45
.-#
er. ¦?'
nah'ın çok acıdığı, ama yardımcı olamadığı birinin. Yardım edilebilecek dönemi aşmış birinin.
Roma havaalanındaki cinayet dizisinden sonra her nasılsa İtalya'dan çıkmış, kendini Bask diyarının bu çay bahçesinde bulmuştu. Gözleri kamaşmış, zihni kekeler durumda, dokuz saat içinde tam bin beş yüz kilometrelik yol yapmıştı. Ama şu anda önünde sadece bir tek saatlik, ya da dört beş kilometrelik yolu kaldığı halde, artık enerjisinin tümüyle tükendiğinin farkındaydı. Damarlarında hiç adrenalin kalmamış gibiydi. Üstelik son anda çay bahçesi sahibinin kaprisi yüzünden yenileceğe benziyordu.
Önce arkadaşlarını vurulmuş görmenin korku ve şoku, inanmazlığı söz konusuydu. Orada öylece donmuş gibi kalakalmış, sağından solundan panik içinde koşuşan, durmadan ona çarpan insanların arasında yerinden kıpırdayamamıştı. Kurşun sesleri bitmek bilmiyordu. İtalyan ailenin çığlıkları, ağlaşmaları da öyle. Derken boğazına bir korku sarılmıştı. Kör gibi ileriye doğru yürümüş, terminal binasının ana kapısından, güneşe çıkmaya niyetlenmişti. Ağızdan, kısa kısa soluyordu. Polisler koşuşup durmaktaydı. Kendi kendine, yürümeye devam, diye komut verdi. Bir ara sırtındaki kasların, oraya girecek kurşunu beklercesine kasıldığını farketti. Gelmiyordu beklediği kurşun. Kendi kanının içine oturup ayaklarını oyun oynayan bir bebek gibi karşısına uzatmış keçi sakallı ihtiyarın yanından geçti. Adamın yarası görünmüyordu ama altındaki kan gölü gittikçe genişlemekteydi. Yüzünden acısı da belli olmuyordu. Hannah'ın yüzüne soru sorar gibi baktı... Hannah duramadı. Yürürken adamla gözlerinin çakışıp kaldığının farkındaydı. Kendini tutamadan, «Çok üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm.» diye mırıldandı.
Akrabalarını bekleyen İtalyanlar arasında bir kadın boğulur-casına ağlıyordu. Herkes ailenin yere düşen bireylerinden çok onunla ilgilenmekteydi. Ana oydu ne de olsa.
Bütün bu kargaşalığın, koşuşmanın ve bağırışmanın ortasında, sakin bir sesin bir anons yaptığı duyuldu. Air France'nin Toulouse, Tarbes ve Pau'ya gidecek 470 sefer sayılı uçağının yolcularına ilk çağrı yapılıyordu. Teype alınmış olan bu ses, hoparlörlerin altında
46
ler olup bittiğinin hiç farkında değildi. Duyuru Fransızca olarak
ekrar edilirken cümlenin son parçası Hannah'yı gerçek dünyaya
Höndürdü. On bir numaralı çıkış kapısı. On bir numaralı çıkış kapısı.
Hostes Hannah'ya koltuğunu dikleştirmesi gerektiğini hatırlattı. «Peki özür dilerim.» Bir dakika sonra hostes geri dönerken ona kemerini de bağlamasını söylemek zorunda kaldı. «Efendim? Ha, evet. Özür dilerim.»
Uçak ince bulutların üzerine doğru yükselip masmavi göğe daldı. Yalnızca motorların sesi, gövdenin titreşimi vardı artık. Hannah yalnızlık içinde titredi. Yanında ortayaşlı bir adam oturuyor, dergi okuyordu. Adamın gözleri arasıra derginin üst kenarından dışarı, Hannah'nın haki şortunun altından görünen güneş yanığı bacaklarına kaymaktaydı. Bu gözleri kendi üstünde hisseden Hannah bluzunun iki üst düğmesini ilikledi. Adam gülümseyip hafifçe öksürdü, boğazını temizledi. Konuşacaktı onunla! Ahmak herif onunla ilişki kurmaya çalışacaktı şimdi! Ulu Tanrım!
