Hel rahatlayıp yavaşladı, arabanın geçmesine izin verdi. Korna ve farlar ona bunun bir öldürme eylemi olmadığını anlatmaya yetmişti. Hiçbir profesyonel böyle bir hareketi önceden anons etmezdi. Demek bu gelen, gene o çocuksu Fransız sürücülerinden biriydi.
Şibumi
353/23
Zavallı Peugeot, motoruna yüklenip geçme savaşı verirken Hel babacan gülümsedi. Genç sürücünün direksiyonu tutan parmak eklemleri bembeyaz kesilmiş, yolu tutturabilme çabası içinde gözleri yuvalarından uğrar gibi olmuştu.
Hel' in tecrübelerine göre ancak düzgün yollarda uzun yolculuklar yapmaya alışkın olan Kuzey Amerika sürücüleri otomobile oyuncak muamelesi ederlerdi. Fransız sürücünün tedbirsiz halleri gerçi Hel'in canım sıkardı ama, İtalyanlarınki bundan da beterdi. İtalyan sürücüler otomobili kendi penislerinin uzantısı gibi görür, İngilizler ise arabayı penislerinin yerine kullanıyormuş gibi davranırlardı.
Vadi yolundan ayrıldıktan bir yarım saat kadar sonra Larun dağına saptılar. Bu seferki yolları çok kötüydü. Yapılmamıştı. Altlarında can çekişen bir yılan gibi kıvrılıp duruyordu. Yol bazan Volvo'nun eninden değilse bile, dönüş alanından daha fazla daralıyor, lâstikler kerarlardaki çakılları aşağıya yuvarlıyordu. Birinci vitesten yukarı hiç çıkmamışlardı. Tırmandıkları yamaç da öyle dikti ki, kısa zamanda gecenin içinden çıkıp tekrar akşam ışıklarına girdiklerini farketti-ler. Batıya döndükleri zaman ön camda ışık gözü kamaştıracak biçimde parladı, ve hemen ilerdeki kayaların gölgesiyle yok oldu.
Az sonra bu ilkel yol bile ikiye ayrıldı. Onlar daha yüksek çayırlara doğru tırmanmaya koyuldular. Batmakta olan güneş koskocaman, kıpkızıl görünüyordu buradan. Yükseklerdeki doruklarda kar vardı. Karlar önce pembeleşti, sonra eflatuna, mora dönüştü, sonra siyahlaşıp görünmez oldu. Gökyüzünün batı kesiminde mavi ışıklar büsbütün bitmemişti ama, doğuda yıldızlar görünüyordu.
Hel arabayı bir granit kayanın dibinde durdurup el frenini çekti. «Burada ineceğiz,» dedi. «Daha iki buçuk kilometre yolumnz var.»
«Yukarı doğru mu?» diye sordu Hannah.
«Genellikle yukarı.»
«Ulu Tanrım! Sizin bu kulübe bayağı sapa yerdeymiş.»
«Özelliği bu.» İnip kızın çantasını aldılar, alırken de Volvo'nun bagaj kapağıyla her zamanki gibi güreşmek zorunda kaldılar. Yirmi metre yürüdükten sonra Hel doyurucu düzenini bozduğunu hatır-
354
ladı. Geri dönüp arabayı tekmelemektense, yerden bir taş alıp fırlattı. Şansı yaver gitmişti. Taş arka cama çarpıp orada örümcek ağı biçiminde bir çatlak meydana getirdi.
Hannah, «Bu da ne demek oluyor?» diye sordu.
«Yalnızca bir jest. Sisteme karşı insan. Gidelim hadi. Yakınımdan yürü. Ben yolu sezgilerimle biliyorum.»
«Orada ne kadar yalnız kalacağım?»
«Seni nasıl göndereceğime karar verinceye kadar.»
«Bu gece siz de kalacak mısınız?»
«Evet.»
Bir iki saniye yürüdükten sonra Hannah, «Bu iyi,» dedi.
Ortalık hızla karardığı için Hel çabuk yürüyordu. Hannah genç ve güçlüydü. Ona ayak uydurması zor olmuyor, sessizce onu izliyor, bir yandan da dağların renk değiştirmesini gözden kaçırmamaya çalışıyordu. Hel az önce arabada olduğu gibi gene onun titreşimlerinde şaşırtıcı bir alfa tonu sezdi. Meditasyonla ve ruhsal huzurla ilgili ton. Üstelik içine Batılı gençlere özgü nitelikler de karışmamıştı.
Kulübeye çıkan yokuştan önceki son çayırı geçerken Hannah birden durdu.
«Bu ne?» dedi.
«Hangisi?»
«Bakın. Bu çiçekler. Daha önce ömrümde görmedim.» Eğilmiş, tozlu sarı renkteki minicik çan biçimi çiçeklere bakıyordu.
Hel başını salladı. «Evet, bunlar yalnız bu çayırda, bir de şu iler-dekinde çıkar,» dedi. «Burada yükselti bin iki yüzü az geçiyor. Çiçeklerin bu bölgede adı Sonbahar Gözü. Çoğu kişi de bunları hiç görmemiştir çünkü yılda yalnızca üç dört gün açarlar.»
«Çok güzel. Ama ortalık karardığı halde hâlâ açıklar.»
«Hiç kapanmaz onlar. Geleneğe göre ömürleri çok kısa olduğu için arada gözlerini kapamaya cesaret edemiyorlarmış.»
«Hazin.»
Hel omuzlarını kaldırdı.
355
Küçük bir masanın başına karşılıklı oturmuş yemeklerini bitirmeye çalışıyor, geliş yolunu görebilen büyük pencereden dışarıya bakıyorlardı. Zaten kulübeye o yolun dışında ulaşacak başka bir yol da yoktu. Hel normal olarak cam duvarın önünde oturmaktan tedirginlik duyardı. Özellikle içerde lâmba yanarken ve dışarısı da karanlıkken. Ama buradaki çift kat camın kurşun geçirmez olduğunu biliyordu.
Kulübe, bölgeye özgü taşlardan, basit biçimde yapılmıştı. Bir tek oda, ve bir de yatak olarak kullanılan yükseltilmiş kerevet bölümü, ilk geldiklerinde Hel, Hannah'ya burayı iyice anlatmış, özelliklerini belirtmişti. Yukarıdaki karlı yaylalardan gelen akarsu kulübenin tam altından geçiyordu. Yerdeki bir kapağı kaldırınca, insan evden çıkmadan su alabilecek demekti. Ocak ve soba için kullanılacak yakıtın konulduğu dört yüz litrelik depo, evin yapıldığı taşlardan yapılmıştı. Dışardan ateş edilirse delinmezdi. Evin tek kapısını kapadıktan sonra, üstüne madenî ikinci bir kapı da kapanabiliyordu. Kiler, evin bir duvarını oluşturan granit kayaya oyulmuş olup, içinde bir insana otuz gün yetecek yiyecek vardı. Kurşun geçirmez cam duvarda küçük bir bölüm normal camdandı. Gerektiğinde orası kırılıp, yaklaşan birine evden ateş edilebilirdi. Duvarlar iyice düzeltilmiş, kaya parçaları temizlenip alt kapaktan aşağıya yuvarlanmıştı.
«Tanrım.» dedi kız. «Burada insan bir orduyu bile ebediyen kendinden uzak tutabilir.»
«Orduyu tutamaz. Hem ebediyen de değil. Ama gene de yaklaşması güç bir yer.» Rafların birinden yarı otomatik, dürbünlü bir tüfek alıp kıza verdi.
«Bu silâhı kullanabilir misin?» dedi.
«Şey... herhalde.»
«Anlıyorum. Bak, önemli olan bir tek şey var. Elinde xahako ta-şımaks'zın bu eve yaklaşan kimi görürsen ateş edeceksin. Vurup vurmaman önemli değil. Silâhın sesi dağlarda yankılanacak. Yarım saat içinde de sana yardım gelecektir.»
«O dediğin... neydi?»
356
«Xahako, içinde şarap taşımaya yarayan deriden bir tulumdur, işte şunun gibi. Bu dağdaki çobanlarla kaçakçıların hepsi senin burada olduğunu biliyor. Onlar benim dostlarım. Hepsi de xahako taşır. Yabancı biri ise taşımaz.»
«Gerçekten o kadar tehlikede miyim?»
«Bilmiyorum.»
«Ama beni neden öldürmek istesinler?»
«Öldürmek istediklerini de bilmiyoruz. Ama belki sen ölürsen benim bu işle olan ilgimin biteceğini düşünürler. Amcana olan borcumu ödeyebilmek için başka yapacak bir şeyim kalmadığını hesaplarlar. Tabii budalaca bir düşünce olur bu. Çünkü eğer ben seni korurken seni öldürmeye kalkarlarsa, misillemeye girişmek zorunda kalacağım demektir. Ama karşımızda bezirgan kafalar ver. Budalalık onların entellektüel sığınağıdır. Şimdi... her şeyi idare edebilecek misin, bir gözden geçirelim.»
Kıza sobayı ve ocağı yaktırdı, alt kapaktan su çektirdi, tüfeğe mermi doldurttu. «Bu arada şu mineral haplarından günde bir tane almayı da unutma,» dedi. «Alttan akan derenin suyu erimiş kar suyundan başka bir şey değil. İçinde mineral yok. Süre uzarsa vücudundaki mineralleri tüketirsin.»
«Tanrım! Burada ne kadar kalacağım ben?»
«Emin değilim. Bir hafta. Belki iki. Kara Eylülcüler uçağı kaçırdıktan sonra senin üstündeki baskı da hafifleyecektir.»
Hel yemeği hazırlarken Hannah evin içinde dolaşıyor, gördüğü eşyalara dokunuyor, kendi kendine düşünüyordu.
Sonunda camın önündeki küçük masanın başına oturabilmişler-di. Mum ışığı, kızın yumuşak ve genç yüzünü aydınlatıyor, bu yüzde henüz karakter ve tecrübe çizgileri bulunmadığı için onu daha da masum gösteriyordu. Yemek boyunca sesiz kalmıştı Hannah. Ayrıca her zamankinden fazla da şarap içmişti. Gözleri dalgın ve nemliydi. «Artık beni merak etmeyin.» dedi. «Ne yapacağımı çok iyi biliyorum. Eve dönmeye kesinlikle karar verdim. Bu sabah erken saatlarda verdim o kararı. En iyisi geri dönüp bütün bu öfkeleri ve... ve çirkinlikleri unutmak. Benim işim değil bunlar. Ayrıca galiba... Şimdi an-
357
lıyorum ki biraz da önemsiz şeyler.» Bir yandan mumun aleviyle oynuyor, parmağını alevin içinden geçiriyordu. «Dün gece bana garip bir şey oldu,» diye devam etti. «Çok acayip. Ama harika bir şey. Bütün gün hep o duygunun etkisinde kaldım.»
