«Lütfen bana Hana de. Evet, seni bekliyordum. Tardets'daki Çayhane sahibi telefon edip, sana adres vermek için izin istemişti. Sonra ikinci bir telefon senin Abence-de-Haut'dan geçtiğini bildirdi, bir üçüncüsü Lichans'a vardığını haber verdi.» Hana hafifçe güldü.
57
«Nicholai burada çok iyi korunur,» diye açıkladı. «Zaten sürprizlerden hiç hoşlanmaz.»
«Ah, iyi ki aklıma geldi. Size verilecek bir notum var.» Hannah cebinden kahvecinin notunu çıkarıp uzattı.
Hana notu açıp göz gezdirdi, sonra o tatlı, alçak sesiyle güldü. «Bir fatura bu,» dedi. «Çok da açık seçik yazılmış. Ah, bu Fransızlar! Bir frank telefon için, bir frank da içtiği kahve için. Üzerine de bir buçuk frank bahşiş eklemiş, demek o kadar bırakacağını tahmin ediyormuş. Çok iyi bir alışveriş yapmış sayılırız. Üç buçuk frank karşılığında senin konuk gelmeni kazanmış olduk!» Gülerek faturayı kenara bıraktı, uzanıp sıcak, kuru elini Hannah'nm koluna dayadı. «Küçük Hanım? Belki farkında değilsin ama ağlıyorsun sen,» dedi.
«Efendim?» Hannah şaşkınlıkla elini yanağına götürdü. Evet, yanakları gözyaşlarından sırılsıklamdı. Aman Tanrım! ne zamandan beri ağlıyordu acaba? «Özür dilerim,» dedi. «Sebebi yalnızca... bu sabah arkadaşlarım... Bay Hel'i görmem şart!»
«Biliyorum canım, biliyorum. Şimdi çayını bitir. İçine seni dinle-direcek bir şey attım. Sonra sana odanı gösteririm. Orada banyo yapar, dinlenirsin. Nicholai'yi gördüğün zaman da kendini taptaze ve çok güzel hissedersin. Çantanı burada bırak. Kızlardan biri onunla ilgilenir.»
«Size anlatmam gerek...»
Ana Hana elini havaya kaldırıp onu susturdu. «Her şeyi Nicholia geldiği zaman ona anlatırsın. O bana ne kadarını istiyorsa o kadarını söyler.»
Hannah güzel kadının peşi sıra holün mermer merdivenlerinden üst kata çıkarken hâlâ burnunu çekiyor, kendini küçük bir çocuk gibi hissediyordu. Ama içine yeni yayılmaya başlayan huzurun da farkındaydı. Çayın içine atılan ilâç her neyse, daha şimdiden kötü anıları yumuşatmaya, onları belleğinden uzaklara sürüklemeye başlamıştı. İçtenlikle, «Bana karşı çok iyi davrandınız, bayan Hel,» dedi. Hana hafifçe güldü. «Bana Hana da lütfen,» dedi. «Ben Nicho-lai'nin karısı değilim. Cariyesiyim.»
58
WASHINGTON
Asansörün kapıları açıldı, Diamond bayan Swiven'in önü sıra On Altıncı Kat'ın beyaz çalışma salonuna ilerledi.
«... ve hepsini ben haber verdikten on dakika sonra hazır istiyorum.» diye konuşuyordu bir yandan, «Starr'ı, Muavini, bir de Arabi. Yazdın mı?»
«Evet efendim.» Bayan Swiven hemen kendi hücresine çekildi. Gerekli hazırlıkları yapacaktı orada. Başyardımcı bu arada konsolun başındaki sandalyesinden ayağa kalktı.
«Asa Stern'in birinci kuşak ilişkileriyle ilgili tarama hazır efendim,» dedi. «Şimdi geliyor veriler.» Haklı bir gurur duyduğu belliydi. Şişko'dan duygusal ilişkilere ait bir listeyi söküp alabilecek kişilerin sayısı onu asla geçmezdi.
Diamond konferans masasının başındaki döner koltuğa otururken, «Şu ekrana ver bakalım,» dedi.