Birden midesi bulandı.
Tuvalete güç yetişti. O sıkışık yerde zorlukla çömelip deliğe kustu. Çıktığında solgun ve hemen kırılmaya hazır hissediyordu kendini. Yer karolarının deseni dizlerine çıkmıştı. Hostes ilgili, ama kibirliydi. Bu kadar kısa bir yolculuğun bu kızı nasıl hasta ettiğine şaşar gibiydi. Uçak Pau'ya yaklaşırken yana eğildi. Hannah pencereden baktığında Pirene'lerin karlı doruklarını gördü. Çok güzel ve çok korkunç.
Buralarda bir yerde, yörenin Bask tarafında, Nicholai Hel oturuyordu. Ah, bir ulaşabilseydi bay Hel'e...
Havaalanından çıkıp kendini Pirene'lerin dondurucu güneşi altında buluncaya kadar hiç hatırına gelmeyen şey, cebinde tek kuruş olmadığıydı. Bütün parayı Avrim taşıyordu. Şimdi otostopla gitmekten başka çaresi yoktu. Ama yolu da bilmiyordu. Eh, şoförlere sora bilirdi hiç değilse. Otostopta güçlük çekmeyeceğinden emindi. İnsan genç ve güzel olursa... göğüsleri de dolgun olursa...
İlk bindiği araba onu Pua'ya kadar götürdü. Şoför gece kalacak bir yer bulmayı teklif etti. Hannah onu kendisini kent dışına çıkarıp
47
Tardest yolunu tarif etmek üzere kandırdı. Kullanması güç bir araba olmalıydı bu araba. Adamın eli iki kere vitesin üstünden kaymış, Hannah'nın bacağına değmişti.
İkinci arabayı çok beklemeden buldu. Ama bu seferki Tardes'e gitmiyor, yalnızca Oleron'a kadar gidiyordu. İsterse orada geceleye cek bir yer bulabilirdi şoför Hannah'ya...
Yeni bir araba, yeni bir ilgi... derken Hannah Tardes'e vardı* Meydandaki çay bahçesinden yolu öğrenmeye çalışırken ilk engelle karşılaştı. Bu ilk engel, yöresel aksandı. İspanya'nın bu yöresinde, konuşmalara Bask dili de karışıyor, telaffuzu değiştiriyordu. «Une-petite cuillere» demek için sekiz hece çıkıyordu insanların ağzından,
Kahveci gözlerini Hannah'ın göğüslerinden yalnızca bacakları na bakabilmek için ayırırken, «Ne, arıyorsunuz?» diye sordu.
«Etchebar şatosunu arıyorum. Bay Nicholai Hel'in evini.»
Kahveci kaşlarını çattı, gözlerini kırpıştırarak tepedeki ağaçların yapraklarına baktı. Tek parmağıyla beresini kenarından saçlarını kaşıyordu. Bask erkekleri bu bereyi ancak yatarken çıkarırlardı. Yo, hayır, adam bu adı daha önce duyduğunu hiç hatırlamıyordu. «Hel mi dediniz?» diye sordu. «H» sesini iyi çıkarabiliyordu. Bask dilinde de vardı aynı ses. Karısının bilebileceğini ona danışması gerektiğini söyledi. Acaba Matmazel beklerken bir şey içmek ister miydi? Hannah kahve ısmarladı. Kahve çok koyu, acı, defalarca ısıtılmış bir sı vıydı. Ağır bir demlik içinde gelmişti. Ama tüm ağırlığına karşın ge ne de sızdırıyordu kap. Kahveci bu sızma işinden üzülmüş görün düyse de, kadere boyun eğdi. Hannah'nın bacağına damlayan kahvenin canını yakmadığını umduğunu ifade etti. Demek çok sıcak de ğildi, öyle mi? İyi, iyi. Yürüyüp gazinonun arka tarafında gözden kayboldu. Herhalde Bay Hel'i sormaya gidiyordu.
Ama aradan on beş dakika geçmişti.