Hel hemen gün boyu aldığı alfa titreşimleri düşündü. «Gece uyuyamadım,» diyordu Hannah. «Kalkıp karanlıkta evinizde biraz dolaştım, sonra da bahçeye çıktım. Hava serindi ama hiç rüzgâr yoktu. O küçük akarsuyun yanma oturdum Sudaki ışıkların oynaşmasını izliyordum. Onlara bakıp duyor, hiçbir şey düşünmüyordum. Derken birdenbire... Kendimi çocukluğumdaki gibi hissettim. Bir anda bütün baskılar ve karışıklıklar. Bütün korkular yok oldu. Eriyip gittiler. Çok hafiflemiştim. Sanki olduğum yerden alınıp başka bir yere taşınıyordum. Daha önce hiç gitmediğim bir yere. Ama orası çok iyi bildiğim bir yerdi. Güneşli ve sessizdi. Her yanımda çimenler doluydu. Bir anda her şeyi anlıyor gibi oldum. Sanki ben... bilemiyorum. Sanki ben kendim., ayyy!» Birden elini mumun alevinden geri çekip yanan parmağını emmeye koyuldu.
Hel gülerek başını salladı. Kız da gülüyordu. «Aptallık bu yaptığım.» dedi.
«Doğru. Galiba söylemek istediğin şeyi biliyorum. Sanki sen de, güneş ışığı da, çimenler de hep aynı varlıktınız. Aynı şeyin parçalı-rıydınız.»
Hannah parmağı hâlâ dudaklarında, ona baktı. «Bunu nereden bildiniz?» dedi.
«Bu deneyi başkalarının da yaşamışlığı vardır. Çocukken de böyle şeyler mi olurdu demiştin?»
«Pek iyi hatırlamıyorum. Yoo... hiç hatırlamıyorum. Ama o çayıra gittiğim zaman sanki bu yeni şey değilmiş, garip değilmiş gibi geldi. Daha önce de olmuştu bana sanki. Ama aslında hatırlamıyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?»
«Sanırım. Belki de sende olan şey atavistik...»
«Durun, söyleyeyim. Özür dilerim. Sözünüzü kesmek istemedim. Ama neye benzediğini anlatayım. Sanki esrar falan çekmişsiniz de her şey harikulade olmuş gibi. Aslında ona da benzemiyor çünkü
358
esrarla hiçbir zaman o düzeye ulaşılmaz. Ulaşılacağı sanılır. Ne demek istediğimi anladınız mı?»
«Hayır.»
«Hiç esrar falan kullanmaz mısınız?»
«Hayır. Hiç gerek duymadım. İç değerlerim bozulmamış durumda.»
«Eh... öyle bir şeydi işte.»
«Anlıyorum. Parmağın nasıl?»
«Bir şeyi yok. İşin önemli yanı, o duygu geçtikten sonra, bahçenizde otururken kendimi dinlenmiş buldum. Düşüncelerim netleşmiş gibi oldu. Artık aklım karmakarışık değildi. Kara Eylülcüleri cezalandırmaktan bir şey çıkmayacağını anladım. Şiddet insanı hiçbir yere vardırmaz. Eldeki konunun çözümüyle ilgisi yoktur. Şimdi tek istediğim, evime dönmek. Orada bir süre kendimle ilişki kurmaya çalışacağım. Sonra belki... bilemiyorum. Çevremde olup bitenlerle ilgilenirim. Onlarla uğraşırım.» Bardağına biraz daha şarap aldı. Dikip bitirdi, elini Hel'in kolu üstüne koydu. Herhalde size çok dert oldum.» dedi.
«Hani karınağrısı denilen türden.»
«Keşke bunu telâfi etmek için elimden bir şey gelseydi.»
Hel kızın bu saydam imâsına gülümsedi.
Hannah bu arada gene şarap alıyordu. «Acaba Hana burada kaldığınıza üzülüyor mudur?» dedi
«Neden üzülsün?»
«Şey... Yani geceyi burada birlikte geçirdiğimiz için, demek istedim.»
«O cümlenin sence anlamı ne?»
«Ne? Şey... birlikte yatacağız.»
«Birlikte yatmak?»
«Aynı yerde yani. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz.»
Hel ona konuşmadan baktı. Geçirmiş olduğu mistik tecrübe, her ne kadar dengeli bir ruhun ruhsal barışın simgesi olmayıp fazla gerilim ve umutsuzluğun getirdiği tek bir tecrübe bile olsa, kızı onun gözünde yüceltmişti. Ama bu durum, ona imrenmesini de Önleyeme-
359
misti. Kendisinin yıllar önce kaybettiği, belki bir daha da bulamayacağı bir veriyi bu budala küçük kızın bulmuş olmasından ötürü. Düşününce bu imrenme duygusunu çocukça buldu. Küçüklüktü bu. Ama bunu anlamak, duyguyu içinden silmeye yetmiyordu.
Hannah kaşlarını çatarak mumun alevine bakıyor, kendi duygularını anlamaya çabalıyordu. «Size bir şey söylemem gerek,» dedi.
«Şart mı?»
«Size dürüst davranmak istiyorum.»
«Zahmet etme.»
«Yoo, istiyorum. Tanımadan önce bile, hep düşünürdüm sizi. Hayal kurar gibi. Amcamın hakkınızda anlattıklarını. Böylesine genç olmanıza çok şaştım. Duygularımı tahlil edersem herhalde bir baba özlemi çıkacak. Baba koruması. Şu anda koskoca bir efsaneyi etiyle, kemiğiyle karşımda görüyorum. Korkmuştum. Aklım karışmıştı. Beni korudunuz. Beni size çeken psikolojik güdülerin hepsini görebiliyorum. Siz de görmüyor musunuz?»
«İkinci bir ihtimali hiç düşündün mü? Sağlıklı bir genç kadınsın, ve cinsel birleşme sonucu zevkin doruğuna ulaşmak istiyorsun. Olamaz mı? Yoksa böyle olması psikolojik açıdan yeterince kaliteli değil mi?»
Hannah ona baktı ve başını salladı. «İnsanı yerine oturtmayı iyi biliyorsunuz doğrusu.» dedi. «Üstüne örtecek bir örtü bırakmıyorsunuz.»
«Bu doğru. Belki de uygarlık dışı davranıyorum. Özür dilerim. Ama bence sana ne oluyor, söyleyeyim. Yalnızsın ve zihnin karmakarışık. Birinin sana sarılıp seni avutmasını istiyorsun. Batı kültüründen geldiğin için bunu nasıl isteyeceğini bilemiyorsun. Bu yüzden pazarlığa girişiyor, sarılmaya karşılık seks vermeyi kabul ediyorsun. Batılı kadınlar hep yapar bunu. Çünkü karşısında yalnızca batılı erkekleri bulabilir. Onların da sosyal ilişki kavramları kısırdır. İlle seks isterler. Nakit gibi. Çünkü ilişkinin yalnız o kısmında rahat ederler. Bayan Stern, bu gece benimle yatabilirsin. Tabii istediğin buysa.»
Gerek şükran duygusundan gerekse fazla şaraptan, gözleri nemlenmişti Hannah'nm. «İstiyorum, evet,» dedi.
360
Ama insanın içinde uyuyan hayvan, yalnızca iyiniyetle kontrol altında tutulamıyordu. Hel kızın ilgisini sezdikten ve alfa-teta senko-pasyonunu, yani cinsel isteğini hissettikten sonra, gösterdiği tepki yalnızca kızı reddedilmekten korumak olmadı.
Bir kez Hannah'nm tüm sinir uçları cildinin yüzeyine yakın, son derece duyarlıydı. Olgun bir meyve gibiydi. Genç olduğu için onu hazır duruma getirmek biraz zaman alıyordu ama, bu mekanik sıkıntıdan sonra, onu doruk noktasında tutmak hiç de güç değildi.
Gözleri yukarıya doğru kayarken mırıldandı. «Yo... lütfen... bir daha yapamam! Ölürüm bir kez daha olursa!» Ama istemeyerek başlayan kontraksiyonları giderek sıklaştı, kendini dördüncü orgazmı içinde soluk soluğa buldu. Hel bu durumu uzatıyordu. Ta ki kızın tırnakları halının tüylerini yolmaya başlayıncaya kadar.
Hana'nın uyarısını hatırladı. Genç kızın geleceğini mukayeselerle mahvetmemek konusundaki uyarısını. Kendisinin doruğa ulaşmak gibi bir isteği de yoktu. Onu yavaşça sakinleştirdi. Kalçalarının, karnının, oyluklarının titremekte olan kaslarını okşadı. Sonunda Hannah yastık yığınının üstünde hareketsiz, yarı kendinden geçmiş yatarken kendi etleri eriyormuş gibi bir duyguya kapıldı.
Hel kalkıp buz gibi bir dere suyuyla yıkandı, balkona, uyumaya çıktı.
Bir süre sonra kızın yavaşça yaklaştığını hissetti. Yana çekilip kollarıyla vücudu arasında ona bir yer açtı. Hannah orada uykuya doğru kayarken, rüyadaymış gibi bir sesle, «Nicholai?» diye mırıldandı.
«Lütfen beni ilk adımla çağırma,» diye karşılık verdi Hel.
Kız bir süre sessiz kaldı. «Bay Hel? Bundan korkmayın çünkü geçici bir şey. Ama söylemem gerek. Şu anda ben sizi seviyorum.»
«Budalalık etme.»
«Ne istiyorum, biliyor musunuz?»
Hel cevap vermedi.
«Sabah olsaydı, gidip bir demet çiçek toplasaydım... O gördüğümüz Sonbahar Gözleri'nden.»
Hel güldü, kolunu ona sardı. «İyi geceler Bayan Stern,» dedi.
361
ooo
ETCHEBAR
Sabahleyin bir ara Hana dereye atılan küçük taşın sesini duydu, şatodan çıkıp yürüdü ve Hel'i bahçesindeki ses taşlarını yerleştirir buldu. Pantolonunun paçalarını sıvamıştı. Kollarından sular akıyordu.
«Şunu sonunda kusursuz hale getirebilecek miyim Hana?»
Hana başını iki yana sallarken, «Sen bileceksin ilk önce,» dedi. «Hannah sağ salim dağ evinde mi?»
«Evet. Herhalde kızlar banyo suyunu ısıtmıştır. Benimle banyo yapmak ister misin?»
«Elbette.»
Her zamaki gibi tabanları birbirine değerek karşılıklı oturdular. Gözleri kapalıydı. Vücutlarının sanki hiç ağırlığı yoktu.
Hana uykulu bir sesle, «Umarım ona iyi davranmışsındır.» dedi.
«İyi davrandım.»
«Ya sen? Senin için nasıldı?»
«Benim için mi?» Hel gözlerini açtı. «Madam. Şu anda sizi bekleyen bir işiniz var mı acaba?»
«Program defterime bir bakmam gerek ama sanırım size vakit bulabilirim.
Öğleden az sonra, telefon hatlarının bu saatlarda iyi çalışması gerektiğini düşünen Hel uluslararası santralı çevirip Diamond'un verdiği numarayı yazdırdı. Artık Hannah Stern'in evine dönmeye karar verdiğini ve Kara Eylülcülerden intikam almaktan vazgeçtiğini Ana Şirkete haber vermek niyetindeydi. Herhalde Diamond, Nicho-lai Hel'i korkutmuş olmaktan özel bir gurur ve zevk duyacaktı ama, Diamond gibi birinden gelen iltifat onu nasıl sevindirmezse, ondan gelen tahkir de elbette üzemezdi.
Laçka olmuş Fransız telefon sisteminde istenen numaranın bağlanması bir saattan fazla sürdü. Hel bu süreyi, bahçeyi dolaşarak ge-
362
çirmek istemişti. Kendini çok hafif hissediyor, her şey gözüne iyi görünüyordu. Tehlikeden kurtulduktan hemen sonraki genel sarhoşluk içinde gibiydi. Bir sürü göze görünmeyen fakat duyularla sezilen nedenden ötürü, kişisel ihtiras kokan bu işe bulaşmayı bir türlü istememişti.