«Geliyor. Ayy! Bir saniye efendim. Liste yüzde yüz seksen ters durumda. Bir saniyede ayarlarım.»
Bilgisayarların sistemik yetersizliklerinin en başında, aşkla nefreti, sevgiyle şantajı, dostukla parazitliği ayıramamak gelirdi. Bu durumda duygular ölçeğine göre çıkarılan bir listenin karışık gelme olasılığı yüzde elliydi. Başyardımcı bu tehlikeyi görmüş, ilk çıkan isim listesine Maurice Herzog'la Heinrich Himmler'in adlarını eklemişti. İkisi de «H» ile başlayan kişilerdi bunlar. Sonuçta Asa Stern'in Himm-ler'e hayran olduğu, Herzog'dan ise nefret ettiği çıkınca, Başyardımcı Şişko'nun 180'lik hata yaptığını tahmin etme olanağını buluyordu.
Diamond, «Gelen çıplak isim listesi değildir inşallah,» dedi.
«Hayır efendim. Kaba ayrıntı da istedim. Her isimle ilgili birkaç söz. Kimlikleri bilelim diye.»
«Sen bir dahîsin, Llewellyn.»
59
Başyardımcı dalgın dalgın başını salladı. İlk veriler IBM'den dökülmeye başlamıştı bile.
STERN, DAVİD
İLİŞKİ EŞİT OĞLU... BEYAZ KART... ÖĞRENCİ... AMATÖR ATLET... ÖLDÜRÜLMÜŞ 1972 PARANTEZ MÜNİH OLİMPİYATLARI...
STERN, JUDİTH
İLİŞKİ EŞİT KARISI... PEMBE KART... BİLİMCİ, ARAŞTIRMACI... ÖLÜ 1956 PARANTEZ DOĞAL NEDENLER...
ROTHMANN, MOİSHE
İLİŞKİ EŞİT ARKADAŞ... BEYAZ KART... FİLOZOF, ŞAİR... ÖLÜ 1958 PARANTEZ DOĞAL NEDENLER...
KAUFMANN, S.L.
İLİŞKİ EŞİT ARKADAŞ... KIRMIZI KART... SİYASAL EYLEMCİ... EMEKLİ...
HEL, NİCHOLAİ ALEXANDROVİTCH İLİŞKİ EŞİT ARKADAŞ...
«DUR!» diye emretti Diamond. «Dondur onu!»
Başyardımcı bu sözü izleyecek verilere kendi ekranında bir göz attı. «Aman, Ulu Tanrım!» dedi.
Diamond koltuğunda arkasına yaslanmış, gözlerini kapatmıştı. CIA bir işi yüzüne gözüne bulaştırdığında bunu dört başı mamur yapıyordu doğrusu! «Nicholai Hel,» diye mırıldandı Diamond. Sesi tekdüze çıkarıyordu.
Başyardımcı en yumuşak sesiyle, «Bu Nicholai Hel eflâtun kartlı biri efendim, dedi. Eski çağlarda kötü haber veren habercilerin başının kesildiğini hatırlamış gibi bir hali vardı.
«Biliyorum... Biliyorum.»
«Şey... Herhalde Hel, Nicholai Alexandrovitch üzerine komple bilgi isteyeceksiniz, değil mi?» Adam özür dileme tonuyla konuşuyordu.
60
«Evet.» Diamond ayağa kalkıp büyük pencereye doğru yürüdü. Karşısında gece olduğu için ışıklandırılmış Washington anıtı duru-r yakınındaki bulvardan geçen otomobillerin farları seçiliyordu. Her akşam tam bu saatta, tam aynı yerden geçen otomobiller. «Gelecek verileri şaşaşılacak kadar cılız bulacaksın,» diye mırıldandı.
«Cılız mı efendim? Eflâtun kartlı biri ama!»
«Bu eflâtun kartta öyle olacak.»
Renk kodu sisteminde eflâtun kartlar Ana Şirket açısından başa çıkılması en güç, en tehlikeli adamları gösterirdi. Bunlar kendi milliyetçi ya da ideolojik kanı ve yargılarına göre hareket etmeyen, parça başına iş kabul eden ajanlar, katiller grubuydu. Hükümetlere baskı yaparak bunları kontrol altında tutma olanağı da yoktu. Her iki taraf hesabına da adam öldürürlerdi.