Hannah pırıl pırıl meydana bakarken gözleri yanıyordu. Burada birkaç park etmiş arabadan başka hiçbir şey yoktu. Arabalar düzen li biçimde park etmiş değillerdi. Her birinin burnu başka yöne doğ ruydu. Köylü sürücüleri onları ne pozda durdurabilmişlerse o pozda bırakmışlardı.
48
Alman plakalı kocaman bir kamyon, kirli egzos dumanları çıkararak ve köşeyi on santimle ıskalayarak meydana girdi. Sürücüsü ter döküp, küfürler savurarak koca canavarı biraz ilerletmeyi başardı ama bu sefer de engellerin en aşılmazıyla karşı karşıya geldi. Yolun orta yerinde iki Bask kadını karşılıklı durmuş, ağızlarının birer ucundan konuşarak dedikodu ediyorlardı. Orta yaşlı, suratsız, şişman kadınlar, o fıçı bacaklarının üzerinde dikilip, kamyon şoförünün çaresizliğine hiç aldırmaksızın konuşmayı sürdürdüler.
Hannah Stern ne bu görünümün esprisini, ne de Ortak Pazar içinde, Franko-Alman ilişkilerinin bu garip gösterisini değerlendirecek durumda değildi. Zaten o anda kahveci de çıkagelmişti. Bask'lara özgü üçgen suratı, söyleneni yeni anlamış olmanın sevinciyle pa-rıldıyordu.
«Siz Bay Hel'i mi arıyordunuz?» diye sordu.
«Öyle demiştim.»
«Ah, bilseydim Bay Hel'i aradığınızı...» Adam omuz silkerken belinden yukarısı birlikte yükselip elleri semaya döndü. Sanki genç kıza biraz daha açık konuşsa bütün bu gecikmelere gerek kalmayacağını anlatmaya çalışıyordu.
Sonunda Etchebar şatosunun yerini tarif etti. Önce Tardes'in öbür ucuna gidilecek, sonra Abense'de-Haut (beş hece) kasabasından geçilecek, Lichans'a tırmanılacak, çatala varınca sağdaki yola girilip Etchebar tepelerine varılacaktı. Ama asla soldaki yola girmemek gerekiyordu, çünkü o yolun sonu Licq'e giderdi.
«Uzak mı?»
«Pek uzak sayılmaz. Ama siz zaten Licq'e gitmek istemiyorsunuz ki!»
«Etchebar uzak mı demek istiyorum!» Zaten yorgun ve sinirleri gergin olan Hannah için, bir Bask'dan basit bilgi almak dayanılacak işlerden değildi.
«Hayır, uzak değil. Hichans'dan sonra iki kilometre kadar.»
«Lichans ne kadar uzak peki?»
Adam gene omuzlarını kaldırdı. «Eh, Abense-de Haut'dan sonra 'ki kilometre falan vardır. Yolu şaşırmanıza olanak yok. Meğer ki sol
49/4
çatala girmeyesiniz. Girerseniz, şaşırırsınız tabii. Şaşırırsınız çünkü kendinizi Licq'de bulursunuz. Anlıyorsunuz, değil mi?»
Oyun oynayanlar masadan kalkmış, kahvecinin yanına gelmişlerdi. Bu turistin yarattığı kargaşa ilgilendirmişti hepsini. Aralarında hızlı hızlı Bask'ça konuştular. Sonunda da karara vardılar. Evet, kız eğer sol çatala girerse kendini Licq'de bulurdu. Ama Licq'deki köprünün nasıl yapıldığının öyküsü de...»
«Dinleyin,» diye yalvardı Hannah. «Beni Etchebar şatosuna kadar arabayla götürebilecek kimse var mı?»
Kahveciyle kumarbazlar arasında acele bir konferans başladı. Bir hayli tartışma, açıklama, tekrarlama yeraldı. Sonunda kahveci varılan yargıyı bildirdi.
«Hayır.»