Doğu tarafındaki çayırlarda dolaşırken Pierre'le karşılaştı. O gene her zamanki memnun halindeydi. Gözlerini gökyüzüne çevirip bir tahmin yürüttü. «Ah, m'syö, yakında fırtına çıkacak, Bütün belirtiler onu gösteriyor.»
«Öyle mi?»
«Evet, hiç kuşku yok. Sabahki küçük bulutlar ahune-mendi'ye katıldı. İlk ursoa da vadide bu sabah uçtu. Sagarra' nın yaprakları rüzgârda tersine döndü. Bunlar çok açık belirtiler. Fırtına kesin.»
«Çok yazık. Yağmur yağsa işimize daha çok yarardı.»
«Doğru, m'syö. Ah bakın! M'syö Le Cagot geliyor. Ne kadar da iyi giyiniyor!»
Le Cagot çimenlerin üzerinden yaklaşmaktaydı. Üstünde hâlâ iki gece önceki o tiyatro kılığı vardı. O yaklaşırken Pierre yavaşça oradan ayrıldı. Bir yandan da kalmayı çok istediğini, ama binlerce işin onu beklediğini anlatıp duruyordu.
Hel, Le Cagot'yu selamladı. «Seni bir süredir görmedim. Benat.» dedi. «Nerelerdeydin?»
«Pof! Larrau'da o dulun yanındaydım. Karnındaki ateşi söndürmesine yardım ediyordum» Le Cagot pek tedirgindi. Sözler ağzından makine gibi dökülüyor, sesi yamyassı çıkıyordu.
«Günün birinde o dul seni kapana kıstıracak Benat. Bir de bakacaksın ki... Ne var? Ne oldu Benat!»
Le Cagot iki elini Hel'in omuzlarına koydu. «Sana çok kötü bir haber vereceğim, dostum.» dedi. «Korkuç bir şey oldu, o iri göğüslü kız var ya? Konuğun?...»
Hel gözlerini kapayıp başını yana çevirdi. Az sonra alçak sesle. «Öldü mü?» diye sordu.
«Korkarım öyle. Kaçakçılardan biri silâh seslerini duymuş. Oraya vardığında kız ölmüşmüş. Ona... çok kez peşpeşe ateş etmişler.»
363
Hel içine uzun bir soluk çekti, bir süre bırakmadı, sonra ciğerlerini tümüyle boşaltıp şoku kabullenmeye, onunla birlikte gelecek öfkeyi uzağa itmeye çabaladı. Zihnini boş tutmaya çalışarak gerisin geriye şatoya yürüdü. Le Cagot peşinden geliyor, dostunun sessizlik zırhına saygı gösteriyordu.
Hel on dakika kadar tatami tabanlı odanın eşiğinde oturdu, bahçeye baktı. Le Cagot da yanına çömelmişti. Hel sonunda gözlerindeki bakışı netleştirip sordu. «Pekâlâ. Kulübeye nasıl çıkmışlar?»
«Çıkmak zorunda kalmışlar. Kız yamacın dibindeki çayırday-mış. Yaban çiçekleri topluyormuş. Elinde koca bir demet varmış.»
«Budala küçük.» dedi Hel yüksek sesle. Sevgi vardı bu seste. «Onu kimin vurduğunu biliyor muyuz?»
«Evet. Bu sabah erkenden Lescun kasabasında iki yabancı görülmüş. Tariflere bakılırsa o Teksaslı Amerlo ile Arap yardakçısı olmalı.»
«Ama kızın yerini nereden bilebilirler? Bunu yalnızca bizimkiler biliyordu.»
«Bir tek açıklaması olabilir. Biri haber verdi.»
«Bizimkilerden biri mi?»
Le Cagot dişlerinin arasından. «Biliyorum, biliyorum.» diye tısladı. «Ben sağa sola sordum. Yakında kim olduğunu öğreniriz. Öğrendiğim zaman da, Hazreti Yusuf un Rüya Tabir Eden Gavgavları adına yemin ederim ki makila' mm bıçağıyla o kara yüreğini delerim!» Le Cagot kendi adamlarından birinin, dağ Bask'larından birinin ırkını böyle küçük düşürmesinden ötürü fena halde utanıyordu. «Ne diyorsun. Nikko? Onları haklayalım mı? Amerlo'yla Arabi?»
«Hel başını hayır anlamında salladı. Şimdi uçağa binmiş Amerika'ya doğru uçuyorlardır.» dedi. «Onların da günü gelir»
Le Cagot yumruklarını birbirine vurdu, bu arada bir ekleminin de derisini yüzdü. «Ama neden, Nikko! Neden öyle bir çocuğu öldürsünler? Onlara ne zarar verebilirdi zavallı yavrucak?»
«Benim bir şey yapmamı engellemek istiyorlardı. Amcaya olan borcumu silmek için yeğeni öldürmek iyi olur diye düşündüler.»
«Ama yanıldılar elbette.»
364
«Elbette.» Zihni değişik bir tempoda çalışmaya başlarken Hel doğrulup dik oturdu... «Bana yardım eder misin.» Benat?»
«Yardım eder miyim, ha? Kuşkonmaz çişi kokutur mu?»
«Fransız iç polisi avuçlarının içinde. Bölgeden çıkarsam beni vurmak üzere emir almış durumda.»
«Pöf! Güvenlik kuvvetlerinin tek çekici yanı kendilerine özgü beceriksizlikleridir.»
«Ama gene de can sıkıcı olabilir. Şansları da yaver gidebilir. Onları saf dışı bırakmak zorundayız. Maurice de Lhandes'i hatırlıyor musun?»
«Güve dedikleri adamı mı? Elbette.»
«Onunla temas edeceğim. İngiltere'ye güvenlik içinde girebilmek için onun yardımına ihtiyacım olacak. Bu gece dağlardan geçip İspanya'ya girer, San Sebastian'a geçeriz. Oradan karşıya St. Jean de Luz kıyısına varmak için bir balıkçı teknesine ihtiyacım var. Bunu ayarlayabilir misin?»
«Lut'un karısı tuz olunca onu keçi görse yalar mıydı?»
«Öbürsü gün Biarritz'den Londra'ya uçacağım. Havaalanlarını gözleyeceklerdir. Ama herbirinde az kişi olacaktır. Avantajımız burada. O gün öğleden başlayarak emniyet müdürlüğüne birbirini izleyen telefonlar yağmasını istiyorum. Her biri beni değişik yerde gördüğünü bildirsin. Oloron'da, Pau'da, Bayonne'da, Bilbao'da, Mauleon'da, St Jean de Pied de Port'da, Bordeaux'da, Ste. Engrace' da ve Dax'da. Hepsi aynı saatlar içinde olsun. Bu bilgilerden şaşkına dönmelerini istiyorum. O zaman Biaritta'den gelen rapor da diğerlerinin arasında bir noktacık gibi kalacaktır. Bu ayarlanabilir mi?»
«Ayarlanabilir mi, ha? Bu... şimdi buna uygun bir kutsal kitap cümlesi bulamadım. Evet, ayarlanabilir. Eski günlere dönmüş gibiyiz, değil mi?»
«Korkarım öyle.»
«Beni de yanma alıyorsun tabii.»
«Hayır. Senin türünde iş değil.»
«Deme! Sakalımdaki kırlar seni yanıltmasın. Bu gövdenin içinde bir delikanlı yaşıyor! Hem de çok gaddar bir delikanlı!»
365
«Sorun orada değil. Eğer bu iş bir cezaevini basmak, ya da nöbetçi kulesini uçurmak olsaydı, yanıma alacak senden iyi birini bulamazdım. Ama bu seferki cesaret işi değil. Tecrübeyle, kurnazlıkla yapılması gerek.»
Açık havadayken her zaman yaptığı gibi yan dönüveren Le Ca-got pantolon düğmelerini açıp vücudunu rahatlattı. Bir yandan da konuşuyordu. «Bende tecrübe yok sanıyorsun, öyle mi? Ben kurnazlığın ta kendisiyim! Bukalemun gibi zemine karışır görünmez olurum.»
Hel gülümsemesini tutamadı. Kendi kendini yaratmış bu mitoloji kahramanı şu anda karşısında bu tiyatro kılığıyla, buruşuk frak ceketiyle, işlemeli yeleğiyle duruyor, beresini güneş gözlüklerinin üstüne eğip kızıllı kırlı sakalıyla orada dikiliyor, elindeki makila'sı-nı,az önce işerken penisini nasıl tuttuysa öyle tutuyor ve hiç dikkati çekmediğini, göze bile görünmediğini söylüyordu.
«Hayır, benimle gelmeni istemiyorum, Benat,» dedi. «Bana en büyük yardımın, senden istediğim ayarlamaları başarmak olacaktır.»
«Ya sonra? Sen eğlenceye başladığın zaman ne yapacağım? Dua edip başparmaklarımı birbirinin etrafında mı çevireceğim?»
«Ne yap, biliyor musun? Ben yokken sen mağaranın keşif hazırlıklarını tamamla. Gerekecek öteki eşyaları aşağıya indir. Dalgıç elbiselerini, hava tüplerini falan. Ben dönünce mağarayı bir baştan bir başa geçmeye çalışırız. Ne dersin?»
«Hiç yoktan iyidir ama, gene de pek ilginç sayılmaz.»
Şatodan gelen hizmetçi kız Hel'e kendisinin içeriye çağrıldığını haber verdi.
Hana, elinde telefonla uşakların bölümündeydi. Ağızlığı avucuy-la tıkıyordu. «Amerika telefonuna Bay Diamond cevap veriyor.» dedi.
Hel telefona baktı, sonra gözleri yere dikildi. «Onu yakında arayacağımı söyle.» deyiverdi.
Akşam yemeğini tatami tabanlı odada yemişlerdi. Şimdi bahçede gögelerin oynaşmasını izliyorlardı. Hana'ya bir hafta kadar şatodan ayrılacağını söylemişti.
366
«Bunun Hannah ile ilgisi var mı?»
«Evet.» Kızın öldüğünü Hana'ya söylemeye gerek görmemişti. Kısa bir sessizlikten sonra Hana. «Döndüğün zaman seninle olan süremin sonuna çok yaklaşmış olacağız.» dedi.
«Biliyorum. O zaman beraberliğimizi devam ettirmek isteyip istemediğine de karar vermiş olacaksın.»
«Biliyorum.» Hana yere baktı. Hel ömründe ilk defa onu yanaklarının utançtan pembeleştiğini gördü. «Nikko? Evlenmemizi düşünmek budalaca mı olur sence?»
«Evlenmek mi?»
«Boş ver. Aklımdan gelip geçen saçma bir düşünceydi. Zaten istediğime de tam inanmıyorum.» Aslında bu fikre içtenlikle sarılmış, sonra onun reddinden ya da ilk tepkisinden korkup kaçmıştı.
Hel birkaç dakika derin düşüncelere gömüldü. Sonunda, « Hayır, saçma değil.» dedi. «Eğer hayatını bana vermeye karar verirsen. Elbette ki ekonomik geleceğin konusunda bir şeyler yapmamız gerekir. Bunu dönüşümde konuşalım.»
«Bir daha bu konuyu açmayabilirim.» «Anlıyorum, Hana, ama ben açabilirim.»