Başlangıçta renk kodu Şişko'ya programlanırken, kişinin yaşamını ve yaptıklarını bir bakışta belirtecek renkler seçilmesi düşünülmüştü. Ama daha ilk adımda Şişko'nun soyut konulardaki yeteneksizliği, sistemin değerini azaltıvermişti. Sorunun kökeni, Şişko'ya kendi renk kodunu kendi ayarlama hakkının tammasıydı. Tabii belirli ilkeler doğrultusunda.
İlk ilke, yalnızca Ana Şirket açısından potansiyel tehlike, veya gerçek tehlike sayılan kişilere renk kodu uygulanmasıydı. Ya Ana Şirket, ya da onun kontrolünde olan hükümet ve kuruluşlar açısından tabii. Diğer kişilerin hepsi standard beyaz kartla belirleniyordu. İkinci ilke, kişinin eğilimleriyle kodunun rengi arasında bir ilişki bu-lunmasıydı. Bu da en basit şekliyle yapılmaktaydı. Solcu kışkırtıcı ve teröristlere kırmızı kart, sağcı politikacı ve eylemcilere mavi kart, sola yatkınlara pembe kart, sağı tutan aşırı muhafazakârlara da toz mavisi kart veriliyordu. Bir ara adanmış liberallere de İngiltere'deki sembolize uyarak sarı kart verilmişti ama, sonradan bu gibilerin zarar verme kat sayısı Şişko tarafından hesaplanmış, derhal onlara da herkes gibi beyaz kart verilmeye başlanmıştı. Beyaz kart... yani siyasal iktidarsızlık belirtisi.
Ama bir adım daha atılıp girift sorunlara gelindiğinde renk kod-lamasının değeri de eleştirilere konu olmaya başlamıştı. Örneğin IRA'-
61
A-, '
yi aktif olarak destekleyenlere Ulster savunma örgütlerini destekleyenlere rastgele yeşil ve turuncu kart çıkmaya başlamıştı. Çünkü Şiş-ko'nun görüşüne göre böylelerinin uyguladığı taktikler, güttükleri felsefe ve alabildikleri sonuçlar birbirinden pek farklı olmuyordu.
İkinci bir sorun da Şişkonun güttüğü akılsız mantığın sonucuydu. Örneğin komünist ajanları ayırırken Çinli olanlara sarı kart çıkıyor, onların emri altındaki Avrupalı ajanlara ise kırmızıyla sarı karışımı kart çıkması gerektiğinden, sonunda turuncu karta kalıyorlardı. O zaman bu kişiler Kuzey İrlanda'yı tutanlarla karışıyordu. Bu yüzden bazı can sıkıcı hatalar da yeralmıştı. Şişko'nun Ian Paisley mutlaka Arnavuttur diye tutturup bunda direnmesi işte bu hataların sonuçlarından biriydi.
Yanlışlıkların en belâlısı, Afrika milliyetçileriyle Amerikalı siyah eylemciler konusunda ortaya çıkıyordu. Burada ırk mantığı güden bilgisayar, bu adamlara siyah kart çıkarmıştı. Aylar boyunca bu eylemciler ne Ana Şirketin, ne de onun kontrolündeki hükümet organlarının müdahalesiyle yüzyüze gelmeksizin eylemlerini rahatça sürdürebilmişlerdi. Bunun bir tek nedeni vardı, o da siyah kart üstüne basılı siyah yazıların okunmasmdaki güçlüktü.
Bu durumda, duyulan büyük üzüntülere karşın, gene de renk kodundan vazgeçme zorunluluğu doğmuştu. Amerikalı vergi mükelleflerinin milyonlarca doları bu işe harcanmış olduğu halde!