Şortla gezen, arkasında sırt çantası taşıyan bu kızın kolay dostluk kurmakla ünlü o sporcu genç turistlerden biri olduğu, ve bu nedenle de az bahşiş vereceği kararına varılmıştı. Bu durumda onu Etchebar şatosuna götürecek biri bulunamamıştı. Yalnızca kumarbazların en yaşlısı gönüllüydü bu işe. Kızın cömertliği üzerinde bahse girmeye de hazırdı. Ama onun da arabası yoktu. Zaten araba kullanmayı da bilmiyordu.
Hannah içini çekip sırt çantasını omuzladı. Kahveci ona içtiği kahvenin parasını hatırlatınca Hannah hiç Fransız parası olmadığını belirtti. Bunu hafife alarak, gülerek, espri gibi söylemeye çalışıyordu. Ama adam gözünü kahve fincanından ayırmıyor, ağzını bıçak açmıyordu. Kumarbazlar bu yeni durumu aralarında iştiyakla tartışmaya başladılar. Ne? Demek bu turist kahveyi içmiş, parasını vermemişti, ha? Bu iş yasal kovuşturmaya kadar gidebilirdi.
Sonunda kahveci ciğeri parçalanırcasına içini çekti, nemli gözlerinde acıklı bakışlarla Hannah'ya baktı. Yani gerçekten bu kahve için verecek iki frank parası yok muydu? Haydi bahşişten vazgeçtik. Kahve için iki frankcığı da mı yoktu? Doğrusu bu bir prensip mesele-siydi. Kahveci kahveyi parayla satın almıştı. Pişirmek için kullandığı gaza da para vermişti. İki yılda bir lehimciye de para verip demlikleri onartıyordu. Borçlarına sadık biriydi o. Bazı kimseler gibi değildi.
50
Hannah öfkeyle gülme duygusu arasında bocalıyordu. Bütün bu • vatronun yalnızca iki frank için sahnelendiğine inanası gelmiyordu Üstelik kahve fiyatının aslında bir frank olduğunu da bilmiyordu Fransızların bu para tutkusuyla daha önce hiç karşılaşmamıştı, paranın kendisine olan bir tutkuydu bu. Maldan da, rahatlıktan da, gururdan da daha önemli oluyordu bazı yerde bir madenî para. Gerçek zenginlikten bile önemliydi. Ama Hannah bütün bunları nereden bilebilirdi? Bura halkı Bask adları taşımakla birlikte, radyo, televizyon ve devlet eğitiminin sonucu olarak tümüyle Fransızlaşmış bir halktı. Burada modern çağ tarihine bile «Beşinci Cumhuriyetin Gerçeği» diye ulusal uyuşturucu niteliğinde bir ad takılmıştı.
Küçük esnaf zihniyetine sahip bu Bask köylülerine göre, yüz frank kazanmanın zevki, bir santim kaybetmenin acısı yanında solda sıfır kalırdı.
Sonunda kahveci yaptığı gösterilerin bu kızdan iki frank koparmaya yetmeyeceğini anlayınca izin isteyip oradan ayrıldı, giderken az sonra döneceğini belirtti.
Yirmi dakika sonra döndüğünde, arka odada karısıyla yaptığı görüşmeyi bitirmiş bulunuyordu. Hannah'ya, «Siz Bay Hel'in dostu musunuz?» diye sordu.
«Evet, dedi Hannah, Yalandı tabii bu. Ama şimdi bu ayrıntılara girmeyi canı istemiyordu.
«Anlıyorum. Eh, o halde siz ödemeseniz bile Bay Hel ödeyecek demektir.» Elindeki küçük defterden bir kâğıt yırttı, üstüne bir şeyler yazıp ikiye katladı, kenarını tırnaklarıyla inceltti. «Lütfen bunu Bay Hel'e verin.» derken sesi oldukça soğuktu.
Gözleri artık Hannah'nm göğüslerine, bacaklarına kaymıyordu. Bazı şeyler aşktan daha önemliydi ne de olsa.