367
ooo
ST. JEAN DE LUZ/BIARRITZ
Üstü açık balıkçı teknesi, batmakta olan ay ışığına gümüş rengi bir iz bırakarak kıyıya yaklaşıyordu. Suluboya bir resme benziyordu görünüm. Dizel motoru susturulunca bronşitli gibi öksürüp, boğu-lurcasına sesini kesti. Tekne çakıllı kıyıya otururken dibinden sürtünme sesi geldi. Hel yandan atlayıp diz boyu suya indi. Çantasını omuzuna asmıştı. Elini salladı, motordan iniltili bir cevap geldi. Hel yürüyerek ıssız kıyıya çıktı. Kanava gibi iri dokunmuş keten pantolonunun paçaları sırılsıklamdı. Ayağında espadriller kumlara batıp çıkıyordu. Gerilerde motor tekrar öksürdü, eski ritmik temposunu tutturdu. İspanya sahillerinin mat karalığı içinde uzaklaşmaya başladı.
Hel ilerlerde kahvelerin ışıklarını görebiliyordu. Orası St. Jean de Luz limanıydı. Balıkçı teknelerinin denize uzanmış iskelelere yanaşıp bağlandığı, ağır ağır sallandığı yer. Hel omuzunda çantayı biraz oynatıp Balina Kahvesine doğru yollandı. Akşam yemeği için telgrafla verdiği siparişi onaylatacaktı orada. Kahvenin sahibi eskiden bir Paris lokantasında şefti. Emekli olunca kendi kasabasına dönmüştü. Arasıra, fırsat buldukça, yemek konusundaki yeteneklerini ortaya dökmekten zevk duyardı. Hele Bay Hel kendisine hem yemek seçimi hem de fiyat konusunda açık kart sunduğu zamanlarda. Ye-
371
mekler hazırlanıp Bay de Lhandes'in evinde servis yapılacaktı. Sahil şeridinde oturan o kibar küçük adamın evinde. Hiç St. Jean de Luz'un sokaklarına çıkıp dolaşmazdı Bay de Lhandes. Çünkü görünümü herkesin dikkatini çekebilir, belki insanları güldürürdü bile. Özellikle terbiyesiz çocukları. Bay de Lhades cüceydi. Boyu bir metreyi pek az geçiyordu. Oysa yaşı altmışın epey üstündeydi.
Hel evin arka kapısını tıkırdatınca Matmazel Pinard perdenin arasından dışarıya baktı, yüzü hemen neşeli bir gülüşle aydınlandı, kapıyı ardına kadar açtı. «Ah, Mösyö Hel! Hoşgeldiniz. Sizi görmeyeli çok oldu! Girin içeri, girin! Ah, ıslanmışsınız! Mösyö de Lhandes birlikte yiyeceğiniz yemeği hevesle bekliyor.»
«Yerleri ıslatmak istemem, Matmazel Pinard. Pantalonumu çıkara bilir miyim?»
Kadın kızardı, onun omuzuna pat pat vurdu. «Bay Hel! Hiç böyle konuşulur mu? Ah bu erkekler!» Aralarında her zaman sürüp giden bu tür masum flörtlerde hep olduğu gibi, bir yandan kızarıyor, bir yandan neşeleniyordu. Matmazel Pinard ellisini aşmıştı. Üstelik nice yıllar olmuştu. Uzun boylu, sinirli kuru elleri olan, kupkuru yürüyen, çok uzun yüzlü, ufacık gözlü, ince dudaklı bir kadındı. Yüzünün en büyük bölümünü alnı ve çenesi kaplıyordu. Biraz daha kişilik sahibi olsa, çirkin denilebilirdi ona. Şimdi denmiyordu. Yalnızca silikti. Bakirelerin yaratıldığı hamurdan olduğu belliydi. Otuz yıldan beri Bay de Lhandes'in bakıcısı, yardımcısı ve metresi olması da bu namuslu ve dürüst niteliğini hiç bozmuyordu. Sinirlendiği zamanlar «Zut!» ya da «Ma foil» diye bağıran tip kadınlardandı.
Hel'i her gelişinde kaldığı odaya götürürken, alçak sesle fısıldadı. «Bay de Lhandes pek iyi değil, biliyorsunuz. Bu akşamı sizinle geçireceğine çok seviniyorum ama dikkatli olmalısınız. Tanrısına çok yaklaşmış durumda. Doktorun bana söylediğine göre, hafta meselesi en iyi ihtimalle ay meselesiymiş.»
«Dikkat ederim, sevgilim. Hah, işte geldik. Ben üstümü değiştirirken içeriye gelmek ister misin?»
«Ah, Mösyö!»
372
I
W Hel omuzlarını kaldırdı. «Eh, ne yapalım.» dedi. «Ama günün
birinde bu kale duvaları nasılsa yerle bir olacak, Matmazel Pinard. Ve o zaman... ah, o zaman...»
«Canavar! Üstelik de Bay de Lhandes'in çok iyi arkadaşısınız! Ah bu erkekler!»
«Hepimiz iştahlarımızın tutsağıyız, Matmazel. Çaresiz tutsaklarız. Yemekler hazır mı?»
«Şefle yardımcıları bütün gün mutfakta çalışıp durdular. Her şey hazır.»
«Öyleyse yemekte görüşürüz ve iştahlarımızı birlikte tatmin ederiz.»
«Ah, Mösyö!»
Yemeği evin en büyük odasında yediler. Duvarlar düzensiz dizilmiş kitapların durduğu raflarla kaplıydı. Bu kitaplar Bay de Lhandes'in doymak bilmez öğrenme hevesinin tanıkları oluyordu. Bir yandan yiyip bir yandan okumayı hiç istemezdi Bay de Lhandes. En sevdiği iki şeyden birinin önemini öteki azaltmasın diye. Bu yüzden kütüphaneyle yemek odasını birleştirmek fikri hoşuna gitmişti. Ortadaki kocaman masa her iki iş için de uygundu. Şu anda masanın bir başında oturuyorlardı. Bay de Lhandes başta, Hel sağında, Matmazel Pinard da sorundaydı. Evin bütün mobilyaları gibi masayla sandalyeler de biraz küçültülmüştü. Bu durumda Bay de Lhandes için biraz büyük, eve pek ender gelen tek tük sevdiği konuklar içinde biraz küçüktüler. De Lhendes bir keresinde Hel'e, böylelikle bir koalisyona vardıklarını söylemişti. Bu durum gerçi hiç kimseyi tatmin etmiyordu ama, hiç değilse herkes, diğerininde aynı derecede rahatsız olduğunu biliyordu. Yemek artık bitmek üzereydi. Servis aralarında dinleniyor, çene çalıyorlardı. Neva havyarı ve St. Germain Royal yemişlerdi. De Lhandes yemeği biraz fazla naneli bulmuştu. Sonra Şato Yquem usulü balık ve külde pişmiş bıldırcın gelmişti. Bay de Lhandes'a göre bıldırcınlar ceviz kütükleriyle yakılmış ateşte pişse kokusu daha bir güzel olacaktı ama, şimdi de fena sayılmazdı. Bunu izleyen Yedinci Edward usulü kuzunun da yeterince soğuk olmamak gibi bir kusuru
373
vardı. Bununla birlikte Bay de Lhandes'a göre, Hel'in bu siparişi son anda vermiş olduğunu da düşünmek gerekirdi. Yunan pilâvında kırmızı biber fazlacaydı. Bay de Lhandes bunu şefin artık yaşlanmasına yorumladı. Morel'deki fazla limonu şefin kişiliğine veren de Lhandes, gratine enginarda gravyer peyniriyle parmesan peyniri arasında denge kurulamamasına özür olarak da şefin inatçılığını buldu. Başka çare yoktu, çünkü bu kusur şefe daha önce de bir kere söylenmişti. Danicheff salatası geldiğinde de Lhandes bu seferkinin kusursuz oduğunu kabullenmek zorunda kaldı, ama nedense buna biraz canı sıkılmış gibi göründü.
Ev sahibi her gelen yemekten ağzına yalnızca bir lokma alıyor, böylelikle ağzında bütün tadları bulundurmaya çalışıyordu. Kalbi, karaciğeri ve sindirim sistemi öyle berbat durumdaydı ki, doktoru ona marnlamayacak kadar zalimce bir perhiz vermek zorunda kalmıştı. Hel de alışkanlık sonucu az yiyordu. Matmazel Pinard'ın iştahı iyiydi. Ne var ki onun da sofra adabına bağlılığı ağzına pek küçük lokmalar atıp bunu ön dişleriyle, çenesine daireler çizdirerek yemesini zorunlu kılıyordu. Peçetesi ikide bir yükseliyor, zarif bir nezaketle dudaklarına değiyordu.
De Lhandes şaşılacak kadar tok bir sesle, «Bu kadar az yemeniz korkunç bir şey, Nicholai,» dedi. «Sen yiyeceğe karşı münzevi rahipler gibi davranıyorsun, ben de enkaz olmuş durumdayım. Bu güzelim tabaklara böyle çatalımızın ucuyla dokundukça, kendimi on yaşında bir çocukmuşum da, lüks ve zengin bir geneleve gitmişim gibi hissediyorum.»
Matmazel Pinard bir an için peçetesinin arkasında kaybodu. De Lhendes, «Hele bu şarap testileri,» diye devam etti. «Ah, bu duruma nasıl düştüm ben! Bilgim ve param sayesinde oburluğu bir sanat haline getiren ben! Kader ya çok kalleş, ya da çok adaletli. Hangisi olduğunu bilemiyorum. Şu halime bak! Yemek yiyişim, genç bir papaza âşık olan rahibenin pişmanlık perhizine benziyor.»
Peçete bir kere daha Matmazel Pinard'ın yüzündeki pembeliği gizi: di.
Hel, «Hastalığın ne durumda, aziz dostum?» diye sordu. Dürüstlük ikisinin arasında tek geçer akçeydi.
«Çok hastayım. Kalbim artık pompa olmaktan çıktı, süngere döndü. Emekli olalı... dur bakayım ... beş yıl oluyor. Bunun son dördünde Matmazel Pinard'a, onu seyretmekten öte hiçbir faydam da olmadı.»
Gene peçete.
Yemek, sonunda bir sürprizle noktalandı. Çeşitli meyve ve dondurma. Konyaksız ve peynirsiz. Bundan sonra Matmazel Pinard kalkıp masadan ayrıldı ve iki erkeği yalnız başlarına sohbet etmek üzere bıraktı.
De Lhandes sandalyesinden aşağıya kayıp ayaklarının üstüne bastı. Şöminenin yanına giderken yolda iki kere soluk almak üzere durdu. Oraya varınca alçacık bir koltuğa oturdu. Gene de ayakları havada kaldı.
«Benim için bütün koltuklar şezlong sayılır,» diye güldü. «Ee, söyle bakalım, dostum, sana nasıl bir yardımda bulunabilirim?»
«Yardıma çok ihtiyacım var.»
«Elbette. Ne kadar iyi dost olursak olalım, bir akşam yemeğinin namusunu berbat etmek amacıyla buraya gecenin bu saatında deniz yoluyla gelmeni bekleyemezdim. Biliyorsun ki birkaç yıldır haber alma mesleğinden uzaktayım. Ama gene de elimde eski günlerden kalma parça parça bilgiler var. Elimden geleni yapmaya çalışırım.»
