmış gibi olurdu.
Vücudunu fiziksel faaliyetlere adamış bir kişi olan Le Cagot, uyudu mu da derin uyurdu. Hel onun kolunu uyku tulumundan çekip saatına baktığında ruhu bile duymadı. Artık yola çıkmaları gerekiyordu. Hel, Benat'nın uyku tulumuna yan taraftan hafif bir tekme attı. Cevap olarak yalnızca bir homurtuyla mırıltılı bir küfür geldi. Hel bir daha tekmeledi. Le Cagot yan dönüp dizlerini karnına çekti. Kendisine eziyet eden bu adamın duman olup uçacağını umar hali vardı. Kaynayan su balonlar çıkarmaya başlayınca Hel arkadaşına üçüncü ve daha güçlü bir tekme savurdu. Bu sefer aldığı titreşimler değişikti. Uyanmıştı Le Cagot.
Hiç kıpırdamadan konuştu. «Eski bir Bask atasözü vardır. Uyuyan birini tekmeleyen insan sonunda mutlaka ölür.» «Herkes ölür.»
«Gördün mü işte? Halk felsefemizin derinliğine yeni bir kanıt.» «Hadi, kalk artık.»
«Dur bir dakika! Kafamı toplamama izin ver, Tanrı aşkına!» «Ben bu çayı bitirip yola çıkıyorum. Dönüşte sana mağaranın nasıl olduğunu anlatırım.»
«Pekâlâ öyleyse!» Le Cagot öfkeyle uyku tulumunu tekmeleyip içinden çıktı. Hel'in yanına, taşın üstüne oturdu. Çayım elinden almış söyleniyordu. «İsa, Meryem, Jozef ve o eşeğin aşkına, bu nasıl çay böyle!» «Dağ çayı.»
«At sidiğine benziyor.»
«Dediğini kabul etmek zorundayım. Ben senin gibi her şeyi tatmış değilim.»
Hel çayını bitirdi, sonra iki çantayı eliyle bir tartıp hafif olanını seçti, ip kangalını omuzuna taktı. İrili ufaklı çengelleri sırtladı, çantanın yan cebini yokladı, ve en son iş olarak da miğferindeki ışığın
256
pilini yeniledi. Bu piller de kendi icadıydı. Gerard/Simon pilinin biraz geliştirilmişi. Küçük olmakla birlikte güçlü bir pil. Hel'in en büyük meraklarından biri, mağaracılık gereçlerini çizmesi ve atölyesinde kendisinin yapmasıydı. Bunların patentini almak, ya da satışına girişmek aklının ucundan bile geçmezdi ama, zaman zaman mağa-racı dostlarına bunlardan armağan ettiği olurdu.
Dönüp Le Cagot'ya baktı. O hâlâ çayı elinde, oturuyordu. Hel, «Beni mağaranın sonunda bulabilirsin,» dedi. «Tanımak kolay olur. Yüzünde zafer ifadesi taşıyan adam benim.» Sonra dönüp nehrin kanalı boyunca uzanan koridorda yürümeye başladı.
«Sen Pier'in Koca Gavgavları adına sen köle güdenlerden farksızsın, biliyor musun?» diye bağırdı Le Cagot. Bir yandan hızla yüklerini omuzluyordu. «Senin damarlarında Falanj kanı olduğuna bahse girebilirim.»
Hel koridora girdikten hemen sonra durup Le Cagot'yu bekledi. Bütün bu takılmalar, aralarındaki ilişkinin yerleşmiş esprileriydi. Hel aslında kişiliğinin gücü, yakınlık duygusunun avantajları ve ince vücudunun çevikliğiyle ikili ekibin lideriydi. Le Cagot ise o boğa kuvveti ve dayanaklılığı sayesinde en iyi ikinci adam oluyordu. Daha başlangıçtan beri, Le Cagot'nun gururunu ve kendine saygısını koruyacak bir yöntem tutturmuş gidiyorlardı. Durmadan küfreden, zorbalıklar yapan, yakınan hep Le Cagot idi. İçindeki ozan ruhu ona Falstafımsı bir soytarı kılığına sokuyordu ama bir farkla. Bu adamın o yılmak bilmez cesareti onu nice atak serüvenlere sürüklemiş, İspanya halkına eziyet eden faşistlere karşı nice gerilla hareketine gülerek öncülük etmesine yol açmıştı.