Hannah bir saati aşkın bir süredir yürüyordu. Abense köprüsünden geçmiş, altta parıldayan Gave de Saison'u seyretmiş, sonra güneşin zeminini yumuşattığı dar yoldan Bask tepelerine doğru tırmanmaya başlamıştı. Yolun kenarlarında eski taş duvarlar üzerinde kertenkeleler yürüyordu. Çayırlarda, otlayan koyunlar, Pirene inek-
51
leri gözüküyordu. Yumuşak gözlü, aptal görünüşlü hayvanlardı bunlar. Yuvarlak tepeler, dar vadiler, ilerde de karlı doruklar vardı. Mavi göğe yükselen karlı doruklar. Tam başının üstünde, çok yükseklerde, kanatlarını yaymış av arayan bir şahin uçuyordu.
Ağır sıcağın etkisiyle topraktan garip bir koku yükselmekteydi. Bir karışım. Yaban çiçeklerinin, çimenlerin, koyun pisliklerinin karışımı.
Çevresinde görüp kokmadıklarından yorgun düşen Hannah, başını eğmiş, ayak parmaklarına bakarak durmadan yürüyordu. Zihni son on saatin yükünden kaçmak için bir tek noktaya yönelmek zorundaydı. Düşünmeye, hatırlamaya cesaret edemiyordu. Çünkü biraz uzağında, şu an ve şu yerin hemen ilerisinde, onu mahvedebilecek görüntüler hazır beklemekteydi. İzin veremezdi. Düşünmemeliydi. Yürümeliydi yalnızca. Ayaklarının ucuna baka baka. Bütün mesele Etchebar şatosuna varmaktı. Nicholai Hel'i görmekti. Ondan önce de, ondan sonra da hiçbir şey yoktu. Yalnızca boşluk.
Yol çatalına gelince durdu. Sağa giden yol Etchebar tepelerine doğru dik şekilde tırmanıyordu. Taştan yapılmış küçük evlerin ilerisinde, ağaçların arasından geniş beyaz bir duvar görünmekteydi. Şato orası olacaktı. Ulu çam ağaçlarının gerisinde.
Derin derin içini çekip yoluna devam etti. Yorgunluğu umut duygularıyla birleşmeye başlamıştı. Bir şatoya varabilse... Nicholai Hel'e ulaşabilse...
Alçak bir duvarın üzerinden dedikodu yapmakta olan iki köylü kadın sözlerini kesip yabancı kıza merak ve güvensizlikle baktılar. Nereye gidiyordu bu bacakları açık kız? Şatoya mı? Başka nereye olabilirdi ki? Şatoyu o yabancı satın aldığından beri olmadık tipler gelip gitmeye başlamıştı zaten. Kötü adam değildi aslında Bay Hel. Kocaları onlara, Bask özgürlük eylemine adanmış olanların onu çok beğendiklerini de söylüyorlardı. Ama gene de bu yörelerde yabancı sayılırdı. Tersini söylemek olanaksızdı. Şatoya taşınalı on dört yıldan fazla olmamıştı. Oysa köyün doksan üç kişilik nüfusuna dahil herkes, kendi soyadını mezarlıkta en az bir düzine taşın üzerinde okuyabilecek durumdaydı. Kimi mermer üstüne yazılmış, kimi uy-
52
durma taşlara... yıllar boyu yağmurun rüzgârın hırpaladığı taşlara. Su hale bakın. Haspa göğüslerini bile bağlamamış! Erkeklerin kendisine bakmasını istiyor besbelli! Dikkat etmezse yakında soyadsız bir çocuk bulacak kucağında! Kim alır onu ondan sonra? Olsa olsa Icızkardeşinin evinde yerleri silerek yaşar gider. Eniştesi de sarhoş oldukça onun başına belâ olur! Sonra günün birinde kızkardeş iş gö-remeycek kadar gebeyken, kocaya bu yüz verir! Herhalde samanlıkta, ambarda falan. Hep öyle olur zaten. Kızkardeş durumu öğrenir, bunu evden atar! O zaman nereye gider peki? Bayonne'da orospuluk eder işte. Olacağı bu!