Bu sefer yeni bir sorun çıkmıştı ortaya. Şişko'ya bildiği şeyi unutturmak, ona yeni bilgi vermekten çok daha zordu. Belleği ebedi idi Şişko'nun. Hele mantık çizgisi üzerindeki direnişi, önlenebilecek şey değildi. Böylece renk kodu da, o güne kadar hangi düzeye getirilmişse, o düzeyde kaldı. Solun ajanları hâlâ kırmızı ve pembe kartlarla, kripto-faşistler mavi kartla, Amerikalı lejyonerler toz mavisi kartla belirleniyordu. Her iki taraf arasında farkı gütmeksizin, iki yan hesabına da çalışanlara, doğal olarak mor kart çıkmalıydı. Ama şişko siyahların kartlarında ortaya çıkan sorunu unutamadığı için mor rengi kendiliğinden biraz açmış, bunlara eflâtun kart vermeye başlamıştı.
Ayrıca dikkat edilecek nokta, Şişko'nun eflâtun kartları yalnızca adam öldürme yolunu seçen eylemcilere vermesiydi.
62
Başyardımcı başını kaldırıp soru sorar gibi baktı. «Şeyy... Ne oluyor anlayamıyorum efendim. Şişko durmadan bir veri, bir düzelme, bir veri, bir düzelme temposuna girdi. En temel bilgilerde bile ona kaydedilmiş veriler birbirini tutmuyor. Bu Nicholai Hel'in yaşı için kırk yedi'-den elli ikiye kadar rakam geliyor. Hele şuna bakın! Milliyeti konusunda elimizde altı tane seçenek var: Rus, Alman, Çin'li, Japon, Fransız ve Kosta Rica'lı. Kosta Rica diyor gerçekten, efendim!!!»
«Son ikisi taşıdığı pasaportlar yüzünden. Elinde Fransız ve Kosta Rica pasaportları var. Şu anda Fransa'da oturuyor. Ya da son zamana kadar öyleydi. Diğer milliyetler ise genetik kökenleri, doğum yeri ve kültürel yetiştirilişiyle ilgili.»
«Peki asıl milliyeti ne?»
Bay Diamond pencereden dışarı bakmayı sürdürüyordu. «Hiçbir şey.»
«Bu adamla ilgili bir şeyler biliyorsunuz galiba, efendim.» Başyardımcının bu sözü soru sorar gibiydi ama ölçüyü kaçırmak istemiyor, tedbirli konuşuyordu. Meraklanmıştı. Gene de aşırı merak göstermeyecek kadar akıllıydı.
Diamond birkaç saniye cevap vermedi. Sonunda, «Evet, onun hakkında bazı şeyler biliyorum,» demekle yetindi. Olduğu yerde dönüp yürüdü, masasının başındaki koltuğa kendini bıraktı. «Taramaya devam et,» dedi. «Ne bulursan çıkar ortaya. Çoğu birbirinin tersi olan bilgiler olacak. Netlikten uzak olacak. Eksik olacak. Ama gene de ne varsa bilmek zorundayız.»
«Demek bu Nicholai Hel'in bu işe bulaştığı kanısındasınız.»
«Bizde bu şans varken, herhalde!»
«Ne bakımdan, efendim?»
«Bilmiyorum! Sen taramayı sürdür.»
«Başüstüne efendim.» Başyardımcı bir sonraki verilere gözattı. «Aaa... efendim doğum yeri olarak üç yer gözüküyor.»
«Şanghay.»
«Emin misiniz, efendim?»
«Evet!» Kısa bir duraklamadan sonra ekledi. «Yani, oldukça eminim!
63
000 ŞANGHAY: 193?
Her yıl bu mevsimde olduğu gibi serin akşam rüzgârları denizden kente doğru esiyor, buradan Çin'in sıcak iç bölgelerine doğru ilerliyordu. Kentin Fransız kesiminde, Joffre Bulvarı üzerindeki büyük evin verandaya açılan kapılarından perdelerin dışarıya doğru uçtuğu görülüyordu.