«En baştan söylemem gereken bir şey var. Paramı elimden aldılar. Sana hemen ödeme yapamam.»
De Lhandes elini havada şöyle bir çevirerek bunun önemli olmadığını belirtti. «Sana cehennemden bir fatura yollarım.» dedi. «Uçları yanık bir fatura gelirse, benden olduğunu anlarsın. Karşındaki kişi mi yoksa hükümet mi?»
«Hükümet. İngiltere'ye girmeliyim. Beni bekliyor olacaklar. İş çok önemli. Bu yüzden elimdeki şantaj da ağır olmalı.»
De Lhendes içini çekti. «Aaah ah!» dedi. «Keşke Amerika olsaydı. Amerika'ya karşı elimde öyle bir bilgi var ki, Hürriyet heykeli sırtüstü yatıp bacaklarını açar. Ama İngiltere? Onlara ait hiçbir şey yok. Ufak tefekler var yalnızca. Gerçi bazıları oldukça utandırıcı ama, gene de bir tek büyük şey yok.»
375
«Ne tip bilgiler var?»
«Bidiğin tip. Homoseksüellik falan. Özellikle Dışişleri Bakanlığında.»
«Bu yeni bir şey değil.»
«Bu kadar büyük skandal olabilecek türler her zaman ilginçtir. Üstelik fotoğraflar da var. İnsanların aşk yaparken girdiği pozlar ba-zan gerçekten gülünç olabiliyor. Hele yaşları da ilerlemişse. Dur bakayım, başka neyim var? Ha... kraliyet ailesiyle ilgili bazı şeyler. Sıradan siyasal dedikodular. Hani hatırlarsın... o herifin kazada ölümüne ait soruşturmanın neden durdurulduğu var.» De Lhandes dosyalarını zihninden geçirmeye çalışırken gözlerini tavana dikmişti. «Ha, bu arada İngiltere ile Arap petrolü arasındaki ilişkilerin sanıldığından daha ileri olduğuna dair kanıtlar var. Hükümet üyeleriyle ilgili kişisel şeyler var... çoğu mali ve cinsel anormallikler. Amerika'yla ilgili bir şey istemediğinden emin misin? Oradaki silâhım gerçekten büyük. Satılamayacak kadar büyük. İşe yaramayacak kadar büyük. Yumurtayı balyozla kırmaya benzeyecektir.»
«Olmaz. Bana İngiltere lâzım. Washington'un Londra'ya baskı yapmasını isteyecek vaktim yok.»
«Hımmm. Bak sana ne diyeceğim. Elimdekilerin topunu birden al. Ne dersin? Gerekirse bunların peşpeşe gazetelerde yayınlanabilecek durumda olmasını ayarla. Bir rezaletin peşinden bir yenisi. An-lıyorsundur. Bir tek ok hiçbir zaman kuvvetli olmaz. Ama böyle dizi halinde gelirse... Kim bilir? Verebileceğimin en iyisi bu.»
«Eh, o halde öyle yapmak gerek. Her zamanki gibi hazırlayalım. Ben yanımda fotokopileri götüreyim, değil mi? Mekanizma basılı düğme yönetimiyle harekete geçmeye hazır olsun. En önce Alman dergilerinde gözüksün haberler.»
«Evet. O yol daha hiç başarısızlığa uğramadı. Hürriyet heykelinin bekâretini istemediğinden emin misin?» «Ne işime yarayacağını bilemiyorum.» «Tatsız bir imaj zaten. Eh... geceyi bizimle geçirir misin?» «Rahatsız etmezsem. Yarın öğlende Biarritz'den uçakla hareket edeceğim. Fazla göze görünmemem gerek. İç polis peşimde.»
376
«Yazık. Oysa seni apayrı bir familyanın son örneği olarak korumaları gerekirdi. Biliyor musun son günlerde seni epey düşündüm, Nicholai Aleksandroviç. Sık sık demeyeceğim tabii. İnsan hayatının son anına yaklaşınca kendi kişisel farsı içindeki önemsiz karakterleri düşünmeye fazla vakit ayırmıyor. İşin en acı yanı da, insanın kendi biyografisi dışındaki her biyografide, önemsiz bir karakter olduğunu farketmesi. Senin hayatında ben, çok küçük role sahip biriyim. Sen de benimkinde öylesin. Birbirimizi yirmi yılı aşkın süredir tanıyoruz ama, iş ilişkilerini çıkarırsan... ki her zaman çıkarmak gereklidir... aramızdaki yakın ve içten sohbetlerin toplamı belki on iki saat ancak tutar. Birbirimizin zihnini ve kalbini yokladığımız saatlar demek istiyorum. Yani seni tanıyışım yarım günden ibaret, Nicholai. Bu da hiç fena sayılmaz. Nice yakın dostlar ve evli çiftler (biliyorsun ikisi de her zaman aynı anlama gelmez.) bu kadar da tanımamışlardır birbirini. Bir ömür boyu sürmüş tatsızlıklar, kavgalar ve tartışmalara rağmen. Durum bu... seni yarım günden beri tanıyorum ve çok sevdim. Bu işi başarmış olmamdan ayrıca büyük gurur duyuyorum çünkü sen kolay sevilebilecek bir insan değilsin. Beğenilmek elbette. Saygı? Eğer korku da saygının bir parçası sayılıyorsa, ona da evet. Ama sevgi? O başka bir mesele işte. Sevginin içinde bir affetme niteliği vardır çünkü. Seni affetmek ise epey zor. Bir yanın azizler kadar estetik, öbür yanın Vandallar kadar vahşi. Bu karışımla kendini pek affa elverişli kılmıyorsun. Bir kişiliğin affın çok üzerinde, öteki kişiliğin ise çok altında. Üstelik affı istemiyorsun da. Herhalde seni affetmeye kalkan biri çıksa, sen onu asla affetmezsin. Bunu yapmaya cesaret ettiği için. Belki bu sözün pek anlamı yok ama, kulağa güzel geliyor işte. Şarkı dediğinin anlamı olduğu kadar müziği de olmalı. İşte böyle. Seni on iki saat süresince tanıdıktan sonra, bir özetlemek gerekirse, yani seni tanımlamak gerekirse, bir Ortaçağ anti kahramanı derdim.»
Hel gülümsedi. «Ortaçağ anti-kahramanı mı? O da ne demi k olabiliyor?»
«Konuşma sırası kimde? Sende mi yoksa bende mi? Ölenlere sessiz bir saygı gösterelim lütfen, durum senin kısmen Japon olmandan çıkıyor. Kültürel açıdan Japon olmandan. Yalnızca Japonya'da
377
klasik çağla Ortaçağ birbirine rastlar. Batıda felsefede olsun, sanatta, politikada, sosyal ideallerde olsun, ileri dönemler Ortaçağdan ya önce, ya da sonradır. Tek istisna, Tanrıya giden o koca köprüler, yani katedrallerdir. Oysa Japonya'da feodal dönem, aynı zamanda felsefi dönemdir. Biz batılılar savaşçı bir papaza, savaşçı bir bilimciye hatta savaşçı bir sanayiciye bile alışkın sayılırız. Ama savaşçı bir filozof? Yoo... bu düşünce bizi tedirgin eder. Biz şiddeti ve ölümü sanki aynı güdünün iki görünümüymüş gibi düşünürüz. Oysa ölüm, şiddetin tam tersidir. Çünkü şiddet her zaman, yaşamak için verilen bir mücadeledir. Bizim felsefemiz hayatı yönetmeye dönüktür. Seninki ise ölümü yönetmeye dönük. Biz anlaşılmak isteriz, sen gurur istersin. Biz yakalamayı öğreniriz, sen bırakmayı öğrenirsin... Aslında filozof deyimi bile uymuyor sana. Çünkü bizim filozoflarımız her zaman kendi inanç ve kanılarını başkalarıyla paylaşmakta direnirler. Sen ise kendine özgü sakin bir dünya kurmak peşindesin. Batılının bakış açısına göre senin bu tutumundan, bu erkekliğinde, pek kadınsı bir hava vardır. Umarım bu söz kulağına ters gelmez. En tehlikele savaşından döner dönmez sırtına yumuşacık giysiler geçirip bahçende dolaşır düşen kiraz yapraklarını seyredersin. Yumuşaklığı da, cesareti de erkeklik diye değerlendiriyorsun. Bu bize, ikiyüzlülük değilse bile, en azından biraz kaprisli bir tutum gibi geliyor. Ha, sırası gelmişken, bahçen nasıl gidiyor?»
«Olmakta.»
«Yani?»
«Her yıl biraz daha basitleşiyor.»
«İşte gördün mü bak? Gene aynı Japon paradoksları. Kendine bir bak! Savaşçı bir bahçıvan! Gerçekten bir Ortaçağ Japonusun sen. Daha önce söyediğim gibi. Hem de anti-kahramansın. Dikkati çekmek isteyen eleştirmenlerin ve bilimcilerin kullandığı anlamda değil. Onların anti-kahraman dedikleri, kendilerinden beklenmedik kahramanlıklar yapanlar, bir de çekici, cazip kötü adamlardır. Üçüncü Richard gibileri. Oysa asıl anti-kahraman, kahramanın bir türüdür. Belli bir rolü olan bir soytarı değildir. Aklına geleni oynaması için kendisine izin verilen bir seyirci de değildir. Tıpkı klasik kahraman gibi o da toplumu huzura, selâmete götürür. İnsanlığın gelişi-
378
mi dediğimiz komedinin bir aşamasında, huzur ve selâmetin düzen ve teşkilât tarafından bulunduğu varsayılmış, öyle sanılmıştı. Tabii bütün batılı kahramanlar da, çevrelerine adamlarını toplayıp düşmana, yani boşluğa, düzensizliğe saldırdılar. Şimdi yeni öğreniyoruz ki asıl düşman boşluk değil, düzenlilik ve teşkilâtmış. Ayrılık değil benzerlikmiş. Durmak değil ilerlemekmiş. Şimdi yeni çıkan kahraman, yani anti-kahraman, saldırısını bu düşmana doğru yapmaktadır. Teşkilâta saldırmakta, sistemleri yoketmeğe uğraşmaktadır. İnsan ırkının selâmetinin o nihilist yönde yattığını artık biliyoruz. Ama ne kadar uzakta yattığını bilmiyoruz.» De Lhandes duraklayıp soluk aldı, kendini tekrar devam etmeye hazıladı. O sırada bakışı Hel'inkiyle karşılaşınca güldü. «Eh, bu kadarı yeter belki de,» dedi. «Zaten sana anlatmıyordum.»
«Bir süreden beri farketmiştim bana anlatmadığını.» «Batı trajedilerinin geleneğine göre insana ölmeden önce bir uzun konuşma yapma hakkı tanınır. Bir kere ayağını o eşikten öteye bastıktan sonra zaten yapabileceği hiç bir şey kaderini değiştirmeyecektir. Ama hiç değilse davasını dile getirmesine izin verilir. Tanrılara istediği kadar sövüp sayması sağlanır. Örtülü bir dille bile olsa.
«Böyle yapmak asıl hikâyenin yan yerde kesilmesine sebep olsa bile mi?»