Le Cagot, Hel'e yetişince birlikte koridor boyunca yokuş aşağı yürümeye başladılar. Bastıkları yerler ve çevresindeki duvarlar, akan suyun hareketleri sayesinde iyice temizlenmişti. Kayaların bileşimi de iyice belli oluyordu. Yukarılar lületaşıydı ama suyun içinden aktığı yatak çok eskiden kalma, tabakalar halinde bir kayaydı. Üstteki lületaşı tabakasını su aşındırmış, kendine yatağından kurtulmak için yol aramıştı. Anlaşılan biraz asitli olan su zamanla lületaşmı tümüyle yemiş, kendine bir yatak oymuştu. Yanları da durmadan oymakta, kapadığı taşlan sürüklemekteydi. Sürüklenen taşlar yanlara çarp-
Şibumi
257/17
tıkça daha büyük parçaların kopmasına neden oluyordu. Böylelikle geometrik dizi halindeki gelişme yüzlerce ve binlerce yıldan beri sürüp gidiyordu. İşte bu mağara böyle böyle meydana gelmişti. Bütün işi yapan, o sürtünmeler ve eritmelerdi. Büyük kayma ve çökmeler kırk yılda bir yeralan şeylerdi aslında. Çoğuna da bu bölgede epey sık rastlanan depremler neden olurdu.
Bir saati aşkın bir süre, koridor boyunca yürüdüler. Yolları hafif aşağıya doğru yokuştu. Duvarlar ve tavan yavaş yavaş onlara doğru yaklaştı. Sonunda eni ancak iki metre fakat derinliği en az 10 metre olan suyun yanından eğilerek ilerlemek zorunda kaldılar Tavan daha da alçaldı. Az sonra çömelerek ilerlemekteydiler. Üstelik sırtların-daki çantalar da tavana sürtünüyordu. Le Cagot titreyen bacaklarının ağrısına küfertti. Çömelmiş durumda uzun süre yürümek bacaklar için pek kolay sayılmazdı.
Yol daralmaya devam ederken ikisinin de kafasında aynı düşünce vardı. Dile getirmek istemedikleri düşünce: Bu yol böyle darala darala son bulursa, bunca hazırlıkla buraya gelmeleri boşuna olacaktı. Belki gerçekten az sonra çevrelerindeki kayalar tokuşacak, su da aradan yeraltına doğru kaybolup gidecekti.
Tünel hafifçe sola kıvrılmaya başladı. Derken sudan uzanan koca bir kaya, üzerinde yürümekte oldukları dar şeridi tıkayıverdi. Hel bu kayanın ilerisini göremiyordu. Suda yürüyerek geçme olanağı da yoktu. Burası çok derindi. Olmasa bile, ilerde bir çukur bulunması olasılığı onu durdurmaya yeterdi zaten. Bu yeraltı sularının içinde yürürken derin çukurlara basıp yok olan mağaracıların öyküleri dilden dile anlatılıp durmaktaydı. Söylendiğine göre adamlar belki yüz, belki iki yüz metre derinliğindeki çukurun içine çekiliyor, döne döne inen suya kapılıp sonunda dipteki dev girdabın içinde parçalanıyorlardı. Aylar sonra çevredeki akarsularda giysi ve teçhizatlarının parçalan bulunuyordu. Bunlar kamp ateşi başında anlatılan öykülerdi kuşkusuz. Çoğu yalan veya abartma olmalıydı. Ama tüm halk hikâyeleri gibi bunlar da gerçek korkuları ifade ediyordu. Mağaracıların çoğu için böyle suyun içinde yutulup gitmek, kayalardan aşağıya düşmekten, heyelanlar altında kalmaktan, ya da depreme yakalanmaktan daha büyük bir korku haline gelmişti. Suyun içinde yutulup
258
gitmeyi korkunçlaştıran şey boğulma korkusu da değildi. Kaynayan girdabın içinde parçalanmaktı asıl sinirlerini bozan.
«Eee?» diye sordu Le Cagot arkadan. Sesi tünelin içinde yankılanıyordu. «Ne görüyorsun?»
«Hiçbir şey.»
«İşte bu çok güven verici. Orada öyle durup duracak mısın? Burada kırk yıl böyle çömelik durumda oturamam ki!»
«Yardım et de sırtımdakini indireyim.»