General Kişikava Takaşi önündeki Go ke oyunuyla meşguldü. Uzanıp taşlardan birini eline aldı, ortaparmağının ucuyla işaret parmağının tırnağı arasında hafifçe tuttu. Birkaç dakika sessiz geçti. Generalin dikkati aslında oyunda değildi. Oyun şu anda 176'ncı hamleye gelmişti. Sonucun ne olacağı da yavaş yavaş kendini belli ediyordu artık. Generalin gözleri karşısında oturan rakibindeydi. Rakip soluk sarı oyun tahtasının üzerindeki siyah ve beyaz taşlara dikkatle bakıyordu. Kişikava-san bu genç çocuğun kesinlikle Japonya'ya gönderilmesi gerektiği kanısındaydı. Bunu çocuğa bu gece açması gerekiyordu. Ama hemen şimdi değil. Oyunun tadı kaçardı şimdi söylerse. Bu da büyük bir haksızlık olurdu, çünkü ilk defa olarak delikanlı oyunu kazanıyordu.
Güneş Fransız kesiminin gerisinde, Çin'in içlerine doğru çekilip batmıştı. Kentin sokak lambaları yakılıyordu. Daracık, kıvrık sokaklar, her evde pişen binlerce yemeğin kokusuyla doluydu. Whangpoo ve Soochow burunlarındaki yüzen evlerin hepsinde ışıklar yanmıştı. Pantolonlarının paçalarını çekip iple bağlamış kadınlar taşları yeniden dizip ocaklarını düzeltiyor, yemek için ateş yakmaya hazırlanıyorlardı. Nehrin suyu çekildiğinden evlerin dibi san çamurlara değmekteydi artık. Evlerine geç kalmış birkaç kişi Hırsız Tavuk köprüsü üzerinden hızlı adımlarla geçmekteydiler. Köşede oturan mektupçu, fırçasını mürekkebe dikkatsizce batırıyor, işini çabuk bitirmek için acele ediyordu. Kendisine bir aşk mektubu yazdıran şu okuma yazma bilmez kız elbette eserine kusur bulabilecek durumda değildi. Üstelik mektupçu ona «Şaşmak Bilmez On Altı Formül» ünden birine uygun mektup yazıyordu. Saygın ticarî kuruluşların ve büyük otelle-
64
• bulunduğu The Bund Caddesi karanlık ve sessizdi. Çünkü ingiliz ¦ adamları artık buralardan kaçmışlardı. Kuzey Çin Günlük Haber ga-tesi artık onların dedikodularını basmıyor, yaptıkları sosyal yar-j.mian, dünya durumu hakkındaki yorumlarım sayıp dökmüyordu. The Bund Caddesinin en şık binası olan ve afyon ticareti gelirleriyle yaptırılan Sosson House de artık İşgal Kuvvetlerinin merkez binası haline getirilmişti. Doymak bilmez Fransızlar, hilekâr İngilizler, üstten bakan Almanlar fırsatçı Amerikalılar hep gitmişlerdi. Şanghay, Japonların kontrolü altındaydı.
General Kişikava, Go tahtasının öbür yanında oturan çocuğun, annesine ne kadar inanılmaz derecede benzediğini düşünmekteydi. Sanki Alexandra Ivanovna bu çocuğu tek hücreliler gibi kendi başına dünyaya getirmişti. Zaten kadının güçlü sosyal kişiliğini tanıyanlar, bunu da pekâlâ yapabileceğinden emin olabilirlerdi. Delikanlıda da tıpkı annesinin çenesi, annesinin geniş alnı, çıkık elmacık kemikleri, zarif burnu vardı. Slav ırkına özgü o geniş burun delikleri yoktu bu burunda. Karşısındaki, kendini bir çiftenin namlusundan içeri bakıyormuş gibi hissetmiyordu. Ama Kişikava'ya en ilginç gelen şey, çocuğun gözleriyle annesinin gözlerini karşılaştırmaktı. Benzerlikleri ve ayrılıkları açısından. Fiziksel yönden gözler birbirinin eşiydi. İri, çukur, ve Kontesin ailesine özgü cam yeşili renginde. Ama annesinin ve çocuğun kişilikleri arasındaki farklılık gözlerin hareketinde, halasların türünde, mücevher irislerin kararmasında ve kristalleşmesinde kendini gösteriyordu. Annenin bakışı baştan çıkarıcı, ateşli, çocuğunkiler ise soğuktu. Anne gözlerini herkesi kendine hayran etmek için kullanırken, çocuk herkesi kendinden uzaklaştırmak için kullanıyordu. Annede «koket» görünen bakışlar, çocukta «küstah» görünüyordu. Annenin gözlerinde pırıldayan ışıklar, çocuğunkinde durgun ve içe saklıydı. Annenin gözlerinde mizah, çocuğunkinde zekâ vardı. Anne çekiyor, cezbediyor, çocuk ise tedirgin ediyordu.
