Hel umutsuz bir an içinde, duvarlara tırmanıp Le Cagot'nun üstüne çıkmayı, oradan teli yavaş yavaş aşağıya salmayı düşündü.
İmkansız. O dümdüz duvarda basacak yer açmak, matkap falan da gerektireceği için saatlar sürerdi. Le Cagot ondan çok önce ölürdü. Daha şimdiden soluğunu kesen kayışların arasında, boğulmuş olurdu çoktan.
Acaba Le Cagot kendi kendine askı kayışlarından kurtulup tele tırmanabilir, mağaranın dar boğazına ayağını basabilir miydi? Belki oradan öteye kendi kendine tırmanabilir, mağaranın ağzına ulaşırdı. Küçük bir ihtimal bile olsa...
Bunu Benat'ya telefonda önerdi.
Le Cagot'nun sesi zayıf bir rüzgâr gibiydi. «Olmaz... kaburga... ağırlık... suyun ağır...» «Benat!»
408
«Ne var Tanrı aşkına?»
Hel'in aklına bir zayıf ihtimal daha gelmişti. Telefon teli. Gerçi yukarıya sağlam bağlanmamıştı. Bir insanın ağırlığını da herhalde taşıyamazdı.
Ama belki bir yerlere takılmış, dolaşmış, ya da iniş kablosuyla düğümlenmiş olabilirdi.
«Benat? Telefon hattına geçebilir misin? Kayışları kesip çıkarabilir misin?»
Le Cagot'nun cevap verecek kadar soluğu kalmamıştı. Ama telefon hattındaki tıkırtılardan, talimata uymaya çalıştığı anlaşılıyordu. Bir dakika geçti. Sonra iki. Sislerin arasından görünen miğfer ışığı kısa, kesin hareketlerle sanki dansediyordu. Le Cagot kendinden geçmeden önceki son gücünü kullanarak telefon hattına tutunma çabasındaydı.
Islak telefon teline olanca gücüyle sarılıp son kalan kayışı da kesti. Ağırlığı teli fena halde sarstı... ve yerinden çıkardı.
«Tanrım!» diye bağırdı.
Miğfer ışığı hızla Hel'e doğru indi. Bir an için telefonun teli kıvrılıp Hel'in ayakları dibinde yılan biçimini aldı. Le Cagot'nun vücudu ıslak tokat gibi bir sesle yığıntı kulesine çarptı, zıpladı, taş ve topraklarla birlikte yuvarlanıp başaşağı kayarak düştü, Hel'den bir on metre ilerde durdu.
«Benat!»
Hel ona doğru koştu. Ölmemişti. Göğsü ezilmişti. Hızlı hızlı inip kalkıyor, ağzında kanlı köpükler oynaşıyordu. İlk çarpmayı miğfer karşılamış. Ama yığıntı kulesinden yuvarlanırken başından çıkmıştı. Burnuyla kulakları da kanıyordu. Başı aşağıda, ayakları yüksekte yattığı için kendi kanından boğulacak gibiydi.
Hel onu elinden geldiği kadar sarsmadan kaldırıp daha rahat bi • çimde yatırdı. Kıpırdatırken bir zarar vermesi olanağı zayıftı. Adam nasılsa ölüyordu. Dostunun hemen ölmeyip azap çekeceğini gören Hel onun o güçlü Bask yapısından ötürü üzüntü duymaktaydı.
Le Cagot'nun solukları hızlı ve azar azardı. Açık gözleri sulan-
409
maya, bakışları bulanıklaşmaya başlamıştı. Öksürmesiyle birlikte vücudunu yeni bir ağrı sardı. Hel uzanıp sakallı yanağı okşadı. Kandan yapış yapıştı bu yanak.
«Nasıl...» Le Cagot boğulurcasına sustu. «Dinlen, Benat. Konuşma.» «Nasıl görünüyorum?» «İyi görünüyorsun.» «Yüzüme bir şey yapamadılar ya?» «Bir tanrı kadar yakışıklısın.»