Bu sıkışık durumda Hel'in çantasını indirmek kolay değildi. Ama çantadan kurtulunca hiç değilse biraz doğrulabildi. Burada su çok daralmış olduğu için Hel kollarını kaldırıp vücudunu devirince karşı taraftaki taşlara tutunabildi. Sonra sırtüstü döndü. Ağırlığını dengeleyip omuzunu karşı duvara yasladı. Vibram çizmeleriyle de alttaki dar çıkıntıya sağlamca bastı. Yan yan ilerleyerek, omuzlarını, avuçlarını ve tabanlarını kullanarak üstüne doğru uzanan kayanın altından süzüldü. Sular kalçalarından bir karış aşağıda akıp duruyordu. Çok güç bir işi yaptığı. Avuçlarının derisi biraz yüzüldü ama o ağır ağır ilerlemeyi sürdürdü.
Le Cagot'nun kahkahası birden her yanı doldurdu. «Hey! Ya yol birden genişlerse, Nikko? İstersen sen oraya sıkı tutun da ben köprü gibi üstüne basayım. O zaman hiç değilse birimiz başarıya ulaşırız!» Tekrar güldü.
Allahtan su genişlemedi. Kayayı geçtikten sonra daha da daraldı, yalnızca tavan biraz yükseldi, Hel'in miğfer ışığının vurduğu yerden daha yukarıya doğru kalktı. Hel hâlâ ilerliyordu. Yol sola dönmekte devam ediyordu. Biraz ilerde lambanın ışığının vurduğu yerde, ayaklarını bastığı çıkıntının yok olduğunu, oraya kayalar biriktiğini ve suyun da aşağılara batıp gittiğini görünce içi burkulur gibi oldu.
Oraya varıp çevresine bakınabildiği zaman kendini bir boşluk içinde hissetti. Bastığı yer gerçi iki üç metreden geniş değildi ama, tavan, ışığın varamayacağı kadar yüksekti. Bir an durup soluk aldık tan sonra yan duvarla kaya birikiminin köşesinden tırmanmaya başladı. Tutacak ve basacak yerler bol ve iriydi. Ne var ki kayalar çürümüş gibi kopup duruyordu. Her adımından önce bastığı yeri dikkat-
259
le kontrol etmekte, eliyle tutunduğu parçanın kapmayacağından emin olmaktaydı. Sabırla otuz metre kadar tırmandıktan sonra birbirine dayanmış duran iki dev kayanın arasından geçti. Artık yassı bir taş zemin üzerinde duruyordu. Duruyordu ama, ne ilerde ne de yanlarda hiçbir şey göremiyordu. Ellerini çırpıp ses dinledi. Yankı çok geç geldi. Sesi boğuktu. Ayrıca peşpeşe birçok yankılanmalar yeralmıştı. Demek Hel şu anda büyük bir mağaranın ağzında bulunuyordu.
Suyun kenarındaki kayanın yanma dönmek uzun sürmedi. Geçmek için oraya takılı bıraktığı çift kat ipe tutunup Le Cagot'ya kayanın berisinden seslendi. Le Cagot bu arada biraz geriye gitmiş, poposuyla tabanlarının üzerine oturup biraz rahatlayabileceği bir yere yerleşmişti. O da hemen kalkıp kayaya yaklaştı. «Eee?» dedi. «Gidebiliyor muyuz?»
«Büyük bir mağara var.» «Harika!»
Çantaları kayanın çevresini dolaşan ipin yardımıyla geçirdiler, sonra Le Cagot, az önce Hel'in yaptığı gibi karşı tarafa tutunarak kayanın çevresini dolaştı. Bunu yaparken durmadan acı acı küfür ediyor, oradaki kayaya, Joshua'mn Borazanlar Çalan Gavgavları adına sövüp sayıyordu.
Hel tırmanacakları yerdeki ipi de yerinde bıraktığı, ayrıca kopan kayaların birçoğunu temizlemiş olduğu için, otuz metrelik yükseliş pek güç olmadı. İki iri kayanın altından geçip yassı taşın üstünde yanyana durdular. Sonradan bu deliğe «Anahtar Deliği» diye isim takacaklardı. Le Cagot magnezyum lambasını yaktı ve koca mağara binlerce yıldan beri ilk defa olarak kendini insanlara gösterdi.
Le Cagot dehşet dolu bir fısıltıyla. «Aman Tanrım!» dedi. «Tırmanan mağara!»