Alexandra ivanovna bencildi. Nicholia de bencildi.
Gerçi Generalin doğululara özgü düşünceleri bu konunun pek üzerinde durmuyordu ama, batı ölçülerine göre Nicholai hiç de on beş yaşında gibi göstermiyordu. Fazla yeşil gözlerindeki soğuklukla
Şibumi
65/5
ağzının ifadesindeki ciddilik, yüzündeki anlamı fazla yumuşamaktan, erkeksilikten uzaklaşmaktan koruyordu. Fiziksel güzelliğinden her zaman rahatsız olan Nicholai, daha çok küçük yaşlardan hareketli ve sert sporlara yönelmişti. Önce klasik jiujitsü öğrenmiş, sonra uluslararası takıma girip, İngilizlere karşı «Rugby» oynamıştı. Bu oyunu hırçın denecek kadar sert oynuyordu. İngilizlerin oyunu kaybettikleri zaman kendilerini kurtarmak için kullandıkları sportmenlik, centilmenlik gibi kavramları iyi anlıyorsa da, gene de kazanmanın sorumluluğunu, zarif bir biçimde kaybetmenin rahatlığına tercih ederdi. Aslında takım oyunlarını pek sevmiyordu. Kendi yeteneği ve sertliğiyle kazanabileceği oyunlardan zevk alıyordu daha çok... Üstelik duygusal sertliği öylesine güçlüydü ki, her zaman kazanıyordu. Kazanmayı istediği için.
Alexandra Ivanovna da hemen hemen her zaman kazanırdı. İstediği için değil ama hakkı olduğu için. 1922 yılında insanı şaşırtacak kadar çok bavul ve eşyası olmasına karşın, geçinebilecek tek kuruşu yoktu. Bu durumda Şanghay'daki Beyaz Rus toplumu arasında liderliği sağlayabilmek için St. Petersburg'daki eski forsunu kullandı. Şanghay'a göçen Ruslara, Beyaz Rus adını İngilizler takmıştı. Belo-rosskiya'dan geldikleri için değil ama... kızıl olmadıkları için. Kontes hemen çevresine toplumun en ilginç erkeklerini toplayarak bir hayranlar grubu yarattı. Alexandra Ivanovna'nın gözünde ilginç olmanın yolu, zengin, yakışıklı, nüktedan olmaktı. Kontesin hayattaki en büyük dertlerinden biri de, bu niteliklerden ikisinin aynı erkekte bulunmasına pek ender rastlanması, hele üçünün birarada asla bulun-mamasıydı.
Kontesin toplumunda başka kadınlara pek yer yoktu. Bütün kadınları aptal, sıkıcı ve uçarı bulurdu. Kendisi tek başına bir düzine erkeği bir salonda oyalayabilir, gecenin atmosferini nükteli, canlı ve tam dozunda bir çapkınlık düzeyinde tutmayı başarırdı.