İki kadının yanına bir üçüncüsü yaklaştı. Bacaklarını gösteren kızın kim olduğunu sordu. «Hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, Bayonne'lu bir orospu olduğu,» diye karşılık verdiler. Bask bile değil! Acaba Protestan mı? Yok canım, o kadarı da fâzla. Yalnızca kızkardeşinin kocasıyla yatan zavallı bir orospu. İnsan göğüsünü bağlamadan dolaşırsa sonunda olacağı budur zaten.
Doğru, doğru,
Hannah tam önlerinden geçerken başını kaldırıp üç kadını gördü.
«Günaydın, Bayanlar,» dedi.
«Günaydın, bayan.» Hepsi gülümsüyorlardı. Bask'lara özgü bir gülümsemeyle. İçlerinden biri, «Yürüyüş mü yapıyorsunuz?» diye sordu.
«Evet.»
«Çok iyi. Vaktiniz olduğu için şanslısınız.»
Biri öbürüne bir dirsek attı, öteki karşılık verdi. Bu kadar açık îmada bulunmak cesaret işiydi.
Hannah demir kapının önünde durdu. Görünürlerde kimse yoktu. Kapıyı çalmak veya vurmak için bir kolaylık da yoktu. Şato yüz metre kadar geride, kıvrılan ağaçlı bir yolun uçundaydı. Kararsız kalan Hannah, yol üstündeki küçük kapıları denemeyi düşünürken bir sesin arkasından şarkı söyler gibi seslendiğini duydu.
«Matmazel?»
Hemen kapıya döndü. Mavi iş tulumu giymiş yaşlı bir bahçıvan
53
kapının öbür yanından kendisine bakıyordu. Hannah, «Ben Bay Hel'i j arıyorum,» diye açıkladı. \
Bahçıvan, «Evet,» dedi. Ama soluğunu içine çekerek «Oui» de- i diği için kelimenin kazandığı anlam evetten başka her şeye benzedi. Daha sonra adam ona biraz beklemesini söyleyip ağaçlı yoldan uzaklaştı. Bir dakika kadar sonra Hannah ilerideki bir demir kapının menteşelerinin gıcırdadığını duydu, yaşlı adam ona eliyle işaret etti. Bir yandan saygıyla eğilirken neredeyse dengesini kaybediyordu. Yanından geçerken Hannah onun yarı sarhoş olduğunu fark etti. Aslında Pierre hiçbir zaman sarhoş olmazdı. Ama hiçbir zaman da ayık olmazdı. Gün boyu muntazam aralıklarla içtiği on iki bardak kırmızı şarap onu bu iki aşırı uçtan da korurdu.
Pierre yolu gösterdi, fakat onunla birlikte eve yürümedi. Dönüp bazı bitkileri budama işine devam etti. Çalışırken acele etmezdi. İşten de hiç kaçınmazdı. Saatte bir içtiği kırmızı şarap iş gününü virgülle ayırır, biraz da bulanıklaştırırdı.
Hannah yürüdükçe onun makasının «klip-klip-klip» seslerini duyabiliyordu. İlerledikçe ses azaldı. Yola sarkan dalların yapraklan arasından yürürken yukarlarda ısrarlı bir rüzgâr yüksek dalları sallıyor, kıyılardaki gelgit gibi sesler çıkarıyordu. Gölgelik iyice serindi. Hannah ürperdi. Sıcakta bu kadar uzun yürümekten başı dönüyordu. Korkudan donmuş olan duyguları umutsuzlukla erimiş, tekrar donup tekrar erimişti. Gerçeğe sarılan eli gevşemeye yüz tutuyordu yavaş yavaş. İki yandan teraslara çıkan mermer merdivenlerin dibine gelince hangi tarafa yürümesi gerektiğine karar veremeyerek durakladı. Yukardan bir kadın sesi.
«Size yardımcı olabilir miyim?» diye seslendi. Hannah gözlerini siperleyerek güneşli terasa baktı. «Merhaba adım Hannah Stern.»
«Yukarı gelin, Hannah Stern.» Güneş tam arkasından geldiği için kadının yüz çizgileri görünmüyordu. Ama giysileriyle davranışı Uzakdoğulu izlenimi yaratıyordu. Bir tek sesi dışında. Yumuşak, iyi kullanılan bir sesi vardı kadının. Doğulu kadınların tipik tiz konuşmasına hiç benzemiyordu.