Gerçi çirkin bir görünümdü ama çok heybetliydi. Doğanın bu müthiş mağarası, tabanından en az yüz metre yüksekte, tavanından da bir yüz metre aşağıdaki taş çıkıntının üstünde durmakta olan bu minicik böceksi insanları küçümsüyordu sanki. Mağaralar genellikle ebediymiş gibi bir duygu veren asude yerler olurdu. Ama tırmanan
260
mağaralar denilen türde onlar, o organik boşluklarıyla gerçekten ürkütücü oluyordu. Burada her şey, sanki yeni getirilip konmuş gibi canlı ve sivriydi. Tabanda ev boyu kayalar vardı. Araları yığıntı parçalarıyla doluydu. Tavanda kopup düşen kayaların oyuk yerleri belli oluyordu. Garip, yeni yetme gibi bir mağaraydı burası. Güvenilir bir yer değildi. Hâlâ tırmanmaya, tabanını da, tavanını da yükseltmeye devam ediyordu. Yakında, yani belki yirmi bin, belki elli bin yıl sonra burası da durulup oturacak, her mağara gibi normal bir mağara haline gelecekti. Ya da tırmanmaya devam edip yeryüzüne açılacak, «kuru mağara» tabir edilen, iç uzantısı bulunmayan yerlerden biri olacaktı. Tabii şu haliyle gösterdiği gençlik öznel bir kavramdı. Jeolojik zaman perspektifi içinde düşünülmeliydi. Tavandaki taze oyuklar belki üç yıllık, belki yüz yıllık olabilirdi.
Işık söndü. Gözlerini alıştırıp miğfer ışıklarıyla görebilmeleri için aradan uzun bir süre geçmesi gerekti. Gözlerinin önünde kar benekler dansederken Hel yanıbaşından Le Cagot'nun sesini duydu. «Bu mağarayı vaftiz ettim ve ona isim koydum. Buranın adı Le Cagot mağarası olacak.»
O sıra duyulan şırıltı sesinden Hel, arkadaşının vaftizi pek kuru kuruya yapmadığını anlıyordu. «Karışıklık olmaz mı?» diye sordu.
«Ne cjemek istiyorsun?»
«Birinci mağaranın adı da öyle.»
«Hım-m-. Bak bu doğru. Eh, o halde buranın adını Le Cagot Boşluğu koydum. Bu nasıl?»
«İyi.»
«Ama senin de bu buluşuna katkını unutmuş değilim, Nikko. Demin öyle zorlukla aşmak zorunda kaldığımız o yere Hel Kayası diye isim takacağım. Bu nasıl?»
«Daha fazlasını isteyemezdim.»
«Doğru. Devam edelim mi?»
«Şunları bitirir bitirmez.» Hel defterinin üzerine eğilip elindeki pusulanın yardımıyla mesafe ve yükseklik tahminlerini not etti. Yola çıktıklarından beri her yüz metrede bir bu işi yapıyordu. Sonra elin-dekileri su geçirmez torbaya yerleştirip, «Tamam, gidelim,» dedi.
261
Bir kayadan bir kayaya dikkatle geçerek, çatlaklar ve yarıklar arasından süzülerek, ambarlar boyundaki koca kayaların sırtı üzerinden dolaşarak Boşluk dedikleri yerin karşı tarafına geçmeye çabaladılar. Aşağıda akması gereken su, düşen kayaların altında gözden kaybolmuştu. Kopup düşmelerin taze oluşu ve burada hava sürtünmesi bulunmayışı yüzünden satıhlar yerçekimi kurallarına meydan okuyan çılgın çıkıntılar yapıyordu. Lunaparklardaki garip yerlere benzer bir yerdi burası. Hani suyun aşağıdan yukarıya doğru aktığı izlenimini veren, göze düzmüş gibi görünen yerin dik bir yokuş olduğu anlaşılan o eğlence yapıları gibi. İnsan dengesini gözüyle değil, ancak duygularıyla sağlayabiliyordu. Yönlerini de bu kargaşalığın içinde iyice kaybettiklerinden ancak pusulanın yardımıyla ilerlemekteydiler. Yol bulma çabaları, ayın o çarpık çurpuk yüzeyi üstünde gezinmeye çalışan astronotlarmkinden pek farklı değildi. Belleği fazla yükleyip işlemez haie getiren şey, tanıdık görünümlerin bolluğuydu. Yukardaki koyu karanlık, bilinç altlarına baskı yapıyor, tavandan kopacak on binde bir boyunda bir parçanın onları karınca gibi ezebileceğinin bilincini içlerinde boşluk duygusu yaratıyordu.