«İyi.» Le Cagot'nun dişleri kenetlenip gelen yeni ağrıyı karşılamaya çalıştı. Alt dişler zaten düşme sırasında kırılmıştı. «Papaz...» «Dinlen, dostum! Mücadele etme. Bırak gelip seni alsın.» «Papaz.» Ağzın köşelerindeki kanlı köpükler daha şimdiden ya-pışkanlaşmaya başlamıştı.
«Biliyorum.» Diamond, Le Cagot'nun çıkışı olmayan dipsiz kuyu sözlerini aynen kullanmıştı. Bunu işitmiş olabilecek tek kişi, o fanatik peder Xavier'di. Hannah'nın saklandığı yeri bildiren de papaz olmalıydı. Günah çıkarma kulübesini kendi özel «Şişko» su olarak kullanıyordu bu herif.
Üç dakika boyunca Le Cagot'nun acı dolu yırtık soluklarından başka ses duyulmadı. Kulaklarından akan kanlar da koyulmaya bay-lamıştı.
«Nikko?» «Dinlen. Uyu.» «Nasıl görünüyorum?» «Harika, Benat.»
Le Cagot'nun vücudu birden kazık kesildi, gırtlağının arkalarından ince bir inilti kurtuldu. «Tanrım!»
«Ağrı mı?» Hel aptalca soruyordu bunu. Başka ne diyeceğini bilemiyordu.
Sancının baskısı bir an kesildi, vücut tekrar rahatlamış göründü. Le Cagot kanları yutup konuştu. «Ne diyorsun?» «Ağrı mı?» diye tekrarladı Hel. «Hayır... teşekkür ederim... bende yeterince var.»
410
«Budala,» dedi Hel yumuşak bir sesle.
«Ama fena bir veda cümlesi sayılmaz.»
«Yo, fena sayılmaz.»
«Eminim sen ölürken böylesine bulamazsın.»
Hel gözlerini sımsıkı yumdu, yaşları sıkarak dışarıya çıkardı. Eliyle arkadaşının yanağını okşuyordu.
Le Cagot'nun soluğu kesildi ve durdu. Bacakları spazmlarla titremeye başladı. Soluk tekrar geri geldi. Gırtlağın gerisinde tıkırda-yan kesik titreşimler halinde. Kırık dökük vücudu son bir ağrıyla sarsıldı, ağzından gene sesler kurtuldu. «Arghh! İsa, Meryem ve Jo-zefın Dört Gavgavı adına...»
Ağzından pembe köpükler boşaldı. Ölmüştü.
Hel, Tırmanan Mağarada, yere düşmüş iki kayanın arasında durak'ay ip sırtındaki hava tüpünün kayışlarını omuzundan kaydırırken rahatlamış gibi inildedi. Ağırlmı vererek, gümm diye yere oturdu. Çenesi göğsüne sarkıyordu. Titreyerek peşpeşe kısa soluklar çekti. Bu solukları verirken ciğerleri tahriş oluyor, istemeyerek öksürüyordu. Saçlarından terler akmaktaydı. Oysa mağaranın içi rutubetli ve soğuktu. Kollarını göğsünde çaprazlayıp omuzunda kayışların derisini yüzdüğü yerleri ovaladı. Üstündeki paraşütçü tulumunu etine giymemiş, kat kat kazakların üzerine giymişti ama, gene de yüzül-müştü omuzları. Dar geçitlerde ve güç tırmanma yerlerinde hava tüpü taşımak kolay değildi. Kayışlar sıkı çekilirse hareket yeteneği azalıyor, bol bırakılırsa deri zedeleniyor, tüp sallandığı için dengenin bozulması tehlikesi beliriyordu
Soluması düzelince xa/iafco'sundaki sulu şaraptan bir yudum aldı, sonra oturduğu kayaya boylu boyunca uzandı. Miğferlerini çıkarma zahmetine bile katlanmamıştı. Üstünde mümkün olduğu kadar az yük taşıyordu. Tüp, oldukça uzun ip, çok az kanca ve teçhizat, iki lamba, xahako, dalgıç maskesi ve aynı lâstik torbanın içinde bir su geçirmez fener, bir avuç dolusu glikoz hapı. Hızlı enerji için. Elinden geldiği kadar az yük almıştı ama, gene de vücut ağırlığına göre pek fazlaydı. Hel mağaralarda hafif yükle hareket etmeye, ağırlıkları Le
411
Cagot'nun o inanılmaz kuvvetine bırakmaya alışmıştı. Arkadaşının kuvvetini arıyordu şimdi. Onun esprilerini, moral veren sesini, şarkılarını da arıyordu.