«Boşver onu! Gerçeğe karşı kazanılacak iki saatlik narkoz için, yani eylem ve ölüm dünyasında kısa bir güven süresi kazanmak için, insan bir iki dakikalık gerçekçi gözleme dayanabilmeli. Söylenenler doğru olsa da, olmasa da. Ama hadi senin dediğin olsun. Söyle bakalım, hükümetler hâlâ Güve'yi hatırlıyorlar mı? Hâlâ onun bu bilgileri nereden topladığını bulabilmek için tırnaklarıyla her yeri deşiyor, çaresizlik içinde dişlerini gıcırdatıyorlar mı?»
«Evet, Maurice. Daha geçen gün evime Amerlo bir ajan geldi ve seni sordu. Bilgileri nereden öğrendiğini bilmek için erkeklik organını feda etmeye hazırdı.»
«Sahi mi? Ama Amerlo olduğuna göre, feda etse de kaybı fazla sayılmaz. Ne söyledin ona?»
«Bildiğim her şeyi söyledim.»
379
«Yani hiçbir şey. İyi. Sır tutmak en iyi niteliktir. Biliyor musun aslında öyle fazla kurnaz haber alma kaynaklarım falan yoktur. Ana Şirketle ben bilgilerimizi aynı kaynaktan alıyoruz. Şişko'dan geliyor bilgilerim. Satın aldığım yüksek rütbeli bir kişi eliyle. Adı Llewellyn. Benim onlardan üstün yanım, iki kere ikiyi daha iyi toplayabilmem. Yo, öyle değil. Ben bir buçukla üç virgül altmış altıyı topluyor, istersem on bulabiliyorum demek daha doğru. Bana gelen bilgi onlara gelenden fazla değil. Yalnızca ben daha zeki birisiyim.»
Hel güldü. «Seni bulup susturmak için feda etmeyecekleri yok.» dedi. «Çoktan beri tırnaklarına sıkışmış bir kıymık gibisin.»
«Hah! İşte bunu bilmek, günlerimi daha mutlu kılıyor. Nicholai, Hükümet adamlarının canını sıkabilmek, hayatımı yaşanır hale getirmeye yetti. Pek de güvensiz, tehlikeli bir hayat oldu ya! Eğer ticaretini yaptığın şey bilgi ve sırlarsa, çabuk bozulan mal olup satıyorsun demektir. Bilgiler şarap gibi, konyak gibi değildir. Zaman geçince değerleri azalır. Hiçbir şeyin fiyatı, dünkü günahlarınki kadar ucuz olmaz. Bazan elime çok pahalı bilgiler geçmiş, fakat bu bilgiler daha ben kullanamadan önce başka kaynaklardan da sızdığı için ziyan olmuş gitmiştir. Bir zamanlar Amerika'ndan pek pahalı bir sır satın almıştım. Watergate'di adı. Ben malı rafımda tutup beklerken, senin ya da başka bir alıcının çıkageleceğini umarken iki meraklı gazeteci işin kokusunu aldı ve bundan servet kazanabileceklerini he-saplayıverdiler. Ne oldu? O malzemenin değeri bir gece içinde sıfıra indi. Zaman geçtikçe işe bulaşan her suçlu oturup bir kitap yazdı, ya da bir televizyon röportajına çıktı, kendi rolünü anlattı. Amerikan halkının medenî haklarını nasıl ihlâl ettiğini itiraf etti. Ve budala Amerikan halkı da bunların herbirine dünyanın parasını ödedi. O halk nedense burunlarının kendi pisliklerine sürtülmesine bayılıyor. Benim bu arada raflarımdan yüzbinlerce dolarlık malı kaybetmiş olmam sana haksızlık gibi gelmiyor mu? Hele baş suçlu kendisine televizyon programlarıyla servet toplarken! Röportajı yapan da üç kuruş için herkesin tabanını yalamaya hazır olan o İngiliz. İdi Amin'in bile. Garip meslek bu benim mesleğim.»
«Her zaman bu işi mi yaptın Maurice?»
380
«Profesyonel basketçi olduğum kısa sürenin dışında... evet.» «Çok delisin!»
«Dinle. Bir an ciddi olalım. Bu yaptığın işi güç bir iş olarak tarif etmiştin. Gerçi sana öğüt vermek benim haddim değil ama, birkaç yıldan beri emekli olduğunu da düşünmüşsündür umarım. Zihinsel kondisyonun hâlâ iyi mi?»
«Oldukça. Mağaralara sık sık iniyorum. Bu yüzden korku, düşünceleri mi engellemiyor. Ayrıca bir avantajım da İngilizlere karşı oynamak.»
«Evet. o bir avantaj. MI- 5 ve MI- 6 kadrosu o kadar sinsi iş görür ki, yaptıkları ne dikkati çeker, ne de sonuç verir, ama gene de... bu işin garip bir yanı var. Nicholai Aleksandroviç. Sesinin tonunda beni tedirgin eden bir şey var. Kuşku değil ama, tehlikeli bir kadercilik. Yoksa kaybedeceğine baştan karar mı verdin?»
Hel bir süre sessiz kaldı. «Çok derin bir gözlemcisin, Maurice.»
«İşim bu.»
«Biliyorum. Bu işte gerçekten bir terslik, bir düzensizlik var. Emekliliğimden geri dönmekle antişans oranını zorladığımın farkındayım. Sonunda bu olayın beni saf dışı bırakacağını sanıyorum. Yapacağım işin değil. Her halde o Kara Eylülcüleri rahatlıkla öldürebilirim. O tip tehlikeler daha önce de başımdan geçti. Alışkınım. Ama o bittikten sonra işler biraz karışacak. Beni cezalandırmaya kalkacaklar. Bu cezayı kabullenirim, ya da kabullenmem. Kabullenirsem tekrar arenaya çıkmanı gerekecek. Hissettiğim şey bir tür...» Hel omuzlarını kaldırdı. «Bir tür duygusal bezginlik. Kadercilik falan değil, tehlikeli bir kayıtsızlık. Küçük düşürücü olaylar birbirine eklenirse belki de hayata o kadar sıkı sarılmak için neden görmeyebilirim.»
De Lhandes başını salladı. O da buna benzer bir şey sezmişti zaten. «Anlıyorum.» dedi. «Sana öneride bulunmama izin ver dostum. Söylediğine göre hükümetler hâlâ beni önemli buluyor, ölümümü bekliyorlarmış. Yerimi bilmek için çok şey vermeye hazırlar diyorsun. Eğer başın derde girerse, bu bilgiyi pazara çıkarmana izin veriyorum.»
«Maurice!»
381
«Yo, yo! Don Kişotluk gösterisine kalkmış falan değilim böyle çocukça bir hastalığa yakalanmayacak kadar yaşlandım artık. Ama verdiğin bilgi aslında içi boş bir torba gibi olacak. Onlar buraya vardığında ben çoktan yokolmuş olacağım.»
«Teşekkür ederim ama yapamam. Senin için değil., kendim için yapamam.» Hel ayağa kalkı. «Artık biraz uyumam gerek.» dedi. «Önümdeki yirmi dört saat çok önemli. Kafamı kullanmak zorunda kalacağım. Fiziksel bir tehlikesiyle karşılaşmayacağım için deşarj da olamayacağım. Şafak sökmeden yola çıkmak zorundayım.»
«İyi. Ben birkaç saat daha oturup şeytanlıklarla dolu hayatımın zevkli olaylarını gözden geçirmek istiyorum.»
«Peki. Allahaısmarladık dostum.»
«Allahaısmarladık değil, Nicholai.»
«O kadar yakın mı?»
De Lhandes başını evet anlamında salladı.
Hel eğilip dostunu iki yanağından öptü. «Elveda, Maurice.» dedi.
«Elveda, Nicholai.»
Hel kapıya vardığında, dostunun sesi onu durdurdu. «Ha, Nicholai, bana bir iyilik yapar mısın?»
«Ne istersen?
«Bu son yıllarda Estelle bana çok iyi baktı. İlk adının Estelle olduğunu biliyor muydun?»
«Bilmiyorum.»
«Onun için bir şey isteyeceğim senden. Bana veda armağanı olarak. Geçerken lüfen odasına uğrar mısın? Merdiven başından sonra ikinci kapı. Sonradan ona bunun benden bir armağan olduğunu söylersin.»
Hel başını salladı. «Benim için bir zevktir, Maurice.»
De Lhandes şöminedeki ateşe bakarak, «Onun için de zevk olur umarım,» dedi.
Hel Biarritz havalanma varışını, açıkta uzun süre beklemeyecek biçimde ayarlamıştı. Biarritz'i hiç sevmezdi. Burası yalnızca coğrafya
382
açısından Bask sayılabiliyordu. Almanlar, İngilizler ve öteki yabancılar burayı çoktan Brigton'a ya da Biscay'a benzetmişlerdi.
Terminale gireli beş dakika ancak olmuştu ki, beklediği şeyi algıladı. Kendisine yöneltilmiş direkt ve dikkatli bir bakış. Zaten bütün çıkış kapılarında gözcü bulunacağını biliyordu. Bara yaslanıp içkisini içmeye devam etti. Bir yandan kalabalığı bakışlarıyla şöyle bir taradı. Fransız özel dedektifini hemen gördü. Gözündeki güneş gözlükleri ve giydiği garip sivil elbise adamın derhal dikkati çekmesine yetiyordu. Hel bardan ayrılıp dosdoğru adama yürüdü. Yaklaştıkça delikanlının içindeki gerilimi ve duygusal karmaşıklığı hissediyordu.
Hel Alman aksanlı bir Fransızcayla, «Özür dilerim.» dedi. «Ben daha yeni geldim. Laurdes uçağına nasıl gidebileceğimi bilemiyorum. Yardım eder misin?»
Genç polis Hel'i kararsız bakışlarla süzdü. Evet, bu adam verilen genel tanıma uyuyordu ama, bir kere gözleri koyu kahverengiydi. (Hel numarasız renkli lens takmıştı o gün.) Üstelik tarifte adamın Alman olduğu da yazılı değildi. Ayrıca aranan kişi ülkeden çıkıyor olmalıydı. Giriyor değil. Delikanlı birkaç kelimeyle Hel'i danışmaya yollamayı başardı.
Hel uzaklaşırken ajanın bakışlarını hâlâ üzerinde hissediyordu ama, konsantrasyonun karasızlıkla dolu olduğunu da algılıyordu. Herhalde bu olayı gene de rapor edecekti. Fakat emin bir tonda değil. Merkez büroya da şu anda buna benzer bir sürü bilgi yağıyor olacaktı. Ülkenin hemen bütün hava alanlarından. Le Cagot ayarlıyordu onu.
Hel bekleme salonuna girerken sarı saçlı bir oğlan çocuğu koşarken onun bacaklarına çarptı. Hel çocuğu düşmesin diye yakaladı.
«Rodney! Ah, özür dilerim efendim.» Yaşı yirmilerin sonlarında görünen güzel bir kadın belirmişti çocuğun arkasında. Bir yandan Hel'den özür diliyor, bir yandan çocuğa sahip olmaya çalışıyordu. İngilizdi. Giydiği yazlık elbise vücudunun güneş yanığı olan ve olmayan yerlerini göstermekteydi. Kız İngilizlere özgü kötü bir Fransızcayla konuşmaya başladı. Yabancıların söylemeye değer bir sözü varsa, bunu asıl dilde söylemesinin gereğine inanırdı bu İngiliz milleti. Diğer dilleri öğrenmeye önem vermezlerdi. Çocuğun yeğeni ol-
383
duğunu, birlikte kısa bir tatilden dönmekte olduklarını, az sonra kalkacak uçakla İngiltere'ye gideceklerini, kendisinin bekâr olduğunu, adının da Alison Browne olduğunu bir çırpıda sıralayıverdi.