54
«Uğurlu dedikleri bir durumla karşı karşıyayız,» dedi kadın. «Benim adım da Hana. Hemen hemen sizinkiyle aynı. Japoncada Hana, çiçek anlamına geliyor. Sizde Hannah ne demek? Belki çoğu batı adları gibi bunun da anlamı yoktur. Tam çay zamanı gelmeniz ne hoş oldu.»
Fransızlar gibi el sıkıştılar. Hannah kadının sakin güzelliğine hayran olmadan edemedi. Gözleri iyilik ve neşe karışımı bir ifade taşıyordu. Davranışı Hannah'ya korunuyormuş, rahathyormuş gibi bir duygu verdi. Birlikte terasın taşları üzerinden eve açılan dört küçük kapıya doğru yürürken kadın az önce kesmiş olduğu çiçeklerden en güzel goncayı seçerek çok doğal bir hareketle Hannah'ya uzattı «Önce bunları suya koymam gerek.» dedi. «Sonra da çayımızı içeriz. Siz Nicholai'nin arkadaşı mısınız?»
«Pek sayılmaz. Amcam arkadaşıydı.»
«Demek buradan geçerken uğradınız. Çok düşüncelisiniz.» Cam kapılardan güneşli bir salona girdiler. Orta yerdeki masanın üzerinde çay takımları hazırlanmış bekliyordu. Tam onlar içeriye girerken salonun öbür ucundaki kapıda tık diye bir ses duyuldu. Hannah bu şatoda kalacağı birkaç gün boyunca hizmetkâr diye bir şey görmeyecek, varlıklarını hep böyle kapanan kapılardan, holden gelen sessiz ayak seslerinden hissedip duracaktı. Yemekler öyle bir biçimde hazırlanıyordu ki servisi ev sahibesinin yapması en doğal şey oluyordu. Servisi yapmak bu kadının iyiliğini, ilgililiğini ifade etmesini de kolaylaştıran bir fırsat oluyordu.
«Sırt çantanı şu köşeye bırak, Hannah,» dedi kadın. «Ben şu çiçekleri yerleştirirken çayları fincanlara koyar miydin acaba?»
Küçük kapılardan dolan güneş ışığını, duvarların mavisini, üzerindeki altın yaprak desenlerini, Louis XV mobilyalarla doğu eşyalarını birleştiren bu odada duvar aynaları mesafeleri büyültüyor, odayı olduğundan çok daha büyük gösteriyor, çaydanlıktan çıkan buharlar da bir sıcaklık duygusu katıyordu. Bu oda havaalanlarında gençlerin vurulduğu dünyanın bir parçası olmazdı. Gümüş çaydanlıktan Limoge fincanlara çayı doldururken Hannah gerçeğe dönmekten ötürü başının döndüğünü hissetti. Son birkaç saatta inanılmayacak kadar çok şey olmuştu. Bayılacağından korkmaya başladı.
55
" »i-
Hiç neden yokken aklına küçükken başına gelen benzer bir olay geldi. O zaman da böyle nerede olduğunu kim olduğunu bilemez duruma düşmüştü... Bir yaz günüydü. Sıkıntıdan bunalmıştı. Her yanda ders kitapları, defterler duruyordu. Çevredeki eşyalara öyle uzun süre bakmıştı ki eşyalar büyüyüp küçülmeye başlamışlardı. Kendi kendine. «Ben, ben miyim?» diye sormuştu. «Ben, ben miyim? Bu düşünceleri düşünen gerçekten ben miyim? Ben mi? Ben mi?»
Şimdi de, bu zarif doğulu kadının iki adım çekilip yerleştirdiği çiçeklere bakışını, sonra yaklaşıp bir iki yerini düzeltisini izlerken Hannah zihnini karıştıran dalgalar arasında demirleyecek bir yer aramanın çaresizliğini duyuyor, yorgunluk onu durmadan denizin açıklarına sürüklüyormuş gibi hissediyordu.