Ama artık yalnızdı. Kuvveti de sonuna kadar harcanmıştı. Elleri yüzülmüş, kazık kesilmişti. Uykuyu düşünmek insanı rahatlatıyordu. Ama tehlikeliydi... ölüm kokuyordu. Uyursa soğuğun iliklerine işleyeceğini, onu büsbütün uyuşturacağını biliyordu. Uyumamalıydı. Uyku ölümdü. Dinlenmeliydi... ama gözlerini kapatmadan. Kapasa da... uyumadan. Hayır. Gözleri kapamak yok! Yukarı kayan gözlerinin üzerindeki kapakları açık tutabilmek için kaşlarını yükseltiyordu durmadan. Uyuma. Bir dakika dinlen yalnızca. Uyuma. Bir an gözlerini yum. Yalnızca... yum...
Le Cagot'yu olduğu yerde, yığıntı kulesinin yanıbaşında bırakmıştı. Onu gömme olanağı yoktu. Artık bu mağara ona koskoca bir anıt kabir görevini üslenecekti. Ağzını da kayarlarla kapattıklarına göre! Le Cagot ebediyete kadar Bask dağlarının bağrında yatacaktı.
Sonunda kanamalar durunca Hel yavaşça onun yüzünü silip temizlemiş, cesedin üstünü uyku tulumuyla örtmüştü.
Gövdeyi böylelikle sakladıktan sonra Hel yanıbaşına çömelmiş, orta düzeyde meditasyona girmiş, zihnini boşaltıp temizlemeye, duygularını kontrol altına almaya çalışmıştı. Bundan ancak gelip geçici, kısa huzur parçalan elde edebilirdi. Fakat zihnini tekrar şimdiki zamana getirdiğinde durumu düşünebilecek kadar toparlanmış olduğunu farketti. Karar ortadaydı. Başka bütün seçenekler kapalıydı. Gerçi tek başına, o kadar yükü taşıyarak şaft boyunca Hel Kaya-sı'na varması, orayı aşması, Le Cagot'nun yardımı olmaksızın Tırmanan Mağara'yı ve Kristal Mağara'daki çağlayanı geçmesi, kaygan kinin üzerinde Şarap Mahzenine inmesi kolay değidi. Hatta bunu başarma şansı oldukça zayıftı. Ama tek olasılık buydu. Ya herru, ya merru. Olasılık az da olsa, çok ta olsa, tek umut buydu. Üçgen delikten geçip yüzme faslını hiç düşünmüyordu. Suyun öylesine büyük bir hızla aktığı o borunun içinden geçmeyi. Her şeyi sırası gelince düşünmek daha iyi olurdu.
412
Hel Kayası'nı geçerken bir an bütün sorunlarının bitivereceğin-den korktu. Hava tüpüne bir ip bağlamış, onu suyun kenarındaki dar çıkıntının üstüne koymuştu. Sonra kendisi gene tabanları ve omuzları üzerinde köprü kurarak kayanın çevresini dolaşmaya çalışmıştı. Bu sefer taşıdığı yük daha ağır olduğu için bacakları titriyordu. Engeli aştıktan sonra tüpü almaya savaştığında güçlüğü daha iyi anladı. İpi ona yavaş yavaş verecek bir Le Cagot yoktu yanında. Yapılacak tek iş tüpü suya doğru çekmek, sonra dibe vurmadan, çabucak ipe asılıp yukarı almaktı. Oysa ipi yeterince çabuk çekemedi. Tüp kendi hizasını geçip, suyun akıntısıyla ilerilere doğru sürüklendi. Tutunacak yeri yoktu. İpin kuvveti onu çekince, durduğu dar kaya üstünde sendeledi. Bırakamazdı ama. Tüpü kaybetmek. Her şeyi kaybetmek demekti. Suyun iki yanına ayaklarını basarak denge sağlamaya çalıştı. Bir tabanı dar çıkıntının üzerinde, öteki karşı duvardaydı. Orada basacak yer yoktu pek. Bacaklarının bütün gücüyle dayanıyordu. Kasıklarındaki kirişler dışarıya uğramıştı. İp hızla elinden gidiyordu. Çenesini kasıp yumruklarını ipin çevresinde sıktı. Avuçları sürtünmeyle yırtılır gibi oldu. Islak ip derisine gömülüyordu. Ellerinin içinden kan, dışından sular akmaya başlamıştı. Acıya dayanabilmek için kükredi. Çıkardığı ses mağaranın içinde yankılandı. Başka da hiçbir yere ulaşmadı.