«Benim adım da Nicholai Helm.»
«Tanıştığımıza memnun oldum Bay Hel.»
Tamam işte. *M* harfini hiç duymamıştı. Çünkü duymamaya hazırdı. Bu da Fransız ajanı kollayan İngiliz ajan olmalıydı.
Hel uçakta yanyana düşmeyi umduğunu belirtti, kız da ona tatlı tatlı gülümsedi. Yer gösterene ricada bulunabileceğini anlattı. Hel ona ve çocuğa meyve suyu ısmarlamayı önerince kabul etti. Genellikle yabancılardan gelen böyle teklifleri reddettiğini, fakat bu seferkinin bir istisna olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi.
O eğilip çocuğun yakasındaki meyve suyunu siler, bir yandan da sutyen giymediğini belirtmek için omuzlarını birbirine yaklaştırmaya çalışırken Hel birkaç dakika için izin istedi.
İlerdeki dükkâna girip ucuz bir Biarritz hatıra armağanı satın aldı. Sonra bunu içine koyacak bir kutu, bir makas, biraz paket kâğıdı, biraz da alüminyum kâğıt istedi. Bunları toplayıp erkekler tuvaletine yürüdü. Hızla çalışarak hediyeyi paketledi, geri döndüğünde Rodney'e verdi. Çocuk artık iyice sıkılmış, Bayan Browne'un elinde sızlanıp duruyordu.
Hel, «Ona Biarrtz'i hatırlatacak küçük bir şey,» dedi. «Umarım izin verirsiniz.»
«Aslında kabul etmemem gerek. Ama çocuğa veriyorsunuz. Uçağımızı iki kere anons ettiler. Binelim mi?»
Hel Franzsızlann uçakları hep erken anons etmek âdetinde olduklarını anlattı. Henüz acele etmeye gerek yoktu. Konuşmayı Londra'da tekrar buluşma olanağına çevirdi. Akşam yemeği için falan belki?
Bir yandan son turnikeye yaklaşıyorlardı. Hel sırada Bayan Browne'la küçük Rodney'in önüne geçti. Elindeki hafif çanta ışın kontrolünden temiz çıktı. Hel hızla uçağa doğru yürürken arkadan Bayan Browne'un itiraz eden sesi geliyordu. Görevliler de ona öfkeli sorular sormaktaydılar. Uçak kalktığında Hel, Bayan Browne'un ve Rodney'in yol arkadaşlığından mahrum kaldığını gördü.
384
oo
HEATHROW
Gümrükten çıkan yolcular durumlarına göre ayrı ayrı kuyruklara giriyorlardı: «İngiltere vatandaşları.» Komonvelt vatandaşları,» «Ortak pazar ülkeleri vatandaşları.» ve «Diğerleri» Hel bu yolculuğu Kosta-Rika pasaportu ile yaptığına göre belli ki «Diğerleri» nden sayılıyordu. Ama o kuyruğa girmek kısmet olmadı. Hemen yanına iki genç adam gülümseyerek yaklaştı. Vücutları kalın, yüzleri koca bıyıkların gerisinde ifadesiz, gözleri güneş gözlükleriyle saklıydı. Hel modern gençlerle karşılaştığı zaman onları zihninden traş eder, saçlarını keser, karşısında kimin bulunduğunu anlamaya çalışırdı. Bu sefer de öyle yaptı.
Gençlerden biri, «Bizimle geleceksiniz Bay Hel,» derken ikincisi de çantayı Hel'in elinden aldı. İki yanına sokulup yürüyerek onu tok-maksız bir kapıya götürdüler.
İki kere vurulunca kapıyı öteki tarafta bekleyen ünifomalı bir polis açtı. İçeri girdiler. Penceresiz koridorun ta en sonuna kadar konuşmadan yürüdüler. Dipteki kapıya tekrar vurdular. Bu sefer kapıyı açan Hel'in yanındaki nöbetçilerin hamurundan yapılmış üçüncü bir gençti. Odanın iç tarafından da tanıdık bir ses yükseldi.
«Gir içeri, ne olur, Nicholai, Fransa'ya kalkan uçağa binmeden önce bir bardak bir şey içmeye ancak vaktin var. Çantayı oraya bırak. Hah, iyi. Siz üçünüz dışarda bekleyebilirsiniz.»
Hel alçak kahve sehpasının başına oturdu ve ikram edilmek üzere havaya kaldırılıp gösterilen konyak şişesini elinin bir hareketiyle reddetti. «Seni sonunda işten emekli oldun sanıyordum, Fred,» dedi. Sir Wilfred Pyles kendi konyağına soda koyuyordu. «Ben de seni öyle sanıyordum.» diye karşılık verdi. «Ama işte geçmiş zamana ait iki kahraman gene eski günlerdeki gibi karşı karşıya oturuyoruz. Bir kadeh istemediğinden emin misin? Hayır, Ha? Eh, sanırım şu anda dünyanın herhangi bir yerinde güneş batıyordur ve içki saati gelmiştir. O halde... şerefe!»
Şibumi
385/25
«Karın nasıl?» «Her zamandan enfes.» «Gördüğün zaman sevgilerimi söyle.» «Umarım çabuk görmem. Geçen yıl öldü.» «Bunu duyduğuma üzüldüm.»
«Üzülme. Sosyal sohbet için bu kadarı yeter mi dersin?» «Herhalde.»
«İyi. Durum şu. Petrol patronlarımızdan bir haber gelip de senin yola çıkabileceğin öğrenilince, beni naftalinden çıkarıp buraya kadar sürüklediler. İkimiz buna benzer oyunları daha önce defalarca oynamış olduğumuz için, seninle en iyi benim başa çıkabileceğimi düşünüyorlar galiba. Bana verilen görev seni burada alıkoymak. Sisli adamızda ne yapmak istediğini elimden geldiği kadar öğrenmek ve sonra da uçağa koyup geldiğin yere geri yollamak.»
«Bu kadar kolay olacağına gerçekten inanıyorlar mı?» Sir Wilfred kadehini havada salladı. «Bu gençler nasıldır bilirsin.» dedi. «Her işi kitaba göre görür. Terslik çıkmasını beklemezler.» «Sen ne bekliyorsun. Fred?»
«Ben pek o kadar kolay olacağını sanmıyorum. Herhalde Güve dostundan epey ağır bilgiler toplayıp gelmişsindir. Çantada da fotokopilerini getirmişsindir. Hiç şaşmam.» «İyi bildin. İstersen bir bak »
«İzninle ben de öyle yapacağım.» Sir Wilfred çantanın fermuarını açtı ve sarı büyük bir zarfı çekip çıkardı. «Herhalde bu çantada bilmem gereken başka bir şey yoktur değil mi? Esrar? Kışkırtıcı ya da açık saçık neşriyat?» Hel gülümsedi.
«Yok mu? Olmayacağından korkuyorum zaten.» Zarfı açıp içindeki bilgileri sayfa sayfa okumaya başladı. Her parça bittikçe beyaz kaşları tedirginlik ifade edercesine yukarı kaldırıyordu. Okumaya devam ederken bir ara «Sen Bayan Browne'u nasıl ektin?» diye sordu.
«Bayan Browne mu? Hiç tanıdığımı sanmıyorum...» «Numarayı bırak. Eski düşmanlar arasında saklı gizli olmaz. Ge-
386
len habere göre şu anda Fransız havaalanında, güvenlik bölümünde tutulmaktaymış. Görevliler bavulunu tekrar tekrar arayıp duruyor-larmış. Yanındaki küçük çocuk hemen üstüne etmiş. Şimdi konsolosluk bir de yeni elbise parasından çıkacakmış.» Hel gülmesini tutamadı. «Hadi. Aramızda kalacak. Ne yaptın ona?» «Üstüme uzaydaki bir osuruk gibi, hiç çaktırmadan, hiç sezdirmeden geldi. Ben de tabii hemen onu nötralize ettim. Bunları artık eski günlerdeki gibi yetiştirmiyorsunuz. Zavallı aptal, alanda bir hediye kabul etti.»
«Ne tür hediye?»
«Biarritz hatıralarından basit bir şey. Yumuşak kâğıda sarılıp kutuya konmuştu. Ama yalnız kâğıdını tabanca biçiminde kesip yumuşak kâğıt tabakalarının araşma kaydırmıştım.»
Sir Wilfred kıkır kıkır gülmeye başladı. «Yani ışından geçerlerken tabanca gözüktü, adamlar arayınca hiçbir şey bulamadılar. Gene deneyince gene aynı şey oldu! Nefis doğrusu! Bunun şerefine içmem gerek!» Kadehin geri kalanını da bitirip önündekileri okumaya devam etti. Arasıra okuduğu şey hakkında bir ünlem kaçırıyor. «Öyle miymiş?» «Allah allah!» gibi lâflar ediyordu. «Bak, bunu ondan beklemezdim!» «Ohoo, bunu çoktandır biliyorduk!» Vay canına, bu biraz pis kokuyor!» «Bunu nasıl öğrendin yahu?»
Malzemeyi okuyup bitirdikten sonra Sir Wilfred sayfalan dikkatle desteledi, uçlarını düzledi, zarfa soktu. «Buradakilerin hiçbiri tek başına bizi etkileyecek kadar güçlü değil.» dedi.
«Bunun farkındayım Fred. Ama toplu olunca? Alman basınında her gün bir tanesi çıkmaya başlayınca?»
«Hımmm. Doğru. Hükümete olan güveni büyük ölçüde sarsar. Hele şu sıra, seçimler ufukta belirmişken. Herhalde bunların basma verilmesini basılı düğme yöntemine göre hazırlamışsındır.» «Elbette.»
«Ben de bundan korkuyordum.»
Basılı düğme demek, bilgilerin belli bir zamanda belli bir mesaj gitmediği takdirde otomatikman basılması demekti. Her gün öğle
387
saatında beklenen mesaj gelmezse, ertesi günkü haber de basılacaktı. Hel'in yanında on üç ayrı adres vardı. Her sabah bunlardan birine telgraf çekecek olabilirdi. Ne var ki aslında bu adreslerden on ikisi gösteriş için sıralanmıştı. İçlerinden bir tanesi Maurice de Lhan-des'in arkadaşıydı. Mesajı alınca bir başka aracıya telefon edecek, o da de Lhandes'i arayacaktı. Hel ile de Lhandes arasındaki şifre çok basitti. Barro'nun unutulmuş bir şiirine dayanıyordu. Ama o mesajın içindeki kelimelerin yalnızca birinin bir tek harfi anlam ifade ediyordu. Ajanların ve şifrecilerin o harfi bulup çıkarmaları yirmi dört saat-tan fazla vakitlerini alırdı nasılsa. Basılı düğme deyimi aslında bir tür bombadan geliyordu. Bomba öyle bir mekanizmaya sahipti ki, başındaki adam parmağını düğmeye basılı tuttuğu sürece patlamıyordu. Ama onunla boğuşmaya, ya da onu vurmaya kalkan olursa, eli elbette düğmeden çekilecek, o zaman da olanlar olacaktı.