Buna karşılık uluslararası toplumun bu itilen kadınları da asla Kontes'le birarada görülmek istemediklerini ilân edip, kocalarının ve nişanlılarının da bu dürüst kararlarına katılmasını istediler. Bu ka-
66
, jar türlü yöntemlerle, omuz silkmeler, dudak bükmeler, kaş kal-, rrnaiarla, ortada görülen iki olay arasında belli bir ilgi bulunduğu-dikkati çekme istiyorlardı. Bu olaylardan birincisi, Kontes'in Şanghay'a meteliksiz gelmiş olmasına karşın, çok lüks bir hayat sü-rebilemesiydi. İkincisi de, annelerinin kendilerine «güzellikten ve çekicilikten çok daha önemli» diye öğrettiği niteliklerden mahrum olan bu kadının, çevresine her zaman en nefis erkekleri toplayabil-mesiydi. Bu kadınların gözünde, Rusya'dan Çin'e göçüp aç kalan, ellerindeki avuçlarındaki birkaç değerli şeyi satan, sonra da geçinebilmek için vücutlarını satmaya başlayan zavallı Rus kadınlarıyla Kontes arasında pek bir fark yoktu. Ama buna da kimseyi inandıramı-yorlardı. Çünkü Kontes, Çar sarayının olağanüstü bilmecelerinden biri olup, damarlarında tek damla Slav kanı taşımayan bir Rus soy-lusuydu. Alexandra Ivanovna'nm babasının adı Johann'dı. Habsburg soyundan geliyordu. Protestan olan bu aile İngiltere'ye göçmüştü. Soyadlarını da değiştirip, daha az Hun adına benzeyen yeni bir isim almışlardı.
Şanghay'daki hayatının üçüncü mevsiminde Alexandra ivanovna bütün dikkatini genç ve gururlu bir Prusyalıya vermiş gibi görünüyordu. Bu gencin duygusallıkla gölgelenmemiş bir zekâya sahip olduğu belliydi. Tüm ırkdaşları gibi Kont Helmut von Keitel zum Hel, kısa zamanda Kontesin gözbebeği ve oyuncağı oldu. Kontesten on yaş daha gençti. Dikkati çekecek fiziksel güzelliği ve atletik nitelikleri vardı. Çok iyi ata biner, eskrim yapardı. Kontes onu kendine uygun bir dekor diye nitelendirdi. İlişkileri konusunda söylediği tek söz, kontun iyi bir damızlık olduğuydu.
Yazın yağışlı mevsimini iç kesimlerde, dağlık bir yerdeki villasında geçirmek Kontes'in âdetiydi. Bir seferinde Şanghay'a her zamankinden daha geç döndü ve o günden sonra da Şanghay'daki evin halkı arasına bir bebek karıştı. Genç Kont von Keitel zum Hel, geleneğe uyarak Kontes'e evlenme teklif etti. Kontes hafifçe gülerek °na şu karşılığı verdi. «Gerçi insanlar arasında yaygınlaşan eşitlik saçmalığını çürütebilmek için üstün bir çocuk yaratmayı her zaman 'stedim ama, evin içinde iki çocuk bulundurmaya niyetim yok.» Kont
67
V i-1,T: ¦"1
o zaman Prusyalıların gurur yerine kullandığı o kasıntı tavırla selâm verip kısa zamanda Almanya'ya dönmek üzere hazırlıklara başladı. Alexandra Ivanovna çocuğu ve onun dünyaya geliş öyküsünü saklamak bir yana, onu salonunun, gülü yaptı. Yasal gerekçelerle çocuğa bir isim koymaya zorlandığı zaman onu Nicholai Hel diye adlandırdı. Hel adını, Keitel arazisinin yakınından geçen bir nehirden almıştı. Kontese göre çocuğun doğması baştan sona kendi eseri olduğu için çocuğun tüm adım da Nicholai Alexandrovitch Hel olarak
seçti.
Evde bir sürü İngiliz dadılar birbirini izledi. Bu nedenle çocuğun beşik dilleri olan Fransızca, Rusça ve Almanca'ya, İngilizce de katıldı. Bu diller arasında belirgin bir tercih söz konusu değildi. Yalnızca kontes bazı dillerin bazı konulardaki düşünceleri daha iyi ifade edebildiği kanısındaydı. İnsan aşktan ve benzeri önemsiz konulardan söz ederken Fransızca konuşur, trajedi ve felâketleri Rusça anlatır, iş dili olarak Almanca'yı kullanır, hizmetçilere İngilizce emir
verirdi.
Nicholai'nin çocukluk arkadaşları yalnızca evdeki hizmetkârların çocukları olduğu için, Çince de beşik dilleri arasına katılmıştı. Kısa zamanda Çince düşünme alışkanlığını kazandı. Çünkü çocukluğunda en büyük korkusu, annesinin düşüncelerini okuyabileceğiydi. Annesi Çince bilmiyordu.