Tüp durmuştu.
İpe asılıp onu geri çekmeye başladı. Akıntıya karşı. İpi avuçlarında erimiş demir gibi hissediyordu. Vücudunun her kirişi atmaya, zonklamaya başlamıştı. Sonunda eli tüpün ağ gibi askısına değince hemen asıldı, onu omuzuna aldı. Göğsünde bu ağırlık sallanmaya başladığı anda denge sağlayıp ilerlemenin kolay olmayacağını da farketti. İki kere ayağı karşı duvardan kaydı, iki kere de sırtüstü düşer gibi oldu. Sonunda iki ayağını aynı tarafa almayı başardı. Üçüncü deneyinde. Duvara dayanmış, soluyup duruyordu. Bastığı yere ayaklarının yalnızca topukları sığmataydı. Parmaklan gürleyerek akan suyun üzerindeydi.
Tımanan Mağara'nın yolunu tıkayan kayaya kolayca vardı, yorgunluktan bitkin durumda köşeye oturdu. Avuçları sızlıyordu.
413
Orada uzun süre kalamazdı. Elleri kazık kesilir. İşe yaramaz olurdu sonra.
Tüpü sırtlayıp âletlerini gözden geçirdi. Bu arada maskenin camını da kontrol etti. Eğer ona bir şey olduysa hapı yutmuş demekti. Maske her nasılsa tüpe çarpıp kırılmaktan kurtulmuştu. Artık suyun kaybolduğu yerdeki duvara tırmanmaya başlayabilirdi. Burada tutunacak, basacak pek çok oyuk vardı ama, yumuşak kaya olduğu için kopup elinde kalıyorlardı. Çoğunun parçaları da yaralı derisine batıyordu. Göğsünde kalbi deliler gibi çarpıyor. Şakaklarına her seferinde gereğinden fazla kan pompalıyordu, sonunda Tırmanan Mağara'ya girilecek geçidi oluşturan ve Anahtar Deliği adını verdikleri iki kaya arası delikten geçip, öte yandaki rafın üzerine uzandı, yanağını kayaya dayadı, ağzının kenarından salyasının akmasına izin verdi.
Bir ara, orada fazla uzun kaldığı için kendi kendine küfretti. Elleri uyuşmaya başlamıştı bile. Fena halde sızlıyordu. İstakoz kancasına dönmüştü herbiri. Ayağa kalkıp durdu, avuçlarını açıp kapamaya başladı. Sertleşmiş kabuklan acıyla koparıyor, oraları yumuşatıyordu, bu hareketler.
Tırmanan Mağara'da ne kadar zaman ilerlediğini bilmiyordu. Onu cüce gibi gösteren ev boyu kayalar arasında ilerliyor, genellikle tavandan yeni kopmuş gözüken yerlerden geçmeye çabalıyor, miğfer ışığında onu da iyi seçemiyordu. Ona yol gösterecek nehir de yoktu. Çok aşağılarda bir yerde görünmez olmuştu o da. Mağaranın şist tabanı üzerinde yol bulmak meseleydi. Yorgunluğun da etkisiyle üç kere yönünü şaşırdı, boşuna dolaşarak enerjisini tükettiği için büyük korkulara kapıldı. Her seferinde kendini olağanüstü çabalarla sakinleştirip yakınlık algılama duyusunu harekete geçirdi, açıklığın hangi tarafta bulunduğunu ancak o zaman anlayabildi.