İki saat sonra beş yüz metre kadar yol almışlardı. Artık mağaranın karşı tarafını görebiliyor, tavanın alçalıp bir yığın kayaya doğru iniş yaptığı yeri farkedebiliyorlardı. Son yarım saat boyunca çevrelerinde bir ses hissettirmeye başlamıştı kendini. Önce tabandan yükselir gibi olan belirsiz gürültü ve fısıltıların arasına karışmış gibi gelen bu ses, ancak onlar dinlenmek üzere durdukları zaman işitilir hale gelmişti. Aşağıda, tabanın altında kollara ayrılmış akan sular giderek birbirine yaklaşıyor, birleşiyor, ses yükseldikçe yükseliyordu. Derken anladılar. Bir çağlayan vardı. Büyün bir çağlayan. İlerde. Tavanla kayaların birleşir gibi göründüğü yerin ötesinde.
Bir saati aşkın süre, yığıntının oluşturduğu duvarın önünde ileri geri yürüdüler, yarıklara girip kayaların aralarına sokuldular, ama öte tarafa geçebilecek bir yol bulamadılar. Mağaranın bu tarafında pek kaya sayılabilecek boyda taş yoktu. Buradakiler surlar boyunda yekpare parçalardı. Kimi dik, kimi yatık, kimi garip bir açı meydana getirecek pozda, kimi ta yukarıda bir yerde çıkıntı oluşturmuş du-
262
rumdaydı. Öte taraftan gelen suyun sesi de onları bir yol bulmak için zorluyor, zorluyordu.
Le Cagot gürültüyü bastıracak bir sesle, «Biraz dinlenip kendimize gelelim,» diye seslendi, bir taşın üstüne oturdu, elini çantasına daldırarak peynir, bisküvi ve xoritzo aradı. «Aç değil misin?»
Hel başını iki yana salladı. Defterine notlar işliyor, yön konusunda âfâkî tahminler, eğim konusunda belki daha gerçekten uzak sayılar yazıp duruyordu. Elindeki Brunton pusulası bu mağarada pek bir işe yaramış sayılmazdı.
Le Cagot, «Şu duvarın arkasındaki, sakın açılış olmasın?» diye sordu.
«Sanmıyorum. Holçarte ırmağına olan mesafenin yarısına ancak vardık. Üstelik en az iki yüz metre de yüksekteyiz.
Boyayı dökmek için suyun yanına bile varamıyoruz. Bu duvar amma da sinir bozucu şey! Daha da beteri... peynirimiz bitti. Ne yapıyorsun öyle?»
Hel çantasını sırtından atmış, duvara gelişigüzel tırmanmaya koyulmuştu.
«Yığıntının tepesine bir göz atmak istiyorum.»
«Biraz sola doğru kay.»
«Neden? Orada bir şey mi görünüyor?»
«Hayır ama şimdiki durumda ben tam altında oturuyorum ve rahatımı bozup buradan kıpırdamak da istemiyorum.»
Duvarın yukarılarında yol aramayı pek düşünmemişlerdi. Çünkü oradan geçebilseler bile herhalde kendilerini çağlayanın tepesinde bulacaklardı. Gürleyerek inen suyun içinden yol bulmak ise mümkün olmayabilirdi. Ama artık duvarın dibinde geçit bulunmadığı ke-sinleşince tek şansları yukarları aramaya kalmıştı.
Yarım saat sonra Le Cagot tepesinden doğru bir ses duydu. Başını arkaya eğip miğfer ışığım sese doğru çevirmeye çalıştı. Karanlığın içinde Hel aşağıya doğru geliyordu. Yere basınca hemen oturdu, sonra çantasının üzerine uzandı ve kolunu yüzüne kapadı. Çok yorulmuştu. Solumak için bile çaba harcıyordu. Miğfer ışığının camı da bir düşme sonucu çatlamıştı.
263
«Bir şey yemek istemediğinden emin misin?» diye sordu Le Cagot. Hel, gözleri kapalı, göğsü inip kalkarak, yüzünden terler boşalarak dostunun kara mizahına cevap verdi: Kolunu uzatıp ona uluslararası bir işaret yaptı. Yumruğu hemen yanına düşüp orada kalakaldı. Yutkunmaya çalışmak bile acı veriyordu. Boğazındaki kuruluk batıcı olmaya başlamıştı. Le Cagot hemen xahako'yu uzattı, Hel kana kana içti. Önce tulumu dişlerine değdirmiş, sonra yönünü saptayıp tulumu giderek uzaklaştırmış, şarabı doğrudan boğazına nişanlamıştı. Tulumu durmadan sıkıyor, boğazı iyice dolduğu zaman yutuyordu. Bu öyle uzun sürdü ki sonunda Le Cagot şarap konusunda kaygı duymaya başladı. Gocunuk bir sesle. «Eee? Bir yol buldun mu?» diye sordu. Hel sırıtarak başıyla evet işareti yaptı. «Nereye çıktın?»