Alexandra ivanovna okulların ancak tüccar çocuklarına lâyık yerler olduğuna inanırdı. Bu nedenle Nicholai'nin eğitimi eve gelen özel öğretmenlerle ilerledi. Bu öğretmenlerin hepsi yakışıklı gençler olup, hepsi de anneye hayrandı. Çocuğun soyut matematiği sevdiği ve bu konuda yetenekli olduğu ortaya çıkınca annesi hiç sevinmedi. Ama o andaki öğretmen kendisine bu tür matematiğin uygulama alanında veya ticarette kullanılabilecek bir bilim dalı olmadığını iyice anlattığı zaman, oğlunun bu dalda da eğitilmesinde bir sakınca olmayacağına karar verdi.
Nicholai'nin sosyal eğitiminin büyük bölümü... ve tabii tüm eğlencesi... evden gizlice kaçıp sokak çocuklarıyla dar sokaklarda, gizli avlularda gezip dolaşmaktı. Sırtında bol lacivert elbisesi, kısa kesil-
68
mis saçları üzerinde yuvarlak kepiyle, o sıradaki arkadaş grubu aranda veya yalnız olarak gezer, dolaşır, sonra eve, sitemleri dinleyip -ezaları çekmeye döner, bunların hepsini de cam yeşili gözlerinde uzaklara bakan bir ifadeyle, ses çıkarmadan, insanı çileden çıkaracak şekilde dinler, ya da çekerdi.
Nicholia sokaklarda, batılıların kendilerine mal ettiği bu kentin öz şarkısını dinleyip öğrendi. Şık giyinmiş İngiliz çocuklarının, kadavraya dönmüş, veremli kent çocukları tarafından köşelere çekilip hırpalanışını izledi. Çinli çocuklar hep yüzlerine maske takarlar, Avrupalı efendilerin kendilerine garez bağlamasını önlemeye çalışırlardı. Kompradorları, yağlı, göbekli işbirlikçileri de tanıdı Nicholai. Bunlar Avrupalıların kendi halklarını sömürmesine âlet olan kimselerdi. Batı geleneklerini taklit eder, onların ahlâk kurallarına uymaya çalışırlardı. Bolca kâr ettikten, egzotik yemeklerle midelerini tıka basa doyurduktan sonra, bu kompradorların en büyük zevki Wongchow'dan ya da Soochow'dan getirilen ve Fransız genelevlerinde vesikalı olarak çalışmaya hazır bulunan on iki, on üç yaşındaki bakirelerle yatmaktı. Bu kızların bakireliğini yoketme yöntemleri... çeşit çeşitti. Kızın öc almak için yapabileceği tek şey, tabii biraz rol yapma yeteneği varsa, peşpeşe birçok kere bakireliğini feda etmek ve bu yoldan biraz para kazanmaktı.
Sokaklarda dilenen, dilenirken gelip geçenleri çürüyen bacağını üstlerine sürmekle tehdit eden, ya da kucağındaki çocuğa daha çok ağlasın diye iğne batıran, turistleri korkutan bütün dilencilerin, sizin için dua eden veya size lanet okuyan ihtiyarlardan, eğlenesiniz diye birbirleriyle doğa dışı gösteriler yapmayı öneren yarı aç çocuklara kadar hepsinin, Majeste Hazretleri, yani dilenciler Kralı'nın kontrolü altında çalıştığını da öğrendi Nicholai. Dilenciler Kralının örgütü bir tür sendika ile, üyeleri koruma çetesi arası bir şeydi. Kent içinde kaybolan her parça eşya, saklanan herhangi bir kişi, istenen herhangi bir hizmet, Majestelerinin hazinesine mütevazi bir bağış karşılığında elde edilebilirdi.
Rıhtımlarda ter içinde çalışan, gemilerin merdivenlerinden bir yukarı bir aşağı yük taşıyan işçileri seyretti Nicholai. On bir saatlik
Dostları ilə paylaş: |