Sonunda yönünü bulmasına yardım edecek sesi duydu. Tırmanan Mağara'nın sonuna yaklaşırken Kristal Mağarada döküler çağlayanın sesi de belirginleşmeye başlamıştı. Karşısında iki mağarayı ayıran duvar duruyordu. O çılgın çatlakların, bacaların arasında duvara tırmanmak, sonra öbür yanda çağlayanın içinden geçip tekrar aşağıya inmek, özellikle Le Cagot'nun yardımı olmadığı için, bu yol-
414
culuğun en güç yanını oluşturacaktı. Hem de en tehlikeli. Buna kalkışmadan önce dinlenmek zorundaydı.
İşte Hel tüpün kayışlarını omuzundan o zaman çıkarmış, kayanın üstüne oturup çenesini sarkıtmış, saçlarından terler gözlerinin içine akarken soluğuna düzen vermeye savaşmıştı.
Xahako'sundan koca bir yudum çekip sırtüstü yatmış, miğferini bile çıkarma zahmetine katlanmamıştı.
Vücudu bu dinlenmeyi çok arzuluyordu. Ama uyumamalıydı. Uyumak ölümdü. Bir an dinlenecekti yalnızca. Uyumayacaktı. Bir an gözlerini kapa... yalnızca kapa... gözlerini...
«Ahgh!» Onu hafif uykusundan uyandıran şey. Le Cagot'nun miğfer ışığının tavandan kendi üzerine düşüşünü zihninde tekrar görmesi olmuştu! Doğrulup oturdu. Titriyor, terliyordu. Bu hafif uyku onu hiç dinlendirmemişti. Vücudunda biriken yorgunluklar giderek yoğunlaşmaktaydı. Elleri bir çift kürekten farksızdı. Omuzları da düğümlenmiş gibiydi. Sürekli adrenalin şokunun verdiği bulantı boğazında düğümleniyordu.
Orada öylece kıvrılmış oturuyor, yola devam edip etmemek umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Gerçekten de değildi. O sırada, ilk kez olarak Diamond'un telsizde söylediği şeyin kapsamı, bilincine ulaştı. Şatosu artık yoktu, ha? Ne yapmışlardı bunlar? Hana kaçabilmiş miydi?
Hana için duyduğu merak, Le Cagot'nun öcünü alma isteğiyle birleşince, yemek ve dinlenmenin yapacağı etkiyi yaptı vücuduna. Geri kalan glikoz tabetlerini torbasından çıkardı, çiğnemeye başladı. Sulu şarabın sonunu ağzına dikip hepsini yuttu. Şekerin kana geçmesi birkaç dakika sürecekti. Onu beklerken tekrar ellerini açıp kapamaya koyuldu. Yeni kabuklan kırması şarttı. Acısına da dayanmak zorundaydı.
Gücü yeter hale gelince tüpü sırtlayıp o zorlu tırmanma işine girişti. Tırmanırken Le Cagot'nun kendisine söylediği sözü hatırladı. Biraz soldan tırman, demişti arkadaşı. Çünkü tam düşüş çizgisinin altında oturmaktaydı ve canı kıpırdamak istemiyordu.
Tüpü iki kere çıkarmak zorunda kaldı. Arasından geçmekte ol-
415
duğu yarıklar o büyük hacim için yeterli değildi. Özellikle göğsünde sallanan maskeyi koruması gerektiği için. Her iki seferinde de tüpü sağlamca bağlayıp bir yere oturmak, ya da asmak zorunda kalmıştı. Düşerse ağzı kırılabilir, tüp patlayabilir, yüzme sırasında havasız kalır bütün bu çektikleri boşa giderdi.
Çağlayanın tepesindeki ince raf gibi çıkıntıya vardığında lambasını aşağıya doğru tutup baktı. Rüzgârsız havanın içinde yükselen sis gibi su damlacıklarını seyretti. Ancak soluğunu düzenleyecek, kalp atışlarını yavaşlatacak kadar durdu orada. Bundan böyle uzun dinlenmelere yer yoktu. Vücudunun ve ellerinin daha fazla katılaşmasına izin veremezdi. Hayal gücünün kararını yumuşatmasına da izin veremezdi. Kırk derecelik suyun gümbürtüsü zaten zihninde başka düşüncelere pek yer bırakmıyordu. Ancak yapması gerekeni düşünebilirdi böyle bir durumda. Rafın üzerinde ilerleyip Le Cagot'nun kendisine ip sarkıttığı ucu buldu. Bu sefer tutunabileceği öyle bir ip yoktu. Yavaş yavaş inerken, geçen inişinde taktığı halkaların ilkine rastladı. Hemen ipi oraya bağladı ve iki ucunu aşağıya sarkıttı. Her halkaya geldikçe ipi tekrar düğümlüyor, düşüş mesafesini kısaltıyordu. Eğer düşerse. Her düğümü atmak, bir öncekinden de güç olmaktaydı.