«Çağlayanın üstüne, tam orta noktaya.» «Bok!»
«Yoo, galiba suların arasıdan inilecek bir yol var.» «Denedin mi?»
Hel omuzlarını kaldırıp kırık miğfer fenerini gösterdi. «Denedim ama yalnız başaramadım. Beni yukardan koruman gerek. Basacak yer sağlam.»
«Deneyip de canını tehlikeye atmayacaktın, Nikko. Günün birinde düşüp öldüğün zaman çok pişman olursun.»
Çılgın kayaların arasındaki çılgın yarıklardan geçip kendini Hel'in yanımda, çağlayanın tam üzerindeki kayada bulan Le Cagot şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleniyordu. Büyük bir gürültüyle dökülen suların sisi, rüzgârsız havanın içinde yükselip, kaynar gibi dumanlar çıkarıyor, bu dumanlar onların çevresini sarıyordu. Sisin içinden tek görebildiği biraz altlarında çağlayanın başladığı yer, ve iki yana uzanan ıslak kayalardı. Hel sağa doğru seğirtti. Orada bastıkları çıkıntı birkaç santim daralıyor, ama bir kayanın çevresinden dolaşıp devam ediyordu. Eskimiş uçları yuvarlanmış bir kayaydı. Aşağıdaki gürültü nedeniyle ancak işaretle anlaşabileceklerdi burada. Hel, Le Cagot'ya bulduğu sağlam basamağı gösterdi. Le Cagot
264
güçlükle oraya basıp ipi Hel'in beline doladı. Hel kaygan kayalardan aşağıya doğru inmeye başladı. Normal olarak önce sisin içine, sonra suyun içine girmesi gerekiyordu. Daha sonra da... inşallan... suyun öte tarafına geçebilecekti. Le Cagot bastığı sözümün ona sağlam basamağa bir küfür savurup çömeldi ve elindeki ipi yandaki bir kaya çıkıntısına doladı.
Hel inerken duvarda ne zaman bir yarık bulsa duruyor, ipine bir çengel geçirip oraya takıyordu, Allahtan bu kayalar çok girintili çıkıntılıydı. Ayak parmaklarının ucuyla basacak, el parmaklarıyla tutunacak çok yer vardı. Çağlayanın yönü yeni değişmiş, arada suyun buraları düzlemesine pek fırsat kalmamış olacaktı. En büyük sorun başının üstündeki ipteydi. Yirmi metre kadar inip sekiz çengeli duvara taktığı zaman artık ıslak ipin sürtünmelere karşı dayanıklılığı kuşku getirmeye başlıyordu. Hel ipe asılırken ayak parmakları bastığı yerden ayrılıp yükseliyor, tam o anda Le Cagot da ipe bolluk vermek gereğini duyduğundan, eğer kayarsa onu taşıyabilmekte güçlük çekecek bir durumda bulunuyordu.
Sisin içinde biraz daha indi, sonunda siyahla gümüş rengi karışımı gibi, görünen suların miğfer ışığından bir karış uzakta bulunduğunu gördü. Biraz duraklayıp kendini inişin en güç kısmına hazırladı.
Önce ipi koluna sarması Le Cagot'ya bağımlı olmaksızın hareket etmeyi sağlaması gerekiyordu. Le Cagot belki bilmeyerek ipe asılır, Hel'in su altında göremediği duvarda gedik aramasını engellerdi. Bu arada dökülen suların ağırlığının da Hel'in başına, omuzlarına bineceği ortadaydı. Suyu aşıncaya kadar yeterli ipi kolunda hazır etmeliydi. Çünkü su altındayken soluk alamayabilirdi. Buna karşılık, koluna sardığı ip ne kadar uzun olursa, düşme halinde o kadar aşağıya sarkacak demekti. Sonunda bir üç metrelik payı kendi kontrolünde tutmaya karar verdi. Bu ip suyun altındayken bitebilirdi. Keşke daha uzun tutabilseydim, diye düşündü. Ama sağduyu ona daha fazlasını tehlikeli olduğunu söylüyordu. Düşerken kafasını vurup kendinden geçerse ancak o düzeydeyken suyun dışına sallanabilir, boğulmaktan kurtulurdu.
Dostları ilə paylaş: |