Sir Wilfred bir an durumu düşündü. «Bu getirdiğin bilgilerin oldukça yıkıcı olabileceği bir gerçek.» dedi. «Ama Ana Şirketin kesin emirleri, o Kara Eylül mikroplarını korumamızı gerektiriyor. Biz de Ana Şirketi başımıza belâ etmeye meraklı değiliz. Hiçbir sanayileşmiş ülke meraklı değil. Yani iki belâdan birini seçmek zorundayız.» «Öyle görünüyor.»
Sir Wilfred alt dudağını dışarı uzatıp gözlerini kısarak Hel'i süzdü. «Bu oynadığın çok açık bir oyun Nicholai. Böyle kollarımıza doğru yürümek! Seni emekliliğinden çekip çıkarmak herhalde birilerine epey paraya patlamıştır.»
«İşin garip yanı, bu iş için para almıyorum.» «Hımmm. İkinci tahminim de o olacaktı tabii.» İçine derin bir soluk çekti. «Duygusallık öldürücüdür Nicholai.» dedi. «Ama bunu sen de pek iyi bilirsin. Bak sana ne söyleyeceğim... mesajını patronlarıma ulaştırayım. Bakalım ne diyecekler. Bu arada her halde seni bir yere saklamam gerekir. Birkaç gününü kırsal bir yerde geçirmek ister miydin? Ben bir iki telefon edeyim, hükümettekiler düşünmeye başlasınlar, sonra birlikte gideriz, olur mu?»
388
oo
MIDDLE BUMLEY
Sir Wilfred'in 1931 modeli kusursuz Rolls Royce'u uzun ve çakıllı yolda ilerliyordu. Eski bir köşkün önünde durdu. Evin çekiciliği daha çok mimarisinin çeşitli üslûpların bir karışımından oluş-masıydı. Zaman zaman bazı eklemeler yapılmış gibi.
Onları karşılamak üzere çayırı geçip yaklaşan kadının yaşı pek belli değildi. Yanındaki iki kız henüz yirmilerinde görünüyorlardı.
Sir Wilfred. «Sanırım burayı eğlenceli bulacaksın. Nicholai.» dedi. «Ev sahibi bey eşşeğin tekidir ama buralarda olmayacak. Karısı biraz çatlaktır. Kızları ise çok tatlı ve hizmetsever kimselerdir. Bu nitelikleriyle yavaş yavaş ün kazanmaya da başladılar. Evi nasıl buldun?»
«Değişik biraz.»
«Ah. Leydi Jessica!» diye haykırdı Sir Wilfred. «İşte size telefonda sözünü ettiğim konuğum Nicholai Hel.»
Kadının üstünde uçuşan, ince bir yazlık elbise vardı. Nemli elini Nicholai'ye uzattı. «Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.» dedi. «Bu kızım Broderick.»
Hel çok uzun bolu, çok iri gözlü kızla el sıkıştı.
Leydi Jessica. «Biliyorum, bir kız için çok garip bir isim.» diye devam etti. «Ama kocam oğlan olması konusunda öyle kararlıydı ki... yani bir oğlan babası olmak istiyordu demek istiyorum... Ay, onu biraz yanlış tanıtıyorum galiba. Sonunda Borderick'i doğurdu. Şey... yani ben doğurdum.»
Heh eleni kızın elinden kurtarmaya çabalarken. «Yani bir kız evlâdınız oldu.» dedi.
«Broderick mankendir.» diye açıkladı annesi.
Zaten belliydi. Yüzündeki o boş ifade, duruşundaki o hesaplılık, omurgasının alt kısmını günün modasına göre öne çıkık tutması...
Broderick o kopkoyu makyajının altında utanmış gibi kızarmaya çalışırken. «Pek de parlak manken sayılmam.» diye açıkladı. «Ara-sıra iş buluyorum. Uluslararası dergilerde falan.»
389
Anne bu arada kızının kolunu tıpışladı. «Arasıra iş buluyorum deme.» dedi. «Bay Hel neler düşünür?»
İkinci kızdan gelen hafif öksürük Bayan Jessica'ya konuyu değiştirtti. «Ha, evet, bu da Mepomene. Sanırım bir gün sahneye çıkabilecek.»
Melpomene çok iri yarı bir kızdı. Göğsü de, bilekleri de, kolları da iriydi. Yanakları pembe, bakışları netti. Elinde at kırbacı olmadığı için biraz eksikmiş gibi görünüyordu. El sıkışı da sağlam ve mertçey-di. «Bana Pom deyin» dedi. «Herkes öyle der.»
Sir Wilfred. «Ah, bir yıkanıp dirilebilseydim.» diye söylendi.
«Aaa, tabii! Kızlar size her şeyi gösterirler... yani, tabii, odalarınızı falan. Aklınıza neler de gelebilirdi!»
Hel çantasından çıkardığı eşyaları yerleştirirken Sir Wilfred onun kapısını tıkırdatıp içeriye girdi. «Eee, burayı nasıl buldun?» diye sordu. «Burada bir iki gün rahat ederiz. Patronlar da soruna bir cevap bulurlar, ha? Daha şimdi telefonla konuştum. Sabaha bir karara varacaklarını söylüyorlar.»
«Söylesene Fred, sizin çocuklar bu Kara Eylülcüleri göz altında tutuyorlar mı?»
«Senin hedeflerini mi? Elbette.»
«Eğer hükümetin önerimi kabul ederse, elinizdeki temel malzemeyi bana da göstermenizi isteyeceğim.»
«Bunu zaten bekliyordum. Senin bu işi becerebileceğine onları yavaş yavaş inandırıyorum galiba. Tabii eğer o yolda karar verirlerse. Yani bizi sorumluluk altına sokmadan, bize suç yüklemeden başarabileceğine inandırıyorum. Niyetin de bu herhalde, değil mi?»
«Pek öyle sayılmaz.. Ama öyle bir yol bulurum ki. Ana Şirket sizden ne kadar kuşkulanırsa kuşkulansın, hiçbir şey kanıtlayamaz.» «İkinci en iyi seçenek de bu olur tabii.»
«Allahtan beni pasaport kontrolünden geçmeden içeri aldın. Böylelikle gelişim bilgisayara geçmedi ve Ana Şirketin bilgisayarına da girmedi.»
«Ben olsam buna pek güvenmezdim. Ana Şirketin binlerce gözü
kulağı vardır.»
390
«Doğru. Bu evin güvenli olduğundan yüzde yüz emin misin?»
«Evet! Bu üç bayan pek kurnaz sayılmaz ama başka iyi nitelikleri vardır. Son derece cahildirler. Burada ne iş yapmakta olduğumuzdan hiç haberleri yok. Benim hayatımı hangi meslekten kazandığımı bile bilmezler. Adam da... tabii ona adam dersen... hiç dert değil. Onu ülkeye pek sık sokmayız zaten.»
Sir Wilfred bundan sonra bu sözünün nedenlerini açıklamaya koyuldu. Anlaşıldığına göre Lord Biffen, Dordogne'da otururdu. Fransa'nın o bölgesini istilâ etmiş olan vergi kaçakçılarının sosyal lideri gibi bir şeydi. Ora köylüleri de bu durumdan epey rahatsız oluyorlardı. Biffen'ler belirli bir grup için tipik örnek sayılabilirdi. İrlandalı soyundandılar. Mali işlere merak sarmıştı adam. Bahama-larda fazla hırsa kapılıp bir iki kirli işe karıştıktan sonra İngiliz hükümeti onu baskı altına alabilmiş, ülkedeki parasına da el koyma hakkını kazanmıştı. Bu yüzden o da hükümetin emirlerine boyun eğiyor, onlar istedikçe Fransa'da kalıyor, oralı kadınların elinden antika mobilya ve otomobilleri ucuz fiyata kapıp hayatını yoluna koyuyordu. «Aptalın biri aslında.» diyordu Sir Wilfred. «O tipi bilirsin. Sokak pabucunun ve çorabın üstüne şort giyip sokağa çıkarlar hani. Ama karısıyla kızları ve bu ev epey işimize yarıyor. Arasıra. İhtiyarı nasıl buldun?»
«Kafası bir noktaya takılı gibi.»
«Hımm. Ne demek istediğini anlıyorum. Ama sen de yirmi beş yıl boyunca o salak herife bağlanıp kalsaydın sen de biraz sprem delisi olurdun. Onların yanına inelim mi?»
Ertesi sabah kahvaltıdan sonra Sir Wilfred bayanları gezintiye yolladı ve son kahvesini eline alıp arkasına yaslandı. «Bu sabah telefonda gene patronlarla konuştum.» dedi. «Seni desteklemeye karar vermişler. Ama tabii bazı şartları var.»
«İnşallah ufak şeylerdir.»
«Bir kere bu getirdiğin şantaj bilgilerinin bir daha asla kendileri aleyhine kullanılmayacağından emin olmak istiyorlar.»
«Sen onlara bu konuda kendiliğinden teminat verebilirdin. Bilirsin ki Güve bir işi bağladı mı, orjinalleri hemen imha eder. Meslek onuru buna dayalıdır.»
391
«Evet, öyle. Onlara bunu iyice anlatmayı ben üstleniyorum. İkinci şartları da şu. Onlara telefon edip senin planını incelediğimi, planın kusursuz olduğuna, hükümete hiçbir şuç bulaştırmayacağına emin olduğumu bildirmem gerekiyor.»
«Bu işte hiçbir zaman sızıntı olmaz diyemezsin.» «Anladık. Olabildiği kadar sağlam, diyelim. Bu durumda korkarım bana her şeyi anlatman gerekiyor. Yani işin korkunç ayrıntılarını bilmek zorundayım.»
«Bazı ayrıntıları senin Kara Eylülcüler hakkındaki raporlarını görmeden veremem. Ama ana hatları hemen verebilirim.»
Bir saat kadar sonra Hel'in planı üzerinde görüş birliğine varmışlardı. Sir Wilfred'in kuşkuları tek tük noktalarda toplanıyordu. Bir tanesi uçağın kaybıydı. Concorde'du uçak. Yazık olacaktı. «Üstelik bu Concorde ejderini dünyaya yutturmak için de o kadar uğraşmıştık» diyordu.
«Söz, konusu uçağın gayri ekonomik ve hava kirletici bir canavar olması benim suçum mu?» «Haklısın.»
«İşte böyle Fred. Eğer seninkiler kendi üstlerine düşeni doğru dürüst yaparlarsa, iş rahatça görülür. Ana Şirket de sizi suçlayacak hiçbir ipucu bulamaz. Bunu iki günde düşündüm ben. Ne dersin?» «Patronlara ayrıntı vermek istemiyorum. Onlar politikacı... pek güvenilmez. Ama planın desteklenmeye değer olduğunu bildireceğim.» «İyi. Kara Eylülcüler üzerindeki gözlem raporlarını ne zaman alıyorum?»
«Öğleden sonra bir kurye getirecek. Biliyor musun, aklıma bir şey geldi Nicholai. Planının niteliğini düşünüyorum da, aslında senin elini bile sürmen gerekmez. Arapları biz kendimiz haklayabiliriz ve sen hemen Fransa'ya dönebilirsin.»
Hel on saniye boyunca Sir Wilfred'e dikketle baktı, sonra ikisi birlikte birer kahkaha patlattılar.
Sir Wilfred elini havada sallayarak. «Eh, pekâlâ,» dedi. «Hiç değilse denemedim diyemezsin. Hadi gidip öğle yemeği yiyelim. Belki raporlar gemeden önce biraz kestirmeye de vakit buluruz.»
392
olma
Dostları ilə paylaş: |