Suyun ve ipin ellerine yaptığı şey gerçek bir işkenceydi. Halkalara daha sıkı sarılıyor, sanki fazla acıyla ellerini uyuşturmaya çalışıyordu. Suyun arkasına geçmesi gereken yere vardığında, bu tür inişe devam edemeyeceğini farketti. Islak ipin ağırlığı, yukarda bunca halkaya düğümlenmiş olması, kendi yorgunluğuyla birleşince bu işi imkânsız kılıyordu. Artık ipi boşvermesi, kendi kendine aşağıya inmesi gerekliydi. Bir önceki sefer olduğu gibi gümüşle siyah karışımı gözüken su tabakasının içine elini uzatıp duvardaki çatlağı aradı, bulunca parmaklarını taktı. Bu sefer suyun içinden geçmek daha güç olacaktı. Sırtındaki tüpe sular yağmaya devam edecekti çünkü. Parmakları da yaralı ve uyuşuktu. Bir tek kusursuz hamle. Suyun içinden bir seferde geçmek. Arkadaki oyuk sağlamdı. Oradan iniş de çocuk işiydi hatırladığına göre. Üç derin soluk aldı ve çağlayanın içine daldı.
Son yağışlardan ötürü çağlayanın suyu eskisinin iki katı kadar kalınlaşmış bir o kadar da ağırlaşmıştı. Sular başına, omuzlarına dö-
416
külüyor, tüpü sırtından sökecek gibi oluyordu. Yaralı parmaklan yarıktan kurtuldu ve Hel aşağıya düştü.
İlk farkettiği şey, çevrenin deminkine oranla çok sessiz olduğuydu. İkincisi de suyun durumu. Hel şu anda çağlayanın arkasında, dipte oturmaktaydı. Kalçalarına kadar gelen suyun içinde oturuyordu. Belki bir süre kendini kaybetmiş olabilirdi ama hatırlayamıyor-du. Olaylar zihninde birbirini muntazam izlemekteydi. Suyun sırtına ve tüpe çarpışı, eli yarıktan kurtulurken parmaklarında duyduğu acı, düşmenin gürültüsü, canacısı, şok, sonra bu sessizlik, ve eskiden ıslak bir kayanın durduğu yerde şimdi su bulunması. Sessizlik sorun değildi. Sağırlaşmadığını biliyordu. Suyun sesinin arka tarafta daha az olduğunu geçen sefer de farketmişti. Ama yerdeki bu su neydi? Yoksa son yağmurlar burayı doldurmuş suları Kristal Mağara'nın tabanına kadar yükseltmiş miydi?
Yaralı mıydı kendisi? Bacaklarını kıpırdattı. Bir şey yok gibiydi. Kollan da iyiydi. Sağ omuzu acıyordu. Kolunu kaldırabiliyordu ama omzunda sancı oluyordu. Belki bir kemik zedelenmesi. Sancı pek dayanılmayacak kadar değildi. Bu işten mucizevî şekilde ucuz kurtulduğuna karar vereceği sırada yeni bir şeyi farketti. Dişlerinin sırası eskisi gibi değildi. Yükseklikler tam karşı karşıya geliyordu ağzında. Ağzını açmaya çalışınca büyük bir acıyla kendinden geçmesine ramak kaldı. Kırılmıştı çenesi.
Ya maske? Dayanmış mıydı düşüşe? Torbadan çıkarıp inceledi. Miğferinin ışığı da sararmaya başlamıştı artık. Piller zayıflamıştı. Evet, maskenin ön camı çatlaktı.