Garip şey, diye düşündü. Her şey bir gün içinde olmuştu. Havaalanındaki korkunç olaylar, Pau'ya doğru o rüya gibi uçuş, bindiği arabaların sürücülerinin çapkın konuşmaları, Tardest'deki çayhane sahibinin tutumu, Etchebar'a kadar o uzun yürüyüş... hepsinin içinde en çok iz bırakan anı, ağaçlı yoldan şatoya doğru yürürken serin gölgeliğin etkisiyle titremesiydi. Başka bir dünya. Çok da garip.
Şu masaya oturmuş, Limoge fincanlara çay koyan gerçekten kendisi miydi? Hem de bu uygunsuz kılıkta. Haki şortu, ayağında botlarıyla!
Roma havaalanında kan gölünün içinde oturan ihtiyarın yanından geçerken aptal gibi, «Üzgünüm,» diye mırıldandığından bu yana yalnızca birkaç saat mı geçmişti?
Yüksek sesle, «Üzgünüm, deyiverdi. Güzel kadın bir şey söylemiş, Hannah kafası meşgul olduğu için ne dediğini anlayamamıştı.
Kadın onun karşısına otururken gülümsedi. «Nicholai'nin burada olmaması yazık diyordum,» dedi. «Birkaç gündür dağlarda. O sevgili mağaralarına inip duruyor. İnsanı şaşkına çeviren bir merak. Ama ya bu akşam, ya da yarın sabah dönmesini bekliyorum. Bu durumda senin de bir banyo yapmana, uyuyup dinlenmene vakit kalıyor. İyi olur, değil mi?»
Sıcak bir banyoyla serin çarşafları düşünmek Hannah için öyle büyük bir zevkti ki!
56
Kadın gülümseyip sandalyesini masaya biraz daha yaklaştırdı. «Çayına ne koyarsın?» diye sordu. Gözleri sakin ve içtendi. Biçimleri Uzakdoğulu gibi olmakla birlikte renkleri elâ üstüne altın benekli gibiydi. Hannah bu kadının hangi ırktan olduğunu kestiremiyordu. Hareketleri doğulu, zarif ve kontrollü, ama cildi sütlü kahve rengin-deydi. Kapalı yakalı Çin modeli yeşil elbisesi, Afrikalılara özgü dik göğüslerini, biçimli kalçalarını belli ediyordu. Ağzıyla burnu ise beyaz ırkın tipik örnekleriydi. Sesi kültürlü, peşten konuşması düzgündü. Kadın gülerek, «Biliyorum, biraz karışık bir durum,» dedi.
«Efendim?» Hannah düşüncelerinin böyle açıkça anlaşılmasından utanmıştı.
«Ben bazılarının 'Kozmopolitan' diye nazik bir deyimle ifade ettiği, diğerlerinin ise kısaca melez deyip geçtiği tiplerdenim. Annem Japon'du. Babam herhalde çapkın bir Amerikan askeri olmalı. Onu tanıma şansına erişemedim. Süt mü alırsın?»
«Efendim?»
«Çayına süt ister misin?» diye gülümsedi Hana. «İngilizce konuşsak daha mı rahat edersin?» Kadın Fransızcadan vazgeçmiş, bu son soruyu İngilizce olarak sormuştu. Hannah da İngilizce cevap verdi.
«Evet, daha rahat ederim.» Bunu tam Amerikan aksanıyla söylemişti.
«Zaten Amerikalı olduğunu tahmin etmiştim. İyi öyleyse, İngilizce konuşuruz. Nicholai evde çok az İngilizce konuşur, ben unutacağım diye korkuyordum.» Oysa aksanı ancak farkedilebilecek kadar, var yoktu. İngilizler gibi abartmalı telâffuz ediyordu sözleri. Herhalde Fransızcasında da biraz aksan olmalıydı ama Hannah'nın yabancı kulağı bunu farkedemezdi.
Birden aklına geldi. «İki fincan konmuştu,» dedi. «Konuk mu bekliyordunuz, Bayan Hel?»
Dostları ilə paylaş: |