Saç kılı kadar ince bir çatlak. Lâstik çerçeveye bir şey çarpmadığı sürüce cam yerinde kalabilirdi. Peki Şarap Mahzeninin yüksek akıntılı suyunda bir yere çarpmama olasılığı ne kadardı? Pek fazla değil.
Ayağa kalktığında suyun baldırlarında olduğunu gördü. Kristal Mağara boyunca ilerlemeye başladı. Yerdeki su giderek derinleşiyor-du.
Magnezyum lambalardan biri düşüş sırasında kırılmıştı. Ondan dökülen yağlar da ötekinin üstüne sıvanmıştı. Yakmadan önce iyice
Şibumi
417/27
temizlemek şarttı. Yoksa alev yanlardan aşağı akabilir, elini yakardı. Sonunda lambayı yakabildi. Ortalık birden aydınlandı. Uzak duvarlar, parlayan kristaller, ince sarkıtlar bütün görkemiyle ortaya çıktı. Ama ilerde dikitlerin göründüğü yoktu. Yerdeki yeni oluşmuş göl, alçak olanları tümüyle örtmüştü. Evet, ilk korkuları doğru çıkıyordu. Yağışlar, mağaranın son bölümlerini doldurmuştu. Kaygan killi yokuş tümüyle su altındaydı artık.
Hel'in ilk düşüncesi her şeyden vazgeçmek oldu. Bir kenara yürüyüp kuru bir taş bularak oturmak ve meditasyona dalıp kendini kaybetmek. Her şey çok güç görünüyordu gözüne. Başarı olasılığı çok azdı. İlk yola koyulduğunda Şarap Mahzeninden dışarı yüzmenin, psikolojik açıdan en kolay aşama olacağını düşünmüştü. Başka seçenek kalmamış olacağına ve mağarayı da o noktaya kadar geçmiş olacağına göre, bu son yüzme aşamasında umutsuzluğun verdiği gücü kullanacaktı. Aslında öyle bir durumda başarı olanağı belki yanında Le Cagot'nun bulunup kendisini iple geri çekeceğini bilmekten de fazlaydı. Le Cagot olsa dayanma gücünü sonuna kadar kullanmayacaktı. Soluğunu da. Yarısını, geri çekilirken kullanmak üzere saklamak zorunda kalacaktı. Bu sefer ise şansının iki katına çıktığını hesaplamıştı. Suyun o gücüne karşı geri dönmek nasılsa olanaksızdı çünkü.
Ama şimdi... Kristal Mağara suyla doluydu. Yüzme mesafesi çok artıyordu. Umutsuzluğun avantajı da yok olmuştu.
Oturup ölümü gururla beklemek daha iyi değil miydi? Paniğe kapılmış bir hayvan gibi kadere karşı savaşmaya çalışmaktansa... Şansı ne kadarcıktı ki? Çenesinin en ufak bir hareketi içini ıstırapla dolduruyordu. Omuzu kazık kesilmişti. Kolu yuvasında gıcıdıyordu. Avuçlarının derisinden eser kalmamıştı. Maskenin camı bile, o güçlü akıntıya dayanabiecek gibi değildi. Kumar bile sayılmazdı bu. Kadere karşı yazı tura atmak, yazı da gelse, tura da gelse, kaderin kazanmasına razı olmak demekti. Ancak para yanlamasına dik durursa Hel kazanabilecekti.
Mağaranın yan tarafına yürüdü. Orada oturup ölümü bekleyecekti.
418
Derken elindeki lamba söndü. Mutlak karanlık zihninin üstüne büyük bir ağırlıkla kapandı. Gözlerini oynattıkça duvarlardaki kristallerin parlaklığını hayal meyal görüyordu. Derken o hayal de kayboldu ve her taraf simsiyah kesildi.
Dünyada hiçbir şey, ölümü gururla, şiburnu'yle beklemek, karşılamak kadar kolay değildi.
Ya Hana? Ya Le Cagot'nun ve Hannah Stern'in ölümüne çanak tutan o çılgın Üçüncü Dünya papazı? Ya Diamond?
Peki, peki, Allah kahretsin! Lastikli feneri iki aragonit çıkıntının arasına kıstırdı, onun ışığında maskeyi hava tüpüne bağladı. Derisi yüzülmüş elleriyle vidaları sıkıştırırken acıdan homurdanıyordu. Kayışları, incinmiş omuzuna dikkatle geçirdikten sonra valfı açtı, biraz tükürükle maskenin camındaki buharları temizledi. Gerçi maskenin kırık çeneye yaptığı basınç da azap veriyordu ama, dayanabilecekti buna.
Bacakları hâlâ sağlamdı. Feneri de sağlam eline alıp yalnız bacaklarıyla yüzecekti. Su yeterince derinleştiği zaman kendini bırakıp yüzmeye başladı. Yüzmek, yürümekten daha kolaydı.
Mağaranın canlı organizmalardan yoksun, berrak suyunda fener ayrıntıları sanki hava içindeymiş gibi net gösteriyordu. Hel kaygan killi yokuşa ininceye kadar akıntının gücünü hissetmedi. Akıntı sanki arkadan itmiyor, aşağıya doğru çekiyordu.
Suyun basıncı kulaklarını tıkadı. Kendi soluğunun gürültüsünü hoparlörden dinlercesine duymaya başladı.
Yokuşun dibine yaklaşırken akıntı daha arttı. Bütün vücudu bir anda Şarap Mahzeni'nin dibindeki çukura doğru çekildi. Buradan sonra yüzme diye bir şey yoktu. Akıntı taşıyacaktı onu. Dışarıya kadar sürükleyecekti. O bütün gücünü, yön kontrol etmeye ve hız azaltmaya vermeliydi. Akıntının çekişi görünmez bir kuvvet gibiydi. Suda ne bir hava kabarcığı, ne bir toz zerresi, ne de onu kavrayan büyük gücü belirtecek herhangi bir işaret vardı.
Çukura inmeden önce kenara tutunup bir an duralamak istediğinde farketti akıntının gücünü. Tutunduğu yer hemen elinden sıyrıldı vücudu sırtüstü döndü ve aşağıya doğru çekildi. Hemen kendini düzeltmeye çalıştı. Dönmeye, kıvrılmaya uğraştı. En ufak bir şansı olacaksa, onu ancak son boruya ayakları önde girmekle kazanabilir-
419
di. Başaşağı girmişse işi bitik demekti.
Derken açıklanamayacak bir şey oldu. Şarap Mahzeni'nin çukur kısmında akıntının hafiflediğini hissetti. Vücudu yavaşça dibe batıyordu. Hemen bundan yararlanıp ayaklarını üçgen deliğe doğru uzattı. Derin bir soluk çekip sinirlerini güçlendirmeye çalıştı. Boya torbalarının nasıl gözle izlenemeyecek kadar büyük bir hızla görünmez olduğunu hatırlamıştı.
Vücudu ağır ağır suyun altına inmeye devam ediyordu. Zihnindeki son net imaj da bu oldu.
Akıntı onu bir anda kavrayıp delikten içeriye savurdu. Ayağı bir yere çarptı, bacağı büküldü, dizi göğsüne vurdu. Olduğu yerde dönüyordu. Fener elinden gitmişti. Önce omurgasına, sonra kalçasına, peşpeşe birer darbe yedi.
Birden kendini bir kayanın berisinde buldu. Su kayanın yanından geçip gidiyor, vücudunu sanki parçalıyordu. Maske yüzünde dönmüştü. Birden cam da fırlayıp gitti. Kırık cam parçaları geçerken bacaklarını çiziyordu. Birkaç saniyeden beri de korkudan soluğunu tutmuş bulunuyordu. Soluma isteği şakaklarında zonklamaktaydı. Su yüzüne saldırıyor, burun deliklerine doluyordu. Sorun şu lanet olası tüpteydi. Buraya kısılmasının nedeni sırtında tüple birlikte kayanın yanındaki aralıktan geçemeyişiydi. Bıçağını kavrayıp olanca gücüyle kayışları kesmeye çabalarken, su da bıçağı elinden alıp savurmak için direniyordu. Tüpün kayışlarını kesmesi şarttı! Ama su tüpü ittikçe kayışlar da göğsüne basılıyordu. Bıçağı araya sokmaya olanak yoktu. Üstten testere gibi sürterek kesmek zorundaydı.
Dostları ilə paylaş: |